Sunday, September 26, 2010

Sporu yorumlamaktan öte değiştirmek

BU YAZI İLK OLARAK 26 EYLÜL 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

Geçtiğimiz pazar oynanan Manchester United-Liverpool maçıyla sadece iki ezeli rakibin değil aynı zamanda benzer kader ve hassasiyetleri paylaşan iki taraftar grubunun da karşı karşıya gelmesine tanıklık ettik. Malum her iki takımın taraftarları da 4-5 yıldır kulüp sahiplerinden bir hayli şikayetçi. Malcolm Glazer Manchester United’ı , Tom Hicks ve George Gillet Jr. Liverpool’u satın aldıklarından beri hitap ettikleri taraftar gruplarıyla araları hep limoni oldu. Bu gerginlikler ekseriyetle “Yalancı Yankiler dışarı”, “Yanki istemiyoruz” gibi milliyetçi sloganlarla dışa vurulsa da taraftarların asıl derdi şu sloganın özünde gizli: “Borçlar, yalanlar, kovboylar: Burada istenmiyorsunuz”.

Açıkça görülüyor ki kulüplerin saha içindeki başarısından ya da sahiplerinin milliyetinden çok, kötü idare ediliyor olmaları, ekonomik olarak gerilemeleri ve elbette artan borçların taraftarlara daha pahalı biletler ve hizmetler olarak geri dönmesi memnuniyetsizlikte başrolü oynuyor. Aston Villa’da Randy Lerner’a, Arsenal’de Stan Kroenke’ye böylesi tepkiler verilmemesi bunun kanıtlarından birisi.

M.United özelinden gidersek kulüp taraftarları Glazer ilk ortaya çıktığından beri “Kulüp politikasıyla” hayli içli dışlı ve bu konuda etkin bir figür olmak için de ellerinden geleni yapıyorlar. Gelenekçi taraftar grupları, Kızıl Şövalyeler adıyla kulübü satın alma iddiasıyla ortaya çıkan çok ortaklı ama özünde ‘patronlardan’ meydana gelen oluşumlar temelde “taraftarın” sesini dile getiriyor ve özne olarak onun gücünü kullanıyorsa da gücün ne kadarının “halkta” olduğu tartışılır.

Çok iyimser davrandım aslında tartışmalı falan değil. Güç hiçbir zaman onlarda değil ve Glazer alaşağı edilip ‘Kızıl Şövalyeler’ yönetimi ele geçirse dahi değişen bir şey olmayacak. Yani bir halk hareketi sonrası gerçek taraftarların idareyi ele alması gibi bir ülkü yok ufukta. Bu derecede büyük ve şirketleşmiş kulüplerde sıradan taraftarın söylemlerinin duyulur hale gelmesi ve patronlar tarafından kullanılması yalnızca tepede bir iktidar savaşı olduğuna delalettir.

Hasbelkader “sıradan” bir taraftar bir şekilde kulüp yönetimine gelse de bu, -Gramsci’nin tabiriyle söyleyecek olursak- kişisel bir pasif devrimden başka bir şey değildir. Çünkü kulübün dayandığı ekonomik ilişkiler ve mülkiyet ilkeleri aynen devam eder ki bu da diğer “sıradan” taraftarların kulüp yönetimindeki etkisinin aynı kalması demektir.

Gramsci, pasif devrimi “Devrimsiz bir devrim” olarak tanımlar. Yani ortada bir gelişim olabilir ama bu kısmen ilerici bir metotla eski düzenin korunması ve sağlamlaştırılmasından ibarettir. Yönetici sınıf değişmez, sınıflar arası güç ilişkileri ve üretimin üzerindeki mülkiyet egemenliği aynen devam eder.
Bu açıdan baktığımızda United örneğinde olduğu gibi taraftar gruplarının kulüp politikalarında söz edinme çabaları göründüğü kadar da karşı-hegemonik bir muhteviyat içermez ve spor endüstrisi içinde bir mücadele alanı niteliği taşısa da bu gerçekten devrimci bir tutum olmaktan ziyade pasif devrimci bir tutumdur ve statükoya hizmet eder.

DEVRİMCİ İLKENİN DOĞRU UYGULANIŞI

Bu noktada sporun artık bir endüstri ve ideolojik kontrol aracı haline getirildiği için edindiği devrimci potansiyelin varlığını savunan ben gibiler için bir tartışma mevzisi ortaya çıkıyor. Ian McDonald, günümüzde spor üzerine yapılan bilimsel Marksist çalışmaların, Marksizmin devrimci öğesini yansıtmadığını öne sürer. Marksizmi kullanarak sporu sadece yorumlamaya çalıştığımız sürece bu eleştiri haklıdır çünkü Marx’ın da dediği gibi asıl mesele “Yorumlamak değil değiştirmek”. Bu aşamada en büyük mağdur herhalde Gramsci’nin Hegemonya Teorisi’dir çünkü spor alanındaki kültürel çalışmalarda en çok kullanılan teori olarak Hegemonya, sıklıkla bağlamından koparılmak suretiyle devrimci öğelerini kaybediyor ve basit bir kültürel inceleme metoduna indirgeniyor. Halbuki Gramsci, Hegemonya Teorisi’yle gücün, egemen sınıflar tarafından nasıl muhafaza edildiğini açıklamaya çalışır ve şimdilerde unutturulmaya çalışılan devrimci tavrıyla bu politik bombardımana karşı direnilmesi ve karşı-hegemonik politikalar üretilmesi gerekliliğini ortaya koyar.

Marksizmi ve Hegemonya Teorisi’ni kullanarak sporu sadece yorumlarsak Ian McDonald’ı haklı çıkartırız. Oysa tarih bunun aksi örneklerle doludur. Yani bir endüstri olarak sporun ve spor alanlarının devrimci direniş ve mücadele alanı olarak örgütlenmesiyle, sporun bu devrimci karaktere yeri geldiğinde kültürel bir destek sağlamasıyla…

Bugün hepimizin kullandığı bir direniş taktiği olan oturma eylemlerinin ilk defa ABD’de, Büyük Buhran döneminde bir Beyzbol maçında işçiler tarafından sendikalı olmamaya direnen bir hakeme karşı kullanıldığını ve oradan tüm ülkeye sonra da dünyaya yayıldığını biliyor muydunuz? Ya da Arizona, Maricopa’da kayıt dışı çalıştırılan Meksikalı tarım işçilerinin sabahları işlerini yapıp öğlenleri futbol oynadığını ve bunu bir iş yavaşlatma eylemi olarak kullandıklarını? Kuşkusuz bunu yaparken sadece eğlenmiyorlardı. Sporun kolektif yanını kullanarak aralarındaki dayanışmayı da sağlamlaştırıyorlardı.

Şu bir gerçek ki, sporu ancak kendi içindeki dinamiklerine dönüştürücü ve aktivist bir yorum getirerek devrimci hale getirebiliriz. Bunun için de her zaman bir Muhammed Ali, Tommie Smith&John Carlos veyahut Ivan Ergic beklememize gerek yok. Akron’da oturma eyleminin mucidi beyzbolculara, Maricopa işçilerine ya da EZLN militanları içinde futbolun nasıl bir rekreasyon yöntemi olarak kullanıldığına bakalım, bunlar daha önemli!

Wednesday, September 22, 2010

Üstad Jean-Marie Brohm'dan: "Sport, a prison of measured time"



1)Sport is not simply sport but a means of government, a means of pressure on public opinion and a mode of ideological framing of the populations and of parts of the youth, and this in all countries of the world, in totalitarian countries as well as in so called democratic countries. This was noticeable during the big political events which were the Olympic Games in Moscow, the soccer championship in Argentina and, more recently, in France.

2) Sport has become a sector of accumulation of wealth, money, and therefore also of capital. It attracts considerable amounts of money; I would even say today it is the most spectacular showcase of the globalized society of commodities. Sport has become a key commodity of this society.

3) The last point, the ideological aspect properly speaking. Sport constitutes a political body, a space of ideological investment in gestures and movements. You can see this for example with Combat sports. It’s also an ideological valorisation of efforts via asceticism, training, self-sacrifice; sport is presented as an ideological model. Sport institutes a bodily order founded on the management of sexual drives and aggressive impulses; insofar as it seems that sport is a form of social appeasement, social integration, reducing violence, allowing fraternity; this type of discourse to me is a load of muddled illusions and mystifications. We have therefore scrutinized sport starting from these three viewpoints: political, economical, and ideological." (wikipedia)

http://1libertaire.free.fr/Brohm08.html

Tuesday, September 21, 2010

İlk oturma eylemi




"Emeğin tarihi gayrıresmi tarihtir."

Aşağıdaki pasaj 'Marxism, Cultural Studies and Sport'adlı kitabın Harry Cleaver tarafından yazılan ön sözüne ait. İşçiler ve sonrasında birçok eylemci için sık kullanılan bir eylem biçimi olan oturma eylemlerinin ilk olarak nerede ve nasıl başladığını açıklıyor. Orijinal metni ve çevirisini yayınlayacağım.

"...But most of the athletic activity that escapes capitalist management probably takes place beyond the walls of corporations. Perhaps not far beyond. According to Jeremy Brecher in his book Strike!, Louis Adamic, the author of Dynamite: The Story of Class Violence in America, (1830-1930) told how he visited Akron to find out how the great Depression era wave of worker sit-downs had begun and learned that the first sit-down has occurred not in a rubber factory but at a baseball game when players from two factories sat down on the field to protest against a non-union umpire. The method was soon carried by the workers into their factories. Clearly not only was playing baseball helping those workers survive their obnoxious, unregulated conditions of work but it sparked an idea of struggle that swept through and beyond the US. Labour movement to become a worldwide tactic on all kinds of terrain..."

"...Fakat büyük ihtimalle kapitalist hakimiyetten uzaklaşmayı amaçlayan sportif faaliyetlerin çoğunluğu şirket duvarlarının dışarısında gerçekleşmiştir. Belki çok da dışında değildir. Jeremy Brecher'ın Grev! ve Louis Adamic'in 'Dinamit: Amerikan Tarihinde Sınıf Şiddeti 1930-1930'adlı kitaplarına göre, Louis Adamic, Büyük Buhran sırasında çok yaygın olan oturma eylemlerinin nasıl ortaya çıktığını öğrenmek için Akron'a bir ziyarette bulunur ve öğrenir ki eylemler ilk olarak bir kauçuk fabrikasında değil bir beyzbol sahasında, 2 ayrı fabrikada çalışan beyzbolcuların sendikaya üye olmamakta ısrarcı olan hakeme karşı oturma protestosu gerçekleştirmesiyle başlamıştır. Yeni bulunan bu metot kısa sürede işçiler tarafından fabrikalara taşınmış. Açıkça görüyoruz ki beyzbol, işçiler için sadece kötü ve düzensiz çalışma koşullarını unutturacak bir 'afyon' değil aynı zamanda tüm Amerika ve sonra da tüm dünyaya yayılacak bir eylem taktiğinin de geliştirilmesine yardımcı olan bir sosyal aktivite olarak işlev görebilmiştir..."

Monday, September 20, 2010

Aslantepe'yi boykot



BU YAZI İLK OLARAK 19 EYLÜL 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

10 Eylül 2010 tarihli Evrensel’in “Taşeron Cumhuriyeti” manşeti tarihi bir manşetti. Tüm o ateşli referandum mavralarının arasında gazetemiz kendine yakışanı yaptı ve ülkenin asıl gerçekliğini gündeminin tepesine oturtma cesaretini gösterdi. Televizyondaki referandum tartışmalarından birinde Ertuğrul Mavioğlu belki de tüm bu sürecin en doğru lafını etmişti: “Sivil vesayet, askeri vesayet gibi tartışmaların arkasında aslında tüm bu tartışmaların uzağında yaşamak zorunda olan ve bambaşka bir vesayetin altında ezilen milyonlar var.” Mavioğlu’nun bahsettiği vesayet elbette ki kapitalist vesayetti ve 3 maymunu oynamakta ısrar eden büyük medyanın bu gerçekliği anlık da olsa hatırlaması için taşeron bir firmanın cinayet işlemesi gerekiyordu.

Evrensel’in manşetinden sadece 1 gün sonra Galatasaray’ın yeni stadyumunun inşasının devam ettiği Seyrantepe’den (Aslantepe) iki işçinin ölüm haberi geldi. Gökhan Yavuz ve Raşit Ek taşeron bir firmada çalışıyorlardı ve bir kanalizasyon kazı çalışması sırasında meydana gelen göçük nedeniyle hayatlarını kaybettiler. Bir bayram günü, yani tatil yapmaları gereken (yerseniz) bir günde işbaşındaydılar ve çalışma koşulları son derece ilkeldi.

29 Temmuz 2009’da Evrensel’e yazdığım “Bir Garip Efsane” adlı yazıda Adnan Polat’ın “Ne yapıp edip Seyrantepe’yi 2010/11 sezonuna yetiştireceğiz” açıklamalarına değinmiş ve bu “hızlı”, 2 senelik işi 1 senede bitirecek kadar hızlı olan çalışmanın hangi şartlarda gerçekleşeceğini sormuştum. Cevap bizim için basitti ve bunu yazıda da belirtmiştim: “Nasıl bitireceksiniz 2 senelik işi 1 senede? İşçileri gece gündüz, son derece güvenliksiz bir şekilde çalıştırarak mı? Bizim tanıdığımız kapitalizm başka bir çözüm üretmeye pek yanaşmaz. Şundan eminim ki, Evrensel, spor endüstrimizin son dev(!) eseri Seyrantepe projesinin inşasındaki çalışma koşullarını yakından takip edecek, peki ya medyanın geri kalanının umurunda olacak mı bu? Hiç sanmıyorum! Onlar sadece proje bittiğinde Ozymandias’in ihtişamına boyun eğen o gezgin gibi ‘mufassal kıssa başlatıp, bir garip efsane’ söyleyecekler.”

‘İSİMLERİ YAŞATILSIN’

Maalesef aynen tahmin ettiğimiz gibi oldu ve yine maalesef ana akım medya bu süreç boyunca gıkını bile çıkarmadı. Kendilerinden bir ses duyabilmek için meşum cinayetin yaşanması gerekiyordu. Kanat Atkaya, Hürriyet gazetesinde Gökhan Yavuz ve Raşit Ek için yazdı, “Seyrantepe’ye isimlerini verin” dedi. Desteklenmesi, sahip çıkılması gereken bir öneri. Elbette “Daha önce nerelerdeydiniz” diye sorma hakkımız var. Ne de olsa medyanın ne kadar önemli bir kuvvet olduğunun farkındayız. Fakat burjuva medyasında çalışmanın getirdiği baskılar da malum. Kanat Atkaya, 1 sene önce bu yazıyı yazmış olsa büyük ihtimalle “fosil”, “popülist”, “fakir-fukara edebiyatı yapan demagog” gibi sıfatlarla yaftalanacaktı. Kendisine sosyalist diyen insanların bile işçi haklarını savunmaktan imtina ettiği, “çığırından çıkmış” bir çağda yaşıyoruz ne de olsa…

Medyanın yanı sıra Galatasaray tribünlerinin de bu olaya nasıl tepki vereceği merak konusu. Şahsen bir Galatasaraylı olarak o stada hayatım boyunca adım atmayacağım. Zaten ismi Ali Sami Yen olmayan bir Galatasaray stadyumuna alışabileceğimi de sanmıyorum ya neyse… Sol hassasiyetlerini bildiğimiz Galatasaraylı “Tek Yumruk” isimli taraftar grubuna da bu konuda önemli işler düşüyor. Şimdiden çalışmalara başladıklarını biliyorum. www.isimleriyasatilsin.com adresi onlar için açıldı. Gökhan Yavuz ve Raşit Ek’i geri getirmez ama ne de olsa yetmez ama evet’lere alıştık, Kanat Atkaya’nın önerdiği gibi Seyrantepe’nin önemli bir köşesinde hatıraları yaşamalı. Ölüme sürüklenen işçiler bunu ve daha fazlasını çoktan hak ettiler.

YETMEZ, YETMEZ, YETMEZ!

Dünya genelinde olduğu gibi ülkemizde de liberal hegemonya “solculuğu” bağlamından koparıp daracık bir mücadele alanına sıkıştırma konusunda çok başarılı. “İşçisiz solculuk” yaratmak adına atmadıkları takla kalmadı. Artık çalışanların hakları için mücadele etmek, sınıf içerisinde bir örgütlenme yürütmek, emperyalizm, neoliberalizm gibi gerçekliklerden bahsetmek çağdışılık addediliyor. Ülkemizdeki kimi “çağdaş sosyalistlerin” söylemleri takip edilirse ne dediğim daha iyi anlaşılır. “Bizdeki yenilgi öncelikle bir zihniyet yenilgisi” demişti Masis Kürkçügil. Ne kadar isabetli… Küba’nın yaşadığı ekonomik zorlukların ve Fidel Castro’nun çarpıtılmış açıklamalarının bizzat “sosyalistler” tarafından zafer naralarıyla karşılandığı bir ülke olmak da bu gerçekliğin bir başka tezahürü.

Zat-ı muhteremlerin kabul ettirmeye çalıştığı anlayışa göre Eduardo Galeano’nun da çok güzel bir şekilde dalgasını geçtiği gibi “Çalışanların hakları arkeolojik bir konu”. Öyle bir liberal bombalamanın altında yaşıyoruz ki Max Horkheimer’in o meşhur, “Kapitalizme karşı konuşmayan faşizm geldiğinde susmalıdır” sözü “Kapitalizme karşı konuşan faşisttir”e döndürülmüş durumda ve bu zihniyetin dünyasında Gökhan Yavuz ve Raşit Ek’in huzurunda biz emekçiler, hepimiz dünya zoolojisinin birer üyeleriyiz ve ölümümüz “kader”den öte bir anlam taşımıyor.

Öfkemizi bileylemeye devam edin bakalım… Ben Aslantepe’yi, Türk Telekom Arena adlı ruhsuz spor kompleksini boykot ediyorum. Umarım oraya Gökhan Yavuz ve Raşit Ek’in isimlerini sonsuza dek kazımak mümkün olur. Yeter mi? Yetmez… Bu kadarla kalırsa mücadeleye bir katkısı olur mu? Olmaz… İyi niyetli mi? Kesinlikle ama naif! Ülkeyi taşeron cumhuriyetine çevirenlerin, kökeni 24 Ocak olan 12 Eylülle gerçek anlamda hesaplaştığına inanmak ne kadar naiflikse o kadar naiflik işte…

Friday, September 17, 2010

Ulufenin sırrı

BU YAZI İLK OLARAK 16 EYLÜL 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

“Milyarlarca dolar versek Türkiye’yi böyle güzel tanıtamayız.”

“Varlığınız Türk varlığına armağan olsun”

Bu cümlelerden ilki Abdullah Gül’e, ikincisi Garanti Bankasına ait. İkisinin de muhatabı Dünya Basketbol Şampiyonası’nda gümüş madalya kazanan Türkiye milli takımı oyuncuları ve teknik ekibi. Ve çok konuşulan 28 milyon TL’lik (Artı cumhuriyet altınları) gümüş madalya priminin sırrı da bu cümlelerde yatıyor.

Ustamız Metin Kurt, sporcuyu “Seyir yaratan emekçi” olarak tarif eder. Son derece isabetli olan bu tanıma mesele uluslararası müsabakalar olunca bir de şu eklenir: “Ulusal gurur yaratan ve ülkenin imajından sorumlu emekçi”. Biraz uzun oldu ve pek de afili durmadı farkındayım ama zaten olayın kendisi de pek öyle ahım şahım bir şey değil.

Ulusal gurur üreten “Gezici reklam panoları”

Ülke tanıtımı dediğimiz olgu günümüzde devletler tarafından hiçbiri ekonomik kâr getirmeyen ve kentsel yapılar içinde özellikle yoksulların yaşam standartlarını iyice aşağı çeken mega spor organizasyonlarının meşrulaştırılmasında önemli bir bahane konumundadır. Öyle sihirli bir sözcüktür ki bu, on binlerce insanı çitlerle çevrili toplama kamplarına kapatırsınız ve geri kalanların ruhu bile duymaz. Bunun en yakın örneğini Güney Afrika’daki Dünya Kupası sırasında gördük. Spor Bakanı Danny Jordaan “Herkes Güney Afrika’nın birinci sınıf bir ülke olduğunu görecek” derken ülkeyi “güzel” göstermek için gecekondu mahallelerinin yıkıldığı ve buralarda oturan insanların etrafı çitlerle çevrili teneke kentlere kapatıldığı gerçeğini yok sayıyordu elbette.

Esasında uluslararası spor organizasyonlarının milli gurur üretme ve ekonomiye katkı sağlama gibi amaçlarla düzenleniyor olması onları savaşlardan farksız kılıyor. Zaten medyada bu müsabakaların bu kadar militarist bir dille işlenmesi de bunu kanıtlıyor. Bu açıdan bakıldığında devlet erkanının ülke adına önemli bir hizmet gördüğü kabul edilen bu sporcuları milyonlara boğması sistemin sınırları içerisinde anlaşılır bir durum. “Milyarlarca dolar versek Türkiye’yi böyle güzel tanıtamayız. Ülkeye büyük ün, şan ve güç kattınız” diyor adamlar daha ne desinler. Elbette ödüllerin de haybeden dağıtılan ulufeler kıvamında olmasında şaşırtıcı bir yan yok.

Tabii uygulamanın biraz da bizim ülkemize has olduğunu belirtmek lazım. Örneğin altın madalya kazanan ABD’li oyunculara böyle bir prim verilmedi. Gerçi onlardan kimse Hidayet Türkoğlu gibi kameralar karşısında “MADDİ manevi destek bekliyoruz” diyerek halaya da durmadı ya neyse…

Arkeolojik bir olgu: kapitalist devlet ve kamu yararı

Kamu yararı gibi bir kavramın fosilleşmiş kabul edildiği günümüz dünyasında bu cümlelerimiz birçok kimseye arkaik geliyordur. Fakat onların bu çarpık algılayışı dünya üzerinde zapt etmediği hücre kalmayan neoliberalizmin sporu her anlamda sosyal adaletsizliğin kalelerinden biri haline getirdiği gerçeğini de değiştirmiyor. Ben burada 28 milyon liraya 280 tane basketbol sahası yapılırdı desem dakikasında fosilleşmiş ilan edileceğim, varın gerisini siz düşünün.

Devlet erkanının başarılı basketbolcuları 28 milyon + 500’er cumhuriyet altını ile ödüllendirdiği gün AİHM de Türkiye’yi Hrant Dink davasında suçlu buldu ve 133 bin avro ödemeye mahkum etti. O sıralarda bir tanıdık da twitter’dan şöyle yazıyordu: “Basketbolculara 2 milyon lira prim, Hrant’ın canının bedeli 133 bin avro… Adaletin bu mu dünya?”

Ben artık kaniyim, sabah-akşam Adam Smith, Ricardo da okusam düzenin değer kuramını anlamlandıramayacağım. Mesele para-pul, değer biçme, alışveriş gibi şeyler olunca topraklarını satın almak isteyen ABD başkanına “Merak ediyoruz, gökyüzünün ya da toprağın sıcaklığını nasıl satın alabilirsiniz? Bunu anlamak bizim için çok güç” diyen Kızılderili Şef Seattle gibi oluyorum.

O yüzden hep 28 milyon TL’ye 280 tane basketbol sahası yapılırdı diyen “fosillerden” olacağım galiba. Ya da dün 56. yaşını kutladığımız canımız ciğerimiz Hrant Dink’e biçilen 133 bin avroluk can tazminatını, sultan(devlet) tarafından savaşta başarılı olmuş yeniçerilere (basketbolcular) dağıtılan ulufeyle (28 milyon TL) karşılaştıracağım…

Sunday, September 5, 2010

Milli mesai işkencesi

BU YAZI İLK OLARAK 5 EYLÜL 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Spor medyasının diline oturduğu şekliyle “milli mesai” dönemindeyiz. Hem basketbol hem de futbolda, bağlaşık olarak “millet” ve devletin resmi sportif temsilcileri uluslararası arenalarda boy gösteriyor ve Türk’ün gücünü kanıtlamaya uğraşıyor. Milli kelimesinin siyasi literatürümüzde farklı cenahlardan birçok karşılığı var ama her haliyle iddialı bir kelime olduğu kesin. Resmi söyleme göre hem bölgesel hem de etnik bir tanım olarak milletten kastedilen Kemalizm’in çizdiği sınırlar içerisinde Türklük ve bu gizemli özne milyonlarca kişiyi kapsadığı gibi -Kemalist olsun olmasın- Türklük ve millilik tanımlarıyla sorunu olmayan herkes tarafından da onaylanıyor.

Kitlesel sporların özgün yanı ise burada kendisini gösteriyor. Çünkü resmi ideolojinin söylemlerini kesin bir şekilde reddeden tarafların da çoğunlukla “milli” olarak kabul gören bu heyecanları taşıdığını görebiliyoruz. En çarpıcı örnek PKK önderi Abdullah Öcalan ve genel olarak Türkiye Kürdistanı’nda gözlemlediğimiz Galatasaray sevgisi. ‘80’lerden bu yana elde ettiği Avrupa Kupası başarılarıyla tüm PR’ını “Türklerin gururu”, “Avrupa Fatihi” gibi sıfatlar üzerine inşa etmiş, bir anlamda medya tarafından sıkça millileştirilmiş bir kulübün aynı anda Kürt coğrafyasının da en sevilen takımı olması kulağa garip geliyor.

MEDYANIN MİLLİ DİLİ

Hem Galatasaraylı hem de Kürt direnişinin sonuna kadar yanında olan birisi olarak bu çelişkileri ben de yaşıyorum. Muhtemelen bundandır ki “milli” maç dönemleri beni biraz geriyor. Halkın kültürünü ve alışkanlıklarını aşağılayan bir Fazıl Say gibi hissediyorum kendimi çünkü dışarıda ve medyada sürüp giden milli hezeyana katılma yönünde hiçbir arzu hissetmiyorum. Bilakis tüm bu uluslararası müsabakalar üzerinden üretilen milliyetçi söylemler bendeki spor sevgisini kısa süreli olarak da olsa yok edebiliyor.

Bu süreçte özellikle medyanın takındığı “yavşak” tavırdan iğrendiğimi net bir şekilde söyleyebilirim. “Dış mihraklara” karşı oynadığımız istisnasız her spor karşılaşmasını savaşa çevirdiğimiz yetmezmiş gibi sonuçları üzerinden de yine milli felaketler ya da zaferler yaratma konusunda üstümüze yok. Kulüp ya da milli takım fark etmiyor, uluslararası düzeyde oynadığımız hiçbir maçı kazanamıyoruz mesela. Ezip geçiyoruz, parçalıyoruz, yıkıyoruz, perişan ediyoruz, denize döküyoruz hatta çakıyoruz ama şöyle basit bir şekilde ve gerçekte olduğu gibi galip gelemiyoruz ya da yenemiyoruz. Üstelik spikerinden köşe yazarına ana akım medyanın çoğunluğunda rastladığımız bu tavra getirilen şöyle yanlış bir savunma da mevcut: “Kardeşim biz zaten maçları böyle izliyoruz. Küfrediyoruz, heyecanlanıyoruz, sayıyoruz, sövüyoruz, medyanın da aynı dili takınması normal.”

Bence tam tersi, hepimizin üzerinde ve kulağımızın dibinde duran medya bu dili kullandığı ve biteviye yeniden ürettiği için biz bu söylemlere mahkum oluyoruz, alışıyoruz ve bu dilin yaygınlaştırılma sürecine katılıyoruz. Spikeri “Rus’u denize döktük” diyen, gazetesi “Bunlara bir çakmak lazım” diye manşet atan bir ülkede spor seyircisi reflekslerinin niteliğinin de buna uygun olacağını öngörmek çok zor değil.

‘DUR TARİH, VUR TÜRKİYE’

Bu sebeplerden geçtiğimiz salı günü Türkiye’nin Yunanistan’ı 76-65 yendiği karşılaşmada Murat Murathanoğlu’nun her zamanki “Tüm dünya bize karşı” söylemiyle biçimlenen anlatımı midemi bulandırdı ve maça olan bütün ilgimi kaybetme noktasına geldim. 40 dakika boyunca spiker olduğunu unutarak maçı amigo ya da ülkü ocağı başkanı gibi anlatan Murathanoğlu öyle bir hale geldi ki her pozisyonu bu yanlı zihniyetin etkisiyle maniple etmeye başladı ve eminim ekran başındaki milyonlarca insanı Yunan’ı denize dökmek için hazır kıta bekleyen piyadelere dönüştürdü. Ender Arslan’ın basit bir şekilde düştüğü pozisyonu dahi “çelme taktıııııığğaaaaa” şeklinde yorumladığında iş işten geçmişti zaten. Neyse ki maçı Türkiye kazandı da Murathanoğlu ve milyonların “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” zırvalarını dinlemek zorunda kalmadık.

Velhasılıkelam bu sefer de Türk medyasının zafer naralarını abartılı bir şekilde dinlemek ve okumakla yükümlüydük. Dağ başını yine duman aldı, Türk Yunan’ı yine ezdi geçti zaten tarih tekerrürden ibaretti ve bir Türk elbette ki dünyaya bedeldi. Bol bol Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılıkla sosladıktan sonra yemeğimiz afiyetle yenmeye hazırdı her milli maç sonrasında olduğu gibi.

Tanıl Bora ve Necmi Erdoğan bu süreci gayet isabetli bir şekilde “Dur tarih, vur Türkiye” olarak tanımlar. Türk medyası bir kez daha tarihi durdurdu ve Türkiye vurdu, vurdu, vurdu. Ben “Lexın, lexın…” diye bambaşka bir türkü söylerken içinde “bizim” de olduğumuz sporda “milli mesai” döneminden niye tiksindiğimi bir daha hatırladım.