BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.
Futbola dair sahip olduğum ilk anı bir Fenerbahçe-Galatasaray maçına ait. Yer, o zamanki adıyla Fenerbahçe Stadı. Güneşli bir gündüz karşılaşması, henüz farkında olmasam da Galatasaraylıyım. En azından o maçla birlikte kendimi ailemdeki herkes gibi Galatasaraylı addediyorum. Maçla ilgili hatırladıklarımsa kara sakallı atik bir adamın kırmızılı takımın savunma oyuncularını sırasıyla perişan etmesiyle başlıyor ve 2-5’lik felaket bir skorla sona eriyor. Karşılaşmanın bitimine yakın kırmızılı takımın yeşil formalı şaşkın kalecisi, kara sakallı futbolcuya saldırıyor. Maç sonu sakallı adam beyaz saçlı bir muhabire veryansın ediyor: “Böyle dostluk olmaz olsun.”
Beyaz saçlı muhabir Bülent Karpat. Şaşkın kaleciden kastım; Hayrettin Demirbaş, kara sakallı delişmen kanat oyuncusuysa Rıdvan Dilmen.
Anlayacağınız bir Galatasaraylı olarak Fenerbahçe’yle olan ilişkim başladığı gibi devam ediyor. Yüzümüz gülmek bilmedi, hele ki Kadıköy’de. Üstelik değişmeyen sadece saha içi sonuçlar değil. Kavgalar, küfürler de bu rekabetin üzerinden hiç eksilmedi. İsimler değişti sadece. Hayrettin gitti Sabri geldi, Hasan Vezir gitti Emre Belözoğlu geldi, Ergun Gürsoy gitti Mahmut Uslu geldi… Spor kültürü ve medyasının 80’den sonra içine girdiği olumsuzlukların hepsinden fazlasıyla etkilendi anlı şanlı “dünya derbimiz”.
91/92 sezonundaki 5-2’lik mağlubiyetten 1 sene sonra Galatasaray, Kadıköy’de 4-1 kazanmış, sonrasında da kıran kırana geçen şampiyonluk yarışında ipi Beşiktaş’ın önünde göğüslemeyi başarmıştı. O günden bugüne tam 16 lig karşılaşması oynandı Kadıköy’de ve Galatasaray bu maçlardan sadece birini kazanabildi.
Yaşı yeten Galatasaraylıların unutmamış olduğuna emin olduğum bu maç, 1999 yılının son ayında yağmurlu, puslu bir akşamda oynanmıştı. Hasan Şaş’la Marcio’dan gelen gollere dönemin tek formda Kanaryalısı Viorel Moldovan’ın verdiği cevap yeterli olmamış ve sarı-kırmızılar 6 sene sonra Kadıköy’de galibiyetle tanışmıştı. Galatasaray’ın rakip tanımadığı, Fenerbahçe’nin ise “acıların takımı” olarak adlandırıldığı senelerdi. Nitekim sezon sonunda Cimbom üst üste dördüncü şampiyonluğunu ve en önemlisi UEFA Kupası’nı kazanırken, Fenerbahçe yeni ve hırslı başkanı Aziz Yıldırım’ın önderliğinde radikal bir yeniden yapılanmaya gidiyordu.
Bu tarihten sonra Kadıköy, Galatasaray’ın ezeli ve ebedi cehennemi olma hüviyetini yeniden kazandı. 6-0 mı istersiniz, 4-0 mı? 7 kişi bitirilen maçlar mı ararsınız, tribünlerin sidik poşetlerine bulandığı maçlar mı? Fenerbahçe ve Kadıköy fobisi Galatasaraylıların bilinçaltına öyle bir işlemiş vaziyetteki, hafta başında Galatasaraylı bir arkadaşıma “Alex belki oynamayacakmış” dediğimde; “Ne fark eder PAF takımla çıksalar yine de yenileceğiz” cevabını aldım. Eh, haksız sayılmaz.
DERBİNİN TEKNİK, TAKTİK VE PSİKOLOJİK YÖNÜ
Neyse, laklakı bırakıp bugünkü maçın teknik analize geçelim.
Sene başında yine bu köşede, mevcut stoper ve orta saha oyuncularıyla Galatasaray’ın Rijkaard’ın istediği biçimde 4-3-3 oynamasının zor olduğunu yazmıştım. Çünkü o 3’lüden biri Arda yahut Elano olduğu sürece Galatasaray 4-3-3 değil 4-2-4 oynuyor. Arda, artık üst düzey futbolda nesli tükenen 10 numaralar gibi oynamaya çalıştığı sürece de bu durum değişmez. Öyle ki Baros’un 5 metre gerisinde oynayan ve hiçbir şekilde savunmasına yardım etmeyen “Kaptan” Arda bu oyun tarzıyla Rijkaard’ın Iniesta’sı işlevini göremiyor haliyle. Böyle olunca da sahada defans yapmayan oyuncusu sayısı 4’e yükselen Galatasaray’ın orta alandaki 2 çapasının üzerine binen yük iyice artıyor. Kaldı ki Galatasaray’ın sahip olduğu tüm orta saha oyuncuları teknik kapasitesi yetersiz isimler. Stoperlerden bahsetmiyorum bile. Bu da Galatasaray’ın ilerideki dörtlüsü yorulunca ve rakip takım önde basmaya cüret edince sarı-kırmızılı takımın başına bir kâbus gibi çöküyor. Özellikle ağır savunma oyuncularının zaafları iyice ortaya çıkıyor. Bunu ben görüyorum da Rijkaard göremiyor diye bir şey yok elbette. Son Trabzon maçında Kewell’ın yerine Barış’ı oyuna aldığı yani forvet çıkarıp yerine mücadeleci bir orta saha oyuncusu soktuğu anda Galatasaray oyunda üstünlüğü yeniden ele geçirip 2 gol atıvermişti. Hal böyleyken Galatasaray’ın hele ki fizik olarak kendisinden daha iyi durumda olan Fenerbahçe karşısına alışıldık Arda-Kewell-Keita-Baros dörtlüsüyle çıkması erken goller bulamaması durumunda kendileri adına nahoş sonuçlar doğurabilir. Erken gol bulunsa dahi ikinci yarıda mutlaka 3’lü orta saha düzenine geçilmeli. Çünkü Galatasaray’ın bu ağır stoperler ve yerlerde sürünen takım savunmasıyla eli ayağı düzgün bir takıma karşı direnmesi imkânsız.
Fenerbahçe’deyse Alex ve Guiza oynayacak mı oynamayacak mı endişesi var. Guiza neyse de Alex’in Fenerbahçeliler için arz ettiği önemi hatırlatmaya gerek bile yok. Sahada Emre ve Alex gibi oyun kurma meziyeti gelişkin iki oyuncuya sahip olmak, ev sahibi ekibin rakibine karşı önemli avantajlarından biri olacaktır zira Galatasaray’ın (Arda dâhil) bu tarz tek bir oyuncusu bile yok. Daum’un Galatasaray’ın oyun kuramama zaafından yararlanabilmesi için mutlak suretle önde pres yaptırması lazım. Bunun için Andre Dos Santos’un yerine Mehmet Topuz’un düşünülmesi daha akılcı olacaktır. Mehmet Topuz, Colin Kazım, Guiza (ya da Semih), Emre ve Baroni’yle devamlı koşturan ve top kapan bir orta saha-hücum hattı Alex’in virtüözlüğünde Cimbom’a çok zor anlar yaşatabilir.
Nihayetinde Fenerbahçe için taktik, Galatasaray içinse hem taktik hem de psikolojik savaş şeklinde geçecek bir derbiye tanıklık edeceğiz. İki takım da bulundukları ligin kalitesinin çok üzerinde kadrolara sahipler ve büyük ihtimalle zayıf takımlara karşı çok az kayıp vererek sezonu 80 puanın üstünde tamamlayacaklar. Bu bakımdan aralarında oynadıkları maçlarda alınan sonuçlar da çok önemli olacaktır.
İlk hatırladığı futbol karşılaşması “Böyle dostluk olmaz olsun” vecizesiyle sonlanan bendenizin bu maçtan naçizane beklentisi dostluğun kazanmasıdır diye bitirmek isterdim bu yazıyı. Hakikaten isterdim de şu an içinde bulunduğumuz spor kültüründe böyle bir cümlenin ne kadar naif kaçacağı malumunuz. Ne diyeyim; güzel maç olsun bari…
Showing posts with label futbol. Show all posts
Showing posts with label futbol. Show all posts
Sunday, October 25, 2009
Saturday, September 5, 2009
Van Basten misin be Kaladze!

Son haftalarda jenerikleri kendi kalesine atılan harika goller süslüyor. Abu Diaby'nin Arsenal-Manchester United mücadelesine damgasını vuran enfes(!) kendi kalesine golden sonra yeni eğlencemiz bu gece attığı 2 ters golle Kakha Kaladze.
Bir oyuncunun kendi kalesine gol atması futbolun paralel evreni normal hayatta kalabalık içerisinde yürüyen bir insanın aniden düşüşüne denk geliyor. İkisi de alabildiğine istem dışı, komik, utanç verici ve ilerisi için unutulmaz bir hatıra demek.
Beşiktaşlı Recep Çetin'in Malmö maçında kendi kalesine attığı enfes golü, pozisyon anında spikerin tepkisine kadar ezbere hatırlıyoruz. "Receeeep ve inanılmaz bir pozisyon!" Levent Özçelik insan değil TRT spikeri olduğu için eksik söylemiş; inanılmaz bir pozisyon değil, inanılmaz komik bir pozisyon.
Gelelim Kaladze'ye.
Öncelikle bu akşamki marifetleri!
Dakika 57!
Dakika 67!
Allah'ı var güzel goller. 10 dakika arayla atılmaları olayı daha da ilginç ve dolayısıyla komik kılıyor. Neyse ki gollerin bu denli güzel olması beraberinde "bilerek attı" şüphelerini de kaldırıyor. Eee, kendi kalesine gol atmanın da böyle bir dinamiği var işte.
Guardian'ın Fiver ekibi Pazartesi'ne ayrıntılı ve eğlenceli bir liste çıkarır ama ben yakın tarihten aklımda kalan birkaç "ters golü" ve bahtsız adamı sizlerle paylaşayım dedim. Kriter olarak da bir maçta birden fazla kendi kalesine gol atma becerisini gösteren sakarları seçtim.
Jamie Carragher: Kop'un sevgilisi tecrübeli defans oyuncusunun 13 yıllık kariyerine sığdırdığı tam 6 kendi kalesine gol var ki bunların 2'si 1999'daki 3-2 kaybedilen Manchester United maçında geldi. Bu kadar sakar olup bu kadar sevilmek de ancak Carragher'a has bir özellik olsa gerek.
Stan Van Den Buys: Belçikalı bu arkadaşı "Futbolun Beceriksizleri Ansiklopedisi" sayesinde tanıyorum. Kendi kalesine hat trick yapabilme becerisini göstermiş nadide stoperlerden kendisi. Efsane performansı ise 1985'teki 2-3'lük Germinal Beerschot-Anderlecht maçında gelmiş.
Bizim ligimizden Emre Toraman geçtiğimiz sezonki Eskişehir-Bursa maçında attığı 2 ters ve hakikaten güzel golle Es-Es'lere maçı kaybettirmişti.
Pazartesi Guardian hayli eğlenceli olacak. Kaladze'ye takılacak lakapları merak ediyorum. Benim önerim "Van Basten". Hatta Öztürk Pekin'in sesiyle "Van Basten misin be Kaladze?"
Etiketler:
carragher,
emre toraman,
futbol,
kaladze,
kendi kalesine,
malmö,
recep çetin,
stan van den buys
Tuesday, October 14, 2008
Umurumuzda mı Sanki Medya Etiği?

Futbol kamuoyumuzun son haftalardardaki en sıcak konusu Ertuğrul Sağlam'ın kovulması ve yerine Mustafa Denizli'nin getirilmesi. Kimileri Ertuğrul'un gönderilmesini eleştirdi, kimileri Yıldırım Demirören'in aynı anda dansöz ve despot olmayı becerebilen tavırlarını. Mustafa Denizli üzerine odaklanan eleştirilerse genelde onun Beşiktaş hocalığı için uygun kişi olmadığı eksenindeydi. Sığ yorumların kralı olmasına rağmen Türk medyasının aykırı sesi elbisesini üzerine oturtan Hıncal Uluç ise Denizli'ye yapılan bu teklifin bir hakaret olduğunu; Demirören'in önce Lucescu'ya gitmesinin, ret cevabı alınca da lütfen Denizli'ye dönmesinin eski milli hocayı aşağılamak anlamına geldiğini belirterek radikal kıyafetlerini bir kez daha sergiledi! Altı kaval üstü şeşhane! Radikal Uluç'umuz dahil kimsenin aklına bu işin bir de etik yönü yok mu diye sorgulamak gelmedi.
Mustafa Denizli futbol sezonuna işsiz bir teknik direktör olarak başladı ve bunun üzerine Lig Tv yorumcusu olarak karşımıza çıktı. Televizyondaki ilk 6 haftalık performansını en kibar tabirle kötü olarak niteleyebiliriz. Başarılı bir antrenör olmakla iyi bir yorumcu olmanın birbirinden ne kadar farklı olduğunu bize bir kez daha kanıtlayan bir formu vardı. Akıcı olmayan cümleler, isabetsiz tahliller, kötü yorumlar...Dünyanın en basit oyunlarından futbolu, anlatımıyla bu kadar zor ve çekilmez hale getirmek de bir beceri işidir diye düşündüm ve ekseriyetle yaptığım gibi "mute" modunda izlemeye devam ettim maçları. Maç sonu açıklamalarında ise genelde eleştireldi ki bu sezon 3 büyükleri izleyen herkesin de öyle olması doğal. Şu anda senede en az 1.5 milyon dolara anlaştığı takımı Beşiktaş'ın eski hocası Ertuğrul Sağlam'ı da çoğu zaman ağır bir dille eleştirdi. Bugüne geldiğimizdeyse durum ortada. Ertuğrul kovuldu. Yerine onu medya aracılığıyla eleştiren Denizli göreve getirildi. Bu noktada durup biraz düşünmek ve medyası, saha içi ve saha dışı organlarıyla spor dünyasının mevcut etik kurallarını biraz sorgulamak gerekiyor.
Medyada yorumculuk yaparak para kazanan bir antrenörün eleştirdiği(eleştirmesine aslında gerek de yok) kimsenin yerine göreve getirilmesinde iç gıcıklayan bir durum var. X yorumcusunun kendi ekonomik çıkarları için elinde bulunan medya gücünü kullanarak rakibini baltalamayacağını kimse garanti edemez. Denizli'nin niyetinin bu yönde olduğunu söylemiyorum. Ama kötü niyetli bir insanın bu yola başvurmayacağının da teminatı kimsede yok. Mustafa Denizli gibi kariyerli bir hocanın da hemen hemen her sezon yedek antrenör olarak büyük kulüplerin B planını oluşturduğunu biliyoruz. "Denizli Beşiktaş'ta" dedikodularını her sene en az 10 kere okuruz. Kısacası "Beşiktaş antrenörlüğü hayalimdi" diyen Mustafa Denizli'nin yorumculuk yaparken aklından bu hayalin geçmediğini iddia etmek biraz zor. Bu kadar kolay manipüle edilen bir ortamda bu biraz gayrı ahlaki bir durum teşkil ediyor gibi geliyor bana. Doksanlarda Türkiye'nin de yaşadıği "medya savaşları"'nı hatırlarsak olayın özü ekonomik bir rant sahasının kapışılmasından ibaretti aslında. Peki bu olayda da bunun bir benzeri yok mu? Ortada yine küçük çaplı da olsa ekonomik bir rant alanı var ve elinde medya gücü bulunan bir teknik direktör-medya çalışanı. Kulağa çok farklı gibi gelse de aslında birbirine çok benzer iki durum.
Sonuçta Ertuğrul Sağlam şu anda işsiz. Tazminatı vardır şusu vardır busu vardır. Tabii ki adamı aç bıraktınız diye saçmalayacak değilim ama onuru kırılmıştır kuşkusuz. Onun yerinde ise artık 1 hafta önce onu medya aracılığıyla eleştiren Mustafa Denizli var. Aslında bu hadisede benim vurgulamak istediğim nokta da ismi geçen özneler değil senede birkaç kez örneğini gördüğümüz bu çarpık tablonun yansıttığı etik sorun. Medyada yorumcu olarak görev yapan teknik direktörlerin aynı sezon içinde hocalık yapması etik midir değil midir? Tartışınız, bence değildir ve bu konunun hiç gündeme getirilmemesinin sebebi de medya etiği gibi hassas konuların umurumuzda bile olmamasıdır.
Bir kez bile canlı izlememiş olmama rağmen en sevdiğim futbol takımlarından olan 87/88 ve 88/89 Galatasarayı'nın teknik direktörü "Büyük Mustafa"'ya başarılar...
Wednesday, October 1, 2008
Çocuklarla Şampiyon Olamazsın

"Çocuklarla hiçbir şey kazanamazsınız". Alan Hansen'ın 1996 Manchester United'ı için öne sürdüğü bu kehanetin ömrü Ferguson'un genç öğrencileri sezonu duble'yle tamamlayınca kısa sürmüştü. Bu önerme sonucu itibariyle başarısız oldu olmasına ama içeriği itibariyle büyük ün kazandı ve futbol terminolojisinin en meşhur sözlerinden biri haline geldi. İşte Hansen'ın pek de katılmadığım bu sözünü 2009 Arsenal'i için bu sefer ben sarf edeceğim. Üstelik 4-0'lık Porto zaferlerinin hemen arkasından.
Arsene Wenger, günümüz futbolunun en önemli hücum teorisyenlerinden biri. Son 5 yılda oturttuğu çok paslı, hızlı ve dikine atak sistemi Arsenal'i 2000'lerin en heyecan verici takımı haline getirdi. 2 stoperi hariç her an hücumu düşünen 4-5-1 varyasyonlarından oluşturduğu sistemi bir çok teknik adama da ihraç etti ama başarıyı o veya onun gibi oynayanlar değil Mourinho ve Ferguson gibi onun sisteminde ufak değişikliklere giden isimler elde etti. Peki nedir Mourinho ve Ferguson 4-5-1'i ile Wenger 4-5-1'i arasındaki fark?(bu arada bu sistemi 4-3-3 diye de okuyabilirsiniz) Çok basit: Sağlam savunma ve tecrübe! Esasında modern 4-5-1'in geniş bir analizi için ayrı bir yazı ayırmak gerekir ama çok kısa özetlemek gerekirse Wenger ve Arsenal'in senelerdir Chelsea ve Manchester United gibi takımların gerisinde kalmasının en önemli sebebi bu.
Wenger'in cesaretini, atak futbol felsefesini ve genç futbolculara verdiği önemin değerini çok kıymetli buluyorum ama ufak çocukların bile görebileceği gerçeklere anlaşılmaz bir şekilde kör kalmayı tercih ettiği için 7/24 aymazlıklar dünyasında dolaştığını düşünmeden de edemiyorum. Son şampiyonluğunu kazandığı 2003/04 sezonunda Henry'le birlikte takımın en önemli ismi Patrick Viera'ydı. Modern futbolda sağlam bir ön liberonun değeri sözde futbol ulemalarının düşündüğü gibi korkak bir zihniyetin ürettiği bir efsaneden ibaret değil. Arsenal senelerdir, 4'lü defansının önünde 6 hücumcuyla oynuyor. Denilson ve Fabregas dahil bu oyuncuların hepsinin en önemli özellikleri iyi hücumcu ha bir de çocuk denecek yaşta olmaları. Dünkü Porto maçını ele alalım: Denilson, Fabregas, Nasri, Van Persie, Walcott önlerinde Adebayor. Müthiş yetenekli 6 isim ve tam da Wenger'in sevdiği çok paslı, dikine oyunu oynayabilecek bir takım. Sonuç: Arsenal 4-0 kazandı. Ama maçı izleyenler gördü ki işler biraz Porto lehine gelişse 25.dakikada mavi beyazlı takım 2-0 önde bile olabilirdi. Topçuların yarı sahasını geçmek o kadar kolay ki! Gerçi en iyi top hırsızınız Denilson olursa bu riski de zaten göze alıyorsunuz demektir.
Arsenal daha hafta sonunda ligin yeni ekibi Hull'a sahasında 2-1 kaybetti. Manu yahut Chelsea'nin böyle bir yenilgi alması koca sezonda ya 1 ya 2 keredir. Oysa Arsenal bu tip mağlubiyetler yüzünden senelerdir şampiyonlukta iddialı olamıyor. Tecrübesizlik ve yeni bir Viera bulmama ısrarı Wenger'in takımlarını başarısızlığa sürüklüyor. Fransız teknik adamsa, bu gerçekleri görmezden gelmeye devam ediyor ve gidiyor yaz döneminde Samir Nasri'yi transfer ediyor. 1.65'lik, 21 yaşında bir hücum oyuncusunu! Arsenal'in ihtiyacı olan bu değil Wenger, 1.90'lık bir işçi ve tecrübe lazım bu takıma. Aslında Wenger'e gereken şey bir 2003/04 hatırlatması. Hani Arsenal'in ligin en az gol yiyen takımı olarak namağlup şampiyon olduğu sezon, hani son şampiyonluğun geldiği sezon! Wenger'e tabii ki büyük saygı duyuyoruz ama gözünün önündeki başarı formülünü görmezden gelmesi ve çocukça bir ısrarı devam ettirmesi de affedilemez.
Yeni bir Viera'n olmadan çocuklarla şampiyon O-LA-MAZ-SIN Wenger!
Etiketler:
alan hansen,
alex ferguson,
arsenal,
arsene wenger,
futbol,
jose mourinho
Friday, June 27, 2008
Futbol: Bizim Talihsiz Sevdamız

"Futbol asla sadece futbol değildir" tarzı yazılar yazmaktan da okumaktan da sıkılmış bir adam olarak "Futbol milliyetçiliği körüklüyor ulen" temalı bir şeyler karalamaktan öteden beri uzak durmuşumdur. Daha önce birçok entelektüelden duyduğumuz bu aforizmaya itibar etmediğim gibi hadisenin öznesi olarak bir öcü gibi gösterilmeye çalışılan futbolun esasında tam da bu tarz yorumlar sebebiyle özünden yani spor olma halinden uzaklaştırıldığını düşünüyorum. Modern devletlerin ortaya çıkışından beri hakim sistemin devam etmesi için elzem gıdalardan biri olarak icat edilen ve bu yönde kullanılan "milliyetçilik" her Allah'ın günü gazete manşeti, siyasi slogan, ders başlığı, askeri Demokles kılıcı, yarı-aydın orgazmı olarak yeniden karşımıza çıkarılırken bu kadar manipülatif "fikir lideri"'nin önderliğinde değil futbol, incir-elma bile "milliyetçilik yeniden üretim alanı" haline dönüştürülebilir.(ki onu da beceriyoruz, bkz:yerli malı haftası)
Doğrudur; futbol sahalarında birçok milliyetçi ve ırkçı sahneyle karşı karşıya kalmaktayız. Neredeyse her milli maç devletler arası bir savaş gibi görülüyor(gördürülüyor) ve ölümsüz "Türk'ün Türk'ten başka dostu yok" mottosunun yarattığı kompleks ve nefretler en ufak olaylarda bile kendini gösteriyor. Peki bunların sebebi Arda'nın zarif çalımları, Servet'in insanüstü özverisi ya da Hamit'in bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi mi? Nihat'ın attığı golle gelen galibiyet mi milliyetçiliği körüklüyor yoksa maç sonrası bir medya mensubu olan Şansal Büyüka'nın "İşte Türk'ün Gücü" çığlıkları mı? Massimo Busacca'nın es geçtiği bir sarı kart mı Türkiye-Almanya kavgasını yaratıyor yoksa kompleksli spikerin "Hakem bize çifte standart uyguluyor zaten bu Avrupalılar hep böyle, bizi sevmiyorlar" diye zırlaması mı? (*)1938 Dünya Kupası'nda İtalya'nın şampiyon olması mı yoksa olayı "Faşist Spor'un İlahları" başlığıyla duyuran La Gazzetta Dello Sport mu ırkçı-faşist söylemlerin halka erişmesine yardımcı oluyor? Semih'in son dakikada attığı mucize gol mü Türk halkını Hırvatistan düşmanı yapıyor yoksa Fanatik Gazetesi'nin maç sabahı attığı "Bunlara Bir Çakmak Lazım" başlığı mı? Örnekler o kadar çok ki sabaha kadar devam edebilirim.
Varmak istediğim nokta sanırım aydınlanmıştır.(ki zaten değilse berbat bir yazarım demektir) Futbol sadece bir oyun, kimilerinin bayıldığı kimilerininse mesafeli davrandığı... Ona farklı anlamlar yükleyen bizleriz. Fakat unutulmamalı ki toplumların, dünyayı algılayışında siyasilerin ve medyanın rolü çok büyük. Fikir liderlerinin olayları yorumlayış ve yansıtış biçimi halkın mevzubahis hadiseye verdiği anlamı yüzde yüz etkilemektedir. Türkiye-Hırvatistan maçı sonrası Uğur Meleke'nin yaptığı "Bu, tüm 3.Dünya ülkelerinin zaferidir" yorumu yahut bir Yeni Şafak yazarının olayı "Tüm Müslüman Alemi'nin Zaferi" olarak etiketlemesidir futbolu o kabak tadı veren tabirle sadece futbol olmaktan çıkaran. Bu açıdan bakıldığında medyanın futbol maçlarını bir banal milliyetçilik yaratma aracı olarak kullanması futbol adına bir talihsizliktir ve burada suçlu futbol değil medya ve onu kuklası olarak kullanan siyasi düzenin ta kendisidir.
Milli maçlar sonrası yaratılan milliyetçi havadan iğrenen ama tuttuğu takım olan Türkiye Milli takımının kazandığı karşılaşmalardan sonra da deli gibi sevinen bir adam olarak bu yazıyı yazdım. Değişen ne olacak? Büyük ihtimalle hiçbir şey... Milliyetçilik sattığı sürece biz yine aynı yetersiz spikerlerden aynı kompleks dolu yorumları dinlemeye, aynı dandik gazetelerden aynı embesil yazıları okumaya devam edeceğiz. Bunların sonucu olarak da futbol seyircisinin giderek ne kadar milliyetçileştirildiğini gözlemleyeceğiz. Dünyayı değiştirme umudu daha dünyaya gelmeden başarısız bir suikaste uğramış bir neslin ferdi olarak en azından "futbol, milliyetçiliği körüklüyor" tarzı yorumlar yapan Orhan Pamuk benzeri aydınların fikrini değiştirebilme umuduyla...
(*) 20 Haziran 1938 tarihli La Gazzetta Dello Sport başlığı, http://cgi.ebay.it/ws/eBayISAPI.dll?ViewItem&item=200224415379
Wednesday, June 18, 2008
Grup Maçlarının Ardından
Grup A
1-Portekiz 2-Türkiye 3-Çek Cumhuriyeti 4-İsviçre
Grubun Yıldızı
Arda Turan! Sevgili Türkçemiz kimi tabirler konusunda eksik kalmasa grubun yıldızı gibi yavan bir etiket yerine "the difference maker of the group" demeyi tercih ederdim ama bununla yetinmeyi bileceğiz. Evet, senelerdir gelişimini heyecanla izlediğimiz biraz fırlama biraz şımarık ama illa ki süper yetenekli "Arda'mız" kendini Avrupa piyasası ve tarihine pazarlacak olan o kader değiştiren performanslarıyla bu ödülümü kazanmaya layık görüldü. 90'da İsviçre'ye, 74'te ise Çek'lere attığı kritik goller grubun ve Türkiye A Milli Futbol Takımı'nın kaderini değiştirdi. 20'lik süper yetenek, Portekiz haricinde güç dengelerinin çok yakın olduğu bir grupta ibreyi Türkiye lehine çeviren adamdı ve tek kelimeyle fark yarattı.
Grubun "O Anı"
Petr Cech..Yeni Lev Yashin, yeni örümcek adam, dünyanın en iyi 2 kalecisinden biri, hayatı boyunca hatalı gol yediğine şahit olmadığımız olduysak da unuttuğumuz bu kusursuz kaleci insan olduğunu hatırlatmak için kusursuz bir zaman seçti(tabii ki bizler için). Colin Kazım'ın kavisli ortasında topu elinden kaçırdığında dakika resmi olarak 87 idi ama bizim için o sekans zamanın durduğu ve bitmek bilmeyen kara büyülerin gerçeğe döndüğü mistik bir andı.
Grup B
1-Hırvatistan 2-Almanya 3-Avusturya 4-Polonya
Grubun Sürprizi
Avusturya Milli Takımı. Dünya Futbol Tarihi'nin ilk "wunderteam'i" Avusturya, turnuva öncesi sınıfın kimse tarafından sevilmeyen, bodur, şişko, gözlüklü ve inek öğrencisi gibiydi ama oynadığı özverili ve açık futbolla herkesin takdirini ve saygısını kazanmayı bildi. Halen karizmatik olduğunu söylenemezdi ve dönemin güzel kızını kapacak özelliklerden yoksundu ama en azından arkadaşlarına kopya verdiği, kimseyi ispiyonlamadığı ve yeri geldiğinde sınıfı güldürecek espriler yapabildiği ortaya çıktı.
Grubun Hayal Kırıklığı
Almanya Milli Takımı. Tamam biliyorum Polonya tek kelimeyle berbattı ama zaten kim onlardan harika olmalarını bekliyordu ki? Oysaki benim gibi bu oyundan çok iyi anladığını iddia eden bir adamı bile son 2 yılın hatrına kandırabilen Löw'ün öğrencileri temposuz, yaşlı ve yavaş gözükerek beni ve birçok kişiyi hayal kırıklığına uğrattılar. Yine de bahsettiğimiz takım Almanya ve Gary Lineker'in o çok meşhur sözü halen geçerliliğini koruyor.
Grup C
1-Hollanda 2-İtalya 3-Romanya 4-Fransa
Grubun Fenomeni
Kesinlikle Raymond Domenech. Elinde bu kadar iyi bir havuz varken bu kadar kötü bir kadro seçimi yapıp bu kadar kötü futbol oynatmak gerizekalılıkla, korkaklıkla ya da beceriksizlikle açıklanamaz. Raymond'da bizlerin asla göremeyeceği bir tılsım olsa gerek ki harika olması için her türlü olanağa sahip bir takımı San Marino gibi gösterebiliyor.
Grubun Kader Adamı
Gianluigi Buffon. Hani penaltı kurtarılmaz, kaçırılır derler ya bu sözün ne kadar geçersiz olabileceğini gösteren bir kurtarış yaptı Buffon. Letzigrund Stadı'nda dakikalar 81'i gösterirken eski takım arkadaşının nasıl mucizeler yaratabildiğini çok yakından bilen Adrian Mutu usta kaleciyi şaşırtmak için kalenin ortasına sert bir vuruş yaptı ama sol köşeye atlayan Buffon topu ayaklarıyla kurtararak penaltı noktasında dahi forvetlerin korkulu rüyası olduğunu kanıtladı. Bu kurtarış şu ana kadar berbat bir futbol sergileyen İtalya'nın o maçı berabere bitirmesini ve turnuvadaki yoluna devam edebilmesini sağladı.
Grup D
1-İspanya 2-Rusya 3-İsveç 4-Yunanistan
Grubun "The Good"'lari
İspanya ve Rusya. Her iki takım da oynadıkları her maçta futbolun güzelliklerinden inciler sundular bizlere. Kısa, direk, ileriye paslar, hızlı futbol, kanat bindirmeleri, göz kamaştıran yetenekler, süper goller...Kısacası futbol adına güzel olan ne varsa bu iki takım 270 dakika boyunca sahaya onları yansıttı. Daha da önemlisi iyi hücumun her zaman için iyi savunmadan daha etkili olabildiğini kanıtladı bu ikili. Raymond Domenech eğer görevine devam edecekse gitsin Guus Hiddink'in yanında 2 ay staj yapsın.
Grubun The Bad and the Ugly'leri
İsveç ve Yunanistan. Daha sıkıcı ve çirkin olamazlardı. İyi savunma yapan takımları izlemek benim için zevktir ama bu iki takım da iyi savunma yapmadılar sadece savunma yaptılar ve bu sebepten Fransa'yla birlikte turnuvanın en kötü takımları olmaya hak kazandılar. İbrahimovic'in Yunanistan'a attığı inanılmaz gol İsveç'in turnuva boyunca ortaya koyduğu tek izlenebilir hadiseydi. Kral Otto'nun öğrencileri ise böyle bir an yaşatmaya muvaffak olamadılar.
1-Portekiz 2-Türkiye 3-Çek Cumhuriyeti 4-İsviçre
Grubun Yıldızı
Arda Turan! Sevgili Türkçemiz kimi tabirler konusunda eksik kalmasa grubun yıldızı gibi yavan bir etiket yerine "the difference maker of the group" demeyi tercih ederdim ama bununla yetinmeyi bileceğiz. Evet, senelerdir gelişimini heyecanla izlediğimiz biraz fırlama biraz şımarık ama illa ki süper yetenekli "Arda'mız" kendini Avrupa piyasası ve tarihine pazarlacak olan o kader değiştiren performanslarıyla bu ödülümü kazanmaya layık görüldü. 90'da İsviçre'ye, 74'te ise Çek'lere attığı kritik goller grubun ve Türkiye A Milli Futbol Takımı'nın kaderini değiştirdi. 20'lik süper yetenek, Portekiz haricinde güç dengelerinin çok yakın olduğu bir grupta ibreyi Türkiye lehine çeviren adamdı ve tek kelimeyle fark yarattı.
Grubun "O Anı"
Petr Cech..Yeni Lev Yashin, yeni örümcek adam, dünyanın en iyi 2 kalecisinden biri, hayatı boyunca hatalı gol yediğine şahit olmadığımız olduysak da unuttuğumuz bu kusursuz kaleci insan olduğunu hatırlatmak için kusursuz bir zaman seçti(tabii ki bizler için). Colin Kazım'ın kavisli ortasında topu elinden kaçırdığında dakika resmi olarak 87 idi ama bizim için o sekans zamanın durduğu ve bitmek bilmeyen kara büyülerin gerçeğe döndüğü mistik bir andı.
Grup B
1-Hırvatistan 2-Almanya 3-Avusturya 4-Polonya
Grubun Sürprizi
Avusturya Milli Takımı. Dünya Futbol Tarihi'nin ilk "wunderteam'i" Avusturya, turnuva öncesi sınıfın kimse tarafından sevilmeyen, bodur, şişko, gözlüklü ve inek öğrencisi gibiydi ama oynadığı özverili ve açık futbolla herkesin takdirini ve saygısını kazanmayı bildi. Halen karizmatik olduğunu söylenemezdi ve dönemin güzel kızını kapacak özelliklerden yoksundu ama en azından arkadaşlarına kopya verdiği, kimseyi ispiyonlamadığı ve yeri geldiğinde sınıfı güldürecek espriler yapabildiği ortaya çıktı.
Grubun Hayal Kırıklığı
Almanya Milli Takımı. Tamam biliyorum Polonya tek kelimeyle berbattı ama zaten kim onlardan harika olmalarını bekliyordu ki? Oysaki benim gibi bu oyundan çok iyi anladığını iddia eden bir adamı bile son 2 yılın hatrına kandırabilen Löw'ün öğrencileri temposuz, yaşlı ve yavaş gözükerek beni ve birçok kişiyi hayal kırıklığına uğrattılar. Yine de bahsettiğimiz takım Almanya ve Gary Lineker'in o çok meşhur sözü halen geçerliliğini koruyor.
Grup C
1-Hollanda 2-İtalya 3-Romanya 4-Fransa
Grubun Fenomeni
Kesinlikle Raymond Domenech. Elinde bu kadar iyi bir havuz varken bu kadar kötü bir kadro seçimi yapıp bu kadar kötü futbol oynatmak gerizekalılıkla, korkaklıkla ya da beceriksizlikle açıklanamaz. Raymond'da bizlerin asla göremeyeceği bir tılsım olsa gerek ki harika olması için her türlü olanağa sahip bir takımı San Marino gibi gösterebiliyor.
Grubun Kader Adamı
Gianluigi Buffon. Hani penaltı kurtarılmaz, kaçırılır derler ya bu sözün ne kadar geçersiz olabileceğini gösteren bir kurtarış yaptı Buffon. Letzigrund Stadı'nda dakikalar 81'i gösterirken eski takım arkadaşının nasıl mucizeler yaratabildiğini çok yakından bilen Adrian Mutu usta kaleciyi şaşırtmak için kalenin ortasına sert bir vuruş yaptı ama sol köşeye atlayan Buffon topu ayaklarıyla kurtararak penaltı noktasında dahi forvetlerin korkulu rüyası olduğunu kanıtladı. Bu kurtarış şu ana kadar berbat bir futbol sergileyen İtalya'nın o maçı berabere bitirmesini ve turnuvadaki yoluna devam edebilmesini sağladı.
Grup D
1-İspanya 2-Rusya 3-İsveç 4-Yunanistan
Grubun "The Good"'lari
İspanya ve Rusya. Her iki takım da oynadıkları her maçta futbolun güzelliklerinden inciler sundular bizlere. Kısa, direk, ileriye paslar, hızlı futbol, kanat bindirmeleri, göz kamaştıran yetenekler, süper goller...Kısacası futbol adına güzel olan ne varsa bu iki takım 270 dakika boyunca sahaya onları yansıttı. Daha da önemlisi iyi hücumun her zaman için iyi savunmadan daha etkili olabildiğini kanıtladı bu ikili. Raymond Domenech eğer görevine devam edecekse gitsin Guus Hiddink'in yanında 2 ay staj yapsın.
Grubun The Bad and the Ugly'leri
İsveç ve Yunanistan. Daha sıkıcı ve çirkin olamazlardı. İyi savunma yapan takımları izlemek benim için zevktir ama bu iki takım da iyi savunma yapmadılar sadece savunma yaptılar ve bu sebepten Fransa'yla birlikte turnuvanın en kötü takımları olmaya hak kazandılar. İbrahimovic'in Yunanistan'a attığı inanılmaz gol İsveç'in turnuva boyunca ortaya koyduğu tek izlenebilir hadiseydi. Kral Otto'nun öğrencileri ise böyle bir an yaşatmaya muvaffak olamadılar.
Monday, January 21, 2008
Ghana'08, 2.Gün



Günün Maçları
Fas 5 Namibiya 1
Nijerya 0 Fildişi Sahili 1
Mali 1 Benin 0
RESİM 1: Afrika Kupası'nda 2.günler hep sessiz geçer. Evsahibi takımın maçları haricinde stadların dolmamasına alışkınız ama bu seferki biraz abartıydı. Fas-Namibiya maçını izleyen seyirci sayısı 7 bini geçmezken, mücadeleyi takip edenler 6 gole rağmen tatmin olamadı. Namibiya'nın Faroer Adaları kıvamında bir takım olması, Fas'ın turnuvanın teknik açıdan en üstün takımı olarak göze çarpması ve biz Avrupalılar'ın ismine pek de aşina olmadığı Soufiane Alloudi'nin hat-trick yapması karşılaşmadan akılda kalan notlardı.
RESİM 2: Nijerya ve Fildişi Sahil'li 'ölüm grubu'nun sürpriz yapması beklenen takımı Mali, zayıf Benin karşısında tek kelimeyle sıradandı ve hayal kırıklığı yarattı. Benin'in aşırı defansif oyununa karşı uzun süre çözüm üretemeyen Mansa Musa'nın torunları, maçın oynandığı Sekondi şehrindeki genel elektrik problemi yüzünden 15 dakika geciken ikinci yarının 5.dakikasında Frederick Kanoute'nin ayağından buldukları penaltı golüyle sonuca gidebildiler. Gittiler de hepimizin heyecanla beklediği sürpriz yapma hadisesinde pek de ciddi olamayacaklarını da bu etkisiz performanslarıyla hissettirdiler. Umarım yanılmışızdır. Mali adına dikkat çeken tek nokta ise enfes formalarıydı. Her zaman ilginç dizaynlarıyla dikkat çeken Afrikalılar'da bu turnuvanın iddialı ülkesi Mali olacak gibi gözüküyor.
RESİM 3: Günün maçı! Maliymiş, Beninmiş, Fasmış, Sektoui'nin flip floplarıymış... Kimin umrunda. Herkes bu iki Afrika devinin mücadelesine kitlenmişti bugün. Turnuvanın iki favorisinden Nijerya, güçlü rakibi karşısında hemen hemen hiç varlık gösteremezken maç boyu oyunu domine eden Sahil Çocukları, 66'da Salomon Kalou'nun harika golüyle grupta avantajı eline geçirmesini bildi.
Etiketler:
afrika kupası,
allioudi,
benin,
drogba,
fas,
fildişi sahili,
futbol,
gana,
kalou,
kanoute,
kanu,
mali,
martins,
mithat fabian sözmen,
namibiya,
sektiou,
yakubu
Wednesday, January 2, 2008
MODERN ZAMAN GLADYATÖRLERİ

Dursun Özbek... Ne zaman bir sporcunun vefat haberi gelse (ki son yıllarda çok oluyor), henüz profesyonel dahi olamadan, umutlarını gömdüğü yeşil sahalarda yaşama gözlerini yuman o genç Galatasaraylı gelir aklıma. 9 Aralık 1986 tarihinde, Florya’da öldüğünde henüz 1 yaşımı bile doldurmamıştım. Onu hiç futbol oynarken izlemedim. Mevkisini bile bilemedim hatta yüzünü bile silik bir fotoğraf harici görmedim. Fakat henüz küçücükken okuduğum Jupp Derwall kitabı “Futbol Basit Bir Oyun Değildir”de rastladığım bu genç adamın hikâyesi bana futbol oynarken bile işlerin bazen ters gidebileceğini, hatta ölümle sonuçlanabileceğini öğretti. O güne kadar futbol benim için bilmediğim bir ülkenin takımını desteklemek (Danimarka), babamın annemi aldattığı futbol kulübüne anlaşılmaz bir ihtirasla âşık olmak (Galatasaray), Fenerbahçe’ye 5-2 yenilince ağlamak ve karpuz saçlı, sakallı, şeytan kılıklı bir top cambazından (Rıdvan Dilmen) nefret etmekten ibaretken; o günden sonra bir anlamda işin içine ölümün dahi girebildiği bir oyunun sevdasına adım attığımı anlamış bulunuyordum.
29 Aralık 2007, futbol sahalarında yaşanmış son ölümün kaydedildiği gün olarak notlara düşüldü. Noel arifesinde dahi maç oynanan futbol delisi bir adanın (Britanya-İskoçya) 30 bin nüfuslu küçük bir kasabasında (Motherwell), Phil O’Donnell adında milli bir oyuncu, tıpkı Miklos Feher, Antonio Puerta, Marc Vivien-Foe ve Dursun Özbek gibi kalp yetmezliği sonucu sahada yığılıp kaldı. Oyundan çıkmasına sadece saniyeler vardı ve 4 çocuk babası eski bir Celtic futbolcusu olan O’Donnell on binlerin korku dolu bakışları arasında hayata gözlerini yumdu. Phil, tüm ülkenin Noel tatilini geçirdiği bir dönemde 6 gün içerisinde 3 maça çıkmış 35 yaşında bir veterandı. 22, 26 ve 29 Aralık’ta sahadaydı. 24’ü (Noel’in başlangıcı) maç yapmamış olması ise büyük ihtimalle futbolu yönetenlerin canını sıkan bir lütuftan başka bir şey değildi. Abarttığımı mı düşünüyorsunuz? 23’ü ve 26’sında maç oynayan, neredeyse tatil bile yapmayan Manchester United’lı genç fenomen Cristiano Ronaldo’ya, ya da sırf reyting uğruna “Noel Mücadelesi” başlığı altında tam 24’ü akşamı, prime time’da, doymak bilmez tüketim toplumunu ve reklam veren dev holdingleri memnun etmeye çalışan LeBron James ya da Dwyane Wade’e bunu sormaya ne dersiniz? İnanmayan tarihleri kontrol edebilir. Maçı izlemek üzere TV karşısına geçtiğimde bir arkadaşımın Noel akşamı maç oynanmasına verdiği tepki aynen şöyle olmuştu: “Yemin ediyorum bu adamlar köleden başka bir şey değil”.
Bir Uruguay futbol kulübü olan Penarol, 50’li yıllarda formasına futbol tarihinde ilk olarak reklam almaya başladığında, Eduardo Galeano’nun buna yorumu şöyle olmuştu: “Gezici reklam panoları”. Sermaye ve iş dünyası ilk kez yeşil sahaların içine bu kadar doğrudan entegre oluyordu ve artan imkânlara rağmen kutsal bir kitap gibi tapındıkları formalarının “X” markasıyla lekelendiğini görenlerin huzursuzluğu, tribün ahalisinin öfkesinde kendine illaki yer buluyordu. Ne 70’lerde medyanın iyice işin içine dâhil olması, ne de 80 ve 90’lardaki akıl almaz futbol sanayileşmesi, o dönemdeki taraftarın korkuları arasında yer alıyordu. Onların tek umurunda olan şey sevdikleri oyuna başka güçlerin şekil vermeye başlamasıydı. Korkuyorlardı, haklılardı ama bu kadarını onlar bile tahmin etmiyordu.
Bugün üst düzey bir futbol kulübü sezonda 60-70 karşılaşmaya çıkıyor. Geniş rotasyona sahip Manchester United, Barcelona, Chelsea gibi kulüplerde dahi as bir oyuncu en az 50 maç oynamak zorunda. Basketbolun en üst düzeydeki arenası NBA’de ise işler daha korkutucu. 5 ayda 82 maç ve sonrasında play-off’lar... Finale kadar giden bir takımın oyuncusu örneğin geçtiğimiz sezonun LeBron James’i 7 ayda tam 110 maç oynuyor. Sonrasında ise milli maçlar başlıyor tabii. O da ayrı hikâye. Klasik söylem şudur: “E kardeşim adam senede bilmem kaç milyon doları cebine indiriyor ama”. Bir sonraki aşama ne olacak? Yani Noel tatili yaptırmayıp oyuncuları sahalara hapsetmekten, onları ailelerinden en özel günlerinde ayrı koymaktan ve senede yüzlerce kez maça çıkarıp vücutlarını öldüresiye sömürdükten sonra? “Parasını veriyoruz oynayacak” lafı milyonların ağzından çıkarken bu adamların köleden ne farkı kalıyor. Kolezyumda ve Roma’da değil de modern arenalarda milyonları eğlendiren, aslan ya da insan yerine kendi vücutlarını öldüren bu adamların parayla zincirlenmiş bedenleri kalp yetmezliğinden “tahtalıköye” iltica ettiğinde mi biz şımarık eğlence tüketicileri sporcuların maruz kaldığı sömürüyü hatırlayacağız? Daha doğrusu izleyenler, medya ve ilgili kurumların bu olaylara ses çıkarması için her sene bir deste yetişmiş atleti kaybetmek mi zorundayız?
Phil O’Donnell, 35’lik veteran vücudunu yoğun maç temposuna ve yorulan kalbine kurban veren son modern zaman gladyatörü oldu. Ve bunun neticesinde 3 Ocak 2008 Çarşamba günü, futbol ve onun toplumu etkileyen onlarca dinamiği sayesinde dünya çapında üne kavuşan Celtic-Rangers rekabeti tarihinde ilk kez Katolik-Protestan velvelesiyle değil de O’Donnell anısına büründüğü sessizlikle dünya medyasında yerini alacak. Peki sonra ne olacak? FIFA, UEFA ya da sponsorlar ve onlar için yaratılmış modern arenalarda gladyatörlerini izleyen seyirciler, sporcu sağlığını ve sporcuların düzen tarafından yüksek ücretli ölümcül sömürüsünü bir daha ne zaman hatırlayacak dersiniz? Ben size söyleyeyim, Phil O’Donnell’dan sonraki vaka ne zaman yaşanırsa o zaman.
Etiketler:
celtic,
dursun ozbek,
dwyane wade,
fabian,
futbol,
glasgow,
jupp derwall,
lebron james,
mithat,
phil o'donnell,
rangers,
sozmen
Subscribe to:
Posts (Atom)