Saturday, April 24, 2010

Bir otokratın ölümü ve bir kahramanın doğuşu


BU YAZI İLK OLARAK 25 NİSAN 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.



“Samaranch, General Franco’nun diktatörlüğü zamanında mavi üniforma giyen, sağ elini havaya kaldırarak selam veren biri olarak tanınıyordu; 1980’den sonra dünya sporunda bir kral olarak tahta çıktı. Her ikisi(Joao Havelange) de çok büyük miktarlara varan paralarla oynamaktadırlar; sakın bu paraların ne kadar olduğunu kendilerine sormaya kalkmayın; bu konuda son derecede ketum olduklarından bir şey söylemezler.”

Eduardo Galeano, geçtiğimiz Çarşamba günü hayata gözlerini yuman eski Olimpiyat komitesi başkanı(diktatörü) Juan Antonio Samaranch için 1990’larda bu satırları kaleme almıştı. Palto değil kafa tutan gazetecilerin, yazarların güzelliği burada işte. Ana akım medyada hakkında düzülen methiyelerden sonra Samaranch’ı daha önce duymamış birisi kendisini evliya belleyebilirdi. Neyse ki dünyada utanmazları utandırmak için yazan Galeano gibi büyük yazarlar da var.

Bir spor otokratı: Samaranch

Samaranch, zengin bir fabrikatörün oğlu olarak 1920’de Barcelona’da doğdu. Sınıfının bilincineydi ve çıkarlarını kim daha iyi koruyacaksa onun yanında yer almayı adet edindi. İspanyol İç Savaşı’nda Falanjist’lere katılıp General Franco’nun safında savaştı. Franco ölene kadar da kendi deyimiyle onun sadık bir hizmetçisi olarak kaldı. 1980’de Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC)’nin başına geçtiğinde dünyanın içine girdiği neo-liberal değişimi spor alanında en iyi uygulayacak kişi olduğu gayet iyi biliniyordu.

Spor, Soğuk Savaş’ın denge ve propaganda aracı olmaktan post-ideolojik dönemin neo-liberal baskı aracına dönüşürken en büyük yardımı Samaranch ve FIFA başkanı Joao Havelange’dan aldı. John Pilger’ın bu haftaki yazısında belirttiği gibi bugün FIFA ve IOC, Wall Street’le Pentagon’un tek vücutta birleşmiş haline dönüştüyse bunda en büyük pay bu ikiliye aittir.

Günümüzde endüstri sporlarında küfrettiğimiz ne varsa büyük kısmını merhum Samaranch’a borçluyuz. Samaranch’ın görev başına gelmesi ve özellikle de 1988 Seul Olimpiyatları’yla birlikte uluslararası spor organizasyonları kentsel baskılama aracı olarak kapitalizmin önemli silahlarından biri haline geldi. Dünyanın dört bir yanındaki metropoller, kendilerini seçici komitelere beğendirebilmek ve kriterlere uyabilmek için bu etkinlikleri bir “kentsel dönüşüm” bahanesi olarak kullandılar. O tarihten bugüne mevzubahis şehirlerde 3.5 milyonun üzerinde kent yoksulu evleri yıkılmak suretiyle kent çeperlerine sürgün edildi.

Yine Samaranch’la birlikte amatör ruhun son kırıntıları da spor çevrelerinden uzaklaştırıldı. Spor, sosyal adaletsizliğin kalelerinden biri haline getirildi ve etrafında anlamsız paralar döndürülmeye başlandı. Tüm bu aşırı ticarileşmenin kaçınılmaz sonucu olarak rüşvet, şike ve bahis skandalları en büyük organizasyonların(2002 Salt Lake Kış Olimpiyatları) dahi tepesinden eksik olmadı.

Samaranch, büyük bir imparatorluk kurdu ve gözü arkada gitmiyor. Başta, şu anki olimpiyat komitesi başkanı Jacques Rogge olmak üzere spor elitleri onun mirasını yaşatmaya kararlılar ve bunun için de hiçbir gözü karalıktan kaçınmıyorlar. Pekin’de milyonlarca insanın evi yıkılırken, Vancouver’da ormanlar katledilirken ve elbette Caster Semenya’nın atletik kariyeri uçurumun kenarına itilirken Samaranch’ı ve onun şekillendirdiği olimpik endüstri mirasını unutmak mümkün mü?

Cesur kızın resti

Her ne hikmetse bir türlü cinsiyet testinin sonuçları açıklanmayan Caster Semenya direnmeye devam ettiği sürece yazacağım. Bilinsin ki, bir yerlerde Samaranch’ların, Havelange’ların otokratlığında semiren spor imparatorluğuna direnen yürekler atmaya devam ediyor.

Hafta içinde Semenya, Pretoria’da(Güney Afrika Cumhuriyeti) zor koşullar altında çalışan atletlere yardımcı olmak için açtığı spor akademisi sebebiyle bir basın toplantısı düzenledi. 19 yaşında, spor kariyerinin devam edip etmeyeceği belirsiz ve bugüne kadar kazandığı para miktarı cüzi olan bir atlet için “hayırseverliğin” çok ötesinde bir davranış ama Semenya’nın övülecek daha önemli özellikleri var.

Basın toplantısında Semenya’nın IAAF’e bir çift sözü vardı: “Samimiyetle söylüyorum atletizm benim umurumda bile değil, koşmak her şey demek değildir. Onlar(IAAF) istedikleri kararı alsınlar. Atletizme muhtaç değilim, üniversiteye gidiyorum, akademim var, iyi durumdayım. Artık umurumda bile değil fakat şu bilinsin: Atletizme devam edip etmeyeceğime sadece ben karar verebilirim, onlar değil.”

Ne denebilir ki bu sözlerin üstüne? Caster Semenya’yı ilk günden beri yazıyorum. Önceleri benim için tek zafer Semenya’nın pistlere geri dönmesiydi. Bu açıklamadan sonraysa şunu görüyorum ki, Semenya bu mücadeleyi çoktan kazanmış. Cesur kızın dediği gibi IAAF ne karar verirse versin, kazanan Semenya olacak.

Postasını koydu, restini gördü üstünü getirmek bize düşüyor. Mücadeleye devam!

Sunday, April 18, 2010

Spora neden siyaset sokmalıyız?

BU YAZI İLK OLARAK 18.04.2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Futbolu hayata benzetir dururuz da bir türlü ciddiye alasımız gelmez. Ağızlarındaki gümüş kaşığa rağmen kendisini ve hayatı gereğinden fazla ciddiye alan insanlardan tezat bir tavır! Aman siyaset girmesin futbola, uç noktamız “futbol asla sadece futbol değildir” klişesi olsun, fair play oh ne güzel, tribün ruhu kurtarıcımız! Neydi Adorno’nun o lafı: “liberal bir iletişim aracı olan yalan…” Gazetelerimizin spor sayfaları aklıma bu cümleyi getiriyor.

Doğrudur, futbol da diğer kitle sporları da hayata benzer! Günlük hayatımızda var olan tüm olumlu/olumsuz ilişkilerin tezahürlerini spor sahalarında tecrübe etmek mümkündür. Irk ayrımcılığı, milliyetçilik, cinsiyetçilik, sınıfsal ayrım, günlük politika, ekonomi… Hepsi ama hepsi yansır gladyatörlerin sahasına. Spor endüstrisi, kapitalizmden bağımsız değil ya!

Direniş! Hayatlarımız üzerinde kurulan tahakküme karşı gösterdiğimiz direniş, elbette spor sahalarında da yaşanıyor. Spor gazetecisinin asli görevi de şu olmalı kanımca: Spor endüstrisinde direnen yüreklerin maceralarını belgelemek. Yoksa Ahmed Arif’in dizelerini uyarlayacak olursak sade spor, skor yazısı yazmak “yosun, solucan harcıdır.”

Bir devrimci: Jackie Robinson

15 Nisan günü, Atlantik’in ötesinde koca bir ulus “direnen bir yüreğin” anısını onurlandırdı. Perşembe günü Amerikan Beyzbol sahalarında boy gösteren oyuncu-antrenör herkes 42 numaralı bir efsanenin formasını taşıdı sırtında. Irk ayrımını parçalayarak beyazlarla aynı sahaya çıkan ilk siyahi beyzbol oyuncusu olma unvanını taşıyan bu devrimcinin adı Jack Roosevelt Robinson’dı. Jackie’nin 1947 yılında gerçekleştirdiği bu ilkin anlamı öylesine büyüktü ki sonradan Martin Luther King dahi Jackie Robinson’ın ABD’deki siyah hareketinin(sivil haklar hareketi) öncülerinden biri olduğunu söyleyecekti. Jackie Robinson’ın öncüsü olduğu yolun devamı binlerce siyahi sporcuya ama daha da önemlisi Malcolm X’e, Rosa Parks’a, Muhammed Ali’ye yön verdi.

Eğlenceden ibaret olması, “siyaset” içermemesi gerektiği söylenen spor sahaları her zaman için direnişin önde gelen adreslerinden biri olmuştur. Dünyanın birçok ülkesinde siyahilerin ‘eşitlik’ mücadelesi spor arenalarında başlamıştır. İnanın, Brezilya’da Arthur Friedenreich ya da Carlos Alberto ilk ‘melez’ oyuncular olarak sahaya çıktıklarında oranın muhafazakârları yine bu durumdan hoşnut değillerdi ve yine dertlerini “spora siyaset sokulması” minvalinde dile getiriyorlardı.

“Spora siyaset sokmak!”

Birçok coğrafyada ezilenlerin mücadelesinde başrolü üstlenen spor, maalesef bizde aynı özelliği kazanamamıştır. Bunda en büyük pay ideolojik baskının birey ve kurumların üzerinden bir an olsun eksilmemesinde elbette. “Spora siyaset karıştırılmasın” diyerek yola çıkıp Diyarbakırspor’u ‘devlet takımı’ haline getirmeye çalışan kafası karışık bir otoriteye sahibiz. Metin Kurt’un açtığı yoldan kaç kişi ilerleyebildi bile diyemiyorum zira devletin/ordunun o yolu tıkayan ve hatta yerle bir eden müdahalesi güdümlü bir darbeyle olmuştu. Emek hareketinin yaralarını henüz yeni yeni sarmaya başlayabildiği bir darbeyle…

Şurası bir gerçek ki sporun ticarileşmesi, onun bir direniş mecrası olarak kullanılmasını zorlaştırıyor. Sistemi yönetenlerin şekil verdiği ve burjuva medyalarının belgelemeye çalıştığı bir spor dünyası kaçınılmaz olarak insanların dikkatini dağıtmaya yönelik bir araç haline geliyor. Spora siyaset karıştırılmasını çok ‘kaka’ buluyor ya bizim medya, benim iddiam ise şu yönde: Siyaset her zaman var ve spordaki direnişimizi sürdürürken asıl mücadelemizin siyasi olduğunu asla unutmamız lazım. Çünkü rakiplerimiz bunu hiçbir zaman akıllarından çıkarmıyorlar ve bu yüzden yönetenler hala onlar!

Bu hafta aynı zamanda 2 Leeds’li taraftarın Taksim’de milli duygular(!) adına hunharca katledilmesinin yıl dönümüydü. Galatasaray o maçı 2-0 kazanmıştı ve dönemin Yılmaz Özdil yönetimindeki Star Gazetesi, ertesi sabah “Two Size” manşetiyle sahada 2, sokakta 2 iması yapmıştı. Rezildi, utanç vericiydi, insanlık dışıydı! Aynı yoz dil bu hafta da Ahmet Türk’e uygulanan şiddeti meşrulaştırdı ve haklı gördü. Şimdi anlıyor musunuz bu ülkenin sosyalistleri, devrimcileri, demokratları olarak spora ‘siyaset’ sokmamız neden hayati derecede önemli?

Ne demişler: Özgürlük sen ordaysan orada!

Saturday, April 10, 2010

Messi-h?

BU YAZI İLK OLARAK 11 NİSAN 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Messi insan mı? Seküler kökeninden şüphe duymadığımız spor medyası hafta boyunca bu sorunun cevabını aradı. Televizyonlar, gazeteler, sosyal medya tam mesai yaptık, Messi’nin ham maddesini bulmaya çalıştık. Akla en yatkın gelen cevap Hıristiyan inanışıyla örtüşüyordu. Messi mutlaka Tanrı’nın dünyaya yeniden teşrif etmesi beklenen oğlu İsa Mesih olmalıydı.

Tanrı ya da kutsal bir varlıkla özdeşleştirilen ilk sporcu Lionel Messi değil elbette. Sporcuları ilahlaştırmanın tarihi, sporların kitleselleşmesi ve medya araçlarının yaygınlaşması kadar eskidir. İlüzyon çağının kahramanları ilüzyonu yaratan medya mecrasının aktörleridir. Yani sporcular, şarkıcılar, oyuncular… Kısacası televizyon yıldızları ya da bir başka deyişle “celebrity”’ler.

Roland Barthes der ki : ‘Çağımızın mitleri klasik efsaneler gibi uzun, sabitleşmiş anlatılarda dile gelmez, anlamları apaçık ve dolayısıyla “doğal” gibi görünen cümleciklerde ve ismin hallerinde ifadesini bulur. Bunlar ifadelerini dilde bulurlar ve bu sayede hâkim bir kültürel söylemin, gündelik varoluşun gizli köşelerini işgal ederek, kendini evrensel ve ideal olarak sunmasını sağlarlar.’ Barthes’ın bu sözlerine benim yapacağım katkı, bu hâkim söylemin aynı zamanda imajlarla yani görüntülerle de oluşturulabileceği yönündedir. Mitleştirme sürecinde televizyon hayati bir rol oynar. Çoğu zaman bu köşeye de adını veren o spontane, kendiliğinden, yüzde yüz doğalmış gibi görünen enstantaneler aklımıza kazınır ve kültürel idealarımızı şekillendirir.

Özgürlük ve özgünlük arayışı

Peki bu imajlara, enstantanelere, anlık kusursuz tanımlamalara niye ihtiyaç duyuyoruz ve onları neden ilahlaştırıyoruz? Modern insan toplumsal ve bireysel çelişkilerin altında ezilen bir ruhtur. Kendisine devamlı özgür olduğu söylenir gerçekte ise, sadece yalnızdır. Özgür olduğu yanılsamasına rağmen arzuladığı hayatı neden yaşayamadığını, hedeflerini neden gerçekleştiremediğini cevaplandıramaz. Kendine güvenini yitirir. Özgünlüğünü bulamaz, benliğini gerçekleştiremez ve bu da onu toplumun geri kalanına uyum sağlamaya zorlar. Modern insan robotlaşmıştır.

‘Kimliğim yok, başkalarının benden olmamı beklediği benliğin yanılsamasından başka benlik yok: Ben, olmamı istediğiniz şeyim.’ İtalyan yazar Luigi Pirandello insanın gerçek özgürlüğe ve kimlik arayışına olan açlığını kusursuz bir şekilde dile getirmiştir. İnsan tüm bu çelişkilerden, yalnızlığından, robotluğundan ancak psikolojide kendiliğindenlik olarak ifade edilen kavramı gerçekleştirerek kurtulabilir. Erich Fromm’un sözleriyle ‘kendiliğinden etkinlik bireyin özgür etkinliğidir.’ Kelimenin Batı dillerindeki karşılığı olan spontane , Latince sponte kelimesinden türemiştir ve bu kelime “kişinin özgür iradesi” anlamına gelir.

Sporcular ve sanatçılar(ve “deliler”), televizyonun tüm müdahalelerine rağmen bu özgür iradeyi yansıtabilen sayılı çağdaşlarımızdandır. Bu yüzden yaşam açlığı çeken, yalnız kalma kaygısıyla sürüye uyan ve dolayısıyla kendiliğinden etkinliklerde bulunma yetisini kaybeden “modern insan” tüm bu açlığını ve kendiliğindenlik özlemini onların faaliyetlerinde giderir.

Gerçek kahramanlar

Lionel Messi’ye neden hayranız? Çünkü Messi, muhteşem yeteneğini yeşil sahalarda icra ederken mesleğinin gerektirdiği akışkanlık içerisinde tamamen spontanedir. Tek kişilik lirik bir oyunun kahramanı kadar kendiliğinden davranır, buna mecburdur. Bir sanatçıdan farksızdır. Sahada yaptıklarını bir robotun değil gerçek bir insanın yaptığını hissederiz. Gün boyunca bizim yaşadığımız otorite baskısından, yabancılaşmış ortamdan, robotlar dünyasından uzaktadır. Televizyonun berisinde ya da arenada şovunu en üst düzeyde görülmemiş bir beceriyle icra eden bu yetenekli adama imreniriz ve onu bir kahraman, bir efsaneye dönüştürürüz.

Yarattığı spontane ve bir daha asla tekrarlanamayacak enstantanelere hayran olduğumuz bu insanlar kitlesel medya çağının mitleridir. Onlar geçmişte, peygamberlerin, savaş kahramanlarının hatta politik liderlerin sahip olduğu karizmaya sahiptirler. Yanılsamalar çağının kahramanlarıdır onlar. Bizim kahramanlarımız…

Oysa bu ilüzyonun arkasındaki gerçek acımasızdır. Dünyanın gerçek yükünü çekenler, gerçek acıları yaşayanlar, gerçek fedakârlıkları gösterenler, kendilerini feda etmek zorunda kalanlar… Günümüzün emekçileri gerçek bir “kahramanın” erdemlerine sadece hayatta kalmaya çalışarak erişirler.

Evet, Messi muhteşem bir futbolcudur. Belki de tarihin gelmiş geçmiş en iyi sporcuları arasındadır ama sizden, her sabah ekmeğinizi getiren kapıcıdan, annenizden, fabrikanızda çalışan işçiden, çocuğunuzla ilgilenen bakıcıdan ya da bir hemşireden daha “kahraman” değildir. Daniel Boorstin’in dediği gibi çağımızın gerçek kahramanları adları hiç anılmayanlardır.

Saturday, April 3, 2010

Oyuncakçı dükkânında kadının yeri

BU YAZI İLK OLARAK 4 NİSAN 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Kadınlar voleybolu bu ülkenin katı, erkek egemen medyasında kendine az da olsa yer bulabilen sayılı “karşı cins” sporundan biri. Özellikle “Karşı cins” diyorum zira spor endüstrisi ve medyasının yazısız kurallarından biri sporun eril bir faaliyet olmasıdır. Buralarda kadının spor yapmasına ancak “izin verilir” ve kadınlara spor sayfalarında lütfen “yer ayrılır”. Ayrılan ufak kısımların da mümkün olduğunca cinsiyetçi bir içerikte olmasına özen gösterilir. Bu yüzden de Türk spor medyasında kadının yeri %90 oranında “seksi fotoğrafları için tıklayınız” haberciliğindedir.

2 sezondur ligde fırtına gibi esen ve bu hafta sonu da Indesit Şampiyonlar Ligi Dörtlü Finali’nde mücadele ederek taraftarlarını sevince boğan Fenerbahçe Acıbadem’in bunca başarısına rağmen ülke gündeminde kendisine yer edinebilmesi bile büyük şanssa varın gerisini siz düşün.

Fakat sanmayın ki kadın sporlarının medyadaki temsilinde yaşanan ayrımcılık sadece ülkemize has bir durum. Kapitalist düzende spor endüstrisi sanılandan çok daha sistematik ve kemikleşmiş bir ajandaya göre hareket eder. Spor, sistemin nazarında bir kültürel hegemonya aracıdır. Bu yüzden hayatın ta kendisini spor sahalarında görünce şaşmayız. Milliyetçilik sporda da vardır. Cinsiyetçilik sporda da vardır. Sınıfsal ayrım sporda da vardır.

Kadın, nasıl sistem tarafından erkeğin bir adım gerisine itiliyorsa sporda da aynı şey söz konusudur. Bu yüzden ilk modern olimpiyatlara kadınların katılması yasaktı. Ve yine aynı sebepten spor halen önceliğin ve egemenliğin erkekte olduğu, düpedüz maço bir alan.

Bir devin doğuşu: Brittney Griner

Şu sıralar ABD’li sporseverlerin gözü kulağı Üniversitelerarası Basketbol Turnuvası’nda(NCAA). Erkekler ve Kadınlar’da eş zamanlı olarak oynanan şampiyonada medya ilgisi ağırlıklı olarak erkeklerin üzerinde. Fakat Erkekler turnuvasının tüm heyecanına karşın asıl fırtına Kadınlar’da kopuyor.

Her şeyden önce Kadınlar Turnuvası’nı izleyenler Brittney Griner adında bir devin doğuşuna tanıklık ediyorlar. 2.04’lük Griner, birçok otoriteye göre bayan basketbol tarihinin gördüğü en yetenekli oyuncu. Lisa Leslie’den de Candace Parker’dan da daha yüksek bir potansiyeli olduğu söylenen genç yıldız adayının bu sezonki istatistikleri bu cesur iddiaları güçlendiriyor: 18.8 sayı 8.6 ribaunt 6.9 blok!

Baylor Üniversitesi’nin formasını giyen Griner, Dörtlü Final’de bu gece sadece bu sezonun değil tarihin en iyi kadın kolej takımlarından biri olarak gösterilen Connecticut’a karşı mücadele edecek. Bayanlar Basketbolunun tarihine geçmeye aday maçlardan biri. İnternet erişiminiz varsa www.atdhe.net sitesi üzerinden TSİ ile sabaha karşı 4’te yayınlanacak olan bu karşılaşmayı izleyebilirsiniz.

Semenya kavgaya devam ediyor

“Karşı cinsin” spor âlemindeki diğer önemli gelişmeler daha önce defalarca yazdığım Caster Semenya cephesinde cereyan ediyor. 2009 Dünya Şampiyonası Bayanlar 800 Metre yarışında altın madalyaya ulaşan Semenya aleyhine yürütülen cinsiyetçi ve ırkçı kampanya halen devam ediyor. Yarışma sonrası Semenya’nın kişilik haklarını ayaklar altına alırcasına kopartılan medya vaveylası sonucunda cinsiyet testine tabi tutulan Güney Afrikalı atletin spor yapma hakkı halen askıda. Hafta içi Nisan ayında spora dönmeyi planladığını açıklayan atlete, IAAF’in nemrut cevabı gecikmedi: “Test sonuçları en erken Haziran’da belli olacak. O zamana kadar yarışamazsın.”

Geçtiğimiz aylarda medyaya sızdırılan öncü raporlarda Semenya’nın vücudundaki testosteron-erkek hormonu-seviyesinin anormal miktarlarda olduğu ve genç atlette kadın yumurtalığı yerine erkek yumurtalığı(iç organ olarak) saptandığı iddia edilmişti. Bu dedikodular ilk ortaya çıktığında yazdığım yazıda şöyle demiştim: “Umarım herkes şunun farkındadır ki Batı medyası ve IAAF tarafından çift cinsiyetli olarak tanılanan Caster Semenya’nın başını derde sokan şey sahip olduğu erkek yumurtalığı değil kadınlığıdır.“

Bunun hala arkasındayım ve tek başına Caster Semenya örneği bile sporun kadına karşı bir baskı örgütü olarak kullanıldığının kanıtıdır. IAAF’in dayattığı “erkek kadından üstündür” içsesli propagandayı bir anlık kenara bıraksak bile şurası açıktır ki Caster Semenya, kendisi çıkıp aksini söylemediği sürece kadındır ve bizlerin bunu tartışmak zorunda olmamız bile utanç vericidir. Annesinin gözyaşları içinde verdiği bir röportajda söylediği gibi: “Caster’in kız olduğundan elbette eminim, onu ben doğurdum ben büyüttüm.” Ötesi var mı?

Not: Geçtiğimiz hafta kaybettiğimiz BirGün Gazetesi spor müdürü Alp Can’a rahmet, ailesine ve sevenlerine sabır diliyorum.