Wednesday, April 22, 2009

Değişim Zamanı

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Türkiye’nin “futbol dilencileri” bu hafta yine aç gezdi. Şampiyonluk kovalayan takımlarımız alışılageldiği üzere pek bir sıkıcıydı. Hafta sonunun en renkli mücadelesinde Diyarbakırspor, Güngören Belediye’yi 2-0 geriden gelip 3-2 yenmesini bildi. Basketbolda, NBA salonları play-off heyecanıyla şenlenirken, bizim ligimizde Galatasaray, Beşiktaş’ı çok keyifli bir mücadeleden sonra 111-94 yenmeyi başardı. Kortlarda ise “Baharın ve Toprağın Kralı” Rafael Nadal, Monte Carlo’da üst üste beşinci şampiyonluğunu kazandı.

Gördüğünüz gibi spor dünyasında haber bol. Nicelik konusunda maşallahımız var! Peki ya nitelik? Arda Turan’ın maç sonunda güvenlik görevlileriyle arasında geçenlerden, Beşiktaş-Bursaspor maçının hakemi Deniz Çoban’ın ağzından çıktığı iddia edilen cümlelerin dedikodusuna kadar her şeyden(!) haberimiz oldu. Ya da şöyle mi demeliydim; “Hiçbir şeyden haberimiz olmadı.”

Batılılar, gazetelerin spor sayfalarını “oyuncakçı dükkânı” olarak tanımlarlar. Onlara göre medya, demokrasilerde bekçi köpeği işlevi görmelidir. Spor basını ise rahat olabilir. Zira spor, tek işlevi halkı uyutmak olan, daha önemsiz, lakayıt bir alandır. Bize dayatılan söylemi bir kenara bırakırsak hakikaten böyle midir bu? Ekonomi ve siyasetten bağımsız düşünemez olduğumuz spor dünyası bu kadar safça bir gazetecilik anlayışına mahkûm edilebilir mi? Kuşkusuz egemenlerin istediği budur. Spor endüstrisinden göz ardı edilemeyecek büyüklükte rantlar elde eden devlet mekanizması ve medya sahibi holdinglerin bu vurgunu gizli tutmak istemeleri kendi haklarına doğaldır. Halkın hakkını ise zaten hiçbir zaman önemsemezler.

Sporun bu devasa işlevleri artık yadsınamayacak büyüklüğe eriştiğinde devreye romantik bakış açıları sokuldu. “Biz bu oyunu seviyoruz”, “Futbol asla sadece futbol değildir” gibi sloganlar iyi niyetli olsa da safçaydı. Bunu, “spora politikayı alet etmeyin” diyen FIFA, IOC gibi organizasyonların yöneticilerinin veya devlet başkanlarının söylemlerinin benzerliğinden de anlayabiliriz. Oysa gitgide otantikliği ve özerkliği yok edilen sporun ihtiyacı olan tavır daha cesur ve devrimci olmalıdır.

Bir üstyapı kurumu olarak spor, bu kadar dallanıp budaklanmış ve egemenlerin mutlak kontrolüne girmişken ona, muhalif düşüncelerin sokulması “büyüklerin” işine gelmez. Oysaki ilerici, devrimci fikirlerin hayatın ta kendisi olan sporda var olamaması için hiçbir sebep yoktur. Bu fikirlerin oluşması ve geliştirilmesinde en önemli rol ise spor gazetecilerine ve bağımsız medya organlarına düşmektedir. Winston Churchill’e atfedilen bir söz vardır: “Savaş generallere, ekonomi ise akademisyenlere bırakılmayacak kadar ciddi işlerdir.” Spor dünyasını bugün ne savaşlardan, ne siyasetten, ne de ekonomiden (pardon üçü de aynı şeydi değil mi?) soyutlayabiliriz. Öyleyse “Spor gazeteciliği holding medyalarına bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir” desek hiç de abartmış olmayız. Tarih, içinde yaşadığımız haksız düzene kafa tutan sayısız sporcuyla doluyken onların mücadelesini yazmak elbette spor gazetecilerine düşer. Oyuncakçı dükkânında değişim zamanıdır.

*Bu, aynı zamanda bir “Merhaba” yazısıydı. Okan Yüksel üstadımızın deyimiyle “palto değil kafa tutan” gazetecilerle birlikte çalışacağım ve daha güzel bir dünyanın umuduyla yaşayan siz değerli Evrensel okurlarına ulaşabileceğim için bir hayli heyecanlıyım. O yüzden kalemim bu tatlı heyecanı gizleyemediyse bu seferlik mazur görünüz.

No comments: