Sunday, February 20, 2011

Fındığını toplayanların dilinde...


BU YAZI 20 ŞUBAT 2011 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

Yazacak çok şey var. Dünyanın en iyi kadın basketbolcularından, Eski Fenerbahçeli Diana Taurasi’ye “dopingli” damgası vurulup bütün kariyeri ve kişiliği töhmet altında bırakıldıktan 2 ay sonra “Pardon bacım testlerde yanlışlık oldu” diyen Basketbol Federasyonu ve Doping Merkezini mi yazsam, 33 yıldan fazla bir süre sonra St.Pauli’nin galibiyetiyle sonlanan Hamburg-St.Pauli derbisini mi yoksa apayrı bir spor sosyolojisi vakası altında incelenebilecek olan Washington Redskins sahibinin açıklamalarını mı derken cuma gecesi Giresunsporlu taraftarlar sahneye çıktı ve “Bizi yaz, bizi yaz” deyiverdi.
Bildiğiniz üzere Trt 6(Şeş) bu sezon başlattığı bir uygulamayla her hafta Bank Asya 1.Ligi’nden bir maçı Kürtçe canlı yayınla ekranlara getiriyor. Bu uygulama bugüne kadar çeşitli tepkiler çekti. Hatta Samsunspor-Adanaspor maçı Adanasporlu yetkililerin kahramanca(!) uğraşları sonucu Kürtçe yayınlanmaktan kurtarıldı! Maazallah maçı Kürtçe yayınlansa Adanaspor camiası insanların (Adana’da yaşayan yüz binlerce Kürt’ün mesela) yüzüne bir daha nasıl bakardı? Yakışır mıydı Kürt diye tarlasında 300 lira karşılığı 12-15 saat çalıştırdığı adamın dilinde maç izlemek bir Adana ağasına? Yakışır mıydı Azadiya Welat emekçisi Metin Alataş’ı “faili meçhuller”(RTE döneminde faili meçhul yoktu değil mi?) sınıfına gönderen o kontra güçlere, Metin’in dilinde maç izlemek… Yakışmazdı tabii.
Adanalılar vatansever de Giresunlular Kürt uşağı mı? 23.haftada Giresunspor’un Gaziantep Büyükşehir Belediye ile oynayacağı maçın TRT 6’de yayınlanacağı açıklanır açıklanmaz vatanperver hassasiyetlerini takdire şayan bir duyarlılıkla ortaya serdiler. “Giresunspor’umuzun maçı Kürtçe yayınlanamaz” diye haykırıyor ‘Çotanaklar’. MHP Milletvekili Murat Özkan da halkının sesini Mecliste dile getiriyor: “TRT anayasayı ihlal ediyor. Spora siyaset ve ayrımcılık bulaştırıyor. Giresunlu bugüne kadar kulübüne, diline sahip çıkmıştır. Bundan sonra da çıkmaya devam edecektir.” Helal olsun be Özkan. Türk dilinin namusunu kurtardın. Vergilere layık oldun.
İnsanların aklı karışıyor tabii. Bir yandan Kürt dili üzerindeki türlü baskı ve eziyetleri devam ettiren, yüz yılın anayasasını yapacağız deyip yüz yıllık tekçi söylemleri (tek millet-tek dil-tek bayrak vs.) sürdüren, Kürt halkına yönelik ayrımcılığın, ön yargıların devam etmesini sağlayacak her türlü politikaya sıkı sıkı sarılan tipik milliyetçi, tipik sağ bir iktidar. Öte yandan Kürt açılımı adı altında belli adımlar atma taahhütü veren, örnek olarak bir TRT 6’i kuran, Diyarbakır Cezaevini yıkıp yerine daha büyük bir cezaevi inşa etme müjdesi(!) veren (Oleyyy, buradaki ironiyi anlayıp geçiniz lütfen) bir AKP. Haklılar, ben de ülkücü ya da ulusalcı olsam benim de aklım karışırdı.
Aslında Kürtler üzerindeki Türk sorununun çözülmesi yolunda mesele hep gelip buraya dayanıyor ve ötesine geçilemiyor. Zira AKP, en başından beri Kürt açılımını bir “Asimilasyon olmadı disimilasyon verelim” stratejisi üzerine kurdu. Klasik rejimin ağzını, yüzünü kullanmaya devam etti onu sadece biraz budadı ve makyajladı.
Devletin bütün “açılım”larını onların yarattığı baskıyla yürürlüğe koysa da Kürt özgürlük mücadelesini yürütenleri “sınıfsal” kaygıları sebebiyle yok saymayı sürdürdü. “Ya benim (yani devletin, yani asli unsurun, yani ezen ulusun) Kürt’üm olursun ya da yoksun” dedi. Cumhuriyet boyunca feodal tahakküm, dini hassasiyetler ya da burjuva sınıfına mensup olması sebebiyle sağ-muhafazakar partilere oy vermiş Kürtlerin oylarını toparladı ve “sol” içerisinden de kendisine yedekleyebildiklerini yedekledi.
Bu sebepten bir yandan “İki Kürtçe çek, apolitik olsun” tadında TRT 6’i kurarken öte yandan ezen ulusun tekçi temsilcisi ve Kürtlerin himayecisi olma özelliğini sürdürdü. Hepimizin “açılım” sürecinde söylediği ve sonradan teyit edildiği gibi bu çözüm değildi, olamazdı da. Nihayetinde bugün AKP’nin 2-3 sene öncesinden bile daha geri, daha milliyetçi bir pozisyona düşmüş olduğunu görüyoruz. Kendi ağzın ve söylemlerinle Kürtleri ikinci sınıf ilan ederken TRT 6 açsan ne olur, açmasan ne olur? Sonuçlarını görüyoruz işte; aynı milliyetçiliğin, faşizan tepkilerin devamı...
Gazetemizde de sıkça okuyorsunuzdur. Kürt işçiler mecburiyetten Giresun’a ve diğer Karadeniz illerine fındık toplamaya giderler. Şartlar, kapitalist düzenin şartlarıdır. Yani köle şartlarıdır. Günde en az 15 saat çalıştırılırlar ve aldıkları yevmiye 20 lirayı geçmez. Devamlı GBT aramalarından geçirilirler ve toplama kampından bozma yerlerde barınırlar.
Bu ayrımcılığı yaratanların, geliştirerek devam ettirenlerin Kürtler üzerindeki Türk sorununu çözmeyle ne ilgisi olabilir? Giresunsporlu taraftar sizin politikalarınız,sizin propagandalarınız sayenizde Kürtlere baktığında ya bir “terörist” ya da günde 15 saat çalıştırabildikleri bir köle görüyor. Sizler bu düzenin hamisiyken açtığınız TRT 6 bu düzenin borazanıyken ortaya çıkan tepkiler de böyle olur maalesef.
Hep diyoruz, Kürt’ün barışa uzanan elini ancak Türk ve diğer halklardan emekçiler tutabilir. Çünkü burjuvazi o eli ya kesmek ya da sömürmek niyetindedir...

Saturday, February 19, 2011

İş, aş, Hasan Şaş!


BU YAZI 13 ŞUBAT 2011 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

"Karataş’ta 60 km sahil var. Bu Türkiye’nin hiçbir yerinde yok. Ama iki tane caretta kaplumbağası doğuracak diye burada hiçbir şey yapılmasına izin verilmiyor. Kaplumbağalardan vazgeçilip bir beş yıldızlı otel yapılsa en az 500 kişi işe girer. Her sene Karataş’a gitmek için mayıs ayını iple çekiyorum. Ama of’tan pof”tan yatamıyorum. Ya sinek ya sıcak! Başkan olunca bunları düzelteceğim.”
Gezegenimizin insanları, hayvanları, börtü böcekleri hiçbir şeyden çekmedi bu bezirgan kafası ve saltanatından çektiği kadar. Yukarıdaki dahiyane sözlerin sahibi Adana Demirspor, Ankaragücü ve Galatasaray’da top koşturmuş eski milli futbolcu, yeni televizyon yorumcusu Hasan Şaş. Adana’da katıldığı bir fuar sırasında ‘ahaport.net’ adlı İnternet sitesine konuşmuş. 2014’te belediye başkanlığına adaylığını koyacakmış da vaatlerini sıralıyor.
Biz Hasan Şaş’ı ailevi referansları, oğluna koyduğu (Yusuf, Deniz) isim ve kamuoyunda sıkça dolaşan söylentilerden ötürü “solcu” filan bilirdik. Hoş, memlekette darbe şakşakçısı da, milliyetçisi de, piyasa sevici liberali de solcu addedilebiliyor dolayısıyla sıfatın kendisi hayli şaibeli. Yine de “eski günlerin hatırına” itibarı olan bir sözcüktür en nihayetinde. Artık Şaş’ın bu açıklamalarından sonra rahatlayabiliriz dostlar, yoldaşlar! Şaş’ın solculukla alakası yok. Olsa olsa bir avuç kaplumbağanın peşinde ömür çürüten Shredder (Ninja Kaplumbağalar çizgi filmindeki kötü karakter) olabilir kendisi.
Burjuva ahlakı, bezirgan kafasıyla birleşince ortaya bu çıkıyor işte: “Kaplumbağaları (ki türünün devamı tehlike altında olan bir hayvandan bahsediyoruz) defetsek de şuraya bir 5 yıldızlı otel diksek.” Hem 500 kişiye de iş olur, istihdam olur, memleket kalkınır, efendime söyleyeyim o vergilerle neler neler yapılmaz. Değil mi? Aziz Hasan Şaş diye heykelini de dikeriz Akyatan Kumsalı’na.
Uzunca bir süredir neslinin tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu bilinen Caretta Caretta Kaplumbağaları Akdeniz’de mevcut 5 deniz kaplumbağası türünden biri. “İribaş kaplumbağa” olarak da adlandırılan bu tür, yumurtalarını bırakmak için Akdeniz sahillerini kullanıyor ve tespitlere göre yuvalayabildikleri yalnızca 20 kumsal var. Yerel halkta Caretta Caretta bilinci bölgedeki üniversiteler ve çevre oluşumlarının da katkılarıyla uzun süredir mevcut. Fakat insan kaynaklı birçok tehdidin varlığı da artarak devam ediyor. Değil Hasan Şaş’ın beş yıldızlı otelleri, kumsallarda yürütülen ağaçlandırma çalışmaları dahi ekosistemi değiştirme potansiyeli taşıdığı için Caretta Caretta’ların yuvalamalarına karşı engel teşkil edebiliyor. Şaş’ın memleketi Karataş’taki Akyatan Kumsalı’nda da geçmişte böyle bir problem yaşanmış ancak önlemleri alınmıştı. Dolayısıyla yerel halk ağaçlandırmadan bile imtina ederken bizim Karataş yerlisinin kumsala otel dikmekten bahsetmesi pek de akıllıca değil.
“Aman ilçelerden ırak olsun” belediye başkan adayımızın bir diğer vaadi daha da iddialı. “Her sene Karataş’a gitmek için mayıs ayını iple çekiyorum ama of’tan, pof’tan uyuyamıyorum. Ya sıcak ya sinek…” Yahu arkadaş Cem Uzan bile böyle vaatte bulunmadı. Adam resmen bizim Çukurova’nın, Akdeniz’in bin yıllık sıcağına dikmiş gözlerini. Adana’nın havasını mı değiştireceksin arkadaş? Doğa olaylarından sorumlu melek Mikail misin mübarek?
Son vaadi de elbette her sağ-popülist siyasetçinin favorisi: Yörenin futbol takımını başarıdan başarıya koşturmak. “Adana Demirspor ile ilgili bana teklif gelir ve sabredilirse takımı 3 yıl içerisinde Süper Lig’e çıkarırım. Buna hazırım. Ama Adana seyircisi buna hazır mı, onlara sormak lazım” diyor Hasan Şaş. Gördüğümüz üzere bu noktadan itibaren Karataş sınırlarını da aşmış. Hadi hakkını yemeyelim burada yine kente bir söz hakkı bırakmış. Bana “teklif gelirse” diyor yine de özgüveni hayranlık uyandırıcı. 3 yıl içerisinde süper lig! İyi ki Galatasaray’ın başkanlığına soyunmamış. Maazallah Kadıköy’de Galatasaray galibiyeti falan vaat ederdi de şuursuz diye deli gömleğini giydiriverirlerdi. “Adana seyircisi buna hazır mı” şeklindeki meydan okumayı da çözemedim doğrusu! Hazırlanacak ne var yahu, taraftar mı çıkıp oynayacak?!
Görünen o ki, fantastik ve dahiyane seçim vaatleriyle 2014 yerel seçimlerinde belediye başkan adayı olmayı planlayan Hasan Şaş, Caretta Caretta’ların yeni en büyük düşmanı. O güzel aklını fazla yormasın ben ona seçim zaferini getirecek sloganı buradan söyleyeyim: İş, aş, Hasan Şaş! Haklısınız, “İş, Aş, Haydar Baş” sloganıyla meydanları ‘titreten’ Bağımsız Türkiye Partisi Başkanı Haydar Baş’tan çalıntı bir slogan oldu ama ne edersiniz böyle vaatlere de ancak böyle slogan uydurulur. “İş, aş, Hasan Şaş”, “Kaplumbağalara ölüm”, “Hasan Şaş’la kaplumbağasız yarınlara doğru” Selametle…

Mısır’ın Korku Diktatörlüğü sonlanırken...


BU YAZI 6 ŞUBAT 2011 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

Devamlı egemenlerin değerleriyle kirletilmiş spora “halkın” siyasetini sokmanın öneminden bahsedip duruyoruz. Onların siyasetiyle domine edilmiş spor milliyetçilik, cinsiyetçilik, sınıfsal ayrımcılık üretip duruyor. Rollerin değiştiğini varsayalım. Sporun kitleselliğini, yönetenlerin değil yönetilenlerin lehine kullanabildiğimizi düşünelim. O zaman bu, tamam bir devrim yaratamaz belki ama en azından bir devrimde ufak ya da büyük rol oynayabilir mi? Bunun cevabını bugünlerde Mısır’da alıyoruz.

Her hafta pişti olmamak adına mutlaka ne yazmış diye kontrol ettiğim iki değerli isim var: Dağhan Irak ve ABD’li sosyalist spor yazarı Dave Zirin. Zirin bu hafta çok güzel bir yazı yazdı ve açıkçası bana da üstüne söylenecek söz bırakmadı. Herkes okumalı dedim bunu içimden. Bu hafta sizlere onun Mısır’da futbol taraftarlarının devrimde üstlendiği rolü anlattığı yazısını çevirdim. Keyifle okuyacağınızı umuyorum.


Mısır’ın “Hayat boyu Başkanı” Hüsnü Mübarek’in onlarca yıllık diktatörlüğü süresince ülkede öfke, örgütlenme ve antik bir sanat olan sokak dövüşlerinin istikrarlı bir şekilde pratiğe dökülebildiği yalnızca tek bir alan vardı: Futbol kulüpleri. Geride bıraktığımız hareketli hafta boyunca ülkenin en organize ve militan taraftar grubu “Ultras” tribünlerdeki engin tecrübesini daha geniş bir şekilde kullanma olanağı buldu.

Geçtiğimiz Perşembe Mısır Futbol Federasyonu futbol kulüplerinin süregelen olaylarla ilişkilenmesini engellemek adına ülkedeki tüm lig müsabakalarını süresiz olarak durdurduğunu deklare etti. Açık ki bu hem yetersiz hem de geç alınmış bir karardı. Maçlar olmadan da taraftar grupları devlet polisiyle vücut vücuda mukavemet adına mahalle komiteleri oluşturulmasından, halkın güvenliğini sağlamaya her organizasyonda önemli ve merkezi görevler üstlenebildi. Mısır’ın tanınmış blog yazarlarından Alaa Abd El Fattah, El Cezire Televizyonuna verdiği bir röportajda “Ultras şu anda alandaki tüm politik gruplardan daha belirgin bir rol oynadı” demiş ve gülerek eklemişti: “Belki de ülkeyi ‘Ultras’ yönetmeli.

Taraftar gruplarının olaylara iştirakinin çok farklı anlamları ve geniş bir karşılığı var. Grupların politik mücadeleye katılımı aynı zamanda yoksulların, dışlanmışların ve Mısır’da futbolu kendini ifade edebileceği tek alan olarak gören kitlesel bir gençliğin de direnişe dahil olması demek.

Futbol yazarı James Dorsey’nin bu hafta yazdığı gibi :”Organize taraftar gruplarının Mısır’daki hükümet karşıtı protestolara katılması Arap coğrafyasındaki tüm iktidarlar için bir kabus niteliğinde. Otoriter rejimlerin tüm kamusal alanı domine ettiği Ortadoğu’da İslamla birlikte futbol halkın bastırılmış öfke ve gerilimlerini açığa vurabilecekleri benzersiz bir platform sunuyor.”

Libya Hükümeti Pazar günü, Libya Futbol Federasyonuna tüm futbol karşılaşmalarını süresiz olarak durdurma talimatı verdiğinde Dorsey’nin sözlerinin haklılığı daha iyi anlaşıldı. Hükümet içinden kaynaklar bunun, Mısır’daki gösterilerin Libya’ya taşmasına karşılık alınmış bir önlem olduğunu doğruladı. Mübarek’e karşı oluşturulan muhalefetle ABD’nin eski düşmanı yeni dostu Muammer El-Kaddafi’ye karşı muhalefetin birleştirilmesinde futbolun ana köprü olmasından duyulan korku iktidara böyle bir karar aldırttı.

Mısır’daki futbol kulüplerinin oynadığı kritik rol onların ülke tarihindeki önemini bilmeyenleri şaşırtabilir. Yüzyıldan fazla süredir kulüpler ve taraftar grupları neşeli tezahüratların ve hükümet karşıtı gösterilerin aynı anda rahatlıkla örgütlenebildiği yerler oldu. Mısır’ın en seçkin kulübü, Al Ahly, 1907 yılında sömürgeci Britanya güçlerine karşı ulusal direnişi örgütlemek adına kurulmuştu. Zaten Al Ahly, “ulusal” anlamına geliyor ve kulübün sömürgeciliğe karşı net tutumunu ortaya koymak için böyle bir isim seçilmiş. Al Ahly her zaman için en fazla politik taraftara sahip kulüp olmuştur. Kulüp aynı zamanda FIFA kurallarına aykırı da olsa oyuncularının saha içinde politik görüşler bildirmesine izin vermesiyle tanınıyor. Al Ahly’nin “Güleryüzlü katil” lakaplı yıldızı Mohamed Aboutrika’nın 2008’de attığı bir gol sonrası formasının altındaki “Gazze’yle dayanışma” tişörtünü göstermesi kesinlikle bir tesadüf değildi.

Elbette Mısır sokaklarında Al Ahly’nin Ultras’ı ya da herhangi bir futbol kulübüyle hiçbir alakası olmayan binlerce insan var. Ama tarihsel olarak Avrupa, Afrika, Asya ya da Ortadoğu’daki futbol kulüpleri toplumdaki öfke, düş kırıklığı ve isyanı yansıtmada hep önemli bir rol oynamışlardır.

Zaman zaman bu eğilim yanlış yollara sapmış ve ırkçı holiganizm hatta Yugoslavya’daki etnik temizleme döneminin unsurları olarak kullanılmıştır. Ama Fildişi Sahilleri’ndeki gibi iç savaş döneminde birleştirici bir rol oynadığı da olmuştur. Bu gibi örneklerin olmadığı yerlerde bile futbol kulüpleri her zaman için insanların deşarj olabildikleri bir güvenlik vanası olarak işlev görmüştür.

Bugünse Mısır’da zengin bir direniş mozaiğinin kalbindeler. Sporun insanları bir araya getirebilme kapasitesini tüm görkemiyle gösteren bir örnek olarak önümüzde dikiliyorlar. Mübarek’in partisinden ismini vermeyen bir üye hükümetin gazetesi Al Ahram’a Çarşamba günü şöyle demişti: “Sokaklarda gördüklerimiz yalnızca Müslüman Kardeşler ya da sempatizanları değil sıradan Mısırlılardır; bir futbol karşılaşmasında milli takımı desteklerken görebileceğiniz Mısırlılar. Öfkelerini gösterme biçimleri samimi ama bunu ehlileştirmeliyiz.” Sokaklardaki direnişin muazzamlığının farkına varabilen bu hükümet yetkilisinin o direnişin “ehlileştirilebileceğini” düşünecek kadar naif olması çok yazık. Gölgede ve Güneşte Futbol’un büyük yazarı Eduardo Galeano başka bir zaman ve bağlamda şunları yazmıştı: “Korkunun diktatörlüğü sona ermiştir.” Mısır için daha doğru bir söz henüz söylenmedi.

Sunday, January 30, 2011

Hayatınız ofsayt!



BU YAZI İLK OLARAK 30 OCAK 2011 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

Richard Keys: Birileri aşağı inip şu kadına ofsaydın ne demek olduğunu öğretse iyi olur.
Andy Gray: Hakikaten! Kadın bir yan hakem, buna inanabiliyor musun! Kadınlar ofsayt kuralından anlamaz. Neden onlara yan hakem diyoruz?
Richard Keys: Tabii ki anlamazlar. Bu ilk değil, öyle değil mi? Önceden bir tane daha vardı.
Andy Gray: Evet, Wendy Toms muydu neydi...


Sky Sports’la özdeşleşmiş iki isim, Spiker Richard Keys ve Yorumcu Andy Gray’in Wolverhampton Wanderers-Liverpool maçı esnasında yaptığı bu diyalog ikilinin kanaldan uzaklaştırılmasıyla sonuçlandı. Gray ve Keys’in kullandıkları dil şaşırtıcı olmamakla birlikte spor medyasındaki cinsiyetçi yaklaşımın ne kadar yaygın ve sıradan olduğunu kanıtlaması açısından önemliydi. Zaten yayınlanan bu konuşma sonrası Andy Gray’in bir program sırasında Kadın Sunucu Charlotte Jackson’a kasıklarını göstererek “Mikrofonu buraya takmak ister misin” dediği video da medyaya sızdırıldı. Yani rezilliklerinin devamı çorap söküğü gibi geldi.

Sky Sports, dünyanın en önemli spor kanallarından biri, nüfuzu Britanya ile sınırlı değil. Spor medyası içerisinde “Sky’la ters düşersen herkesle ters düşersin” gibi bir anlayış var. Dolayısıyla İngiliz medyasına Sky Sports içerisindeki hakim şoven kültür hakkında “içeriden” bilgi veren birçok kimse ismini kullanmaktan çekindi. Yine de medya özellikle de The Guardian çokça veri toplamayı başardı. Eski bir çalışanın söylediğine göre kanal içindeki şoven ve cinsiyetçi tutumlar bununla sınırlı değil fakat 1.5 yıl önce genel müdürlüğe getirilen Barney Francis sonrası işler biraz daha düzelmiş. Hatta “içeriden” bunca kayıtın sızdırılmasına, “Francis’in kanalda haddinden fazla güce sahip olan bu ikiliden kurtulmak için düzenlediği bir operasyon” şeklinde yorum getirenler de var.

İngiliz medyasına genel olarak baktığımızda herkes, tabloid The Sun dahil, Gray ve Keys’e karşı eleştirel bir tutum takınmış durumda. Fakat The Sun özelinde yorumlayacak olursak o 3. sayfa güzelleri ve diliyle bu ne kadar güvenilir bir tutumdur, orası tartışılır. Sky için de benzer bir şüphe söz konusu. Nihayetinde Francis’in kanaldaki şovenizmi azaltma konusunda ne kadar ciddi olduğunu bundan sonra atacağı adımlar gösterecektir. Ağzına kadar cinsiyetçilikle dolu spor kanallarının, habercilik konusunda kalifiye olmadığı halde sadece erkeklere çekici gelen güzellikleri sebebiyle “manken gibi” kadınları ekrana sürmesi olayın bir başka boyutu ve Sky’da bu gibi örneklerden çok var. Esasına bakarsanız cinsiyetçiliğin başladığı nokta da burası. Aynı kadın saha içine inince dalga geçmeye yeltenecekseniz ne anlamı kaldı verdiğiniz istihdamın!

‘HAKEM DEDİĞİN ERKEK OLMALI’

Olaya Türkiye’den bakmak daha şenlikli. Zira ülkemizdeki spor medyası nefret söyleminin de cinsiyetçiliğin de milliyetçiliğin de en önemli yeniden üretim merkezlerinden biri. Elbette bizde kimse böyle bir nane yedikten sonra kovulmaz ya da istifa etmez. Bizde BBC’deki Barbara Slater gibi kadın bir spor müdürü de yok (Telesport hâlâ var mı bilmiyorum ama zaten kategori dışı). Medyamızdaki kokuşmuş cinsiyetçi ağzı, gazete manşetleri ve yüksek reytingli televizyon programlarında muhabbet ve kahkahayla karşılıyoruz.

Erman Toroğlu pespayeliğinin zirvede dolaştığı günler dün gibi, onun anlayışı da halen medyadaki yaygın anlayış. Toroğlu’nun hakemlik yapması engellenen bir eş cinsele verdiği tepkiyi hatırlıyor musunuz: “Gizli gay futbolcular var mı? O zaman gizli olarak gay hakem de olabilir. Ama kağıda kaleme düşüp tescillenmişse, müsaade edin de hakem olmasın. İstediğiniz mesleği ona yaptırın ama bana biraz hakemlik yönü ters geliyor. Hele erkek maçlarında bu arkadaşların duygusal düdük çalacaklarını tahmin ediyorum. Mesela yakışıklı, sert futbolcu lehine daha çok düdük çalıp penaltı vereceklerini zannediyorum.”

“Hoca”daki kafaya bakar mısınız? Üstelik bu zavallı görüşlerini eleştiren sol cenaha da “Sol, iyi demagoji yapar ama bir şey üretmez. Benim fikirlerim var söylerim” diyerek “had bildirmişti.” Kafan çok güzelmiş Erman Hoca nereden aldın deyip geçmek lazım ama burada durur mu hiç, aklıma gelen bir diğer vukuatı da şu: “Diyorlar ki, ”Erkek sıkıştığı zaman kadına vuruyor.” Ben de diyorum ki, erkek fiziksel olarak kadına vuruyor. Daha kuvvetli. Peki, kadın erkeği dövmüyor mu? Bence dövüyor. Nasıl dövüyor? Çeneyle.”

Erkeğin kadına uyguladığı fiziksel şiddetle, erkek egemen söylemin uydurduğu “kadın dırdırı” mitini nasıl da birbirine eşitliyor “hakem ustası”. Erman Toroğlu bu cümleleri kurarken onu bir avuç insanın eleştirdiği gerçeği Türkiye medyası adına önemli şeyler söylüyordu. Elbette onun şu vecizesi de: “Hakem dediğin erkek gibi olmalı!”

Toroğlu haricinde neler görmedik ki? Bay Arena’yı gollerle delik deşik yapıp Bayan Arena’ya çevirmekten bahseden Osman Tamburacılar mı istersiniz, Caster Semenya’nın küresel lincine salyalarla destek veren burjuva medyası mı, patriyarkal deyim ve küfürleri kitabına uydurup gazete manşeti yapanlar mı? Örnekleri sürüsüne bereket! Fakat bizim benzer tartışmaları yapabilmemiz için önce kadın hakemleri talimatla Süper Lig’e sokmayan kafalardan kurtulmamız gerekiyor. Hilal Tuba Tosun, Kadriye Gökçek ve Deniz Dilan Gökçek gibi FIFA kokartlı kadın hakemlerimiz olmasına rağmen 10 yıldır Lale Orta dışında hiçbir hakeme bırakın Süper Ligi, 1.Lig’de bile görev verilmedi. Ha pardon, kadın hakem maç yönetirse yakışıklı futbolcu lehine daha çok düdük çalardı değil mi? Unutmuşum, pardon.

Esasında çözüm kadın hakemleri erkek futbolcuların arasında görmekten değil “erkek medyası”nda kadın spor emekçilerini görebilmekten geçiyor. Bunu da egemen sınıfın değerlerini yansıtmak ve yeniden üretmekle hayli meşgul olan burjuva medyası yapmaz. Ancak biz yapabiliriz.

Monday, January 24, 2011

Sahalarda görmek istediğimiz hareketler...



BU YAZI İLK OLARAK 23 OCAK 2011'DE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

Perşembe akşamı Emek Partisi, Cumartesi günü de Devrimci Spor Emekçileri Sendikası (Spor Emek-Sen) sahalarda görmeye alışık olmadığımız eylemler düzenledi. Başbakanın Türk Telekom Arena Stadyumunun açılışında ıslıklanmasının ardından yeniden su yüzüne çıkan AKP otokratlığına bir tepki olarak vuku bulan bu protestolar hep tekrarladığımız bir arzunun yavaş yavaş gerçekleştiğine delalet: Tribünlerin ve topyekün sportif alanın politik mücadeleye eklemlenmesi.

“Sporun, tribünlerin ne işi var politik mücadeleyle” diye soranlar olabilir. Dünyanın dört bir yanında milyarlarca dolarlık endüstriler yaratan spor, kapitalist zihniyetin enternasyonal anlamda örgütlenmesi ve kendisini meşru kılmasında önemli roller oynamaktadır. Basit bir alt lig karşılaşmasından olimpiyatlara kadar bu böyledir.

En basitinden işe “Recep Tayyip Erdoğan neden o stadyumdaydı?”, “TOKİ neden Galatasaray’a stadyum inşa ettirdi?”, “Başbakan neden hiçbir gerçek demokrasi mücadelesinde göstermediği o sihirli politik iradesini stadyumu Galatasaray’a kazandırma noktasında gösterdi” gibi soruları sorarak başlayabiliriz. Spor, ülkemizde de futbol, toplumsal kültürün en önemli bileşenlerinden biri ve Bağış Erten’in de isabetli bir şekilde dile getirdiği üzere ‘80’lerden bu yana artık sadece bir alt kültür olmanın çok ötesine geçmiş vaziyette.

Bu elbette düzenin tercih ettiği bir durum çünkü kapitalizm gündelik örgütlenmesinde dahi sporu ve sporun kitleselliğini kullanmayı çok iyi beceriyor. Örneğin bugün felaket dönemleri haricinde kimse yüz milyonlarca dolarlık stadyumların halkın ne işine yarayacağını sorgulamıyor.

ABD’de New Orleans şehrinin kaderi bunun en güzel örneklerinden biridir. Bush hükümeti ve Louisiana eyaleti yönetimi Katrina Kasırgası sonrası Superdome Stadyumu’nun yenilenmesine yüz milyonlarca dolar harcarken halk altyapı yetersizliği sebebiyle sellerle boğuşuyordu. Kitleler bu dönemde tepkisini gösterdi ama artık çok geçti ve tadilat sonrası Superdome’un ışıltıları halkın sefaletini, muhalefetini gölgelemeyi başardı. “Bir dahaki felakete inşallah” demek gerekiyor galiba! Halkın parasını halkın ihtiyaçları dışında her şeye harcamak ve bunu meşru kılabilmek önemli bir politik gücün göstergesidir. Kapitalizm sporun bu gücünü her alanda kullanır: milliyetçiliği, cinsiyetçiliği, sınıfsal ayrımcılığı spor aracılığıyla yeniden üretir ve benim sıkça kullandığım bir tabirle sporu sosyal adaletsizliğin kalesi haline getirir.

Düzenin bu politikalarının ters teptiği örnekler var mıdır? Tabii ki. En yakın örnek Güney Afrika. Gelir dağılımı eşitsizliğinin ve konut sorunun felaket boyutlarda olduğu ülkenin milyarlarca dolar harcayarak düzenlediği dünya kupası bugün ülkede hayli güçlü bir toplumsal muhalefet haline dönüşen “Gecekondu İsyanları”nın ivmelenmesinde önemli bir rol oynadı. Güney Afrika, dünya kupası için 3 milyar dolara yakın para harcadı. 5 stadyum inşa etti, 5’ini de yeniledi. Bugün o stadyumların hepsi sinek avlıyor ve Anglo Saksonların tabiriyle “Beyaz Fil”lere dönüşmüş, tamamen atıllaşmış durumda. Peki ne oldu da Güney Afrika örneğinde spor üzerinden halka uygulanan zulüm bir politik mücadele nesnesi haline geldi? Elbette toplumsal muhalefetin başkaldırmasıyla.

Kimsenin ağzından düşürmediği, artık çocukların bile bildiği, klişeleşen gerçekler var: “Spor bir endüstridir” ve “Futbol asla sadece futbol değildir.” İşte tam da öyle olduğu için toplumsal muhalefetin spor üzerinden de örgütlenmesinde hiçbir beis, hiçbir gariplik yoktur. Hatta olması gereken budur. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Düzen, sporu kendi örgütlenmesi için dibine kadar kullanıyorken buna karşı çıkmak düzen karşıtlarının görevidir. Elbette biz spor kullanılarak meşrulaştırılan sosyal adaletsizliğe, yaygınlaştırılan milliyetçilik ve cinsiyetçiliğe karşı çıkacağız.

İktidarların bu kadar ciddiye aldığı bir alanı boş bırakmak olur mu? Güney Afrikalı Merhum Aktivist, Şair-Yazar Dennis Brutus’a ait olan ve daha önce de alıntıladığım bir cümle var : “Sporun gücünü ve sahip olduğu etki alanını inkar edemeyiz. Spor devasa bir mücadele alanıdır ve burada söylediğiniz her söz megafona söylenmişçesine büyük bir etki yaratır.”

Siyasi partiler ve sendikalar neden bir futbol maçında yaşananlar üzerinden eylem yapıyor? Cevabı başta sorduğumuz soruların cevabı aslında. Çünkü spor, düzenin örgütlenmesi ve kendini yeniden üretmesi için muazzam bir alan ve muhalifler bu alana müdahil olmadıkları müddetçe egemenlerin yarattığı koşullarda top sektirmeye devam ederler. Biz edilgen bir biçimde top sektirmenin değil organize gelişen bir atağın sonucunda bacak arasından gol atmanın peşindeyiz.