Monday, November 30, 2009

Denizli pragmatizmi

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Milletlere karakter giydirmeyi sevmem. İspanyollar sıcakkanlı, Almanlar soğuk, İngilizler muhafazakâr, İtalyanlar cart Fransızlar curt… Tüm bunların 18.yüzyıl sonrası ulusal kimlik yaratma çabalarının birer parçası ve sonucu olduğunu bilirim. Fakat Türkiye dediğimiz coğrafi sınırlar içerisinde yaşayan halklarla ilgili kesin olarak bildiğim bir şey varsa o da şudur ki bizler kesinlikle plan-program-sistem vs. adamları değiliz. Bu sebepten de istikrar bize çok uzak bir kelime.

Bize cazip gelen hep kısa ömürlü çözümler. Belirli bir sistemin zorluğu ve mekanikliğini kavrayıp ona ayak uyduracak ne sabrımız var ne de disiplinimiz. Tüm bunlar futbol dünyamız için de geçerli ve onun içinde bir adam var ki o, belki de Türkiye insanının bu karakteristiğini en becerikli şekilde yansıtan kişi: Mustafa Denizli.

Denizli, 1987’den beri teknik adamlık yapıyor. Yurt içinde Galatasaray, Kocaelispor, Fenerbahçe, Manisaspor ve Beşiktaş’ın yanı sıra milli takımı da çalıştırdı. 3 büyük takımla lig şampiyonluğu, milli takımla Avrupa Kupası’nda çeyrek final oynama başarılarını yaşadı. 1988/89 senesinde henüz Türkiye takımları İngiltere’den, Polonya’dan sekizer golle uğurlanırken Galatasaray’la Şampiyon Kulüpler Kupası’nda yarı final oynadı ki bu, günümüzde dahi egale edilememiş bir başarıdır. Kısacası adım attığı hemen hemen her yerde başarılı oldu. Adım attığı yer sayısı fazla başarıları ise hep kısa ömürlüydü. Milli takım dışında görevine 2 seneden uzun devam ettiği olmadı. Anglosaksonların deyimiyle ‘journeyman’ yani gezgin bir futbol adamı olarak devamlı seyahat halindeydi. Farklı yerlerde şansını ve futbol bilgisini denedi. Galatasaray’la zirveye çıktığı dönemin ardından pat diye Alman ikinci ligine, Alemannia Aachen’a giden de, milli takımla çeyrek final oynadıktan sonra dönemin cadı kazanı Fenerbahçe’ye-ki hiç sevilmediği bir camiaydı- doğru yol alan da
kendisiydi.

Hiçbir zaman uzun soluklu görevlerin adamı olmadı. 23 yıldır Manchester United’ın başında bulunan yerleşik Alex Ferguson’u göçmenliğiyle kıskandıracak, 40 senede 23 takım değiştiren Macar futbol efsanesi Bela Guttmann’ı ise rekorunu kırmakla tehdit edecek kadar serüvenci bir futbol yaşantısına sahip. Nereye giderse gitsin değişmeyen ve belki de onu tüm bu hava değişikliklerine rağmen başarılı kılan özelliğiyse girdiği ortamın rengini alan akılcı ve pragmatik futbol anlayışı.
Denizli, kariyeri boyunca Fatih Terim’in “ben rakibe göre önlem almam”, “ben değil onlar düşünsün”cü hafif kabadayı futbol anlayışının tam zıddını yansıttı. Kendisinin de dediği gibi her maçı önce kafasında oynadı. Futbolun sayısız değişkenden oluşan dinamik yapısının hep farkında oldu ve rakibin eksiklerinden maksimum ölçüde faydalanmayı kendisine şiar edindi. Bu sebepten hemen hemen her gittiği takımda farklı taktiklere yer verdi. Kimi zaman maçtan maça taktik değiştirdiği bile oldu. 3’lü savunma da oynattı, 4’lü de. 3 santrforla da oynadı tek santrforla da. Tıpkı şu anda Beşiktaş’ta yaptığı gibi.

Açık söyleyeyim sene başında Beşiktaş’a hiç şans vermeyenlerdendim. Fenerbahçe ve Galatasaray’a karşı olan kadro zafiyetlerinin yanı sıra Denizli’nin yukarıdaki satırlar boyunca açıklamaya çalıştığım yerleşik olamama hallerinin de bunda büyük etkisi vardı. Bir kere kazandı mı doyup başka ufuklara yelken açmasına alışkınız. Yine böyle olabileceğine dair de önemli sayıda ipucu vermişti bize. Fakat medyadaki aşırıya varan eleştirilerden midir bilinmez Denizli, son haftalarda elindeki kadronun öyle ya da böyle suyunu çıkartan, pragmatik yapısını yeniden konuşturmaya başladı. Denizli’ye yakın kaynaklar bu durumu şöyle açıklıyor: “Maçları yeniden kafasında oynamaya başladı.”

Kuşkusuz kurt hoca elindeki takımın son yıllardaki en sağlam defans kadrosuna sahip olduğunun farkında. Birinci tercihlere baktığımızda stoperde Sivok-Ferrari, ön liberoda Ernst-Fink kelimenin tam anlamıyla taş gibi bir iskelet oluşturuyorlar. Böyle bir çekirdeğe ne Fenerbahçe sahip ne de Galatasaray. Bu isimlerin dışında İbrahim üçlüsü(Toraman, Kaş, Üzülmez), İsmail Köybaşı, Ekrem Dağ, Erhan Güven gibi çok mücadele eden ve defansif yönü kuvvetli isimleri de unutmamak lazım. Denizli, bu kadronun savunma yapma yeteneğinin farkında ve kartlarını buna göre oynuyor. Evet, Beşiktaş zevk verdiğini iddia etmenin güç olduğu bir futbol oynuyor. 30 dakika konuşmadan izlense insanın uykusunu getiriyor ama ortada da matematiksel bir gerçek var ki bu takım ligde oynadığı 13 maçta sadece 6 gol yedi ve yapmış olduğu felaket başlangıca rağmen lider Fenerbahçe’nin yalnızca 4 puan gerisinde. Üstelik oynamış olduğu son 6 (Ankaraspor maçını hükmen kazanıldığı için saymıyorum) lig maçını da kazandı. Şampiyonlar Ligi’nde ise son Old Trafford zaferinden sonra şansları devam ediyor.

Kısacası istikrarı sevmeyen, ortama kısa süreli de olsa ayak uyduran ve kartlarını ona göre oynayan Denizli, tıpkı tarzını belli etmek istemediği için bir el agresif, bir el pasif davranan poker oyuncularını andırırcasına futbol karakterinden farklı renklerde demetler sunmaya devam ediyor. 2000 Avrupa Kupası’nda çeyrek final oynayan Türkiye Milli takımına rakibi bozmaya yönelik, defansif ve ısırgan bir futbol oynatan Denizli başta Hıncal Uluç olmak üzere futbol ulemalarının büyük tepkisini çekmişti. Kendisini Galatasaray ve Aachen’daki hücum futboluyla hatırlayanlar için bu defansif milli takım bir hayal kırıklığıydı elbette ama sonuç gösterdi ki Denizli yine haklıydı. Milli takım her şeye rağmen başarılı olmuştu.

Sonraki sene Fenerbahçe’ye geçiverdiğindeyse elindeki malzeme öyle rota verdiği için yine çılgın hücumcu Denizli kimliğine büründü. 2 sene önce içimizdeki İrlandalı haline dönüşen Uluç bu sefer Denizli’yi yerlere göklere koyamıyor rakibi Lucescu’yu ise her fırsatta korkaklıkla suçluyordu. Oysa farkında değildi ki o çok yakından tanıdığını iddia ettiği Mustafa Denizli içinde bulunduğu koşullara göre farklı tavırlar alabilen, çok yönlü, değişken kısacası pragmatik bir futbol adamıydı.

Denizli’nin pragmatizmi şimdi de Beşiktaş’ta iş başında. Hani 1-0, 2-0’lık galibiyetleri alt alta dizince resim güzel gözüküyor da ressamı iş üstünde izlerken aynı tat alınamıyor maalesef. Konuştuğum ve bana görüşlerini bildiren birçok Beşiktaşlı arkadaşım ve okurum da aynı fikirde. Fakat görünen o ki Denizli’nin elindeki kadro 2 hareketli hücum oyuncusuyla(bir sol açık bir sağ açık) takviyelendirilmedikçe bu senaryo böyle devam eder. Mustafa Denizli, maçları kafasında oynar, eleştirilere her zamanki gibi gülümser ve aldığı neticelere bakar. Ne demiş Immanuel Wallerstein: “Değişim sonsuzdur. Hiçbir şey değişmez.” Denizli pragmatizmi de aynen o hesap işte.

Saturday, November 21, 2009

Sporda erdemliliğin önlenemeyen düşüşü

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Her gün envai çeşit spordan sayısız maç izliyoruz. Buna rağmen saha içinde yaşananlara dair konuştuklarımız, konuşabildiklerimiz günden güne azalıyor. Farkında mısınız bilmiyorum ama büyük maç diye yücelttiğimiz tüm karşılaşmalar, azametinin önemli bir bölümünü saha dışında sahip olduğu gerginlik potansiyelinden alıyor. Büyük sporcu dediklerimiz nadiren öncülleri kadar etkileyici olabiliyor. Banka hesabı şişkinleştikçe özgünlüğünü, şanı şöhreti arttıkça bizdenliğini kaybeden sahte kahramanlar haline dönüştü yıldızlık payesini uygun gördüğümüz sansasyonel isimler. Ve spor tüketildikçe sadece yerini yurdunu değil ruhunu da kaybeden bir iş sahasına doğru olan dönüşümünü artık tamamladı.

Ne demek istediğimi netleştirmek için geride bıraktığımız hafta spor adı altında neleri konuştuğumuzu özetlemek yeterli olacaktır. Galatasaray Cafe Crown-Fenerbahçe Ülker maçında yaşanan ve artık bir derbi ritüeli haline gelen tribün rezillikleri… Galatasaray Cafe Crown basketbol takımının bizzat olay sonrası kovulan Koçu Okan Çevik tarafından açıklandığı üzere “milli hisler” gözetilerek cezalı bir oyuncusunu hazırlık maçında oynatması ve tarihi bir ayıba, sahtekarlığa imza atması… Beşiktaş’ın başarısız Başkanı Yıldırım Demirören’in tribün temizliği adı altında kendisine muhalif olan ‘şöhretli’ kimi taraftarlara maça girme yasağı getirmesi… Geçen hafta da yazdığımız Ankaragücü ve Ahmet Gökçek şımarıklığı… Süreyya Ayhan’ın doping sebebiyle pistlerden ömür boyu men edilmesi… Cezayir-Mısır arasında oynanan Dünya Kupası eleme maçının Arap kavminin liderini belirleme savaşına dönüştürülmesi ve hem saha içi hem saha dışı aktörlerin olayı olabilecek en çirkin hale getirmeleri... Son olarak da yine bir Dünya Kupası eleme maçı olan Fransa-İrlanda karşılaşmasında Thierry Henry’nin bariz ve bilinçli bir şekilde elle düzelttiği topla attırdığı gol sonrası Fransa’nın Dünya Kupası biletini alması…

Oldukça hareketli geçen bir haftadan aktarabileceğimiz başlıklar bunlar. Türkiye ve dünya medyası işte bunları konuşuyor. Hepsi ‘büyük’ maç, hepsi ‘büyük’ sporcu, hepsi ‘büyük’ olay ama hiçbiri kamuoyunun kendisine biçtiği önemin hakkını verecek nitelik ve erdemlere sahip değil. Ya kavga, ya hile, ya sahtekarlık başrolü oynuyor sıfatlarının ululuğunda.

ÇEVİK VE AHLAKSIZ

Yerim olsa hepsiyle tek tek uğraşacağım da önce Galatasaray Cafe Crown basketbol takımının marifetleriyle başlayalım. Basketbola ayırdığı emeğe haksızlık etmek istemiyorum, o yüzden “Okan Çevik sadece Galatasaray Lisesi mezunu olduğu için koçluğa getirilmiştir” gibi doğruluk payı fazla olmayan bir cümle kurmayacağım ama Cemal Nalga skandalı gösterdi ki bu zatın bundan sonra iş bulabilmesi için “torpil” bile yeterli olmamalı.

Sen tut koskoca bir camianın haysiyetini beş para etmez bir hazırlık maçının neticesi uğruna riske at! Bundan da beteri, sebebi yahut doğuracağı sonuçlar ne olursa olsun böylesi bir sahtekarlığı akıl edip uygulamaya koy! Olacak şey değil! Sorumluların Galatasaray Spor Kulübü’yle olan ilişkilerinin acilen kesilmesi gerekiyordu, öyle de oldu. Bakalım federasyonun vereceği karar ne olacak? Umarım yönetmelikteki en ağır ceza hiçbir baskı altında kalınmadan uygulanır çünkü 104 yıllık Galatasaray Spor Kulübü ne yazık ki bunu hak etmiştir.

Olay sonrası görevine son verilen Okan Çevik’in özrü ise kabahatinden büyüktü. Meğer Çevik, milli hislerle akıl etmiş bu cinliği. Tek amacı hazırlık maçında alınacak galibiyetle Almanya’daki gurbetçilerin göğsünü kabartmakmış. Çok düşünceli adam doğrusu! E artık kovulduğuna göre kendisini vatan hizmeti uğrunda harcanan bir “gazi” olarak bile görebilir. Akla Orhan Veli’nin dizeleri geliyor: “Neler yapmadık şu vatan için / Kimimiz öldük / Kimimiz nutuk söyledik.” Kimimiz de Çevik gibi basit ve anlamsız bir hazırlık maçında hilekarlığa başvurduk. Eee, vatan için kurşun atanın da yiyenin de şerefli olduğu bir ülke burası. Çevik’e de hak vermek lazım.

HENRY’NİN YIKTIKLARI

Gelelim Tanrı’nın ikinci (hangi iki) eline. Thierry Henry’nin basketbolda bile steps sayılacak bir sekans akabinde attırdığı gol sonrası Fransa, Dünya Kupası’na katılma hakkı kazanırken mağrur ve mağdur İrlandalılar elenmekten kurtulamadı. Henry maç sonu yaptığı açıklamada “Evet elle oynadım ama ben hakem değilim. Eğer bazı kalpleri kırdıysam özür dilerim” dedi. Haklısın Henry, elle oynadın, hem de bilinçli bir şekilde ve yine haklısın ki çok kalp kırdın. Hem de sadece İrlandalıların değil tüm futbolseverlerin. Fransa’nın 1 numaralı spor gazetesi L’equipe maç sonrası “Fransa bileti eline aldı” diyerek manidar bir manşet attı. Onlar da kalbi kırık futbolseverlere dahildi.

Fransa golü bulduğunda aklımdan “Acaba Henry kendisine yakışanı yapıp hakeme yediği haltı itiraf eder ve golün iptal edilmesini sağlayıp adını futbolun onurlu efsaneleri arasına yazdırır mı” diye geçirdim. Yapmadı maalesef. Onun yerine haksızca atılmış bir gole çılgınca ve yüzsüzce sevinmeyi yeğledi. Thierry Henry ve Fransa sevinirken “futbol dilencileri” bir kez daha yıkılıyordu. Hayal kırıklıklarına, yenilgilere alışığız ne de olsa…

Fakat artık gün, Thierry Henry, Okan Çevik, Süreyya Ayhan gibi spor erdemliliğinden nasibini alamamış sporcu ve spor insanlarını yerin dibine geçirme günüdür. Çünkü biz naif sporseverler hayatımız boyunca unutmayacağımız saliselik enstantanelerin hazzı uğruna nice pisliği sineye çektik ve artık böğrümüz mikroptan geçilmez oldu. Artık yutkunmadan sevinmek, küfretmeden bağırmak, kalp kırmadan şakalaşmak lügatımızdan silindi. Ve tüm bunların sorumlusu sporcuları ve sporun ağababalarını hoş gördükçe daha çok tribün kavgası, milli maç muharebesi, doping kazığı yaşarız. Daha çoook aldatırlar bizi…

Sunday, November 15, 2009

"Alıcam Ankaragücü'nü vurucam kırbacı"

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Shakespeare’in unutulmaz oyunu Hamlet’te söylendiği gibi: “Çığrından çıkmış bir zaman bu.”

20 yılı aşkın bir süredir Gökçek ve Ankara isimleri ne zaman yan yana gelse yanlarında bir de trajedi getirdiler. ‘Kassandra çaresizliği’ içinde çırpınmak mıdır bizimkisi bilemiyorum ama onların gayet de sağlam yazılmış bir senaryoya, bir Yunan tragedyasına göre yaşadıklarına eminim. Hani Sofokles yazmış olsa eserlerinden tek farkı oyunun Thebai’de değil Ankara’da geçiyor olması olurdu. Senaryolarda kötü adamın bir türlü sonu gelmeyen erki bizi hep hayrete düşürür ve oyuna bağlar ya burada da öylesi bir durum var. Gökçek’ler ne halt etse yine de iktidarları sonlanmıyor. 15 senedir onlara bu gücü veren Ankara halkıymış. En esrarengizi de bu zaten. Bizim bilmediğimiz, anlayamadığımız bir şeyler biliyor bu adamlar ama ne?

Gökçekler’in futbola el attıkları günden itibaren sahneledikleri senaryo da geçmişlerinden farksız değil. Önce halkın parasıyla oluşturulan bir belediye kulübü, bin bir katakulliyle, hülleyle, hileyle iç edildi ve tüm imkânları başkentin taraftar gücüne sahip tek camiası Ankaragücü’ne aktarıldı. Federasyonun bu hukuksuzluğa karşı verebildiği tek ‘somut’ ceza artık herhangi bir kıymet-i harbiyesi kalmayan Ankaraspor’u küme düşürmek oldu. Asıl suçlularsa para cezaları, hak mahrumiyetleriyle yırttılar ve icraatlarına devam ettiler. Başarıya hasret ve haddinden fazla ateşli bir taraftar grubuna sahip olan Ankaragüçlüler de havadaki başarı umudunu kokladıkları için tüm bu rezilliklere karşı sessiz kaldılar.

Şimdiyse babadan miras şaibeli bir erki 10 yaşında şımarık bir zengin çocuğu edasıyla kullanan Ahmet Gökçek tipik bir patron pişkinliğiyle Hikmet Karaman’ı kovuyor ve sözleşmesinde açıkça belirtilmiş tazminatının hükümsüz olduğunu iddia ediyor. Üstelik Karaman’ın anasının ak sütü gibi helal ödencesinden feragat etmemesi üzerine de onu ajitasyonla(kendi telaffuzuyla ‘acıtasyon’) suçluyor. “Hayatında böyle sözleşme görmemiş” Ahmet Bey, e şimdi gördün işte. Nasıl hoşuna gitti mi? Bu ülkede hukuk varsa parasını da çatır çatır ödeyeceksin. Ahmet Gökçek’e bakılırsa böylesi bir sözleşmenin ardında art niyet aramamak enayilikmiş. Türkiye dışında çalışan bütün teknik adamlar art niyetli o zaman. Keyfi başkanlara karşı çalışma hakkı ve emeğini güvence altına almak istemek bir patronun gözünde art niyet tabii. Bugün İspanya milli takımının teknik direktörü Vicente Del Bosque ömrübillah çalışmasa Beşiktaş’tan aldığı 8 milyon Avro’luk tazminat parasıyla torunlarını geçindirir. Ve bunun adı art niyet falan değil profesyonelliktir. Kendini tiran sanan başkanlara karşı bir futbol emekçisinin haklarını koruma çabasıdır.

“Arkeolojik bir olgu: Çalışan hakları”

Başkent ekibindeki rezillikler bununla sınırlı kalsa iyi. Hikmet Karaman, ekibiyle beraber 5 aydır maaş alamadıklarını zaten açıkladı. Bu yetmezmiş gibi futbolcuların da ödemelerinin yapılmadığını bir futbol kulübü için utanç verici bir haber sayesinde öğrendik. Dünyaca ünlü İngiliz santrfor Darius Vassell otelinden ücreti ödenmediği için kovulmuş. Kulağa ne komik geliyor değil mi? Defalarca İngiltere milli takımı forması giymiş bir futbolcu, kulübü konakladığı yerin parasını ödemediği için kapı dışarı ediliyor. Ne işim var benim burada, ne hallere düştüm diye az dövünmüyordur şu aralar.

Aslında tüm bunlar 1984’ten beri örgütlenemeyen sporcuların bir sendikaya neden ihtiyaç duyduklarını da açıkça ortaya koyuyor. Dile kolay; 25 yıl oldu ve halen sporcuların haklarını kollayacak, başlarına gelebilecek olası bir haksızlıkta onlara arka çıkacak bir sendikaları yok. Eduardo Galeano’nun deyimiyle çalışanların haklarının arkeolojik bir olgu olarak dayatıldığı emekçi düşmanı bir çevrede yaşıyoruz.

Yeşilçam’ın kült sahnelerinden biridir. Tombul zengin çocuğu babasının parasıyla Sezercik’in eşeğini satın almak ister ve şöyle der: “Alıcam eşeği vurucam kırbacı”. Burada da Ahmet Gökçek, Melih Gökçek’in oğlu olmak dışında hiçbir vasfa dayanmayan başkanlığıyla almış eline Ankaragücü’nü istediğine kırbacı vuruyor. Şimdiden söylüyorum ki başarısız olacak. Ankaragücü, Gökçek’lerin iktidarı süresince her türlü desteğe, hileye, hurdaya rağmen başarılı olamayacaktır. Çünkü böylesi bir zihniyetin günümüz futbolunda yeri olamaz. Görme bozukluklarına aşina olduğumuz Türk spor medyası Ankara civarlarında yaşanabilecek her türlü hukuksuzluk ve hukuk dahilindeki haksızlıklara karşı gözünü dört açmalıdır. Ahmet Gökçek, yeni Gigi Becali olmak istiyorsa yanlış ülkeye tezgâh açtığını bilmeli.

Sunday, November 8, 2009

Futbolukürdi ve sevgili damat

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Ragıp Duran’ın tabiriyle ‘Futbolukürdi’ haftanın gündemini oluşturmaya devam ediyor. Gaziantep deplasmanında maruz kaldıkları ırkçı tezahüratları düşünürsek, Diyarbakırspor Başkanı Çetin Sümer’in, “Galatasaray maçına çıkmayacağız” tehdidi azdı bile. Fakat haklı isyanına, haksız bir hakem hataları söylemi ve komplo teorileri karıştırması, elini zayıflattı. Zira medya, olayı “ırkçı tezahürat” bağlamından buraya çekti. Manipülasyondaki ustalıklarına diyecek yok. Hafta boyunca birçok yazardan, asıl ırkçılığı ‘bölücü’ Kürtlerin yaptığını anlatan ve Çetin Sümer’in böyle tehditlerle bir yere varamayacağını tavsiye eden yazılar okuduk.

“Kahrolası feodaller” yapmışlardı yine yapacaklarını. Tertemiz, el değmemiş sporumuza siyaset karıştırmışlardı bir kere. Üstelik federasyonun perşembe akşamı açıkladığına göre ortada ırkçı tezahürat falan da yoktu. Diyarbakır’ın cümlesi halüsinasyon görüyordu. Yoksa bu adamlarda bölücülük geni mi vardı kuzum?.. Zaten başkan dedikleri o adam da Amerika’nın Sesi radyosuna “Diyarbakırspor Kürt milletinin takımıdır” açıklamasını yaparak Amerikancılığını, Sorosçuluğunu, bölücülüğünü, ırkçılığını ve tanrıtanımazlığını toptan kanıtlamamış mıydı?.. Diyarbakırspor olsa olsa Dağ Türklerinin takımı olabilirdi. Hem zaten güzeller güzeli İzmir’imizin takımları dururken Diyarbakır’ın ne işi vardı Süper Lig’de?..

Spora siyaset karıştırmaktan mı bahsediyoruz? Kürtleri uyutmak için devletin futbolu kullandığı ve bunun için de Diyarbakırspor’u 2001 yılında ite kaka birinci lige çıkarttığını bilmeyen yok. O zaman devlet politikasıdır diyerek suskun kalan medyanın, kent kendi imkanlarıyla kavrulmaya çalıştığı zaman “Spora siyaset karıştırdılar” diye ağlaması ne kadar inandırıcı? Kaldı ki her deplasman maçında ırkçı saldırılara maruz kalan bir kent takımının kendini savunmak istemesi suç mudur? “Kürt sorununun” çözümünde ne kadar aşama kaydedilirse kaydedilsin, devletin yarattığı bazı reflekslerden arınmak kolay olmuyor. Bugün Kürt mücadelesinin en basit kazanımları dahi yeni bir alana entegre edilmeye çalışılırken zorluklarla karşılaşıyor. Spor alanında yaşadıklarımız ve Diyarbakır’ın olduğu gibi, yani bir Kürt takımı olarak kabulüne gösterilen tepki de bunun bir kanıtı.

Nihayetinde federasyon, “Irkçı tezahürat falan yok, siz yanlış duymuşsunuz” dedi ve Gaziantepspor’a ceza vermedi. Ama asıl bomba gün içerisinde başka bir ceza haberiyle patladı. Radikal’in haberine göre sezon başında “Irkçılığa ve Endüstriyel Futbola Karşı Futbol” temalı bir dostluk karşılaşması olarak oynanan Adana Demirspor-Livorno maçında açılan “Güler Zere ölmesin” ve Che, Deniz Gezmiş pankartları yüzünden 10 kişiye toplam 100 bin TL ceza kesildi. Radikal’in okuyucu yorumlarında konuyla alakalı çok manidar bir cümleye rast geldim: “Güler Zere ölmesin pankartı açmanın cezası 100 bin TL, acaba Güler Zere ölsün pankartı açılsa herhangi bir ceza kesilir miydi?” Federasyon bunun cevabını perşembe günü aldığı kararla verdi. Müsterih ol necip Türk milleti, kanser hastası bir kimsenin özgürlüğü için pankart açmak suç, koca bir şehri “terörist” diye damgalamak suç değil. Helal olsun! Size de bu yakışırdı.

‘DAMAT SEN KÜFÜR DE Mİ EDİYORDUN?’

Geçelim haftanın diğer manşetine... Ercan Saatçi’nin bu ülkede bir gazetenin “spor koordinatörü” olmaması gerektiğinin anlaşılabilmesi için ağzından küfür çıkması gerekiyormuş. Bilmem kaç senedir sayısını öğrenmeye korktuğum adet fanatizm ve cehalet kokan yazı yumurtlayan bir adamın, Türkiye’nin en çok satan gazetelerinden biri aracılığıyla yarattığı tahribatın farkına varılabilmesi için gereken buymuş yani. Neyzen Tevfik’e ithaf edilen o sözlerden biri geliyor aklıma: “Türk milleti gariptir, her lafı kaldırmaz” Devamını da siz getirin bir zahmet.

İşin komik yanı, malum küfür videosu ortaya çıkınca Saatçi’nin, saf altın damattan içgüveysinden hallice statüsüne düşmesi. Köşe yazarlığına devam edecekmiş Ercan Bey ama o da kesin değilmiş. Demek ki bu ülkede “spor koordinatörü” olup olamamanız küfürbazlığınıza kalmış. Ağzı biberlere layık bir küfürbazsanız, koordinatör değil ancak köşe yazarı olabilirsiniz. Ha tabii aynı zamanda genel yayın yönetmeninin de damadı olmalısınız ama bu ayrıntıları geçelim mirim. Şıngır mıngır sosyete!..

Yani sırtını dağlara vermiş Saatçi, bugüne kadar yediği yüzlerce naneyle değil ama tek bir küfürle tu kaka oldu öyle mi? Üzüldüm doğrusu! Kendisine tavsiyem, daha önce yaptığı gibi mevcut konjonktürü iyi değerlendirmesi ve kendisine yakışacak en pragmatik kararı alması. Spor sayfaları artık ona dar gelir. Hem Yılmaz Özdil’den neyi eksik? Milliyetçilikse milliyetçilik, sığlıksa sığlık. Kötü müzikle yetinmedi, kötü spor yazarlığına geçti. Kötü siyaset yazarlığına atlaması için önünde durabilecek bir engel tanımıyorum. Serde damatlık da var hem. Yazarlık yok gerçi ama sorun değil. Ben ona formülü vereyim: “Biz buradayız gitmeyiz/Ülkemizi bekleriz/Karşı çıkan olursa/...” tarzı şarkılar yazıyordu ya, aynısını düzyazıya döksün. 22 tane böyle cümle yazdı mı Özdil’in de tahtını ele geçirir.

Ahmet Kaya, zamanında kendisine ne güzel cevap vermişti: “Ben saatçilerle değil sanatçılarla muhatap olurum.” Zat-ı muhteremin üstüne fazla gitmeyelim. Sonra şarkısında ince bir zekanın ürünü olarak 3 noktayla betimlediği gizli eylemlerini üzerimizde denemeye kalkar maazallah!..