Saturday, January 30, 2010

"Muz balığı için mükemmel bir gün"

BU YAZI İLK OLARAK 31.01.2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Transfer ve borç şampiyonu Galatasaray’ın tahtırevandan inmeye niyeti yok. Baros, Kewell, Meira, Leo Franco, Rijkaard, Keita, Elano, Jo, Giovani, Neill. Son 2 senede en azından ölü sezonun kralı Haldun Üstünel pardon Galatasaray. Forsumuz gıcır, keyfimiz keka! Bir de içmeye ayran bulabilsek!

Okulda da hep yaptığımız gibi ekonomiye, edebiyata girmeden, önceliği beden eğitimine verelim. Jo, Giovani, Neill geldi. Nonda, Linderoth gönderildi. Gidenlerin maalesef vakti gelmişti, gelen 3 futbolcununsa en klişe tabirle “kumaşı iyi.”

Jo-Gio-Neill

Jo, ortamını bulursa değil Gakatasaray’da dünyanın bütün takımlarında iş yapabilecek yetenekte bir santrfor ama Avrupa Kupası maçlarında oynayamayacak olması büyük soru işareti. Kewell ve Baros sakat, e Nonda da gönderildi. Bu demek oluyor ki Galatasaray, Atletico Madrid’e karşı santrforsuz bir 4-6-0’la tur arayacak(Tabii bir son dakika transferi gerçekleşmezse).

Gelelim Giovani’ye… Gio, Barcelona ve Meksika genç milli takımında ilk çıkış yaptığında sahip olduğu fiziksel yeteneklerin üst düzey bir yıldız olmasını engelleyeceğini düşünenlerdendim. Geride kalan seneler bu görüşün haklılığını ortaya koydu. Ha bu Gio’nun gelip Galatasaray’da döktürmeyeceği anlamına gelmez. Nihayetinde burası Türkiye, etimiz belli budumuz belli. Takımdaki yetenekleri hücum oyuncularına bir yenisi daha eklendi. Rijkaard, Gio’yu 2 çapanın önünde ofansif olarak oynatacaktır.

Lucas Neill’sa Rijkaard ve Neeskens’in ta Barcelona günlerinden bu yana takip ettiği bir isim. Medyada çok bilen yorumcularımızın hiç izlemediklerini itiraf ettikleri bir futbolcu hakkında kestikleri ahkâmlar deyim yerindeyse trajikomik. Avustralyalı defans oyuncusu hem stoper hem de sağ bek olarak oynayabiliyor. Galatasaray’ın savunma derinliğine çok büyük katkıda bulunacaktır. Üstelik taraftarın taptığı Harry Kewell’ın da yakın arkadaşı olması artılar hanesine yazılabilecek bir puan.
Şimdilik kafalardaki en büyük soru işareti tamamı yabancılardan oluşan hücum hattının birbirine nasıl uyum sağlayacağı ve Arda Turan santrfor olarak sahaya çıkarken Atletico Madrid’in nasıl ekarte edileceği?

Muz balıkları

Sempatizanı olduğu takımın altına girdiği borçlara endişelenecek kadar toz pembe bir hayatım yok. 250 milyon dolar(yoksa avro muydu) borç varmış da ona bir 20 daha eklenmiş. Buna cevabım kısa ve nettir: Bana ne! Borcu tasarrufla ya da daha fazla krediyle idare etmek sonuçları itibariyle birbirinden pek de ayrılmayan iki ekonomik yöntemden ibarettir. Son küresel krizden sonra ikinci yönteme biraz çekinceyle yaklaşıldığı söylenebilir, tabii olaya orta sınıfın gözünden bakıyorsanız. Gerçek şu ki bulunduğu piyasanın tepesinde olanlar aşağıdakileri yatırımlarını küçültmeye ikna ettiler. “Alıp-verip ekonomiye can versinler” kâfi. Oysa kendilerinin bu krize verdikleri yanıt daha çok yatırım, daha acımasız tenkisat, gerekirse daha düşük faizli daha çok borç. ABD’nin Afganistan atağını, Real Madrid’in transfer çılgınlıklarını, Arap sermayesinin durmak bilmeyen yatırımlarını başka türlü açıklamanın bir yolunu bilen varsa bana da öğretsin.

Galatasaray’ın durumu da benzer. Sonuçta meydanda hayali ya da nakdi bir para olmasa ne Rijkaard, ne Keita, ne Elano, Haldun Üstünel’in kara kaşının, uzun saçının hatırına gelmezdi buralara kadar. Galatasaray’ın kurmayları krizden tüketerek ve müşterilerini tüketime ikna ederek çıkacağına inanıyor. Geçtiğimiz hafta kaybettiğimiz ABD’li yazar J.D Salinger’in bir öyküsünde dediği gibi muz dolu bir delikten içeri girmiş balıkları andırıyoruz. Karşımıza çıkan muzları yedikçe deliğe daha da saplanıyoruz, yedikçe saplanıyoruz, yedikçe batıyoruz, yedikçe şişiyoruz. “Neden mi? Çünkü öyle muz balıkları bilirim ki, bir kez delikten içeri girdikten sonra yetmiş sekiz muz yediler, ondan!” Sonumuz, 78 muz yiyerek ihya olacağına inanan balıkların sonuna benzemez umarım. Sempatizanı olduğum takım adına endişelenmem diyorsam o kadar da değil. İlk aşktır nihayetinde.

Muz hastalığı esasında hepimizin hastalığıdır. Salinger, kapitalizmin kısır döngüsünü ve 50’lerde iyice palazlanmaya başlayan tüketim çılgınlığını “Muz Balığı için mükemmel bir gün” öyküsüyle teşhis eder ve betimlerken her büyük yazar gibi zamansız ve mekânsız olmayı başarabiliyordu. Bu yüzden bir futbol yazısını yazarken dahi Salinger’dan ilham alabiliyoruz. Nur içinde yatsın!

Sunday, January 24, 2010

"Havariler mitler yazarken..."

BU YAZI İLK OLARAK 24.01.2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Geride bıraktığımız haftadan 3 enstantaneyi yorumlamaya çalışacağım. Üçü de kendi içinde birbirinden kontrast, birbirinden canlı, birbirinden ibretlik öğelerin yarattığı kareler bunlar. Medya eliyle şekillenen hafızasızlığımızı, duyarsızlığımızı ve bilinçsizliğimizi gözümüze sokan kareler…

Hava işçiden yana döndü peki ya medya?

Geçtiğimiz hafta sonu binlerce Tekel işçisi ve destekçileri Ankara’yı umudun, direnişin, emeğin başkenti haline getirirken burjuva medyasının gözü kulağı İstanbul’daydı. İşçiler başkentte aş diye haykırdıkça medya, kültürel görgüsüzlüğümüzün bir numaralı ürünlerinden havai fişekleri sokmaya çalıştı gözümüze. Sadece İstanbul’da Sulukule gibi bir kültürel mirası yok eden AKP hükümetinin Tarkan’lı, Kenan Doğulu’lu “Kültür Başkenti” kutlamalarını yedirmeye çalıştı biz balık hafızalılara.

Elbette şaşırtıcı değil. Her zaman olduğu gibi işçi direnişini “az gören”, ya da manipüle ederek yansıtan burjuva medyasının böylesi bir tavır alması onun sınıf bilinçliliğinin yüksekliğini gösteriyordu. Öyle ki Pazar günü televizyonları, internet sitelerini, Pazartesi sabahı gazeteleri açan yurdum insanları İstanbul’un kültür başkenti oluşunu manşetlerden, kocaman kocaman puntolarla takip edebiliyordu. On binlerin onurlu direnişi ise “İşçiler Türk-iş binasını işgal etti” gibi çarpık başlıklarla kuytuya köşeye gizleniyordu.

Tüm bunlar bize sağlam bir Marksist medya teorisi doğrulaması yapma imkânı verdi. Ortaya çıkan sonuç kitapta yazdığının birebir aynı: “Kapitalizmde burjuvazinin hâkimiyetindeki medya, sahibinin sınıfsal çıkarlarını gözetmek ve bu çıkarları mümkün kılan razı gelme ortamını yeniden üretmek için vardır.” Yandaş medyasından, rakip medyasına tüm burjuva gazetelerinin on binlerin katıldığı tarihi bir direnişi göz ardı etmesi tesadüf değildi. Ve şu teori bir kez daha kanıtlandı ki siyasi konjonktür ne olursa olsun burjuvazinin asıl düşmanı işçi sınıfıdır ve onun mücadelesinden sağlanacak siyasi fayda, sınıfsal çıkarları riske atmaya değmez.

‘Renkli’ Erman Toroğlu’nun yanında 40 ‘vasat’ emekçi nedir ki?

Ana temamızı sporla harmanlayalım. Malum 321 milyon dolarlık ihaleden sonra spor medyası da gözle görülür bir dönüşüm içerisine girdi. Büyük bir yükün altına giren yayıncı kuruluşun ilk hamlesi Erman Toroğlu’na kapıyı göstermek oldu. Aynı gün içerisinde bir haber daha yayıldı kulaktan kulağa. Doğan Grubu’na bağlı D-Spor’da büyük çaplı bir tenkisat gerçekleşecekti ve 60 kişilik ekipten tam 40 kişi işten çıkarılacaktı. Medya, Erman Toroğlu’nun azlini memleket meselesi yaparken ekmeğinden olan 40 kişinin(rakamın 55’e çıkabileceği söyleniyor) adını birkaç internet sitesi dışında anan yoktu.

Hayatında kaç tane spor müsabakası izlediğini bilmediğim ama hiçbir çalışanının hakkını savunmadığını çok iyi bildiğim Ertuğrul Özkök’e göre Erman Toroğlu çok renkli bir karakterdi ve bu yüzden de iktidar için büyük bir tehditti! Ülkede vasat insanların başlattığı bir cadı avına kurban edilmek isteniyordu Erman Hoca. Sokaklar ‘terminatörlerle’ dolmuştu.

Evet, ülkede her daim bir cadı avı var ve çevremiz terminatörlerle dolu. Fakat benim Özkök’e tavsiyem böylece nitelediği insanları aramak için fazla uzağa gitmesin. Aynaya ve senelerce yönettiği medya grubuna dönüp bakarak onurlu keşfine başlayabilir. Doğrudur; birileri terminatörler tarafından avlandı. Örneğin D-Spor bünyesinde çalışan ve sayısı 40 ila 55 arasında değişen emekçiler.

“Gördüğüne inanma”

Tüm bu rast gelmeler bir tesadüf mü yoksa kaderin cilvesi midir bilemiyorum. Belki de temizlememiz gereken o kadar çok pisliğimiz var ki kaçınılmaz olarak ayağımıza dolanıyor hepsi. Bizler Hrant Dink’i “Faşizme inat kardeşimsin Hrant” diyerek anmaya hazırlanırken aynı günlerde Abdi İpekçi’nin ülkücü katili Mehmet Ali Ağca cezaevinden bir medya süper starı olarak salınıveriyordu. O aslında ne kadar pişmandı, ne kadar salahtı, ne kadar Mesih’ti. Hrant Dink’in Sorosçu bir hain olduğu memlekette Abdi İpekçi ve Uğur Mumcu da yaşasa Ergenekoncu olacaktı zaten.

Ağca’nın hakkında yazılan kitaplar ve Hollywood’dan aldığı film teklifleri manşetleri süslerken bize de Hrant’ın katili Ogün Samast’ın “özgürlüğüne” kavuştuğu gün anlı şanlı medyamızdan aynen böyle muamele göreceği gerçeğiyle yüzleşmek kalıyordu.

Burjuva medyası kendi çıkarlarını yaşatabilmek uğruna hakikatleri bulanıklaştırıyor, haberleri çarpıtıyor ve hiç yaşanmamış bir tarihin kumaşından bize meşrebince bir görsel hafıza biçiyor. Ve bizler, yani halkın büyük çoğunluğu gerçekleri göremeyecek kadar aymazlaşıyoruz. Hrant’ı değil Ağca’yı görüyoruz. Emekçileri değil Tarkan’ı görüyoruz, Erman Toroğlu’nu görüyoruz, Tayyip Erdoğan’ın şovunu görüyoruz. Hermann Hesse’nin muazzam romanı Bozkırkurdu’nda dediği gibi “Eldeki bir ayna duvardaki iki aynadan yeğdir.” Gelin görün ki ellerimiz arkadan bağlanmış, etrafımız sahte aynalarla çevrilmiş ve zihnimiz uyuşturuluyor.

O halde Karl Marx ve Friedrich Engels’in bundan tam 164 yıl önce parmak bastığı bir gerçeği hatırlamanın, hatırlatmanın vaktidir:
“Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.”


Bu pasajın müzikal mealini 21.yüzyılın devrim marşlarını besteleyen Bandista şöyle yapıyor: “Gördüğüne inanma, gördüğüne inanma, gördüğüne inanma sen.” Havariler mitler yazarken, uyuyakalmayalım!

Sunday, January 17, 2010

Angola, Avustralya ve bir ihale

BU YAZI İLK OLARAK 17.01.10 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR

Ne ihaleymiş arkadaş! Meğer ne âlâ futbol oynanıyormuş bizim memlekette de haberimiz yokmuş! 321 milyon dolar! Bir daha tribünde maç izlerken sırf bu rakamların hatırına uyuklamayacağım. 321 milyon dolarlık ligin en ‘büyük’ kulüplerinin maçlarında uykusadığımıza göre sorun bizde. Yoksa bunca ensesi kalın (Telekom, Digitürk) yaş tahtaya basmak için yarışadurur muydu!?

Bu ihale işlerini izlemek heyecanlıymış. Satranç maçı mı desem masa tenisi mi? Garry Kasparov-Anatoly Karpov düellosu mübarek! Tek fark at yerine 100,000 dolar, fil yerine 500,000 dolar öne sürüyor taraflar. Ne demiş bir Fransız: “Satrançta fazla şefkatli davranırsan kaybedersin.” Mehmet Emin Karamehmet ve ekibi-Allahlar’ı var-bir an olsun ‘zayıflık’ göstermediler bu güç gösterisinde. Piyonlarını feda etmekten asla çekinmediler.

Tüm bu hercümercin arasında maaşlarını zamanında aldıkları görülmemiş olan Çukurova Medya çalışanlarının akıllarından geçenleri çok merak ettim. Kuşku yok ki Sky Türk’te, Akşam gazetesinde, Digitürk binasında da takip edildi bu ihale. 3 aydır, 600 liralık maaşını alamayan kameraman şaşırmadı mı patronunun 321 milyon doları tereddüt dahi etmeden gözden çıkarabilmesine? Farkına vardılar mı acaba meblağ yükseldikçe feda edilen piyonların aslında kendileri olduğunu?

Angola 2010

Avrupalı tuzu kurular gibi Afrika dramatizasyonu yapmayacağım. Sivilleri hedef alan terörist saldırılar sadece ‘üçüncü dünyanın’ değil herkesin sorunu. Kaldı ki Afrika’nın yaşadığı her sorunun temeline emperyalist Avrupa uygarlıklarının tarih boyunca işlediği cürümleri kolaylıkla yerleştirebiliriz. O yüzden “kuzum bu üçüncü dünyada neler oluyor böyle, terör filan” demiyoruz elbette ama ortada da bir futbol karşılaşmasına giderken katledilmiş 3 can var. İsimlerini doğru dürüst telaffuz edemiyoruz ve pek kimsece de hatırlanmak istemiyorlar belki ama ruhları şad olsun: Togolu Amete Abolo, Stan Ocloo ve Mario Adjoua’nın.

Gururlu Afrikalılar’ın kendilerine yüzyıllarca efendilik taslayan Avrupalılar’ın tehditlerini hiç umursamadan 2 senede bir kıta kupalarını düzenlemelerine bayılıyorum. Hele sahadaki futbol ve mücadele böylesine kıpırdandı mı coşkum daha da bir artıyor.

Turnuva, dünya futbol tarihinin en ‘acayip’ maçlarından biriyle başladı. Ev sahibi Angola’nın 4-0 öne geçtiği maçta Mansa Musa’nın torunları Malili ‘Kartallar’ 12 dakikada eşitliği sağladı. Sonraki günlerde de sürprizler devam etti. Hatta uzun bir süre hiçbir favori sahadan muzaffer ayrılamadı desek yeridir. Malavi Cezayir’i, Gabon Kamerun’u yendi. Burkina Faso, Fildişi Cumhuriyeti’ne, Zambiya Tunus’a geçit vermedi. İstikrarından ödün vermeyen tek takım son 2 Afrika Kupası’nın şampiyonu Mısır’dı. Nijerya’yı 3-1’le geçti ‘Firavunlar’. Bundan sonra ne olur derseniz, görünen o ki Fildişi Sahili, Gana, Kamerun, Angola gibi favorilere geçit vermemeye kararlı Hasan Shehata’nın Mısır’ı.

Turnuvayı her zaman olduğu gibi çalışkan, özverili, genç ama usta spikerleriyle bizlere ulaştıran Eurosport’a da bir spor seyircisi olarak teşekkürlerimi iletmek isterim. Ülkedeki spor medyasının ortalama kalitesinin çok üzerinde yayınlar gerçekleştiriyorlar.

Avustralya Açık 2010

Çift sayıyla biten yılların Ocak ayları böyledir zaten; Afrika Kupası ve Avustralya Açık bir arada. Bir sporsever olarak şikâyet edecek değilim. 4 aylık bir aradan sonra Grand Slam sezonu yeniden başlıyor. Avustralya uzak diyar, karşılaşmaların saatleri konusunda ayık olunuz diye ‘Şeyh Zamani’liğimi’ de yapayım: Maçların oynanacağı Melbourne kenti bizden 8 saat ileride.

Kadınlarda Kim Clijsters, Justine Henin ve Serena Williams favoriler arasında. Clijsters ve Henin’ karşı hiçbir önyargım yok. Fakat favori olmalarıyla alakalı şöyle bir sorunum var ki aslında bu kadınlar tenisinin senelerdir devam eden kalite ve rekabet eksikliğiyle doğrudan ilintili. Kim Clijsters geçen sene spora döndü ve döner dönmez Amerika Açık’ı kazandı. Keza Justine Henin dönüş yapalı 1 ay oldu ve ilk Grand slam’ine favorilerden biri olarak giriyor. Sizce de bu işte bir gariplik yok mu?

Roger Federer’in pek formda değilse de 1 numara olarak başladığı erkeklerde favorim diz sakatlığını atlatmış görünen Rafael Nadal. Sürpriz yapabileceklerin sayısı fazla: İskoç Andy Murray, Birleşik Amerikalı Andy Roddick, Hırvat Marin Cilic gibi isimler aportta bekliyor. Geçtiğimiz sezonun flaş raketi Arjantinli Juan Martin Del Potro ile 2008’in şampiyonu Sırp Novak Djokovic ise formsuzluğuyla dikkat çekiyor. Geçtiğimiz sezonki unutulmaz Nadal-Federer finaline benzer bir sona tanıklık edelim de, ne olursa olsun!

Not: Tek bir felaketle yeryüzünden 100 bin canı silen düzene diyecek kelimemiz yok. Kalbimiz Haitililer’le atıyor. Bir de “yoksul, yorgun ama yiğit, namuslu, pırıl pırıl” direnen Tekel işçileriyle…

Saturday, January 9, 2010

"Adalet Mümkün Değildir"

BU YAZI İLK OLARAK 10.01.10 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Fransız filozof Jacques Derrida, kapitalist ulus-devlet formlarında yargı sisteminin kaçınılmaz olarak içine çekildiği kargaşayı şöyle tanımlar: “Yargı kararları hukuki olabilir ama asla tam olarak adil olamaz.” Bu paradoksun Türkçe’de ironik bir karşılığı var: “Adalet mümkün değildir.” (Deyiş bana ait değil Türkçe’ye aktaranın kim olduğundan da emin değilim) Bu aforizma şu aralar Türk basketbolunda yaşanan hukuk komedisini birebir karşılamaktadır.

Perşembe günü, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü(GSGM) Galatasaray Basketbol Kulübü’ne verilen “5 puan silme” cezasının ve yöneticiler Yiğit Şardan’la Ali Türsan’a uygulanan yaptırımların kaldırılmasına karar verdi. Yöneticilerin bu tip olaylarda aklanmasına alışığız da “5 puan silme” cezasının iptalinin gerekçesi tam Aziz Nesin’lik: “Yasal dayanağı olmadığı gerekçesiyle…”

Ben hukuk adamı değilim, üniversitede aldığım 2 adet hukuk dersiyle de ahkam kesmek istemem ama bir yargı organı yasal dayanağı olmayan bir cezaya nasıl hükmedebilir ki zaten? Bir hakim o gün içinden nasıl geliyorsa ona göre karar verebilir mi? Ortada öyle bir durum var ki sanki sırf kamuoyunu tatmin etmek için belli cezalar verilmiş ve olay soğuduktan sonra-zaten yasal dayanağı olmayan- bu cezalar bir hokus pokusla yok edilmiş.

Kendimi GSGM’nin olay boyu sahip olduğu gizli ajandadan eminmiş gibi hissediyorum. Bence öyle bir durum var ki tüm bu cezalar verilirken Galatasaray yönetimi ve GSGM 2 ay sonra cezaların kaldırılması konusunda mutabakata varmıştı. Kusura bakmayın ama hukukun H’sinin ortada olmadığı bir noktada meydan dedikodulara, varsayımlara ve komplo teorilerine kalır. Şu durumda Galatasaray’ın büyük bir kulüp olduğu için Federasyon ve yargı organları tarafından kollandığı algısını da en azından kamu vicdanında değiştiremezsiniz.

Galatasaray Spor Kulübü’nün kurumsal olarak tamamen aklandığı bu olayda en ağır cezayı en az suçu olan Cemal Nalga ve Tufan Ersöz almıştır. Bu da ayrı bir hukuk cinayeti. Derrida’ya geri dönersek: “Yargı kararları hukuki olabilir ama asla tam olarak adil olamaz.” Tıpkı bu olayda olduğu gibi.

“Beyaz medya konuştu siyahoğlan, piştov patladı”

Türkiye’nin parkelerinden ABD’ninkilere geçelim. Orada da işler karışık. Başkentin NBA takımı Washington Wizards, 1997 yılında Bullets yani Mermiler olan ismini şiddeti çağrıştırdığı gerekçesiyle Wizards(Sihirbazlar) olarak değiştirmişti. Bundan 13 yıl sonra takım hakikaten mermilerle anılır oldu.

Takımın yıldız oyun kurucusu Gilbert Arenas, soyunma odasında silah bulundurduğu gerekçesiyle NBA başkanı David Stern tarafından süresiz olarak cezalandırıldı. Bunun anlamı şu, adli süreç sonuçlanana kadar Gilbert Arenas forma giyemeyecek ve bu süre zarfında oynayamadığı her maç kendisine 147 bin Dolar’a patlayacak. Senede 16 milyon Dolar kazanan Arenas için dünyanın sonu değil elbette. Bu konuda benim dikkatle izlediğim nokta Amerikan basınının tutumu oldu ve endişelerimde hiç de haksız çıkmadığımı baştan belirteyim.

ABD’nin “Beyaz” basını her zaman olduğu gibi şiddet olaylarını, Siyahiler ve onların kültürüyle bağdaştırma çabası içerisinde. Olay ortaya çıktığı günden bu yana hip-hop kültürü, siyahilerin yaşadıkları bölgelerdeki suç oranları, çete üyesi olan siyahi sporcular, silah dövmesi olan basketbolcuların isimleri ana akım konuşan yazarların ağzından düşmüyor.

İşin aslı şu ki ABD bireysel silahlanmada dünyanın bir numaralı ülkesi. Bireysel silahlanma konusunda hiçbir hukuki kısıtlama yok. İsteyen vatandaş gidip taramalı tüfek bile alabilir. New Jersey Nets guard’ı Devin Harris’in de belirttiği gibi NBA oyuncularının %75’i silah taşıyor. Bireysel silahlanmayı serbest bırakan Bush hükümetinin dışişleri bakanı Condoleeza Rice’a göre silah taşıma özgürlüğü en az düşünce ve din özgürlüğü kadar önemli. Kısacası sadece siyahilerin silahlarla haşır neşir olduğu iddiası tamamen safsata olduğu gibi bu silah kültürünü besleyen kurum da bizzat devletin kendisi.

ABD, halen başka ülkelerde işgalci pozisyonundayken, ülkedeki bütün büyük ligler(NBA, NFL, MLB, NHL) ve spor karşılaşmalarını yayınlayan televizyon kuruluşları Pentagon’un(ABD Savunma Bakanlığı) kurumlarıyla işbirliği içindeyken spor dünyasının üzerine çöken şiddet kültürünü Siyahilerin Hip-hop geleneğiyle açıklama kolaycılığı, yüzsüzlüğü ve ırkçılığı bana neyi hatırlattı biliyor musunuz? Her fırsatta suçu, töre cinayetlerini ve devlet eliyle silahlandırılan korucuların katliamlarını Kürt kültürüyle açıklamaya bayılan Türk medyasını.

Sunday, January 3, 2010

2009’a bir bakıver…

BU YAZI İLK OLARAK 03.01.2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

2009’u geride bıraktık. Bunun bir anlamı iki bin dokuzun tarih olmasıysa diğeri de her tarafımızın yılın en’leri değerlendirmeleriyle kuşatılmasıdır herhalde. Üstelik sadece sembolik “1” yılı değil “10” yılı da geride bıraktığımız için 21.yüzyılın ilk 10’luğunun da muhakemesi bol bol yapılıyor medya mecralarında. Sıkıcı değil aslında. Maziye bir bakıverip analiz yapmak, ahkâm kesmek bize yoldaşlarımızdan miras bir alışkanlık. Fazla kafa açmayalım öyleyse eleştirel suratımızı takınıp kısmen de olsa hatırlayalım ne olmuş ne bitmiş; değil mi ki klişelerin her daim sıkıcı olduğu iddiası klişelerin en büyüğüdür!

Yılın Çuvallayan Spor Otoriteleri

Futbolda geride bıraktığımız devreyi spor otoritelerinin tahminleri yörüngesinde değerlendirerek başlayalım. Spor adına yazan çizen kesimin vazgeçemediği bir huydur; her mevsim başı allame-i cihan pozları takınıp Nostradamusvari kehanetlerde bulunmak. İyi de çuvalladığımız zaman neden bunun ceremesini çekmeye yanaşmıyoruz? “Ferrari, Gökhan Zan etmez” demek kolay da haksız çıkınca “ben bir nane yedim ey okur, daha önce izlemediğim bir futbolcu hakkında astım kestim” demek pek zor. Matteo Ferrari kanımca ilk yarının en iyi oyuncusuydu. Onun şefliğindeki Beşiktaş savunması kalesinde sadece 10 gole izin verdi ve böylece Ferrari kehanetinde yanılan Mehmet Demirkol bu hareketiyle yılın çuvallayan spor otoriteleri listesine hızlı bir giriş yaptı.

Rijkaard’ın sistemine tamamen zıt, 2 ağır stoper Servet ve Gökhan Zan’ı ligin en iyi tandemi olarak etiketleyen Rıdvan Dilmen de bu listedeki yerini hak eden bir başka kodaman. Zira burada sadece bireysel oyuncu tahmininde yanılma değil aynı zamanda Rijkaard 4-3-3’ünden tamamen bihaber olmak da söz konusu. Avrupa futbolunu biraz takip ediyorsanız Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. 2 ağır stoperin aynı anda sahada olması Barça 4-3-3’ünü felç eder. Çünkü savunmayı sahanın 40.metresine kadar çıkarmak, oyunu rakip alana yığmak, top kaptırıldığında ilk pres başarısız olursa defans arkasına atılacak toplara çabuk müdahale edebilmek bu sistemin olmazsa olmazlarındandır. Servet ve Gökhan Zan’lı ağır Galatasaray savunması bu becerilerden tamamıyla yoksundu. Sonuç olarak da 21 gol gördüler kalelerinde. Rıdvan Dilmen’i listeye dahil etmek için yeterli bir rakam.

Bunca çuvaldızdan sonra ele iğne almanın zamanı da geldi elbette(kendimi otorite olarak görmüyorum yanlış anlaşılmasın). Bendeniz neler yumurtladım da nerelerde hatalı çıktım? Galatasaray’da yaşanacak sistem uyuşmazlığını sebepleriyle birlikte kusursuz bir şekilde bilmeme rağmen “Galatasaray ve Fenerbahçe at başı gider. 80’in üstünde puan toplar. Rakiplerine fark atar” gibi yorumlarımda yanıldığım açıkça ortaya çıktı. Şu spor yorumculuğu belki de dünyanın en kolay işi ama aynı zamanda hata payı da bir o kadar fazla. Hata yaptığımız zaman açık yüreklilikle onu üstlenebilmemiz gerektiğine de bu yüzden vurgu yaptım. Spor yorumculuğu yahu; sadece saha içinde yaşananları değerlendirirken bu kadar kibre, afra tafraya ne gerek var!

Memleketimden Spor Rezaletleri

Son bölümü Memleketimden Spor Rezaletleri’ne ayıracağım. İşte Türk Sporu’nun 2009 yılında başını kuma gömmek istediği anlar.

1-Şoven nefretin Bursaspor-Diyarbakırspor maçında ayyuka çıkması üzerine ırkçılığı Hitler ve Hollywood “seni lanet olası zenci” repliğinden ibaret sanan, Atatürk milliyetçiliği geyikleriyle büyütülmüş Türk medyasının şaşkınlıktan küçük dilini yutması.

2- Melih Gökçek’in biricik oğluşu Ahmet Gökçek’in Türkiye’ye” babanın sahip olduğu siyasi güç kullanılarak bir kulüp nasıl iç edilir ve koca bir camia nasıl ele geçirilir” dersi vermesi. Daha da eğiticisi, ileride yayınlanması olası “Bir kulüp nasıl yönetilmez” serisinin ilk kitabını 70 milyonun önünde uygulamalı olarak tatbik etmesi.

3- Süreyya Ayhan’ın doping kullandığı gerekçesiyle atletizmden men edilmesi. Bir spor programında konuyla alakalı kurulan telefon bağlantısında dünya çapındaki bir yeteneğin kariyerinin içine eden adam olarak tarihe geçmesi farz olan Yücel Kop’un spikere “Süreyya şu an bebeğe bakıyor, sizinle konuşamaz” demesi.

4- Galatasaray Erkek Basketbol takımının üç kuruşluk önemi olmayan bir hazırlık maçında cezalı Cemal Nalga’yı Tufan Ersöz’ün formasıyla sahaya sürmesi. Bu dahiyane fikrin mucidi koç Okan Çevik’in savunmasında milli duygularla hezeyana kapıldığını ifade etmesi.

5- Bir klasik: Fenerbahçe-Galatasaray derbisi etrafında şekillenen saha içi çirkinlikler, tribün rezaletleri ve acınası olarak nitelenebilecek medya yansımaları.

6- Yazdıkça etrafa nefret tohumları saçan fanatik bir taraftar ve gidişiyle bizleri derinden sarsan(!) Ertuğrul Özkök’ün eski damadı olması dışındaki tek vasfı mide bulandırıcı milliyetçi şarkılar yapabilme yeteneği olan Ercan ”Ebabil” Saatçi’nin bir zamanlar Türkiye’nin en büyük gazetesi olma iddiasına sahip olan Hürriyet’in spor koordinatörlüğüne getirilmesi.

Türkiye, 2010’a işçilerini madenlere, tersanelere, soylulaştırılan(!) kentlere gömerek girdi. En ileri kapitalist ülkelerin dahi iflasını yaşadığı neo liberal politikaların tam gaz devam ettiği, çalışan haklarının biteviye ihlal edildiği bir ülke olarak adım attık yeni 10 yıla. Seçimle meclise getirilen partilerin kapatıldığı, mücadeleyle kazanılmış demokratik hakların gasp edildiği, ordu ve emniyet kurumlarının çetelerle işgal edildiği bir haldeyken karşıladık yeni yılı. 2000’lere girerken de böyleydik, böyle anti-demokratik, böyle emekçi düşmanıydık. Değişen pek de bir şey yok. Yeni yılınız kutlu olsun o halde!