Saturday, October 6, 2007

Owens'tan Jones'a Sporda Erdemlilik


“Kazanmak, kazanmak, kazanmak. Günün sonunda önemli olan tek şey budur. Eğer kazanamadıysanız tüm emekleriniz koca bir hiçten başka bir şey değildir.” Bu sözü tırnak içine aldım. Kimin söylediğini hatırlamıyorum ama binlerce kez duyduğuma ve okuduğuma eminim. Türkçe, İngilizce, Almanca, İtalyanca, İspanyolca vs. bir şekilde çevirisini yapıp okuyabildiğim tüm dillerde bu cümlelere rastladığımdan da hiçbir şüphem yok. O yüzden günümüze ait anonim bir söz olarak tanımlamak en doğrusu olacaktır. Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, düzeneğin tüm dişlileri kullarını sadece tek bir amaca odaklıyor: Kazanmak. Kazanamazsan bir hiçsin. İkincilik nadiren takdir ediliyor, basamağın bir altındaysanız ise, saygı görmek için muhataplarınızın kibarlığına muhtaçsınız. Sistemin en büyük dayanağı rekabet, türünün en iyisini ortaya çıkarmak adına alabildiğine vahşi. Sadece ekonomik hayattan veya kariyer mücadelesinden bahsetmiyorum aslına bakarsanız bu yazıyı yazarken aklımda sadece spor dünyası var.

Atletizmin son utancı: Marion Jones

Cuma günü New York idari mahkemesinde, çok değil 6-7 sene öncesinin en büyük bayan atleti Marion Jones’ın günah çıkarma töreni vardı. Sydney 2000 Yaz Olimpiyatları’na 3 altın ve 2 bronz madalyayla damgasını vuran Birleşik Amerikalı atlet, başarısını turnuva süresince aldığı doping içeren maddelere borçlu olduğunu gözyaşları içerisinde itiraf etti. Kuşkusuz Jones, üzgün ve pişmandı. Fakat kim bilir kaçıncı gözbebeğinin kazanmak adına hile yaptığını öğrenen atletizm dünyası ondan daha hüzünlüydü. Ben Johnson’lar, Tim Montgomery’ler, Justin Gatlin’ler ve daha niceleri... Nice şampiyon, nice şampiyon olduğu için ayakta alkışlanan ve sevincini gözyaşlarına akıtan sporcu ruhunu bu en büyük olma bağımlılığı yüzünden şeytana satmıştı.

Rekabet acımasızdı ve bir şekilde kazanmak, ne olursa olsun kazanmak gerekti. Aslına bakarsanız belki de kimse Marion Jones’un bu geç gelen itirafına şaşırmadı ki bu, durumu sadece daha üzücü hale getiren bir detay. Maalesef, özellikle son 20 senede spor dünyasında rekabetin ve kazanmanın önemi o kadar arttı ki, en büyük isimlerin bile doping kullanmasına alışır hale geldik. Doping kelimesini sözcük dağarcığıma ne zaman kattım diye düşünüyorum da zihnim beni dünya tarihinin en iyi futbolcularından birine ve hayatımda izlediğim ilk dünya kupasına götürüyor. Diego Armando Maradona, 1994 A.B.D dünya kupası...

Rekabet, Kazanmak ve Michael Jordan

Spor dünyasında rekabet ve kazanmak diyince akla ilk gelen isim Michael Jordan’dır. Hayatı boyunca bu iki unsuru iyi bir sporcu olması adına en mükemmel şekilde kullanan majesteleri lakaplı basketbolcu, dünyanın gelmiş geçmiş en iyi sporcularından biri olarak kabul edilir. Kimse sorarsanız sorun, hepsi onun izleyenleri hayran bırakan hava harekatlarından, geriye çekilerek attığı durdurulamaz şutlardan ve hiç pes etmeyen müthiş azminden bahsedecektir. Ama Michael Jordan’ı türünün en iyisi yapan hiçbir zaman sadece olağanüstü yetenekli bir oyuncu olması değildir. O Amerikalılar’ın tabiriyle tam bir winner’dır. Hatta winner’ların şahıdır. Bir Amerikalı gazetecinin şu sözünü hatırlıyorum, “ Michael Jordan dünyanın en kötü takım arkadaşıdır ama onun takımındaysanız mutlusunuzdur, zira kazanan taraftasınızdır.” Rekabet etmek ve kazanmak onu tanımlayan en önemli sözcüklerdi ve bugün dünya spor çevrelerinde hangi atletle konuşursanız konuşun sanki Jordan’ı dinler gibi olursunuz. “Rekabet-kazanmak, rekabet-kazanmak...” Jordan tarihin en büyük basketbolcusuydu ama 90’ların o unutulmaz reklam sloganı “Be Like Mike”, Amerikan gençliği tarafından işine geldiği gibi algılanınca ortaya tonlarca dilini çıkararak Jordan gibi smaç yapan ama onun kusursuz fundamentalinden yoksun ve yine onun gibi kazanmak isteyen ama onun bünyesinde barındırdığı azimden bihaber tonlarca genç çıktı.

Sporun özünden nasibini almamış gençlerin içinde herkes Mike gibi olmak, hep kazanmak istiyordu. Ama günün sonunda sadece bir tane kazanan çıkar. Amerikan spor gazeteciliğinin yaydığı deyimle ya winner’sınız ya loser. Ve kaybetmenin zavallılık olarak damgalandığı bir dünyada kaybetmeyi ve kaybeden olarak anılmayı kim ister ki! Mutlaka kazanmalısınız! Etrafınızdaki herkesten iyi olmalı ve muzaffer duruşunuzu uzun yıllar muhafaza etmelisiniz. Eğer bunu tek başınıza yapamıyorsanız, kolayı var, Marion Jones ve diğer utanç abideleri gibi steroid kullanın!

Jesse Owens’ın Ayak İzleri

Her şeyin bu kadar kazanmak eksenli döndüğü bir dünyada 36 Berlin olimpiyatlarının efsane ismi Jesse Owens’ın kemikleri sızlıyor olmalı. Oysa o yüz bini aşkın Alman’ın müthiş tezahüratları eşliğinde birincilik kürsüsüne çıktığında sadece Hitler’in yüzünü kızartmakla kalmamış aynı zamanda sporun özünde tüm önyargıları yıkabilen ne kadar güler yüzlü bir enstrüman olduğunu da kanıtlamıştı. Owens, Berlin olimpiyatları sonrası spora devam edemedi. Hiçbir zaman Beyaz Saray’a davet edilmedi, Golden League’lere katılıp milyon dolarlar da kazanmadı ama yine de tarihin en saygın sporcularından biri olarak anılıyor.

Kanımca Machiavelli’nin fikir tanrısı olduğu modern dünyada kazanmaya programlı atletlerin birincil kovalamaları gereken erdem saygınlık olmalıdır. Zira dürüstçe kazanılmamış tüm başarılar eninde sonunda sizi bir hilekar olarak damgalıyor ve inanın bu, bir “kaybeden” olmaktan çok daha kötü bir sıfat. Ne yazık ki vahşi rekabet ve sürekli kazanma zorunluluğu, sporda erdemliliği yavaş yavaş ortadan kaldırırken gerçek sporculara, sağduyulu sporseverlere ve gazetecilere düşen, Okan Yüksel’in de dediği gibi “Kassandra Çaresizliği” içinde çırpınmak belki ama yanlış giden şeyleri değiştirebilmeyi de en azından umut etmek.

Tuesday, October 2, 2007

Ah Zeke Vah Zeke


Nasıl olur da 33 yaşına kadar hayatını tam anlamıyla bir "winner" olarak mutlu mesut geçiren bir insan daha sonrasında elini attığı her işte ama istisnasız her işte çuvallamayı becerir? Cidden soruyorum, bunu klasik bir makaleye başlangıç yazısı olarak tasarladığımı sanmayın. Aklım, mantığım, önyargılarım ve ömrümde bugüne kadar öğrendiğim tüm gerçekler Isiah Thomas'ın aktif basketbolculuk kariyeri sonrası bulaştığı her işte başarısız olmasını açıklamıyor. Ve birilerinden yardım bekliyorum! Nasıl olur?

WİNNER ZEKE

Bir adam düşünün ki boyu sadece 1.85 olmasına rağmen muazzam bir basketbol yeteneğine sahip. Lisede all-american olmuş, Indiana Üniversitesi'nden burs kazanmış ve kolej kariyeriyle Amerikan olimpik takımına kadar yükselmiş. Hoosiers'a 81'de NCAA şampiyonluğunu hem de North Carolina karşısında kazandırmış(ray tolbert ve tabii ki efsane koç Bobby Knight'ın da yardımlarıyla) ayrıca final four'un MOP(most outstanding player)'si yani en iyi oyuncusu seçilmiş. 1981'de 2.sıradan Detroit tarafından draft edilmiş . 80'lere damgasını vuran Chuck Daly Bad Boys'unun lideri olmuş ve 2 Nba şampiyonluğu bir de Nba finaller MVP'si ödülü kazanmış. Hall of Famer bir sporcu, zeki bir atlet ve korkusuz bir savaşçı, evet nasıl olur da tüm bu başarılara imzasını atmış bir adam ömrünün devamında incir ağacı misali kök saldığı her yeri kurutur? Cevap verecek biri var mı?

LOSER ZEKE

Zeke 94'te basketbolu bıraktı. O sıralar yeni kurulma aşamasında olan Toronto Raptors organizasyonuna genel menajer oldu ve kolej oyuncularına yasak olduğu halde çeşitli yardımlarda bulunduğu söylentileri ayyuka çıkınca görevinden ayrılmak zorunda kaldı. Ardından senelerdir kendi yağıyla kavrulan, ne inen ne de çıkan ama halinden de memnun olan CBA ligini satın aldı ve bu mazbut ligi 2 sene gibi kısa bir sürede batırdı. 2000'de dönemin en iddialı takımlarından Indiana Pacers'ın koçluğunu yapmaya başladı ama basketbol eyaleti İndianalılar'ın beklediği şampiyonluk bir türlü gelmeyince 2003'te Larry Bird tarafından görevinden alındı. Daha sonra hangi akla hizmetse New York Knicks namı diğer, "para-şan ve şöhret içinde yüzüyoruz ama başarısız olmak gibi bir tutkumuz varspor"'un başına hem de genel menajer olarak getirildi. Kısa zamanda zaten karışık olan camiayı aşureye çevirdi. Meydanda ne kadar "overrated" adam varsa hepsini ekibine yüklü kontratlarla doldurdu ve New York Knicks o günden beri değil play-off'a kalmak 40 galibiyet barajını bile aşamadı. Takım her sene daha da kötüye gitti. Nihayetinde Knicks'in sahibi James Dolan, "yarattığın pisliği temizle" dedi ve Isiah'yı takıma koç yaptı. Sonuç değişmedi, yine Zeke, yine hüsran.

ENOUGH IS ENOUGH ZEKE!

Ve geldik 2007 yazına. Aslında Madison Square Garden'da bir tedirginlik yok değildi. Isiah iyi draft seçimleri ve takaslar yapmış, tutup da free agent olan Anderson Varejao tarzı bir adamı zengin etmeye de uğraşmamış, medya tarafından hatta Spike Lee tarafından bile desteklenen hamlelerini yapıp köşesine çekilmişti. Taa ki eski kulüp yöneticisi Anucha Brown Sanders'ın Isiah Thomas ve Madison Square Garden aleyhine açtığı cinsel taciz davasının sonuçlanmasına kadar. Aslında 2006 aralık ayında açılan dava bu yaza kadar pek dikkate alınmamış ve nasıl olduysa tüm medya Isiah'nın masumiyetine inanmıştı. Öyle ki Bill Simmons dahi Anucha Sanders'la dalga geçen yazılar yazabilmişti. Gelin görün ki kazın ayağı öyle çıkmadı ve New York Knicks organizasyonu bugün verilen kararla Anucha Brown Sanders'a 11.6 milyon dolar ödemeye mahkum edildi. Yapılan açıklamaya göre Isiah Thomas, Anucha Brown Sanders'a cinsel tacizlerde bulunmuştu hatta kulübün ponpon kızlarını dahi oyuncuları ve tanıdıklarıyla seks yapmaları konusunda zorlamıştı. Açıkçası ben de Isiah Thomas'ın bu kadar ileri gidebileceğine ihtimal vermiyordum. Hala da aklımda şüpheler var ama ponpon kızlardan bazılarının itirafları çok net ve kafamda da kocaman bir kötü ZEKE imajı var. Mahkemede de Isiah'nın aleyhine karar verdiğine göre konu yüksek mahkemeden dönene kadar İsiah Thomas suçludur ve Knicks Sanders'a tam 11.6 milyon dolar borçludur. Kısacası Isiah organizasyonu 12 milyon dolar daha zarara soktu. Bu yeni bir şey değil James Dolan'ın şu anki soğukkanlılığını da buna bağlıyorum.

Peki şimdi ne olacak? Tamam Isiah yine herşeyi berbat etti buna artık hepimiz alıştık ama olaya etik açıdan bakarsak, önümüzdeki günlerde Knicks'in Isiah Thomas'ı kovması gerekli midir? Ya da suçlu olduğunu kabul etmese de Thomas, adı temize çıkana kadar görevinden kendisi mi ayrılmalıdır? Ha bir de senelerdir Zeke'nin yanlış transfer politikaları yüzünden tomarla luxury tax ödemeye alışkın olan James Dolan bu 11.6 milyon dolarcık! sürprizi de ödeyecek mi ya da bunu Isiah'ya yıkmak için bir hamlede bulunacak mı? Ekim ayı New York Knicks için hareketli günlere gebe ama benim aklımda halen cevaplanmamış bir soru var! Nasıl, Isiah nasıl olurda hayatında herşey mükemmel giderken bir anda yaşamına roller coaster inşa etmişçesine en yukarıdan tepetaklak düşüşe geçebilirsin? Cidden saha içinde olağanüstü basketbol oynamak dışında hiçbir yeteneğin yok mu ya da Space Jam benzeri bir dünyadışı operasyonla tüm zekan ve yeteneklerin elinden mi alındı? Yüzlerce vuruşluk bu yazıyı okuduktan sonra umarım birileri mantıklı bir izahla bu merakımı giderebilir.