Friday, February 29, 2008

Seattle'ı Kurtarın



Seattle...İsmini, topraklarında yüzyıllarca hüküm sürmüş Kızılderili kökenlerinden alan bir Amerikan şehri. Sinema diyince Hollywood(Los Angeles), tiyatro diyince Broadway(New York City) Jazz diyince New Orleans, Motown Blues diyince akla nasıl Detroit geliyorsa Grunge müzik diyince de Seattle zihinlerde beliriyor. Jimi Hendrix gibi bir dehanın ardından 80’ler sonrasında Pearl Jam ve Nirvana’yla müzik dünyasının gündemine oturan önemli bir akımın başkenti olan bu şehrin benim gibi bir spor delisi için henüz küçük yaşlarda anlam ifade etmesinin sebebi ise meylimin adında gizli.Kentin basketbol takımı Seattle Supersonics.. Ya da şöyle düzelteyim; kentin eski basketbol takımı olmasına ramak kalmış olan 41 yıllık Supersonics organizasyonu.

90’larda Gary Payton ve Shawn Kemp’in sürüklediği, Detlef Schrempf, Sam Perkins ve Hersey Hawkins gibi kusursuz şutörlerle bezeli George Karl takımı(George Karl takımı=Hızlı basketbol) Nba’in altın döneminde lige damgasını vurmayı becermişti. Gerçi o dönemde oynadıkları tek finali lig tarihinin gelmiş geçmiş en iyi takımlarından biri olarak kabul edilen 95-96 Bulls’una kaybetmişlerdi ama bu bile spor aşığı kent halkının kendilerini şehir tarihinin en iyi takımı seçmesine yetti. Hemen hatırlatalım, Seattle Supersonics organizasyonu 70’lerde bir Nba şampiyonluğu dahi kazanmıştı. Yani onları 10 yaşında okyanus ötesinden tanıyıp sevmem pek de anormal değil. Değil mi?

Amerika’da, spor organizasyonlarının kuruluş ve çalışma biçimi dünyanın geri kalanından farklıdır. Ülkenin devlet destekli sağlam altyapı eğitimleri sayesinde ilkokuldan üniversiteye kadar kusursuz bir spor eğitimi alınabilen bu ülkede spor kulüpleri nadiren amatör olarak faaliyet gösterir ve düzenli bir altyapı eğitimi üstlenmezler. Profesyonel ortamda ise bir saat gibi işleyen oyuncu seçme ve profesyonelleştirme sistemleri(draft) sayesinde güçlü liglerin ve organizasyonların(franchise-bizdeki kulüp) temeli atılır. Bu sayede sağlam bir spor ekonomisi, profesyonel sporcu havuzu ve nihayetinde sadık bir sporsever kitlesi yaratılır. Beyzbol, Amerikan Futbolu, Basketbol, Hokey vs. aklınıza gelebilecek ne tarz spor varsa hepsi şanslı Amerikalılar tarafından hayatlarında en azından birkaç seneliğine icra edilmiştir(amatör ya da profesyonel). Kısacası sistem farklı olmasına rağmen Amerikan halkının sporların kendisine ve sempatizanı oldukları takımlara sadakatleri dünyanın geri kalan milletlerinden farksızdır. Tabii ki kulüp taraftarlığının ve fanatiklik olarak tanımlanan olgunun Avrupa ve Güney Amerika gibi yerlerde daha farklı yaşanmasının çok daha değişik sosyo-ekonomik nedenleri var ama her zaman için oyunun özüne duydukları sevgi ve saygıdan ötürü Amerikan tarzı sporseverlik bana daha cazip gelmiştir.

Neyse, ABD’de spor organizasyonları kurulmuş oldukları şehirler üzerinde büyük öneme sahiptirler. Her şeyden önce takım sporlarının doğası gereği söz konusu şehir ya da mahalle insanları arasında ortak bir aktivite ve sosyalleşme alanı yaratır. Yıllar içerisinde o insanlar arasında bir spor ve sporseverlik kültürü yaratıldığı gibi daha komün bölgelerde organizasyonlar bölge halkı için bir ruhun, sevdanın ve birlikte yaşayabilmenin simgesi haline gelir.

ABD’li ünlü edebiyatçı Paul Auster’in yazılarından beslenen ve yönetmenliğini de Wayne Wang’la Auster’in paylaştığı Blue in the Face filminde bu ruhun izlerini daha yakından tanımak mümkündür. Brooklyn’i ve onun gittikçe özünden bir şeyler kaybeden yapısını konu alan bu eserde, 1958 yılında Los Angeles’a taşınan beyzbol kulübü Dodgers’ın Brooklyn’i terk etmesinin semt halkı üzerinde yarattığı olumsuz etki mükemmel bir biçimde yansıtılmaktadır. Binbir çeşit etnik ve dini kökenden oluşan yöre insanını ortak bir amaç uğrunda masum bir şekilde birleştiren ve yakınlaştıran bir spor takımının ekonomik sebeplerle sahibi tarafından satılması ve akabinde kulübün maçlarını oynadığı Ebbet’s Field’in yıkımı bir manada semt insanlarının ortak hanelerinin yıkılışı gibi gösterilmekteydi. Dodgers’ın vedası ise bir sevgilinin ölümü, ayrılığı gibi tüm Brooklyn insanlarını yalnızlığa ve umutsuzluğa itmekteydi. Bu olaydan 40 sene sonra semti bir arada tutan ve birçok insanın uğrak yeri olan bir sigara dükkanının ekonomik sebeplerden ötürü satışı gündeme gelir ve bu esnada Amerikan Beyzbol tarihinin ilk siyahi oyuncusu Jackie Robinson’ın -ki kendisine ilk olarak Brooklyn’in kucak açması kesinlikle tesadüf değildi- ruhu dükkan sahibiyle iletişime geçerek ona mekanın satılmasının Dodgers’ın vedasıyla aynı anlama geleceğini söyler ve böylelikle Dodgers’ın kenti terk ettiğinde oluşan yıkımı hatırlayan dükkan sahibi satıştan vazgeçer.

Maalesef Seattle halkı da buna benzer bir ayrılığı yaşamak üzere. Üstelik bu gerçek hayat ve Jackie Robinson gibi bir hayaletten kimse medet umamıyor. Nba tarihinin en önemli organizasyonlarından biri yurdundan geri dönüşü olmayan bir sürgüne yollanmak üzere. Kulübü 2006’da satın alan Oklahoma City kökenli Clay Bennett, takımı Seattle’de kar etmediği gerekçesiyle organizasyonu Oklahoma City’ye taşıyacağını her fırsatta dile getiriyor. İşin kötüsü bu inadında kendisine David Stern gibi(Nba Başkanı) bir de destek bulmuş durumda.

Her spor organizasyonunun yaşadığı şehri terk etmesi üzücüdür. Ama ortada 41 yıllık bir mazi, kazanılmış şampiyonluklar ve ondan da önemlisi kalpler varsa bu ayrılık daha da üzücü hale gelir. Seattle halkı korku içerisinde. Sayısız Sonics’i kurtarın temalı internet sitesi kurulmuş durumda. Amerikan halkının büyük kesimi de Seattle halkına destek veriyor. Buna rağmen kulübün sahibi Clay Bennett, “ya bana Seattle’da yeni bir salon yaparsınız ya da Supersonics’i Oklahoma City’ye taşırım” diye kendi organizasyonu ve taraftarlarına tehditler savurmakta bir çekince görmüyor. Kuşkusuz bir iş adamından bir sporseverin hassasiyetini beklemek günümüzde saf romantiklikten başka bir şey değil. Üzücüdür ki Bennett’ın ne Supersonics, ne Seattle ne de basketbol umurunda. Onun tek düşündüğü şeyin para olduğunun herkes farkında ama kitle sporlarının tüm albenili çekiciliği arasında acımasız bir ekonomik gerçekliğe dayandığı da sevimsiz bir hakikat. Ne yazık ki bu dünyanın her alanında var olmak için kar etmek, para getirmek durumundasınız ve tarihte çok nadirdir ki sevgi, maddiyatı ya da en somut haliyle parayı yenebilsin. Clay Bennet da zaten bu takımı babasının hayrına değil para kazanmak için satın aldı.

Seattle halkı ve sporseverleri bu savaşı büyük ihtimalle kaybedecek ve en geç 2010’da artık bir NBA takımları olmayacak. Bill Simmons isimli ESPN yazarının Save The Sonics başlıklı yazısına Seattle’dan Joe isimli bir sporseverin yaptığı yorumla yazımı sonlandırıyorum.

Dünyada yiten bir aşka yazılmış belki de en masum, en can alıcı, en sevgi dolu sözler. Ve asıl manidar olan Seattle kökenli bir grup olan Pearl Jam’in efsanevi şarkısı Black’in sözleri olması. Aşağıdaki güftenin üstüne daha ne denebilir ki?

"I know someday you'll have a beautiful life(Birgün çok güzel bir hayatın olacak biliyorum)
I know you'll be a star
In somebody else's sky(Başkasının gökyüzünde bir yıldız olacaksın)
But why, why, why can't it be
Why can't it be mine?" (Ama neden, neden, neden benim olamıyorsun ki?)

Ne kadar hor görülürse görülsün bu dünyanın bir çok yerinde bir çok spor kulübüne delicesine aşık olan insanlar var. Bu size çok saçma ya da zavallıca gelebilir ama gerçekleri fazla hafife almayın derim ve Paul Auster gibi Ebbet’s Field’ın büyüsüne inanın.. Nick Hornby’nin dediği gibi “Sonraları kadınlara nasıl aşık olduysam, futbola da öyle aşık oldum” Futbolun yerine herhangi bir sporu koyabilirsiniz. Önemli olan aşk. Ve defalarca rastladığım için eminim ki bu kesinlikle abartılmış bir ifade değil.

Saturday, February 9, 2008

Gana'08 Yarı Finaller


GANA 0 KAMERUN 1

MISIR 4 FİLDİŞİ SAHİLİ 1

Turnuva taraftarlığını gruplara ayırmak gerekirse belirgin olarak ortaya çıkan iki kesim vardır. Biri, zafer avcıları diye adlandırabileceğimiz başarı tutkunları. Ne olursa olsun kazanan takımlara sempati beslerler ve genelde sahada oynanan oyunla pek de ilgilenmezler. Misal 94 Dünya Kupası'nda Brezilya'yı tutmuşsanız kesinlikle bu gruba dahilsiniz demektir. Bu grubu kazanmanın herşey olduğuna inanan insanlar topluluğu olarak sıfatlandırmak daha doğru olacaktır. Diğer grubu da mazlumseverler olarak adlandırabiliriz. Bunlar sahadaki futbolun daha çok mücadele kısmıyla ilgilenen genellikle sol tandanslı görüşlere haiz taraftarlardır ve illaki zayıf takımların üst turlara çıkmasını isterler. Oynanan futbolun güzelliği yine ikinci plandadır. Final maçlarında ismini görmekten en nefret ettiği ülkeler Brezilya, Almanya ve İtalya'dır. 2002 Dünya Kupası'nda oynadığımız sıkıcı futbola rağmen bizi tutmuş bir Gayrıtürk varsa o da bu gruba ait denilebilir. Bense kendimi bu gruplara ait hissetmemekle birlikte genellikle kazanan takımları tutmuşumdur. Çünkü futbol her ne kadar adaletini her zaman dengeli olarak yansıtamasa da iyi olanın genellikle kazandığı bir spor dalıdır. Kazanmaktan ziyade iyi ve doğru futbolu yeğlerim bu sebeple 92'de Danimarka, 94'te Romanya, 96'da Almanya, 98'de Brezilya, 2000'de Fransa, 2002'de Brezilya, 2004'te Portekiz ve 2006'da Almanya taraftarlıkları görevini en iyi şekilde yerine getirmişimdir. Dikkatinizi çekeceği üzere sadece şampiyonlar için değil çeyrek finalde elenip giden takımlar için de çığırdığım vakidir. Bu ölçütler doğrultusunda da bu turnuvada Angola ve Fildişi Sahili favori takımlarımdı. Kabul ediyorum Angola tercihimde eskilerden kalma bir solculuk izine rastlanmakta ama aynı zamanda Manucho'nun çıkışı da sempatimde önemli bir yer kaplıyordu. Fildişi Sahili taraftarlığımın sebebi ise gayet netti. Güzel futbol, bilinçli futbol, gollü maçlar...

Maalesef 2008 Afrika Kupası'nda kazanan tarafta yer alamadım zira favorimiz Fildişi Sahili belalısı Mısır'a hiç de haketmediği bir sonuçla mağlup oldu. Mısır ise 2006'da hem gruplarda hem de finalde yendiği Fildişi Sahili'ni bu kez yarı finalde 4-1 gibi şaşaalı bir skorla devirip başarısının tesadüf olmadığını kanıtladı. Peki turnuvada bugüne kadar gelene geçen fark atan Filler ne oldu da yine Mısır karşısında tökezledi? Cevabı psikolojik nedenlerde aramak en mantıklısı gibi gözüküyor. Olay Fenerbahçe-Galatasaray rekabetine döndü. Nasıl oluyorsa oluyor Fildişi iyi de oynasa kötü de oynasa rakibini alt etmeyi bir türlü beceremiyor. Mısır hepimizin bildiği gibi takım oyununu sahaya çok iyi yansıtan bir takım ama aynı zamanda sahada teknik olarak fark yaratıp skor üretecek isimlere de sahipler. Bu maçın da hemen başında öne geçip Fildişi'nin inanılmaz bir baskı kurduğu dakikalarda 2 farklı üstünlüğü kendilerine getiren golleri bulabilme becerileri maçın sonunu rahat getirmelerine olanak verdi. Ne diyelim tebrikler Mısır!

Öte yanda turnuvanın bir diğer favorisi evsahibi Gana ve turnuvanın en kuvvetli takımlarından biri olduğu konusunda kimsede şüphe bırakmayacak bir kadroya sahip olan Kamerun karşı karşıya geldi. Renksiz denebilecek bir 70 dakikanın ardından Aslanlar, Eto'o'nun nefis pasıyla sonradan oyuna giren Nkong'un plasesinde sonucu belirledi ve başta Muntari olmak üzere evsahibi takımın futbolcularını gözyaşlarına boğdu. Karşılaşmanın en renkli anı-bu da nasıl bir renkse- Kamerun stoperi Bikey'in son derece masum bir tutumla görevini yapmakta olan sağlık görevlisini tartaklaması ve haliyle kırmızı kart görmesiydi. Kırmızı kartlardan konu açılmışken Gana'ya final yolunu kapatan olay da kaptan Mensah'nın Nijerya karşısında gördüğü kırmızı kart desek doğru bir yorumda bulunmuş oluruz heralde. Mensah'ın bu maçtaki yokluğundan ziyade Essien'in onun yerine stopere geçmek zorunda kalması Gana'nın motoru olarak adlandırdığım Muntari-Essien birlikteliğini bozdu ve Gana'nın tüm oyun düzeni alt üst oldu. Kamerun karşısındaki kısır futbollarının ve üretken olamayışlarının en büyük sebebi de buydu kuşkusuz. Kamerun ise turnuvanın başındaki laubali ve ayakları yere basmayan futbolunu günler ilerledikçe oturttu. Kaptan Rigobert Song ve Samuel Eto'o önderliğindeki takımın tüm tecrübe ve yeteneğine rağmen son şampiyon Mısır karşısında işi çok zor olacak.

Nihayetinde gözler Gana-Fildişi Sahili finaline hazırlanırken karşımıza Mısır-Kamerun ikilisi çıktı. Ne diyeyim zaten Afrika Kupası yüzümü ne zaman güldürdü ki bu sene güldürsün. Hayırlısı olsun efendim. Mümkünse Kamerun kazansın.

Monday, February 4, 2008

Gana'08 Çeyrek Finaller


"2000'lerin en gollü turnuvasını yaşıyoruz." Bu bile Afrika Kupası'nın tüm handikaplarına rağmen izleyenlere yaşattığı zevki anlatmaya yeter. Galiba yalnızca biz sporseverlerin anlayabileceği bir turnuva heyecanı mevcut ve ben buna kapılıp durduk yere heyecanlanıyorum. Doğru olabilir kim bilir ama ihtiyar bir adamın turnuva tecrübesine sahip olan benim böyle bir tongaya geleceğine pek de ihtimal vermiyorum. Kısacası itiraf edebilirim: Gana'08 zevk veriyor!

GANA 2 NİJERYA 1

Gana evsahibi aynı zamanda turnuvanın da favorilerinden. Son 8'in ilk maçında hani kimsenin karşılaşmak istemeyeceği türden takım tabirine düpedüz uyan Nijerya karşısında yine tabirin tam karşılığıyla öldü öldü dirildi. Neyse ki korkulu rüya gerçeğe dönmeden uyandı Nottingham Forestli golcüsü Agogo'yla. Tamam Agogo, Nottinghamlı ama bir Trevor Francis olmadığı kesin yine de 83.dakikada attığı golle Ganalılar'ın gözünde değil Forestlılar'ın Francis'i, Arjantinliler'in Maradonası ayarında ilahlaştı. Eh, kolay değildi. Hem de hiç. Gana önce sağlam futboluna rağmen 35'te Yakubu'nun penaltı golüyle yenik duruma düştü. Sonra tam Essienle beraberliği yakalayıp oyundaki avantajı elime geçirdim derken kaptan Mensah'nın gördüğü kırmızı kartla bir anda ibreler turnuvanın hayal kırıklığı yaratması en muhtemel takımı Nijerya'ya döndü. Kimse Nijerya'dan başarılı olmasını beklemiyordu gerçi ellerindeki onca yeteneğe rağmen ama belli ki saha içindeki futbolcuların da şüphecileri kara çıkarmak adına bir çabası yoktu. Gana, müthiş fizik gücüyle 11-11 gibi mücadele etmeye devam etti. Hatta kimi zaman kimin 10 kişi olduğunu anlayamaz duruma geldik. Ve nihayet Muntari'nin ortasında Agogo, 1 metreden ağları buldu ve Gana herşeye rağmen yarı finale yükselmeyi becerdi.

Fildişi Sahili 5 Gine 0

Ne denebilir ki? Gine haketmedi dememi beklemiyorsunuz heralde. Yine de diyeceğim en azından 5'i hak etmediler. Feindouno'suz çok zorlanacaklarını biliyorduk zaten öyle de oldu Fildişi Sahili ilk yarı boyunca sahanın tek hakimiydi. Keita'nın sağ açıkta yaptığı şovlara bir de gol eklemesiyle maçın galibi hemen hemen belli olmuştu. Ama sonuç biraz daha farklı oldu! 70'e kadar Gine'nin ataklarıyla geçen mücadele öyle bir hal almıştı ki herkes Fildişi ne zaman kontradan gol atacak diye bekler olmuştu adeta. Attılar, biraz fazla hem de. 4 tane kadar. 71'de Drogba'yla başlayan sağanak, Kalou'nun 2 ve Kone'nin golleriyle sonlandı. Fillere tebrikler.

Mısır 2 Angola 1

Çeyrek Final'in ikinci gününde ilk maç tam da beklendiği gibi geçti ve sonuçlandı. Angola son 3 senedir mücadele ettiği her platformda ne kadar çetin ceviz olduğunu herkese ispat etmişti zaten. Bu akşam da bu huyu değiştirmek için bir neden yoktu. Kişisel olarak turnuva boyunca Angola'yı tuttum. Orak-çekiçe olan sempatim lise 1'de sonlandı onla alakası yok merak etmeyin. Öyle mücadeleci futbol romantizmlerini de sevmem ama ne bileyim belki de Manucho'sunun nihayet gözlerimin önünde beklediğim çıkışı gerçekleştirmesinden etkilendim. Manucho, yine süperdi bu arada. 30 metreden kaydettiği beraberlik golü neden dünyanın en büyük kulüplerinden biri tarafından transfer edildiğinin hesabı gibiydi. Ama yetmedi. Angola yine çok mücadele etti ama biraz defanstaki hatalar biraz şanssızlık biraz tecrübe biraz güç... Kısacası bu maç akşama kadar oynansa Mısır bir şekilde kazanacaktı. Bazı maçlarda bunu yoğun bir şekilde hissedersiniz ya öleydi hakikaten. Nihayetinde son şampiyon yoluna devam ederken Angola arkasında gururla gülümseyen suratlar bırakarak turnuvaya veda etti. Mısır yarı finalde Fildişi Sahili ile karşılaşacak.

Kamerun 3 Tunus 2

Çeyrek Final'in son maçı yani premier'i adına yakışır oldu. Turnuva başından beri tatmin etmeyen Kamerun bu kez maça ciddiyetle hazırlanmıştı. Mbiami ve Geremi'yle 2'yi buldular. Geremi frikikten attığı golle turnuvadaki 2. frikik golüne imza atarken ona cevap Ben Saada'dan daha güzel bir serbest vuruşla geldi. İkinci yarı Mağribiler bastırdı, Kamerunlular savundu. 81'de Chikhaoui'nun nefis plasesi oyunu uzatmaya taşıdı. Sonucu ise 94'te yine Mbiami belirledi. Kamerun'un yarı finaldeki rakibi evsahibi Gana olacak. Hemen belirtelim bu konsantrasyon ve defans kurgusu aslanlara Gana karşısında büyük gedikler yaratır.