Friday, December 25, 2009

Kumdan kalenin çöküşü

BU YAZI İLK OLARAK 20.12.2009 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Sporcunun mitinin makbul olduğu zamanlarda yaşıyoruz. Spor izleyiciliği aslında biraz da öyledir; asla beceremeyeceğimiz fiziksel aktiviteleri icra eden üstün fizikli, üstün yetenekli insanların şovlarını temaşa ederiz hayranlıkla. Buradaki kilit kelime “üstündür”. Zira izlediğimiz sporcuların bizden üstün olmadığının anlaşıldığı an yayıncının ve reklamcının kabusunun başladığı andır. Ne olursa olsun izletilen figürün “efsanevi” statüleri korunmalıdır. Kimse kendinden üstün olmayan bir tanrıya secde etmez.

İşte Tiger Woods, dünyanın %90’ının umurunda olmayan bir sporu icra ederek tarihin ilk dolar milyarderi sporcusu ünvanına erişti. Hayatı envai çeşit spor olayını takip etmekle geçen biri olarak bir kere oturup Woods’u sopa sallarken izlemek aklımdan geçmemiştir. Fakat Tiger Woods’un sponsorluk anlaşmaları ve bundan kazandığı paraları bilirim. Küresel şöhretinin büyük bir kısmını bu “Rockefeller” havasına borçludur zira. Sade bir golfçü ne kadar sıkıcı bir figürse; başarılı, zengin, her koşulda yapılması gerekeni bir makine kıvamında gerçekleştiren, kusursuz bir aile babası ve iş adamı figürü de o denli sıkıcı ama kilit kelimeye geri dönersek “üstündür”.

Efsaneler, güçlerini bilinmezliklerinden ve dünya dışılıklarından alırlar. Zayıflıkları ise mutlak sahteliklerinden ileri gelir. Totaliterdir efsaneler. Bireylerin zihinlerine yuvalanışı olağan bir sürecin değil telkinlerin, baskıların sonucudur. Tiger Woods’un seneler içerisinde bir nakış gibi ince ince işlenen imajından yaratılan “kusursuz adam” efsanesinin yıkılışı da bu efsane inşa sürecine sporcunun insani özelliklerinin karışması neticesinde olmuştur. Karısını aldattı Woods ve bir anda tüm o muhallebiden duvarlarla örülü üstün dünyalı halleri ve algılanışı değiştirildi. Başka bir deyişle Woods, artık üstün insan değildi ve her alelade varlık gibi bunun sonuçlarına katlanmalıydı. Şu sıralar sponsorluk anlaşmalarını bir bir kaybeden ve medyanın gözünde tu kaka edilen golfçünün yaşadıkları aslında kendini dolar milyarderi yapan zihniyetin ikiyüzlülüğünden başka bir şey değildir.

İnsani bir Woods kimsenin işine gelmez. Beşer şaşar, Woods değil! Burjuvazinin kusursuz rol modeli olma payesini karısını aldatan, sarhoş halde araba kullanan herkes gibi bir insana bırakmazlar. Her şeyden önemlisi hakkında bu kadar çok gerçeğin afişe edildiği bir sporcu, 1 numaralı efsaneleşme kriteri olan bilinmezliği ihlal etmiş demektir. Amerikan basınında her gün “Tiger Woods karısını başka kimlerle aldattı?” haberleri manşetlere taşınırken bu negatif popülarite Woods’a sadece daha fazla ün ama daha az sponsorluk anlaşması, medya desteği ve para olarak geri dönecektir. Kazandığı paralar, peşine taktığı şirketler ve medya gücü olmadan da Woods en az icra ettiği spor kadar sıkıcı bir insandır.

Saha içinde atılan her çalımın, her basketin, koşunun, ace’in mali bir karşılığı var piyasada. Fakat yetenekli bir sporcuyla medyanın gözbebeği bir süperstarın arasındaki fark asla sportif beceriyle sınırlı değildir. Meslektaşlarına ve izleyicilerine karşı olan hayranlık verici üstünlük faktörü saha dışı mitlerle de desteklenmelidir. Woods, sistemin 1 numaralı sporcusuydu çünkü günümüzün en yüce marifeti olan “para kazanma” işinde çok mahirdi. Beşeri bir hata yaptı, karısını aldattı ve bilinemezliğini yitirdi. Artık Tiger Woods’u Tiger Woods yapan mitolojik özelliklerden yoksun. Sponsorluk anlaşmaları iptal oluyor, golfü bıraktığı açıkladı, karısı tarafından terk edildi.

Woods’u bu denli efsaneleştiren ve yücelten özellikler saha dışındaki imajıyla alakalıydı. Bu açıdan bakıldığında onun ani bir medya darbesiyle devrilişinin de tamamen saha dışı faktörlere bağlı olması şaşırtıcı değil. Spor dünyası sahte bir efsaneden daha kurtulmuştur. Kutlu olsun! Bakalım Woods’un yerine kimi geçirecekler…

Saturday, December 12, 2009

Esir sporcular

BU YAZI 13.12.09 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANAN YAZIMIN ORJİNAL, TÖRPÜLENMEMİŞ HALİDİR.

Bugün On dokuz Mayıs,
Mayısın on dokuzu!
Sen ey ülkemizin geleceği,
Ulusumuzun gözbebeği,
Sen ey demir parmaklıklarda barfiks yapan,
Ranzalarda parende atan
Sportmen ve kahraman Türk gençliği,
Önünde senin bütün Kilit-bahirler açık,
Ama her zaman Samsun’a çıkılmaz ya,
Bu sabah da avluda volta atmaya çık!


Bu hafta sonu 331.dönem askerlik yapacak olan binlerce genç silah altına alınıyor. Askerlik mevzusu ne zaman açılsa aklıma Can Yücel’in mahpus haliyle alaya aldığı Gençlik ve Spor bayramı, yani 19 Mayıs şiiri gelir. Neticesinde adına vatani görev denen bu sürecin mahpusluktan pek de farkı yok. Hepimiz anamızın karnından çıktığımız andan itibaren suçlu kabul ediliyoruz “dövlet” babanın gözünde. Vatandaş olmak, askere gitmek, silah tutmak, itaat etmek ve eşit olmayan bir düzenin kurulmasına katkıda bulunmak için vergi ödemek zorundayız. Suçlu olmayan insana bunlar yaptırılır mı?

Askerlik esareti Can Baba’nın dediği gibi demir parmaklıklarda barfiks yapmaya, ranzalarda parende atmaya müsaittir. Türkiye’de ezelden beri otoritenin spora karşı olan anlaşılmaz bir husumeti var. Halkının spor yapmasını önemsemeyen hatta istemeyen bir devlete sahibiz. İmkânı olan spor salonuna yazılsın, Belgrad Ormanı’nda koşsun. O kadar! Paranız yoksa oturun aşağı. Neo-liberal kapitalist devletin kuralları burada da işliyor. Nasıl bu düzende paran yoksa iyi eğitim alamaz, iyi hastanelerde gerekli tedaviyi göremezsen, spor da yapamazsın işte. Bu kadar basit. Hasbelkader evinizin dibine seçim vaadi olarak bir basketbol sahası yapılmışsa ne ala, yoksa arabaların arasında top koşturmaya devam.

Sporda var olduğu iddia edilen apolitikleştirme ve uyuşturma gibi özelliklerden dahi bihaberiz zira sporların ülkemizdeki yaygınlık oranı sanılanın aksine çok düşük. Ya askere gideceğiz her sabah yayla yayla koşacağız, ya da mahpusa gireceğiz voltalardan bıkıp usandığımızda voleybol oynayacağız. Hadi biz “solcuyuz” her eylem sonrası hainlikten kurtulmamız için copunu dişine takan polislere karşı burjuvalar gibi sağlıklı yaşam koşuları gerçekleştirmek zorundayız. Ya geri kalan milyonlar?

Türkiye, nüfus oranına vurulduğunda sporcu sayısı bakımından Avrupa’nın en fakir ülkelerden biri. Bunu genetik kodlarla açıklamaya imkân yok. Anadolu gibi heterojen bir coğrafyada yaşayan insanların spora doğuştan yeteneksiz olduğunu iddia etmek saçmalık olur. Hele ki suyun öte tarafında vaziyet tam tersiyken. Bugün Ege’den Adriyatik’e kadar bütün Balkan ülkeleri çoğu iç savaşlardan yeni çıkmış olmalarına ve zengin ülkeler olmamalarına rağmen sporda dünyanın en namlı ekolleri arasındalar. Her şeyden önce spor hayatlarında önemli bir yer tutuyor ve burada sadece profesyonel sporları kast etmiyorum. Zengin Batı Avrupa ülkelerini tartışmaya dâhil edince durumumuz daha da vahimleşiyor. 2009 itibariyle Almanya’da 27 milyonu aşkın lisanslı sporcu var. Yani her 2 kişiden biri sporcu. Bizdeki rakam ne mi? 70 milyonluk nüfusta 2 milyon sporcu. 35’e 1!

Spor bir üst yapı kurumudur dolayısıyla Türkiye insanının spora olan ilgisizliğini tipik burjuva ağzıyla ‘Halkımız sporu sevmiyor kuzum’ diyerek açıklayamayız. Her şeyden önce kentsel mekânlarda halkın spor ihtiyacına cevap verebilecek tesisler, alanlar var mı buna bakmalıyız. Gözlem yerlerimiz de orta sınıf ve işçi sınıfının mahalleleri olmalı. Hoş, demokratik açılım yapma iddiasıyla aylarca caka satan AKP hükümetinin emekçi düşmanlığı ve neo-liberalizm hayranlığı malum. Emekçiler, mahallelerinde değil spor yapacak alan bulmak kentsel dönüşüm projeleri sayesinde yaşayacak barınak bile bulamıyorlar. Diğer göz önüne almamız gereken nokta da emekçi kesimin spora harcayacak zamanının olmaması. Günde 12 saatini çalışarak ve işe gidip gelerek harcayan insanların bin bir dert arasında spora vakit ayıramaması hak verirsiniz ki son derece doğaldır.

Kısacası mesele halkın sporu sevmemesi değil devlet’in adaletsiz kent ve çalışma politikalarıyla halka spor yapacak zaman ve mekân bırakmamasıdır. Fakat esaret altındayken sorun yok. Dilediğince spor yapabilir Türk genci. Bu hafta sonundan itibaren askerlik görevi adı altında zorunlu militarist esaret kamplarına tıkılacak olan binlerce gencimize sabır ve hayırlı tezkereler diliyorum. Vicdani retçilerimize de selam olsun. “Savaşacak insan olmazsa savaş da olmaz.”

Sunday, December 6, 2009

Daha muhalif, daha yürekli...

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

9 Ekim’de Barack Obama’ya bahşedilen Nobel Barış Ödülü şu anlamı taşıyordu: “Ülkelerimizi işgal etmediğin için sana minnettarız Obama.” Devamında da şöyle bir temenni gizliydi: “Artık bu ödülü size verdiğimize göre gelecekte bizi işgal etmeye kalkmazsınız değil mi?” Zavallı Nobel jürisinin farkında olmadığı nokta şuydu ki, ABD gibi emperyal kibri okyanuslara sığmayan bir devlet, konu ‘ulusal çıkarlar’ olunca ne başkanının naif kişiliğini dinler ne de ona verilen ödülleri.

Obama, Afganistan işgalinin devam edeceğini açıkladığı günden bu yana kaybetmeye mahkum olduğu bir savaşın altına imzasını atmıştır. Artık bu savaş Bush’un değil Obama’nın savaşıdır ve Immanuel Wallerstein’ın “Yazı da gelse, tura da gelse kaybedersin” başlıklı yazısında söylediği gibi işgalin sonucundan bağımsız olarak Obama’nın kaybedeceği bir yola girilmiştir. Savaşın devamı yönünde karar vermek konusunda Obama’nın fazla tasarrufu olmadığı kanısındayım. Fakat yine de artık ABD’nin emperyal kibrine yöneltilecek olan eleştirilerin tek muhatabı Barack Obama’dır.

Dave Zirin sosyalist bir spor yazarı. Geçtiğimiz haftaki yazısında Obama’nın Bush’u aratmayan “savaşa devam” konuşmasını eleştirmiş ve şöyle devam etmişti: “Barack Obama, 19 Kasım’da Muhammed Ali’yi bir barış elçisi olarak gördüğünü ve bu yüzden ona hayranlık duyduğunu açıklamıştı. Oysa şimdi kendisi bir savaş elçisi. Eğer hayranı olduğunu iddia ettiği Muhammed Ali’yi bu kadar yakından tanısaydı onun Vietnam Savaşı’na katılmayı reddettiği tarihi konuşmasını hatırlar ve ortak olduğu savaş çığırtkanlığından utanırdı.”

Zirin’in yazısında yaptığı gibi Muhammed Ali’nin o meşhur konuşmasını burada paylaşmayı bir borç biliyorum. Gelin dünya tarihinin belki de en karizmatik ve muhalif spor figürlerinden biri olan Boksör Muhammed Ali’nin 1967 yılında yaptığı yürekli konuşmasını hatırlayalım ve günümüz spor dünyasının eksikliğini çektiği ruhun farkına varalım:

“Louisville’de zenci diyerek hakaret edilen kardeşlerim köpekler gibi muamele görür ve en basit insan haklarından yoksun bırakılırken buradan 10 bin mil uzaktaki Vietnam’a gidip tanımadığım insanların kafasına bomba ve mermi yağdırmamı istiyorlar. Hayır! Beyaz, köle efendilerinin evrensel hakimiyeti ve karanlık imparatorluğu güçlensin diye evimden 10 bin mil öteye gidip cinayete ve bir başka fakir ülkenin yıkımına ortak olmayacağım. Bugün dünya üzerindeki kötülüklerin ve zulmün sona ermesi gereken gündür. Böyle bir çıkışın bana milyonlarca dolara patlayabileceğini söylediler ama umurumda değil! Bunu daha önce de söyledim ve bir kere daha söyleyeceğim. Benim gerçek düşmanlarım bu ülkededir. Fakir bir ülkenin özgürlük ve eşitlik mücadelesini hedef alan bir işgale katılarak kendimi, halkımı ve dinimi utandıramam. Eğer savaşın, 22 milyon kardeşime barış ve eşitlik getireceğine inansam beni kimsenin askere almasına gerek kalmazdı. Yarın ilk iş kendim giderdim. Kendi inançlarıma ve doğrularıma sahip çıkarak kaybedeceğim hiçbir şey yok. Hapse girebileceğim söyleniyor. Kimin umurunda, zaten 400 yıldır hapisteyiz.”


GOLF SAHALARININ FETHİ

Muhammed Ali’den zıttı Tiger Woods’a ve kendisini dolar milyarderi yapan spora yani golfe geçelim. Ali’nin savunduğu değerlerin belki de tam karşıtlarını yansıtan Woods, geçtiğimiz günlerde “kusursuz imajına” halel getirecek bir olaya karıştı. Karısıyla kavga etmiş cilalı imaj devrinin prensi. Alkol alıp kendini yollara vurmuş. Bünye alışık değil tabii kaçamaklara, bir trafik kazasıyla yakayı hemen ele vermiş. Meğer karısıyla kavga etme sebebi de gizli bir ilişkisinin ortaya çıkmasıymış. Falan filan feşmekan. Tiger Woods kadar az merak ettiğim bir adam olamaz ama senede 92 milyon dolar kazanan bu sporcu/iş adamının adını her andığımda da Balzac’ı hatırlamadan edemem: “Her büyük servetin arkasında büyük bir suç gizlidir.”

Golf hakkındaki görüşlerim ise kesin ve nettir. Dünya üzerinden bir aktivitenin silinmesi zorunluluğu ortaya çıksa öncelik golfe verilmelidir. Bizim Golf Federasyonu Başkanı Ahmet Ağaoğlu’nun çok güldüğüm bir sözü vardır: “Golf, aristokratların sporu değildir ama sporların aristokratıdır.” Aristokrat kelimesini Brecht’in diliyle kullanırsak bu cümlede benim için hiçbir sorun yok. Hatta şöyle de okuyabiliriz kendisini:”Golf gereksiz bir spordur.”

Spor dedim ama zengin adamın boş zaman eğlencesi demek daha doğru olur. 1920’lerin en başarılı golf oyuncusu Bobby Jones aleni bir ırkçıydı. O dönem golf, siyahlara ve kadınlara kapalı ırkçı ve cinsiyetçi amatör bir spordu. Dönemin koşulları göz önünde bulundurulduğunda çok da şaşırtıcı değil bu. Diğer sporlar için de aynı şeyler söylenebilir. Golfü benzerlerinden farklı kılan şeyse sporu ırkçı, elitist, sınıfsal ayrımcı olarak nitelemenin halen mümkün olması. “Ama Tiger Woods siyahidir” çıkışlarınızı duyar gibiyim. Woods’un tıpkı Michael Jordan gibi siyahi kesimin tarihi direnişini ve hassasiyetlerini yansıtmayan ve umursamayan tavrını bir kenara bırakacak ve olaya saf etnik kökenden bakacak olursak bu soruya en iyi cevabı milyarder golfçünün kendisi verir: “Ben Afrika kökenli bir Amerikalı değil Kablinezyalıyım(siyah, beyaz, Hint ve Tay karışımı)” Fakat dediğim gibi burada mesele kesinlikle Tiger Woods’un ten rengi değil, yansıttığı değerlerle alakalıdır. Woods, melez bir adam olarak George Bush’tan daha beyaz bir görüntü çiziyorsa daha fazla konuşmanın bir alemi yoktur. Hele ki kendisini dünyanın en zengin sporcusu yapan sponsorluk anlaşmalarının hepsini ‘görüntüsüne’ yani apolitik, renksiz, iyilik elçisi imajına borçluyken.

Golfü, elitist, ırkçı ve ayrımcı oluşu dışında sevimsiz kılan bir diğer özelliği de haddinden fazla yaşam alanını işgal ediyor olması. Neoliberal kent politikalarının selameti uğruna işçi sınıfının ve yoksulların sahip olduğu en mütevazı yaşam alanlarına dahi tecavüz eden kapitalist güçlerin 3-5 elitin boş zaman keyfi için bu kadar değerli ve geniş arazileri peşkeş çekebiliyor olması katlanılamaz bir durum. Hadi futbolu, basketbolu halk sporudur diyerek nispeten hoş görüyoruz ama kodamanlar eğlenecek ve para kazanacak diye daha fazla kent alanını kaybetmeye lüksümüz var mı?

Yazımı, ABD’li muhalif komedyen George Carlin’in -toprağı bol olsun- golf üzerine yaptığı muhteşem gösterisindeki sözleriyle bitireceğim:
“Bu ülkedeki yoksulların konut problemini halledecek çözüm elimde: Golf sahaları. Hali hazırda çok güzel mahallelerde, kaliteli araziler beyaz, zengin iş adamlarının öğle tatillerini değerlendirdikleri ve ülkeyi kendi çıkarlarına göre nasıl daha iyi hale getirebileceklerini tartıştıkları manasız ve gereksiz golf sahaları olarak harcanmaktadır. Artık bu toprakları bu şımarık azınlıktan kurtarmanın ve onları asıl sahipleri olan evsizlere dağıtmanın vakti gelmiştir. Golf, elitist, ırkçı, küstah ve sıkıcı bir spordur ve bu ülke üzerinde haddinden fazla yer kaplamaktadır. “


Hayatımda bundan doğru çok az şey duydum. Neye ihtiyacımız olduğu ortada: Daha çok Muhammed Ali, daha çok George Carlin. Daha yürekli, daha muhalif, daha demokrat, daha eşitlikçi bir spor çevresi.

Tuesday, December 1, 2009

Zydrunas-LeBron: Sıkı dostlar




Cumartesi akşamı Cleveland Cavaliers'ın 34 yaşındaki emektar pivotu Zydrunas Ilgauskas için tarihi bir gece olmalıydı.

Oldu da.

11.5 senelik meşakkatli bir kariyerin ve 723 normal sezon maçının ardından ilk ve büyük ihtimalle de son NBA takımı Cleveland Cavaliers'ın tüm zamanlarda en çok forma giyen oyuncusu olmaya hazırlandığı gece kariyerinin ilk DNPCD'sini yaşadı. DNPCD yani Did Not Play due to Coach's Decision. Bir başka deyişle kadroda olmasına ve herhangi bir sakatlığı bulunmamasına rağmen oyuna alınmayan oyuncu. Zydrunas'ın kariyerine ve yeteneklerine pek de uygun düşmeyen bir sıfat kısacası.

Ukraynalı pivot bunca yıllık emek, özveri ve sadakatinin ödüllendirilmesini beklediği akşam koçu Mike Brown tarafından aşağılandı. Oyuna alınmadı. Kariyerinin ilk DNPCD'sini yaşadı. Bu ana tanıklık etmeleri için özel olarak maça çağırdığı arkadaşları ve akrabalarına karşı düştüğü durumu düşünebiliyor musunuz? O akşam büründüğü ruh halini, karısıyla yaptığı konuşmaları, yatağa kafasını nasıl koyduğunu düşünmek dahi insanı geriyor.

Şurası kesin ki Z bunu kesinlikle hak etmemişti. NBA'deki ikinci ve üçüncü yıllarında yaşadığı talihsiz sakatlıklar ve bitmek bilmeyen uyku problemlerine rağmen büyük bir özveriyle devam ettiği kariyeri böyle bir tavırdan çok daha iyisine layıktı.

Koçu Mike Brown değil ama 7 senelik takım arkadaşı LeBron James bunun farkındaydı ve maç sonrası işte bu sözlerle koçunu eleştirdi:
"Zydrunas kesinlike oynamalıydı. Bazı maçlara sadece kazanmak için çıkılmaz. O gece Z'in tarihe geçeceği geceydi ve bu, rakibimiz Mavericks'e karşı alacağımız bir galibiyetten çok daha önemliydi."


LeBron James'i 16 yaşından beri takip eden biri olarak şunu kesinlikle söyleyebilirim ki kendisini şekillendirmeye çalışan Nike, David Stern gibi faktörlerden sıyrıldığı zaman oldukça güzel, örnek alınması gereken cümleler kurabilmektedir. Bu da onlardan biriydi ve benim için 2007 playoff'ları sırasında kız arkadaşı Savannah Brinson hamileyken söylediği "Basketbol herşey demek değildir. Hayatta basketboldan çok daha önemli şeyler var; aile gibi." cümlesinden sonra en makbul sözleri bunlardı. Sırf Nike ve NBA'in ticari kaygıları sebebiyle üzerine yüklenen 2.Michael Jordan olma yükünden ne kadar kurtulabilirse basketbol ve kendisi için o kadar iyi olacaktır. Zira kazanmayı hayatın yegane gayesi haline getiren, aşırı hırslı ve ölümüne apolitik ikinci bir basketbol ikonuna ihtiyacımız olduğu kanısında değilim.

Öncelikle Big Z'e bu harika kariyer için teşekkür edelim ve LeBron'u da takım arkadaşına sahip çıktığı için alkışlayalım.

Umarım koç Mike Brown bu ikiliden ders alır, tabii eğer işinin başında kalmaya devam ederse çünkü bu son hadise onun başını beklemediği kadar ağrıtacak.