Monday, September 22, 2008

Revithi'nin İzinde Bir Arpa Boyu



Türk spor medyasında kadının temsili ve cinsiyetçilik sorunu o kadar vahim bir derecedeki yarın memleketteki tüm kadın sporcular toplu bir kararla profesyonel hayatlarına son verseler bunun günlük medya akışına hiçbir etkisi olmaz. Hatta bu toplu grevin haberi bile spor servislerine uğramadan 3.sayfalarda kendine ancak absürd haber titriyle yer edinebilir. Tabii ki medyadaki cinsiyetçilik problemini yerel veya spora özgü bir mesele olarak düşünmek eksik bir yargı olur ama sorunun bu topraklarda şiddetini arttırdığı gerçeği de göz ardı edilemez.

Konuya evrensel bir açıdan bakacak olursak öncelikle kadının spor medyasındaki ihmalinin çeşitli sebeplerini saptamak gerekir. Birincisi, eleştiri getiremeyeceğimiz bilimsel bir yapının sonucu yani biyolojik. Erkeğin fiziksel olarak kadına karşı daha güçlü ve atletik olması birçok sporda avantajlı olmasına sebebiyet veriyor. Tabii ki bu genellenemez. Pekala kadınların da erkeklerden üstün olduğu sporlar mevcut ama büyük bir çoğunluk bunun tersini işaret etmekte.

KADINA KARŞI BİR BASKI ÖRGÜTÜ OLARAK SPOR


İkincisi, pederşahi dünyamızda cinsiyetçiliğin ezeli ve ebedi bir sorun olması. Erkek-kadın çekişmesinde antik dönemlerden bu yana resmi görüşün şekillendirdiği sosyal, siyasal ve ekonomik araçların dolayısıyla devlet aygıtının hep ezilen kesim yani kadına karşı bir baskı aracı olarak işlev gördüğü açık bir gerçek. Bir kere bu durumun yarattığı bir geleneğin ve muhafazakar toplum yapısının olduğunu kabul etmek gerekir. Tabii bu işin daha çok erkek egemen ideolojik yanını yansıtıyor ki sorunun devamı da bunla yakından bağlantılı.


Üçüncü meselemiz daha çok duygusal yani ekonomik sebeplere dayanıyor. Bu da burjuva kapitalist toplumun çıkarları adına gelişen bir ilişkinin eseri. Yani, izleyicilere göre(müşteri) kar getiren, satan neyse onu medyaya taşımak, onu haberleştirmek, onu reklamlaştırmak. Burada tabii ki yine siyasal etkenlerin de rol oynadığını belirtmek gerek zira seneler içinde yaratılan "kadın sporları zevksizdir, izlenmez" görüşü biraz da erkek egemen ideolojilerin abartılı bir propogandasının ürünüdür. Bir spor müptelası olarak kalkıp da bir ukala bana "Steffi Graf'ı izlemek Pete Sampras'ı izlemekten sıkıcıydı" derse bende ona ağzının payını güzel bir dille veririm. Tabii ki mesele burada hangisinin daha iyi tenisçi olduğu değil. Zira ilk başta bahsettiğim biyolojik sebepler ve atletik beceri sebebiyle kadın-erkek rekabetinde direkt bir karşılaştırma yapmak kadınlar aleyhine yanıltıcı ve yanlış olur. Burada mesele hangisini izlemenin daha çok keyif verdiği ve 14 yıllık bir tenissever olarak hararetle iddia edebilirim ki bir Steffi Graf-Arantxa Sanchez maçı kesinlikle Pete Sampras-Andre Agassi maçından daha az izlenebilir değildi.

Bir çok spordan emsaller verilebilir ama tenisi özellikle kullandım. Sebebiyse basit çünkü tenis medyada temsil konusunda kadın-erkek eşitsizliğinin belki de en az yaşandığı alan. Fakat burada da farklı bir istismarın varlığı devreye giriyor. Ne demiştik kapitalist medyanın seçimlerinde rol oynayan etkenleri sayarken? "Kim kar getirir, kim izlenir". Spor medyası, izleyicilerinin çoğunluğunu erkek olarak kabul eder ve bu da reklam-yayın ilişkisini kökünden etkileyen bir faktör. Bu açıdan bakıldığında tenisin kadın-erkek eşitliği konusunda nispeten daha dengeli bir seyir izlemesinin önemli bir sebebi de minik etekleriyle pazarlanan sporcuların erkekler için izlenebilirliklerini korumaları. Burada da ciddi bir şekilde cinsel istismar rol oynuyor tabii ki. "Kortların yeni güzeli", "Seksi tenisçi", "Çığlıklarıyla seyircileri mest etti" tarzı sunumlara kendi medyamızdan da dış medyadan da yakınen aşinayız. Bugün başarılı bir bayan tenisçinin(tenisle kendimizi sınırlamak zorunda değiliz) ilk çıkışını yaptıktan ve sponsorunu kaptıktan sonra ünlü bir dergiye yarı-çıplak pozlarıyla kapak olması arasında 1 ay ya var ya yok. Kuşkusuz cinsel istismarın yaşandığı tek alan tenis değil. Basketbolda Lauren Jackson, voleybolda ise Neslihan Demir örneklerini de verebiliriz. Her ikisi de Türk medyasının "seksi fotoğrafları için tıklayınız" rezilliğinin spor arenasındaki kurbanları. Neslihan Demir örneğinin aklıma gelmesi iyi oldu çünkü yazının başındaki iddiamı biraz törpülememi gerektirecek kendisi. Öyle ki, kadın sporcuların Türk medyasında kendine yer bulabildiği yegane mecra "seksi fotoğrafları için tıklayınız" gazeteciliği ve kadın sporcularımız olur ya toplu greve karar verirlerse bundan en çok bu kesim zarar görecektir.

CİNSİYETLER SAVAŞI

Olayın dördüncü boyutu yine ideolojik. Daha çok satmak ve popülerleşmek adına kahraman üzerine kahraman yaratan spor medyasının konu kadın sporcular olunca kahramandan ziyade "seksi ünlü" yaratma yoluna gitmesinin sebebi hem siyasi hem de ekonomik etmenleri içinde barındırıyor. Bugün Maria Sharapova gibi başarısını defalarca kanıtlamış bir isim bile sırf fiziksel özellikleri sebebiyle "seksi tenisçi", "bayan çığlık" tanımlamasının ötesine geçemiyor. Toplumun önüne habire rol modeller sunan medyanın genç kızların önüne sunduğu karakterlerin vurgulanan tek özellikleri güzel olmaları. Amerikan medyasının 70'lerdeki Billie Jean King-Chris Evert rekabetinde feminist ve aktivist King'i değil de "güzel ve seksi" Evert'ı tutması bir tesadüf değildi elbette. Ne zaman ki Billie Jean King, 1973'de medyanın "Cinsiyetlerin Savaşı" olarak etiketlediği özel bir maçta Bobby Riggs'i devirdi ancak o zaman hak ettiği ilgiye kavuşabildi. Bir de WNBA gibi kurumların lezbiyen sporcuları dışlaması hadisesi var ki o konunun medya tarafından örtbas edilmesi rezaleti başlı başına ayrı bir yazı gerektirecek kadar düşündürücü.

Stamata Revithi...Bu çok önemli Yunan kadınının 1896 yılında düzenlenen ilk olimpiyatlara katılması sadece cinsiyeti sebebiyle engellenmişti. O, sözde modern ve ilerici dünyanın bağnaz Viktoryen ahlakının belirlediği kurallara karşı kendi mücadelesini verdi ve yarışını gayrı resmi olarak da olsa bitirdi. Devrin olimpiyat komitesinin ona verecek bir ödülü yoktu ama Revithi, spor dünyasında kadın hareketinin öncü isimlerinden biri olarak tarihin ödülünü kazanmıştı. Yine de günümüzdeki vaziyete baktığımızda eşitlikçi, modern ve ileri hatta tarihin sonu olduğu iddia edilen düzende kadın sporunun erkek hegemonyasına karşı Revithi'nin resmi kaderini paylaşmaya devam ettiğini görüyoruz. Sonuç olarak maalesef ki spor, erkeğin kadın üzerindeki baskısını arttırmak için kullandığı önemli alanlardan biri haline gelmiş durumda ve mevcut düzende de bunun değişmesinin mümkün olmadığı açıkça ortada.

Friday, September 12, 2008

Hakeem Olajuwon ve Bir Hall of Fame Eleştirisi




Geçtiğimiz hafta NBA tarihinin efsane pivotlarından Hakeem Olajuwon, aralarında Patrick Ewing, Adrian Dantley, Pat Riley ve Dick Vitale gibi isimleri de bulunduran elit bir grupla birlikte Basketball Hall of Fame'e yani basketbolun şöhretler müzesine kabul edildi. Kuşkusuz böylesi olağanüstü atletlerin başarılarla dolu kariyerini onurlandırmak çok hoş bir jest ama bu "Şöhretler Müzesi" kavramında beni rahatsız eden birkaç nokta var ki dile getirmeden edemeyeceğim.

Rahatsızlığımın sebebi şuradan kaynaklanıyor ki esasında bu konuya "Spor ve Köşebaşı Kahramanları" yazımda da değinmiştim. Malum 20.yüzyılda spor bir iş alanı olarak marjinal bir değişim ve gelişim yaşadı ve sonucunda da yepyeni bir üretim aracı olarak karşımıza çıktı. Sporcuların ücretli atletler haline dönüşmesiyle de pratik olarak işçi sınıfına yeni bir grup katılmış oldu. 1900'lerin başında henüz atletler kelimenin tam anlamıyla emekçiyken yani proletaryanın diğer üyelerinden ücretsel olarak farklı bir muamele görmezken bile meslektaşlarından farklı bir statüleri vardı: Şöhret Olmaları. Yüzyılın başında dahi İngiliz kasaba takımlarının deplasmana giderken tüm ahali tarafından yolcu edildiği ve karşılandığı bilinen ve sıkça anlatılan bir şeydir. Yani bu yeni sınıfın emekçilerinin yerel kahramanlar ve "şöhretler" olarak görülmesinin kökeni çok eskilere dayanıyor. Tabii ki sporcuları fabrika işçilerinden ayıran temel farkların en önemlilerinden yani sporun bir eğlence aracı olması sebebi bunda ve yüzyılın gelişimi içerisinde sporcuların değişen kimliğinde önemli rol bir oynuyor. Kısa süre içerisinde sporların popülerleşmesi, kitlelere yayılması ve nihayetinde endüstriyelleşmesiyle sporcuların kazandıkları miktarlar dudak uçuklatan rakamlar haline dönüştü ve yeni bir kapitalist emekçi sınıfının doğuşuna tanık olundu.

Sporcuların yüzyıl içerisinde değişen kimliğinde değişmeyen en önemli şey onların hala "şöhret" olmalarıydı. Tabii ki kapitalist bir devlet anlayışında işçinin onurlandırıldığını göremezsiniz ve bu sebepten spor emekçileri kapitalist kimliğini kazanır kazanmaz "Hall of Fame" yani Şöhretler Müzesi kurumu da kendilerine bahşedildi. Astronot şöhretleri müzesinden Askeri müzelere ABD'de birçok alanda "şöhret müzesi" kurumu faaliyet göstermekte. Kuşkusuz bunlar içinde en ironiği spor müzeleri zira kapitalizmin vazgeçilmez kahraman-şöhret kombinasyonundan en çok faydalanan/zarar gören kesim sporcular olmuştur desem çok da uçmuş olmam.

"The hero was a big man, a celebrity is a big name" deyişinde olduğu gibi her iki kategoriye de sıkıştırılan günümüz atletlerinin kahramanlık mirası ne kadar şöhretleşirlerse o kadar azalıyor. Hele ki günümüzde yani şöhret olmanın herhangi bir meziyet gerektirmediği zamanlarda... Dolayısıyla kariyerleri ve başarılarıyla takdiri fazlasıyla hak eden Hakeem Olajuwon(ve niceleri) gibi atletlerin şöhret olarak sözde onurlandırılması bir sporsever olarak beni gücendiriyor. Çünkü bu iki kavram her ne kadar birbiriyle sinonim hale getirilmeye çalışılırsa çalışılsın esasında birbirinin tam zıttı özelliklere sahipler. Şöhret dediğimiz şey ne kadar anlık ve geçici aksiyonların ürünüyse kahramanlık da o kadar kalıcı, dişe dokunur hatta devrimci faaliyetler gerektirir. Şöhretin alternatifi kolayca bulunur ve yeri çabuk doldurulur fakat gerçek bir kahraman bulmak ve yetiştirmek için nice seneler ve emekler harcanmalıdır. Ve işte bu sebeplerle Şöhretler Müzesi kurumuyla nasıl basit şöhretleri kahramanlaştırıyor ve kahramanları şöhretleştiriyorsak sonuçta her iki kesime de yanlış muamele etmiş oluyoruz. Bugün basketbolun şöhretler müzesinin 300'den fazla üyesi var. Yani biz her ne kadar onları kahramanlaştırarak onurlandırmaya çalışsak da nihayetinde bu bolluğun ürettiği tek şey gelip geçiçi şöhretler ve başarıları sebebiyle belki de onyıllarca unutulmayacak bir adamın şöhret titriyle sözde onurlandırılması benim gücüme gidiyor.

Hakeem Olajuwon gerçek bir kahramandı ve epik bir başarı hikayesinin de başrol ismiydi. O'nun büyüklüğünü en iyi anlatan şey günümüzde bir basketbol ilahı olarak kabul edilen Michael Jordan'ın önünde seçilmesine rağmen hiçbir zaman bu kararın eleştirilememiş olmasıdır. O, basketbolun gördüğü en sanatçı isimlerdendi. Bir pivot olarak belki de son artistti. Eşsiz ayak oyunları, top hakimiyeti, sınırsız hücum repertuarı, korkutucu savunması, "şampiyon yüreği"... Hakeem, sistemin yarattığı gelip geçiçi bir şöhret değil gerçek bir kahramandı ve benim için Şöhretler Müzesinin değil ama Unutulmayacak Harikalar Müzesinin daimi bir üyesi olarak yeri her zaman sağlamda.

Monday, September 8, 2008

Amerika Açık'08: Yeniden Doğanların Mabedi




Nefes kesen bir turnuvayı daha geride bıraktık ve sezonun bu son grand slam'i hatıralara sayısız malzeme, gönüllere ise unutulmayacak bir lezzet bırakarak sona erdi. Tek erkeklerde yaklaşık 1 senedir şımarıkça eleştirdiğimiz yaşayan efsane Roger Federer, tek bayanlarda ise 5 senedir sonu gelmez sakatlık ve talihsizlikler sebebiyle bir türlü istikrara kavuşamayan Serena Williams şampiyonluğa ulaşırken sonuna kadar hakettikleri bu başarılarla bir manada da kendi yeniden doğuşlarını gerçekleştirmiş oldular.

Bayanlarda Serena Williams ve Jelena Jankovic tarihe geçecek güzellikte bir final mücadelesi yaptılar. Teknik açıdan tüm limitlerine rağmen Sırp Jankovic inatçı mücadelesi ve hareketliliğiyle bayanlar tenisinin gördüğü en güçlü isim olan Serena'yı hayli zor durumlara düşürmeyi başardı. Jankovic, şampiyonluğu almanın tek yolunun güçlü ama kendisi kadar fit olmayan rakibini yorabildiği kadar yormak ve maçı illa ki 3 sete uzatmak zorunda olduğunun bilincinde karşılaşmaya çok iyi başladı. Kontra, açılı toplarla Serena'yı kortta bir yelkenli gibi sağa sola koşturdu ama servis kırdığı ilk setin 3.oyunundan sonra Williams'ın teknik üstünlükleri ve gücü oyunu domine etmeye başladı. İlk seti 6-4 alan Amerikalı raket ikinci sete de servis kırarak başladı ama herkesin beklediği kondüsyonel düşüş setin ortalarında kendini gösterdi. 7.oyun sonunda Jankovic 5-3 öndeydi ve daha da önemlisi Serena bitkin gözüküyordu. İtiraf edeyim bende Amerikalı tenisçinin pilinin bittiğini düşündüm. Tam kafamda Jankovic'i tarihin en zayıf grand slam şampiyonu olarak ilan etmeye hazırlanıyordum ki ilk setteki canavar geri döndü ve Arthur Ashe yine Serena'nın acımasız smaçları ve çığlıklarıyla inlemeye başladı. Müthiş bir geri dönüş yapan Williams üst üste 4 oyun alarak 3. Amerika Açık şampiyonluğunu ilan etti.

Az önce oynanan maçta ise dün gece Nadal'ı muhteşem bir oyundan sonra eleyen ve nihayet senelerdir kendisinden beklenen atılımı gerçekleştiren İskoç Andy Murray'le, Djokovic karşısında geri dönüş sinyalleri veren Roger Federer şampiyonluk mücadelesi yaptılar. İnsan olduğu gerçeğini kabullenemediğimizden midir nedir uzun süredir had bilmezce yerden yere vurduğumuz Federer "ben daha ölmedim" dercesine maça başladı ve harika bir oyunun ardından ilk seti 6-2 aldı. İkinci sette tıpkı Djokovic maçında olduğu gibi düşüş yaşayan Fedex yine de setin sonlarına doğru kendisine geldi ve kritik 12. oyunda servis kırarak setlerde 2-0 öne geçtiği gibi şampiyonluk yolunu da iyice kolayladı. Son set ise efsanenin geri dönüşünü perçinlediği bir gösteri şeklinde geçti adeta. Evet, sezon boyunca yaşadığı onca soruna, hastalığa ve eleştiriye rağmen Roger Federer tarihte 5 kez üst üste Amerika Açık kazanan ilk tenisçi olarak tarihe geçerken yüreğinden şüphe eden ben dahil herkesi de yanıltmış oldu.

İşte Federer, Serena gibi şampiyonlar bu yüzden çok büyükler. Ve işte biz ukala ulemalar bu yüzden onların neler yapabileceğini hiçbir zaman doğru kestiremiyoruz. Rudy Tomjanovich'in 1995 NBA şampiyonluğundan sonra Hakeem Olajuwon'u kastederek söylediği gibi "Bir şampiyonun yüreğini asla hafife alamazsınız." Alırsanız da o efsanevi sporcular gelirler ve biz fanilerle aralarındaki farkı tıpkı Federer'in yaptığı gibi hatırlatırlar. Yeryüzünün gördüğü en büyük raketlerden ikisine(Federer-Serena Williams) saygılarımla. Ha son olarak hoşgeldin Federer! Ait olduğun yere yani şampiyonluk tahtına geri döndüğün için.

ps: Son not olarak Andy Murray'nin oyunun Agassi'yi müthiş şekilde anımsattığını eklemeden geçemeyeceğim. Tıpkı onun gibi hücumu da savunmayı da oynayabilmesinin dışında olağanüstü sezgileri var ve el-göz koordinasyonu da üst düzeyde. Son 1 senede yaptığı gibi ciddiyetle yoluna devam ederse Djokovic'in 3.lük tahtı ciddi bir risk altında demektir.

Wednesday, September 3, 2008

9.59 Adına




Rekorlar atletizmin ana yakıtıdır ve Usain Bolt'un Beijing'de gerçekleştirdiği mucizeler son dönemde sporun hakettiği ilgiyi yeniden kazanmasını sağladı. Bolt'u şov yaptığı gerekçesiyle eleştiren Jacques Rogge'un bu açıdan Jamaikalı sprintere duacı olması lazım. Neyse rekorlar, spora heyecan getirdiği gibi sporcuların da önüne yeni hedefler koyar ve nihayetinde de yeni rekorları getirir. Powell'ın dün Lozan'da koştuğu 9.72 yeni rekorun ilk habercisiydi. Olimpiyatlarda Bolt'un kırdığı 9.69'luk rekorun uzun süre tedavülde kalmayacağı zaten kesin. Bolt, o yarışta son 20 metrede zaferini kutlamaya başlaması şu an 9.50'lerden söz ediyor olabilirdik. Zaten 100 metre rekorunda asıl merak uyandıran soru şu? Bolt dışında birisi bu rekoru geliştirebilir mi? Powell dünkü 9.72'siyle "bende varım" dedi. Yarış öncesi de hedefinin 9.59 olduğunu açıkça belirtmişti. Bu iddialı açıklamalar ve performanslar 1 hafta içinde gerçekleşecek 3 önemli yarışın öneminin daha da artmasını sağlıyor. Pazar günü Rieti'de ve sonrasında Brüksel ve Stuttgart'ta gerçekleşecek 100 metre yarışları müthiş bir heyecanla bekleniyor. Rieti'de sadece Powell'ı izleyeceğiz. Bolt yine ana branşı 200 metrede takılacak ama Cuma günü Brüksel'de bu ikiliye Tyson Gay'in de katılımıyla birlikte olimpiyatlarda yaşayamadığımız üçlü heyecanı yaşama imkanı bulacağız ve muhtemel bir rekoru da gözleyeceğiz.

Federer 2008: Kırılgan, Güvensiz, Kafası Karışık




Her yeni gün yeni seyirci rekorlarının kırıldığı bir turnuva izliyoruz Amerika Açık 2008'de. Çeyrek finaller öncesi çok kaliteli olmasa da mücadele dolu ve sürprizli maçları geride bıraktık. Bayanlarda önlenemez düşüşü ve hafif sakatlığıyla Ana Ivanovic 4 ay önceki formunu mumla aratarak elenirken vatandaşı Jelena Jankovic nihayet Ana'nın gölgesinden kurtulmanın verdiği hırsla finale doğru ilerliyor. Sırp raket yarı finalde turnuvanın en istikrarlı isimlerinden olimpiyat şampiyonu apoletli Elena Dementieva'yla karşılacak. Bayanlarda serinin diğer tarafında ise erken finalin heyecanı ve burukluğu yaşanıyor. Wimbledon'da finalde karşılaşan iki kardeş Venus ve Serena bu kez kendi evlerinde çeyrek finalde kozlarını paylaşacaklar.

Erkeklerde ise dış basının "Beijing Sendromu" olarak adlandırdığı bir bitkinlik göze çarpıyor. Daha önce Amerika'da hiç çeyrek final göremeyen Rafael Nadal biraz yorgun olduğunu itiraf etse de ilk çeyrek finaline yükselmeyi başardı ve bu akşam Arthur Ashe'te evsahibi Mardy Fish'le karşılaşacak. James Blake, Gael Monfils gibi isimleri set vermeden eleyerek buralara gelen Fish'in yorgun Nadal'ı ne kadar zorlayacağını açıkçası bende merak ediyorum. Dünyanın yeni bir numarasının yükselen sert zemin oyunu ise onu yine şampiyonun bir numaralı favorisi yapmaya yetiyor. Çünkü rakipleri hem mental hem de fiziksel olarak onun çok gerisinde. Tabii ki Federer ve Djokovic'ten bahsediyorum. Federer'i sona bırakalım Djoko'yla başlayalım.

Wimbledon'da erken elenen ve Olimpiyatlarda'da Nadal engeline takılan Joker kendi deyimiyle "bir basın toplantısına yetmeyecek kadar çok sakatlık problemiyle boğuşuyor." Abarttığı kesin ama baldırındaki problemin kendisini rahatsız ettiği de. Dün Robredo karşısında 5 sete uzayan maçın belirli bölümlerinde sakatlık molası hakkını kullandı ve maç boyu da tutuk bir performans sergiledi. Sakatlığının dışında seyircinın Robredo'yu desteklemesine bozulduğu da aşikardı fakat kimi oyunlarda çabuk pes etmesi, topları bırakması ve gamsız davranışları bana kötü ve kalıcı bir alışkanlığın ilk emareleri gibi gözüktü. Yarın çeyrek finalde karşılaşacağı Andy Roddick'se Juan Martin Del Petro'yla birlikte turnuvanın en formda oyuncusu. Kendisine hep ters gelen Gulbis hariç tüm rakiplerini ezip geçen Roddick 2003'te burada yaşadığı şampiyonluğu tekrarlama peşinde. Medyanın "Beijing Sendromu" olarak adlandırdığı olay etkilerini göstermeye devam ederse bu amacına ulaşması hiç de sürpriz olmayacak.

Ve Federer... Avustralya Açık'ta Djokovic'e kaybettiğinden beri göğsüne kriptonit yerleştirilmiş Clark Kent gibi. İşin kötüsü bu bir film senaryosu değil ve yanında mucizevi bir şekilde kriptoniti ondan uzaklaştıracak sahneleri yazacak senarist dostları da yok. Ne yapıp edip bu yeni haline alışması ve yeteneğini yeniden sergilemeye başlaması lazım yoksa Pete Sampras'ın rekorunu kırması zor gibi gözüküyor. Ne zaman kendisini zorlayacak bir rakip çıksa oyununun düştüğünü görüyoruz Federer'in. Dün gece de öyle bir maç oynadı. Andreev ilk seti tie break'le aldı, ikinci seti ise milimlerle kaybetti. Ciddi bir tehdit gördüğü zaman ne yapması gerektiğini halen çözemeyen Federer ise yeni karakteristiğine uygun olarak yine kırılgan, güvensiz ve kafası karışıktı. Sayısız basit topu kaçırdı. Bomboş voleler, basit drop shot'lar. Çok sevdiği büyük forehandlerinde dahi ne kadar tedirgin olduğu gözlerden kaçmadı. Zaman zaman müthiş vuruşlar çıkarsa da backhand'i yine arızalıydı, ne zaman file önüne gelse ya zamanlama hatası yaptı, ya voleyi kaçırdı ya da fileye takıldı. Tam 60 basit hata yaptı. Kısacası Avustralya Açık'tan beri alıştığımız Federer yine sahnedeydi. Açıkçası turnuva öncesi Federer'in çok sevdiği Amerika Açık'la birlikte yeniden geri dönüş yapabileceğini umuyordum ama mental sorunları halen devam ediyor ve maalesef bunlar artık onun oyun karakteristiğinin bir parçası haline gelmiş durumda. Nasıl Nadal her maçında korta çelik bir iradeyi ve kazanma hırsını yansıtıyorsa Federer de kaybetme korkusu ve kırılganlığını beraberinde getiriyor. Bu haliyle de Nadal hatta Del Potro, Murray, Djokovic gibi isimleri geçmesi çok zor. Çeyrek finalde turnuvanın sürpriz isimlerinden Lüksemburglu Gilles Muller'le karşılaşacak. Müller servis oyunu dışında Federer'le baş edebilecek kalibrede bir isim değil. Sorun yaşayacağını zannetmiyorum. Yarı finalde ise Djokovic-Roddick maçının galibine karşı yeniden doğuş mücadelesi yapacak.

Ralf Rangnick ve Hoffenheim Projesi




1899 Hoffenheim, Bundesliga'yı takip eden birçok romantiğin yeni gözdesi. Kulübün 35 bin kişilik küçük bir kasabanın(Sinsheim) takımı olması topladığı ani sempatinin önemli sebeplerinden kuşkusuz ama şunu da eklemek gerek ki takımın sahibi Dietmar Hopp Almanya'nın kalburüstü zenginlerinden biri ve "Projekt Hoffenheim" olarak adlandırdığı kulüp için şimdiye kadar 100 milyon Avro'ya yakın para harcadı. Yani ortada pek de Cindirellacılık oynayacak bir durum yok aslında. Fakat Hoffenheim'ı benim favorim yapan özelliği oynadığı güzel futbol, genç kadrosu ve tabii ki tüm bu saha içi organizasyonu yaratan antrenörleri Ralf Rangnick.

Rangnick'in ortalama futbolseverlerle ilk tanışması Schalke macerasıyla gerçekleşmişti. Mavi beyazlı takımı çalıştırdığı dönemde Şampiyonlar Ligi deneyimi de yaşayan Alman teknik adam Bundesliga ve Avrupa'da bekleneni veremeyince 1.5 yılın sonunda kendini Ruhr'un dışında buluvermişti. Fakat benim gibi Bundesliga kurtlarının Rangnick'le naçizane münasabeti biraz daha eskilere, 90'ların sonuna kadar gidiyor yani Alman futbolunun halen demode 3-5-2'nin boyunduruğu altında olduğu yıllara. O dönemde dünya futbolu 4-4-2 ve türevlerine kesin geçiş yapmışken Bundesliga buna direnmeyi sürdürüyordu ki Alman 2.ligi'nde Ralf Rangnick isimli adı sanı duyulmamış bir teknik direktörün idaresindeki Ulm takımı atak ve hızlı 4-4-2'siyle devrimin ilk adımlarını attı. Ulm'un 2 sene içinde 3.ligden 1.lige yükselmesiyle Rangnick de futbol gündeminin tepesine oturdu ve Alman futboluna getirdiği yeniliklerden ötürü "futbol profesörü" olarak anılmaya başlandı. Yenilikçi teknik adam sonrasında Suttgart, Hannover, Schalke gibi takımları çalıştırdı ama üst düzey başarıdan hep uzak kaldı. Yine de kıymetbilir Alman medyası kendisini profesörlükten alaşağı etmedi.

Rangnick şu sıralar Hoffenheim'la birlikte yarattığı genç ve cesur takımla yine gündemin tepelerini işgal halinde. Takımın en yaşlı ismi 27'lik Selim Teber. Profesör, başkanının hatırı sayılır imkanlarına rağmen 2.ligde başarı yakaladığı oyunculardan vazgeçmedi ve onların yanına gelecek vaat eden genç yetenekleri ekledi. Sonuç şimdilik umut verici. Hoffenheim ligin ilk 3 maçında 6 puan topladı ama puandan öte oynadığı güzel futbolla göz doldurdu. Öyle ki son hafta Leverkusen deplasmanında aldıkları 5-2'lik yenilgi dahi sahadaki başa baş ve güzel oyunun hatrına hoş görüldü. Kısacası profesör yine iş başında ve bu kez daha kalıcı icatlar peşinde. İçimden bir ses "Proje" Hoffenheim hakkında daha çok yazı yazmak zorunda kalacağımı söylüyor.