Saturday, May 24, 2008

Roland Garros 2008- İlk Bakış



Tamam, Justine bizi terk etti(zaten kim etmedi ki, hem biz kimiz?) pekiyi tenis dünyası genel olarak yavan bir sezon geçiriyor ve yine eyvallah ki, Fransa Açık son dönemlerde gidişatını yüzde yüz oranda kestirebildiğimiz düdük Hollywood filmlerine benzemeye başladı ama yine de tüm bu olumsuz faktörlerin tenis ve grand slam açlığımı dindirdiği zannediliyorsa, sen okuyucu, bu yazarın geride bırakmak üzere olduğumuz Nba sezonunda tam 95 Cleveland Cavaliers maçını soluksuz izlediğini bilmiyorsun demektir. Tsiyeeeaaah! Hiçbir şey bu zavallıyı sportif saplantılarından kurtaramaz.


Rafael Nadal, Fransa Açık'ın ve toprak kortun James Bond'una dönmüş vaziyette. Yazının başında belirttiğim gibi hiçbir türlü kötü son göremediğimiz Hollywood filmlerine dönmeye başladı Roland Garros. Öyle bir adam hayal edin ki çıktığı 102 toprak kort maçının 100'ünü kazanmış. Bu turnuvadaki hali daha da berbat: 21 galibiyet 0 mağlubiyet! E haliyle de peşpeşe kazanılan üç şampiyonluk... Bu sezon da hikayenin pek farklı olacağını sanmıyorum. Her ne kadar Roger Federer, Nadal'ı toprak kortta yenmek için yeni sistemler geliştirdiğini iddia etse de İsviçreli raketteki form düşüklüğünü de göz önüne alırsak Nadal'ı toprakta sadece kendisinin yenebileceğini söylemek çok da cesaret gerektiren bir şey olmaz. Son dönemde dizinden 1-2 ufak problem yaşayan Nadal turnuva boyunca sağlığını koruyabilirse üst üste 4. şampiyonluğuna ulaşacaktır. Bu da İsveçli efsane Bjorn Borg'un Wimbledon'dan sonra Roland Garros'ta da rekorlarına ortak olunması anlamına gelecek ki, çok değil 90'larda yani Sampras ve Agassi'nin ortalığı kasıp kavurduğu dönemlerde Borg'un rekorlarının kırılmasının imkansız olduğu konsensusuna varılmıştı. Öte yandan son dönemin en iddialı rekabet "freak"'lerinden Novak Djokovic'in limitlerinin her zaman için çok yukarılarda olduğunu ve Avustralya Açık'taki gibi bir sürpriz yaparsa hiç şaşırmayacağımı da ekleyeyim. Ya da yok abartmayayım kesinlikle şaşırırım ama şunu söyleyeyim Federer Nadal'ı yenerse bu benim için daha büyük bir şok olur.

Ada'nın yıllar geçtikçe daha büyük bir hayal kırıklığı olma yolunda büyük adımlar atan yetenekli ama aklı yarım ismi Andy Murray kendisinden halen patlama bekleyen insanlar varsa onlara yine hüsran yaşatacaktır. Avustralya 2008'in sürpriz isimlerinden Jean Wilfried Tsonga ise "one hit wonder" olma yolunda kaydettiği hatırı sayılır mesafelere bir de diz sakatlığı sebebiyle Fransa Açık'ı kaçırma hanesi ekleyecek ki bu da Yannick Noah'dan beri kendi evlerinde gülemeyen Fransızlar'ın zaten az olan umutlarının sıfırlanması demek. Sonuç olarak finali Nadal'la Federer oynar ve şampiyon İspanyol raket olur. Philippe Chatrier yine vamos! nidalarıyla inler.

Bayanlarda ise Justine Henin'in vedasına sevinebilmek için neden arayan 2-3 serseri varsa bu seneki turnuvanın onun yokluğunda daha heyecanlı geçecek olmasına bel bağlayabilir mevzubahis hainler. Henin son 5 turnuvanın 4'ünü kazanmıştı ki ezici oyunu sebebiyle finaller finalden çok 1.tur mücadelesi şeklinde geçmişti. Bu sene ise onun yokluğunda Serena Williams, Jelena Jankovic, Maria Sharapova, Ana Ivanovic ve sürpriz şampiyon adayım Svetlana Kuznetsova turnuvanın favorileri arasında gösterilebilir. Avustralya Açık 2008'in şampiyonu Maria Sharapova turnuva öncesi yaptığı açıklamada bu turnuvayı kaybetmenin kariyerinin sonu olmayacağını belirtmişti yani şimdiden defansif bir tavır belirlemiş durumda ki bu onun rekabetçi yapısına hiç uyan bir davranış biçimi değil. Büyük ihtimalle bu açıklaması sebebiyle Nike tarafından kulakları çekilmiştir. Sharapova gibi "oyunu toprak korta uymayangillerden" Ana Ivanovic de son Roland Garros'ta finale kalarak herkesi şaşırtmıştı. Bu turnuvada ise güçlü bir geri dönüş yapmasını beklediğim Serena Williams ile aynı torbada olması onun dezavantajına, çeyrek finalde elenebilir. Geldik şampiyon adayım Svetlana Kuznetsova'ya! Biliyorum biraz cesurca ama Rus raketin bir geçiş döneminde olan bayanlar tenisinde bu sallantılı dönemden faydalanabileceği umudunu taşıyorum. Ivanovic'i olası bir çeyrek final eşleşmesinde elerse yarı finalde de vatandaşı Sharapova'yı yenecek güce sahip olduğuna eminim. Asıl soru finalde karşısına kim gelecek? Serena Williams mı Jelena Jankovic mi? Ne olursa olsun kendisinden üstün bu iki tenisçiyi de alt ederek büyük maç kazanamama handikapını en azından bir turnuvalık yeneceğini öngörüyorum.

Herkese iyi seyirler.

Thursday, May 15, 2008

Au Revoir Justine!



Gecenin saçma sapan bir vakti telefon çalar, ahizedeki ses karanlıktır ve başınızdan ayaklarınıza buz gibi suların indiği o şok anını yaşarsınız. Haber genellikle bir yakının ölümüdür ve her kötü haber gibi çabucak size ulaşır. Şanslıyım ki ömrümde böylesine bir anı henüz yaşamadım ama benzerini dün spor haberlerini kontrol etmek için bilgisayarımı açtığımda tecrübe ettim. “Henin announces shock retirement”.- sessizlik-

Her sporcunun vedası üzücüdür. Adı üstünde bir oyunu oynayan oyuncular bunlar nihayetinde, elvedaları bir manada da bebeğin oyuncağını kendi isteğiyle yere atmasna benzer ve bir daha onla oynamak istememesine. Jübilelerinde yahut basın toplantılarında gözyaşı dökmeleri alışıldık görüntülerdir. Eğer biraz şanslılarsa seyircilerin de bir iki damla gözyaşı döktüğüne şahit olunur. Mesleklerine, kulüplerine veya sevenlerine bırakacakları mirasın büyüklüğünün göstergesidir bu gözyaşları. Gheorghe Hagi’nin vedasında tribünde, Michael Jordan’ın vedasında ise televizyon başında ağlamamak için kendini zor tutmuş biri olarak Henin’e karşı olan hislerimi de açığa vurmaktan çekindiğimi itiraf edeyim. Dediğim gibi bir sporcunun vedası her zaman üzücüdür ve benim gibi onlara büyük saygı besleyen bir adamı da bu elvedalar her zaman derinden etkiler.

Justine Henin, annesini kanser yüzünden kaybettiğinde henüz 12 yaşındaydı. Roland Garros’ta ilk grand slam’ini kazandığındaysa 21’di ve ilk sözleri şampiyonluğunu annesine armağan etmek olmuştu. 1.65’i zor bulan boyuyla bu 60 kiloluk cengaver, kendisinden çok daha iri, hızlı ve atletik rakiplere karşı kariyeri boyunca tam 7 grand slam kazandı. Fiziksel gücün bu kadar ön plana geçtiği bir sporda sanki Billie Jean King’in bu dönemde de yaşasa başarılı olabileceğinin kanıtı gibiydi. Tekniği göz alıcıydı ve mücadelesi her zaman üst düzeydeydi. Tenis tarihinin nev-i şahsına münhasır efsanelerinden günüzümün renkli yorumcusu John McEnroe’nun da her zaman dediği gibi erkekler tenisi dahil dünyadaki en iyi tek el backhand’e sahipti ki sadece bu bile müthiş tekniğini ispatlamaya yetecek bir söz. Günümüzün rekabet manyağı dünyasında mutluluğunu hırsına tercih edebilecek kadar nahif yürekli ve dünya 1 numarasıyken hayatını kazandığı sporu bırakabilecek kadar cesur bir kadındı. “Her koşulda en iyi ben olmalıyım” diyen başarı için her yolu mübah sayan sayısız hilekarın, dopingçinin kol gezdiği bir arenada kazanamadığı tek turnuva olan Wimbledon için “onu kazansam da kendimi şu andakinden daha mutlu hissetmeyeceğim” diyebilen bir atletti. Veda ederken söylediği sözler içinde en anlamlı olanı ise kuşkusuz şuydu: “Hayatım boyunca harcayabileceğimin 3 katı kadar para kazandım”. Justine, 21.yüzyılda yaşıyorsun. Harcanamayacak para yoktur. İnsanın aklına senede 7 milyon dolarlık konrat teklifini “ben o parayla ailemi geçindiremem” diyip kabul etmeyen Latrell Sprewell gibileri geliyor.

“Kendimi kandırmak istemiyorum, vücudum artık bunu kaldırmıyor”. Basın toplantısındaki veda sözlerinden biriydi. Dünya 1 Numarasıyken söyledi bu sözleri ve sonrasında biraz da umut verdi: “Tabii ki özleyeceğim şeyler olacak ama...” Devamını boş verin umut kırabilir. Bu sözü hatırlamak en iyisi. Son olarak da L’Equipe’e yaptığı açıklamada nasıl hatırlanmak istediğini söyledi “ Farklı bir oyuncu olarak hatırlanmak isterim, büyüklere kafa tutup onları yenebilen küçük biri”.Bundan çok daha fazlasını hatırlayağız Justine, Senin bir şampiyon ve tenis tarihinin en iyilerinden biri olduğunu. Yeri dolmayacak bir boşluk bıraktığını da. Au Revoir!

Monday, May 5, 2008

Hey Gidi Asker Bülent Hey!



“Futbol, sürprizler oyunudur”. Bayıldığımız klişelerden sadece biri. Bayılırız bayılmasına da her türlü alengire 24 saat kapısı açık olan Yüce Türk Futbol Dünyası’nda kendine ancak sözel manada yer edinebilmiştir bu “sürpriz” fenomeni. 50 senede 4 şampiyon çıkarabilmiş bir çevrede sürprizin ne kadar mikro hadiselerle vuku bulduğunu çözmek pek de zor değil. Halen “Pendik Faciası” diye andığımız basit bir Türkiye Kupası neticesi memleket kayıtlarının en şaşkınlık uyandırıcı sonucuysa bu klişeyi temcit pilavı gibi sofraya sürmemizin de pek bir anlamı yok esasında. Bu açıdan bakıldığında rahatlıkla söyleyebilirim ki Türk Futbolu’nda peri masallarına yer yoktur. Aslında orijinal tabiriyle “Sinderella Hikayesi” demeliydim ama malum masal karakteriyle bu yazının öznesi küçük imparator, yiğit delikanlı, yıkılmaz, yığılmaz, sekti mi namlusundan asla ve kat’a geri dönmez, dünyaya bedel askerimiz Bülent Uygun pek de kafiyeli durmaz diye düşündüm.

Türkiye’deki 1 numaralı Bülent Uygun hayranı olmadığımı sanırım son cümleden anlamışsınızdır. Esasında tam tersi olmalıydı öyle değil mi yani, herkes sürprizleri sever. Kısıtlı imkanlarla nispeten önemli başarılar yakalayanları, favori olmadığı halde güçlülere kafa tutanları, Davud’ları, İtalyan Aygırı Rocky Balboalar’ı kim sevmez ki? Her türlü senaryonun kafadan protagonistleridir bu adamlar. Elde ettikleri başarılarla ağzını açmadan kendini kitlelere sevdirme potansiyeline sahiptirler bir kere ki, çoğumuz hiçbir zaman ağızlarını açmamış olmalarını da umut ederdik. En azından Bülent Uygun’un.

Doksanlı yılların ortalarında Kocaelispor ve Fenerbahçe’deki başarılı performansıyla tanıdığımız Bülent Uygun’u sadece gol krallığı yaşamış bir orta saha oyuncusu olarak değil(gol kralı olduğu sene forvet oynamıştı ama kariyerinin geri kalanında hep orta saha oynadı) aynı zamanda her golünden sonra çakıverdiği asker selamıyla da hatırlarız. Fenerbahçe’den ayrılıp gözlerden ve gönüllerden ayrı kaldığı dönemlerde futbola meraklı arkadaş grupları içerisinde “hani bi herif vardı ya her attığı golden sonra asker selamı verirdi adı neydi onun” soruları sayesinde belleklerdeki yerini sağlam tutmayı becerirdi. Sevemedim kendisini ve asker selamını. Belki ilk maçlarını izlediğim 9-10 yaşlarındayken “pis militarist güzelim futbola neleri alet ediyor” diye düşünmedim ama seneler geçip bilinçlendikçe o az önce bahsettiğim arkadaş sohbetlerinde andığım bu adama sessiz bir gıcıklık beslemeye başladım. 2 sene önce menajer ve sonrasında teknik direktör olarak Sivas’ın başında kendisine yeniden rastladığımızda ise sadece “pis militaristilikle” yetinmediği bir de milli babalarımızdan, ülkücü, kırmızı elmacı, solaryumcu mafya babası Sedat Peker’in kullarından biri olarak kariyerine devam ettiğini de öğrendik. Gülen cemaatiyle olan münasebetleri de imajının kreması gibiydi adeta. Şaşırdık mı? Hayır. Futbol dünyamızın yarısının Çakıcılar, Pekerler, Fetullah Gülenler, Mehmet Ağarlar’la yatıp kalktığını zaten biliyorduk. Sözde solcu-muhalif taraftar grubumuz Çarşı bile dibine kadar şiddet yanlısı, cinsiyetçi ve işine geldi mi milliyetçiyken bu tarz ilişkilerle domine edilmiş spor dünyamız için ancak hayıflanmak geliyor elden.

Neyse, Uygun askerimize geri dönelim. Teknik patronunun geçmişi ve ilişkileri ne olursa olsun Sivas’ın başarısına sevindim. Gerçi Bülent Uygun her televizyon ekranına çıkıp dahiyane demeçlerini sıralamaya başladığında takır takır puanları toplayan o Anadolu takımına beslediğim sempati kayboluyordu ama yine de Türk Futbolu’na heyecan getiren bu takımı alkışlamadan edemiyordum. Şampiyon olamayacaklarını bilsem de o sürpriz ihtimalinin çekiciliği her zaman umutlarımı taze tutmama yetti. (Gerçi oynadıkları futbol tatmin edici değildi ve her zaman için balon bir takım olduklarını düşündüm itiraf edeyim. Bugün bu takım 70 puandaysa bunda ligimizin kalitesizliğinin çok büyük payı var.) Geçtiğimiz Pazar oynanan Galatasaray maçı öncesi medyaya yansıyan haberler ise kırmızı beyazlı ekibe karşı beslediğim(en azından teknik kadrosuna) son sevgi kırıntılarını da silip süpürdü. Haberler aynen şöyle idi: “Sivasspor, Galatasaray maçı hazırlıklarını mehter marşı ve 10.yıl marşı eşliğinde sürdürüyor.” !!!!!!!!! Ciddi olamazlar diye düşündüm. Allah aşkına futbolcularını maçlara mehter marşı ve 10.yıl marşıyla hazırlayan başka bir zihniyet olabilir mi? Bu kadar mı Napolyon’uz, bu kadar mı milliyetçilik ve militarizm bağımlısıyız. Bir antrenör düşünün ki yarısı yabancılardan oluşan sporcularını 30’lardan kalma sloganlarla, “Türk’üz tüm başlardan üstün olan başlarız’la”, “Ceddin deden neslin baban”’larla maça hazırlıyor. Bunlardan medet umuyor. Ve maalesef koca medyada bu duruma bıyık altından dahi gülüp eleştiri yönelten kişi sayısı ikiyi üçü geçmiyor.

Kendi dönemine göre büyük bir deha olan Napolyon, 19.yüzyılda milliyetçiliğin gücünü keşfetmiş ve şöyle demişti “ Çok az şey insan üzerinde milliyetçilik kadar etkili olabilir ve onları canlarını dahi hiçe saymaya ikna edebilir”. Bülent Uygun’un bu sözü duymadığına emin olduğum kadar yansıttığı bağnazlığa kökünden sahip olduğuna da eminim. Bir önceki paragrafta sorduğum sorunun cevabını vererek bitireyim bu yazıyı. Hani, “Allah aşkına futbolcularını maçlara mehter marşı ve 10.yıl marşıyla hazırlanan başka bir zihniyet olabilir mi?” demiştim ya, cevap için Nazi Almanyası’na ve Leni Riefenstahl’in Nazi iktidarının emriyle hazırlattığı “Triumph Des Willens” filmine gitmek gerek. Zira benzer bir zihniyete ancak o dönemde rastlayabiliyoruz. Evet, ne kadar aklı başında olduğunu icraatlarıyla kanıtlayan Naziler, 1936 Olimpiyatları’nda sporcularına, yarışlara motive olmaları için Riefenstahl’ın hazırladığı bu şovenizm ve ırkçılık dolu filmleri izletiyordu.

Ne diyeyim Asker Bülent, Almanlar o olimpiyatların en başarılı sonuçlarını şaibeli de olsa elde etmişlerdi. Maalesef sen de başarı olarak onları yakalayamadın belki ama 70 sene sonra benzer bir sistemi uygulayarak ne kadar ileri görüşlü ve umut vaat eden bir spor adamı olduğunu “700 kasaba, 70 vilayet ve 7 düvele” kanıtladın. Sana hayırlı kariyerler!(pek uzun sürmeyeceğine eminim) Bize ise Fetullah Gülenler, Mehmet Ağarlar ve Sedat Pekerler’le dört bir yanı kuşatılmış spor dünyamızın haline acımak düşüyor. Bunca karanlık düşüncenin hüküm sürdüğü bir ortamda keşke birkaç tane daha Metin Kurt’umuz olabilseydi diyor insan... Kemalettin’e bile razıyız.