Thursday, April 30, 2009

Bir sendika vardı ne oldu?

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

“Futbolcu işçidir, kendisine söyleneni yapar, kafasına estiğini değil”, “Futbolcu işçidir, fazla büyütmeyin yollayın gitsin”, “Futbolcu işçidir ama şamar oğlanı da değildir”, “Futbolcu işçidir, işine küsme hakkı yoktur.” Spor basınını yakından takip eden herkes bu söylemlere aşinadır. Spor yazarlarımızdan yahut bizzat sporcularımızın ağızlarından çıkmış demeçler bunlar. Google’a, “Futbolcu işçidir” diye yazın yüzlercesini karşınızda görebilirsiniz. Sporcunun, zanaatkârlıktan, mahalle kahramanlığına oradan da milyonerliğe uzanan serüveninin ülkemizde geldiği nokta işte budur: “Modern çağ köleliği.”

Eduardo Galeano’nun deyimiyle günümüzde arkeolojik bir olguymuş gibi gösterilmeye çalışılan işçi haklarının ülkemizde belki de en savunmasız olduğu alan spor sahaları. Spor sendikası kurulması yönünde hukuki hiçbir engel olmamasına rağmen bu konuda 1980’den beri atılmış hiçbir somut adım da yok. 3-4 senede bir yanan saman alevi gibi girişimler nedense hep sonuçsuz kalıyor. İleri kapitalist ülkelerde neredeyse sendikasız spor dalı yokken bizim bu bilinçten bu denli yoksun olmamızın baş sorumlusu sosyal olduğunu iddia eden devletimiz.

Türkiye’deki ilk futbol sendikasının 60'ların görece özgürlükçü ortamında kurulması bir tesadüf olmadığı gibi 12 Eylül sonrası bu konuda hiçbir somut adım atılmamış olması da şaşırtıcı değil. Akıl düzenleyicilerin tüm yıkıcı etkilerine rağmen başından benzer hadiseler (darbe vs) geçen Güney Amerika ülkelerinin sendikacılık konusunda bizden fersah fersah ileride olmaları hatayı biraz da kendimizde arama zorunluluğunu doğuruyor. Bu noktada oklar elbette medya ve sporcularımızın ta kendisine çevrilmeli.

Bugün spor medyamızın birinci gündemi, 2009 Türkiye’sinde spor sendikası lafının s’sinin bile gündeme gelmeyişi olmalıdır. 2 milyona yakın lisanslı sporcusu olan bir ülke için yüz kızartıcı bir durum. Holding medyalarının bu konudaki suskunluğu bir dereceye kadar anlaşılabilir; peki ya sporcularımızın ketumluğunu neye bağlamalıyız? Bir avuç azınlık olan “süperstarları” hesaba katmazsak, binlerce sporcumuz karın tokluğuna çalışır ve tüm hakları vahşi piyasa koşulları tarafından belirlenirken, bu sessizliğin sebebini anlamak güç. Maalesef ulusal bir karakter haline gelen sosyal bilinçsizlik ve lider bağımlılığımız bu konuda da egemen anlaşılan. Metin Kurt gibi karizmatik bir figür çıkmadıkça kimsenin hakkını arama, kollama gibi en basit dürtüleri dahi depreşmiyor. Bu isteksizliğin, bilinçsizliğin nedenleri aslında başta sıraladığım cümlelerde gizli. Sporcularımız, işçi olduklarını kabul ettikleri halde işçi olmanın beraberinde getirdiği haklardan bihaberler. Daha da kötüsü işçi olmayı kul olmakla karıştırıyorlar. Sosyal bilinç, ülkemizde unutulmuş bir türküden farksız.

1 Mayıs arifesinde, suni tartışmaların hâkim olduğu spor sayfalarımızda 100 yıllık savaşımlar sonucu elde edilmiş olan sporcu sendikası ve sporcu hakları gibi “arkeolojik!” konuların gündeme gelmesi dileğiyle: Bayramımız kutlu olsun!..

Wednesday, April 22, 2009

Değişim Zamanı

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Türkiye’nin “futbol dilencileri” bu hafta yine aç gezdi. Şampiyonluk kovalayan takımlarımız alışılageldiği üzere pek bir sıkıcıydı. Hafta sonunun en renkli mücadelesinde Diyarbakırspor, Güngören Belediye’yi 2-0 geriden gelip 3-2 yenmesini bildi. Basketbolda, NBA salonları play-off heyecanıyla şenlenirken, bizim ligimizde Galatasaray, Beşiktaş’ı çok keyifli bir mücadeleden sonra 111-94 yenmeyi başardı. Kortlarda ise “Baharın ve Toprağın Kralı” Rafael Nadal, Monte Carlo’da üst üste beşinci şampiyonluğunu kazandı.

Gördüğünüz gibi spor dünyasında haber bol. Nicelik konusunda maşallahımız var! Peki ya nitelik? Arda Turan’ın maç sonunda güvenlik görevlileriyle arasında geçenlerden, Beşiktaş-Bursaspor maçının hakemi Deniz Çoban’ın ağzından çıktığı iddia edilen cümlelerin dedikodusuna kadar her şeyden(!) haberimiz oldu. Ya da şöyle mi demeliydim; “Hiçbir şeyden haberimiz olmadı.”

Batılılar, gazetelerin spor sayfalarını “oyuncakçı dükkânı” olarak tanımlarlar. Onlara göre medya, demokrasilerde bekçi köpeği işlevi görmelidir. Spor basını ise rahat olabilir. Zira spor, tek işlevi halkı uyutmak olan, daha önemsiz, lakayıt bir alandır. Bize dayatılan söylemi bir kenara bırakırsak hakikaten böyle midir bu? Ekonomi ve siyasetten bağımsız düşünemez olduğumuz spor dünyası bu kadar safça bir gazetecilik anlayışına mahkûm edilebilir mi? Kuşkusuz egemenlerin istediği budur. Spor endüstrisinden göz ardı edilemeyecek büyüklükte rantlar elde eden devlet mekanizması ve medya sahibi holdinglerin bu vurgunu gizli tutmak istemeleri kendi haklarına doğaldır. Halkın hakkını ise zaten hiçbir zaman önemsemezler.

Sporun bu devasa işlevleri artık yadsınamayacak büyüklüğe eriştiğinde devreye romantik bakış açıları sokuldu. “Biz bu oyunu seviyoruz”, “Futbol asla sadece futbol değildir” gibi sloganlar iyi niyetli olsa da safçaydı. Bunu, “spora politikayı alet etmeyin” diyen FIFA, IOC gibi organizasyonların yöneticilerinin veya devlet başkanlarının söylemlerinin benzerliğinden de anlayabiliriz. Oysa gitgide otantikliği ve özerkliği yok edilen sporun ihtiyacı olan tavır daha cesur ve devrimci olmalıdır.

Bir üstyapı kurumu olarak spor, bu kadar dallanıp budaklanmış ve egemenlerin mutlak kontrolüne girmişken ona, muhalif düşüncelerin sokulması “büyüklerin” işine gelmez. Oysaki ilerici, devrimci fikirlerin hayatın ta kendisi olan sporda var olamaması için hiçbir sebep yoktur. Bu fikirlerin oluşması ve geliştirilmesinde en önemli rol ise spor gazetecilerine ve bağımsız medya organlarına düşmektedir. Winston Churchill’e atfedilen bir söz vardır: “Savaş generallere, ekonomi ise akademisyenlere bırakılmayacak kadar ciddi işlerdir.” Spor dünyasını bugün ne savaşlardan, ne siyasetten, ne de ekonomiden (pardon üçü de aynı şeydi değil mi?) soyutlayabiliriz. Öyleyse “Spor gazeteciliği holding medyalarına bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir” desek hiç de abartmış olmayız. Tarih, içinde yaşadığımız haksız düzene kafa tutan sayısız sporcuyla doluyken onların mücadelesini yazmak elbette spor gazetecilerine düşer. Oyuncakçı dükkânında değişim zamanıdır.

*Bu, aynı zamanda bir “Merhaba” yazısıydı. Okan Yüksel üstadımızın deyimiyle “palto değil kafa tutan” gazetecilerle birlikte çalışacağım ve daha güzel bir dünyanın umuduyla yaşayan siz değerli Evrensel okurlarına ulaşabileceğim için bir hayli heyecanlıyım. O yüzden kalemim bu tatlı heyecanı gizleyemediyse bu seferlik mazur görünüz.

Sunday, April 12, 2009

EĞLEN-ME, SAVAŞ!

Hayatı belli kalıplara sıkıştırmak, kurallara boğmak, gerekli ya da gereksiz bir resmiyete sokmak için bitmek tükenmek bilmez bir azmimiz var. Hep bir tabur intizamı, devlet dairesi sıkıcılığı ve kendimizi güvende hissetme konformistliğinin peşindeyiz. Sokakta yürürken kendi kendine gülenleri sevmiyoruz; dalga geçiyoruz onlarla. Hani Orhan Veli demiş ya "sokakta giderken, kendi kendime/ gülümsediğimin farkına vardığım zaman/beni deli zannedeceklerini düşünüp/gülümsüyorum..." Aynen öyle. Tek başına gülmek, ayıp ve saçma. Yahut şarkı söylemek, kendi kendine konuşmak. İnsan yalnız başınayken sıkıntılı sıkıntılı yürümeli ve susmalı! Bizlere bu öğretildi "sıkıcı ve emniyetli dünya 101" dersinin abc'sinde. Bu davranış geleneğinin bireysel olduğuna inanmıyorum. Genetik kodlarımızda sıkıcılık aşkı kazılı olamaz. Fakat otorite diye bir şeyin ruhu varsa eğer mutlaka sıkıcılık tanrısının emrindedir. Buna eminim.

"Devletin olduğu yerde baskı mevcuttur." Amin! Bu sebepten "sistem"'in otoriterliği dünyanın neresine gitseniz aynı. Yerleşik her yapıda, kurumda, organda bu sıkıcı ve otoriter sistemin ahtapot kollarına takılmak mümkün. Dünyanın en eğlenceli işini yapıyor yahut izliyor olalım, o aktivite bir kez sisteme entegre oldu mu kaçınılmaz "sıkıcılaştırma" mafyasının kontrolu altına girdi demektir. Cık cık'çı teyzeler, eli coplu polisler, linççi gençler, tükürgen orta yaşlılar... Sivili, resmisi hepsi kolluk kuvveti, hepsi emniyet sübabı. "Sıkıcılığı sağlayacağız, elimizden uçan, kaçan dahi kaçamaz." Bu, onların her sabah okulda okudukları kutsal ant gibi bir şey.

Spor da bu sistemin etki alanına dahil elbette. Saha içindeki mücadelenin bize git gide daha yapay gelmesi sadece nostaljisever oluşumuzdan mı? Yoksa bunca saha dışı elin etkisiyle sporlar, o en can alıcı özellikleri olan otantikliklerini mi kaybediyorlar?

Pazar günü iki büyük maç vardı. Biri "yüzyılın derbisi" Galatasaray-Fenerbahçe, biri NBA'de Doğu Konferansı'nın playoff'lar öncesi son "mesaj" maçı Cleveland Cavaliers-Boston Celtics. Bu 2 maçtan ve Pekin 2008 olimpiyatları'ndan farklı kareler, medya yorumları ve taraftar izlenimleri aktararak meramımı açıklamaya çalışacağım.

ARDA SEN METİN GİBİ OL AMA ÖNCE FENER'İ ...

Öncelikle bizim maç, yani koca derbimiz saha içi mücadele açısından tam bir rezaletti. Mücadeleden keyif almamızı sağlayabilecek tek bir an bile yoktu ama asıl merak ettiğim şu: Derbi heyecanıyla tribünleri ve ekranları dolduran milyonların öncelikli derdi maçtan keyif almak mıydı yoksa Emre Belözoğlu'na küfretmek mi? Cidden soruyorum ya niye taraftarız? Futbol takımlarıyla niye aşk yaşıyoruz? Eğlenmek yahut iyi vakit geçirmek için mi yoksa küfredip, kırıp dökmek için mi? Maçın son dakikasında kırmızı kartlar, yumruklar, küfürler gönlümüzü eyledi mi? Bir derbiyi büyük yapan öğeler nedir? Belli ki bizimkinin "dünya derbisi" olma sebebi içerdiği şiddet katsayısı. Arda Turan'a herkes kızgın. Böyle davranarak Metin Oktay olamazmış. Ne Metin Oktay'ı yahu? Adamın Metin Oktay olmasını istemiyorsunuz ki. Maça küfretmek için giden bir insan Metin Oktay üzerine edebiyat parçalama hakkını kendinde nasıl buluyor? Senin futbolu takip etme sebebin Metin Oktay tarzı sporcular değil ki! Ha bir de şu var, Metin Oktay bugün yaşasa Metin Oktay olabilir miydi acaba? Bir yanda, Lacan'cı konuşursak "Büyük Öteki" yani sistem, onun güdümünde sporcuları "entertainer" değil "warrior" olmaya sürükleyen medya, onun da yönlendirdiği taraftar kitleleri. Bu ortamda Metin Oktay'ın, Metin Oktay olmasına izin verilir miydi zannediyorsunuz? Futbol hala eğlenceyken Metin, Metin'di. Futbol bu haldeyken de kusura bakmayın ama Arda, Arda. Sabri'yi alkışlayan, "Sabri Emre'nin anasını ..." diyen hiç kimse ağzına Metin Oktay'ı alıp edebiyat parçalamasın, komik hatta iğrenç oluyorsunuz.

OLİMPİYAT ROBOTU

Daha önce de alıntılamıştım, Daniel Boorstin'e göre sporları seviyoruz çünkü 20.yüzyıl insanı ancak onda yüzde yüz gerçek, spontane ve tekrarı olamayacak anlara olan amansız açlığını tatmin edebiliyor. Bireysel olarak baktığımızda bu doğru fakat sistem, otorite, tekillerle ne kadar aynı fikirde orası tartışılır. Usain Bolt, Pekin'de insanoğlunun sınırlarını yeni bir boyuta çekerken yarışın son 10 metresinde profesyonelliği(ya da sıkıcılığı mı demeliyim) elden bırakıp sevinmeye başladığı için OLimpiyat komitesi başkanı Jacques Rogge tarafından kıyasıya eleştirilmişti. Bolt'u, sevincini, heyecanını gizleyemediği için eleştiren Rogge, onun rakiplerine ve "olimpiyat ruhu"'na saygı göstermediğini iddia etmişti. Hiçbir sporcudan böyle bir yakınma gelmezken olimpiyat komitesi başkanından bu sözlerin gelmesi şaşırtıcı mıydı? İnsanların eğlenmesi, gülmesi, iyi vakit geçirmesiyle tarihsel olarak problemleri olan totaliter bir kurumun başkanından böylesi bir yorumun gelmesi ben gibi düşünen insanlar için gayet normaldi. "Olimpiyat ruhu"'ymuş. Dünyanın en sıkıcı ruhu olsa gerek bu bahsedilen ruh. Oldu olacak olimpiyat robotu diyelim adına da.

SEKİZİNCİ GÜNAH: EĞLENME

Bizim dillere destan derbiden sonra sıra Cleveland-Boston maçındaydı. LeBron'un önderliğinde ligin tozunu atan Cavs, Garnett'ten yoksun Boston'ı 31 sayı farkla mağlup etti. Bu senenin saha içi ve dışında en eğlenceli takımı olan Cavaliers, her zaman olduğu gibi galibiyeti kenarda renkli davranışlarla kutladı. LeBron klasik gitar çalma rutinini yaptı, dans ettiler, hayali aile fotoğrafları çektirdiler. Eğlendiler yani. Cleveland maçlarını takip edenler için yeni görüntüler değildi bunlar. Evlerindeki her maçta aynı gösterileri yapıyorlar. Maçı NTVSPOR yayınlıyordu. Ve otorite bu kez de medya kılığında iş başındaydı. Murat Kosova ve Kaan Kural kızgındı. Bir takım galibiyetini nasıl böyle kutlayabilirdi? Rakibe saygısızlıktı, amatörceydi, ayıptı vs. Bir takımın eğlenmesini rakibe saygısızlık olarak okumamız öğütleniyor bize medya tarafından. Çünkü adamlar "savaşıyor", oyun oynamıyor. Savaşta eğlence olmaz. 2.Dünya savaşı'nda, Allah'ın Stalingrad'ında bile eğlence olur(bkz: enemy at the gates), spor savaşında olamaz. Cık cık cık büyük saygısızlık. Böyle yorumları dinlediğim zaman cık cık'çı teyzeler aklıma geliyor. Murat Kosova dün onların erkek versiyonu gibiydi. "Eğlenmek", ne büyük günah!

Kurumlar, medya ve hepsinin ötesindeki yüce otorite, spor gösterilerini yapaylaştırıp, otantikliğini öldürür başka bir deyişle onların bizi eğlendirme kapasitesini minimuma indirmeye çalışırken emek döktüğü ve para kazandığı işi hafife alabilen "entertainer"'lar çağımızın nadide elmasları haline dönüşüyorlar. O yüzden Usain Bolt'un 9.59 koşabilecekken 9.69'da kalmasını umursamadım hatta onun yarış henüz devam ederken başladığı sevinç gösterisi yüzünden fazladan bir heyecana bile kapıldım. Yine o yüzden dün Cleveland ve LeBron'un "zararsız" sevinç gösterilerini yadırgamadım ve "yüzyılın derbisinde" yaşanan her şeyden nefret ettim. Eğlencemizi öldürüp ondan Roma'daki gibi bir savaş yarattılar. Şimdi de savaşanları savaşarak izlememizi istiyorlar. Roma'da bile bu kadar ileri gidilmemişti.

Monday, April 6, 2009

Obama Spartans!




Barack Obama bugün Türkiye'ye geliyor ya, ne öve öve bitiremediğimiz misafirperverliğimiz(ki kendisi zaman zaman turistlere tecavüz ederek kendini gösterir) ne de konjonktür itibariyle el pençe divan oluşumuz onun umrunda bile olmayacak. Eline tutuşturulan kağıt parçalarında yazan harfleri bir robot gibi şuursuzca seslendirecek. Sorulan sorulara aynı sıkıcı ve "politically correct" yanıtları verecek ama sakın ha aklı burada olmayacak. Çünkü Obama'nın zihni, fikri her şeyi Detroit'ta bugün. Bayrağı yeşil-beyaz, elbisesi kolsuz bir tişört ve şorttan ibaret. Bileğini kesseniz yeşil akacak kanlarından ve ölecek olsa son sözü "Yaşasın Michigan State Spartans", emin olun!

Dile kolay tam 72 bin basketbolsever, sporsever yahut her neyse bu gece Amerikan Kolej Basketbol Ligi NCAA'in final karşılaşmasını izlemek için Ford Field'da olacak. Sezonun şu ana kadar ki en dominant takımı North Carolina Tar Heels, galibiyete en aç ve istekli, sürpriz finalist Michigan State Spartans'ın evine konuk olacak TSİ ile 04:00 itibariyle. Bu maçın önemi her halükarda büyük zira NCAA, ABD'liler için çılgınlıkla eş anlamlı. Onları Avrupalı yahut Güney Amerikalı sporseverler gibi coşkuyla tezahürat yaparken görebileceğiniz belki de tek turnuva. Fakat 2009 NCAA finalini diğerlerinden farklı kılan bir yönü var ki o da Amerikan işçi sınıfının son model acılarında gizli.

Krizle yerle bir olan Amerikan otomotiv sanayii'nin kalbi Detroit, Michigan. Ekonomik bunalımla birlikte dev şirketler havlu attı, binler işsiz kaldı. Eyaletteki işsizlik oranı %22 ki bu ülkenin en yüksek rakamı. Her zaman için mavi yakalıların kenti olarak anılan Detroit'in spor takımları da tarihsel olarak bu geleneği yansıtmıştır(tabii ki 90'ların başındaki Michigan Wolverines hariç*). Sanayi kenti Detroit'in emekçi destekçileri hep kendileri gibi savaşçı, mücadeleden çekinmeyen, süper yetenekli değil belki ama yürekli oyuncuları ve takımları sevmiştir. Zaten NBA takımı Pistons'ın başarılarını hep bu tarz takımlarla ve "Bad Boys" ekolüyle kazanması da bir tesadüf değildir. Pek sevilmezler, ne 80'lerin sonunda Michael Jordan'ı 3 kere arka arkaya eleyen ve 2 şampiyonluk kazanan Bad Boys, ne de Shaq'lı, Kobe'li Lakers hanedanlığına son veren istikrar abidesi takımları sert ve savunmayı ön planda tutan stilleri nedeniyle ülke genelinde pek sempati toplayamamıştır. Fakat bugün devranın döndüğü gün. Amerikan başkanı dahi arkalarında zira krizin faturasını ödemekle boğuşan ve patladı ha patlayacak haldeki öfkeli Detroitlar'ın aklından bir süreliğine de olsa krizi çıkarmanın yolu bu geceki maçtan geçiyor.

Detroit şehri o kadar zor durumdaki gazete manşetlerinden, okuyucu yorumlarından bir seferberlik havası seziliyor. Zizek'in "hayatta kalmacı tavır" olarak adlandırdığı şeye benzer bir durum bu. Global felaket der Zizek, günümüzde toplumsal dayanışmaya ulaşmanın bedeli gibidir adeta. Normalde birbirlerini umursamadan yaşayıp giden insan yığınlarını ancak ortak bir mega tehdit bir araya getirebilir. Bu biraz da "ya benim de başıma gelirse" korkusu ve dolayısıyla hayatta kalma iç güdüsüyle alakalıdır. Sonuç olarak krizle sarsılan Detroit bugün Katrina kasırgası sonrasındaki New Orleans pozisyonundaysa ekonomik krizin de en az binleri evsiz bırakan ve öldüren bir kasırga kadar etkili olduğu gerçeğinin farkına varmamak mümkün değil. Hani kafamıza vururcasına "Kriz bu elbette ki tenkisat olacak. Olsun ki yeniden düzlüğe çıkalım" diyen kapitalizmin iki yüzlülüğünü gözler önüne süren çok güzel bir örnek aslında fakat tek farkla kasırga engellenmesi imkansız bir doğa olayı, ekonomik kriz ise insanın yarattığı bir sistemin kaçınılmaz sonucu ve belki de tek gerçeği.

Öyle ya da böyle spor eksenimizi kaybetmeyelim. Amerikan halkı bugün Michigan State'in arkasında çünkü korkuyor. Obama bugün turnuva öncesi favori olarak gösterdiği North Carolina'nın değil Michigan State'in arkasında çünkü o da korkuyor. Utangaç politikalarının bu devasa krizi aşmaya yetmeyeceği korkusunun yanında bir de sayesinde seçimi kazandığı işçi sınıfının olası isyanının korkusu var Obama'nın içinde. Yeşil-beyazlıların zaferine muhtaç kısacası. Sporun, kitleleri bir araya getiren, dertleri unutturan o esrarengiz afyonumsu hallerine muhtaç! Öyle muhtaç ki hem de umrunda bile olmayacak Türkiye! Michigan State bugün kazansa, adını işçi sınıfının baş düşmanı olarak görülmesi gereken Henry Ford'dan alan Ford Field'da 72 bin Detroit'li bayram yapacak. 3 gün bilemediniz 5 gün o meşhur dertleri unutma devresine girilecek. Fakat her şey olup bittiğinde, NCAA şampiyonluğunun insanları işlerine geri sokmaya yetmediği anlaşıldığında Obama'nın da öfkeli, işsiz ve yoksul halkını yatıştırmak için yeni bir ilaca ihtiyacı olacak.

Ben de bugün Michigan State'liyim ve bu yazının "spor halkın afyonudur" biçiminde tezahür etmesinden hoşnut değilim ama BAZEN de doğru söze ne hacet demeyi bilmek gerekiyor!

*90'ların başındaki Michigan State takımı NCAA tarihinin en kaliteli kadrolarından biridir. Chris Webber, Juwan Howard, Jalen Rose gibi isimlerden oluşan Fab 5 yani Harika Beşli lakaplı ekip ne kadar yetenekli ve renkli olursa olsun hiç şampiyonluk yüzü görememiştir.