Friday, December 19, 2008

Kalkındırılabilemez




UEFA Başkanı Michel Platini, göreve gelir gelmez en büyük hedefinin Doğu Avrupa futbolunu “kalkındırmak” olduğunu belirtti. UEFA, gelişen daha doğrusu oligarkların kişisel sermayeleri öncülüğünde ekonomik pazarı büyüyen eski Doğu Bloku ülkelerinin bu potansiyelinden ilk pay kapanın Futbol olmasını istiyordu. Futbol ekonomisi, Çin’den sonra bu pazarı da kaçıramazdı. Kuşkusuz bu büyük bir yenilgi olurdu. 90’larla birlikte başlayan Doğu Avrupa Futbolu’nun kalkındırılma masalı da böylece hızlanmış oldu.

Masal diyorum zira kalkınma dediğimiz mefhum zaten başlı başına bir yalandan ibaret. Neo-liberal ölçütler içerisinde kapitalizmin herhangi bir uygulamasında kendisine rastlayan olmadı. Yine de fakirleri, güçsüzleri, aşağıları “kalkındırmak” adına bitmek tükenmek bilmez bir enerji sarfeder zat-ı alileri! Eksik olmasınlar da biz yemiyoruz bu naneleri, bok yemeyi tercih ediyoruz eğer anlamı ona çıkıyorsa. Kapitalist ahlak, ister ekonomik ister bürokratik gücüyle olsun hakim olanın, yönetenin, zenginin, emek-gücün sahibinin, pratikleri, doğruları ve çıkarları yönünde şekillenir. Ve bu ölçütlerin ışığında kapitalist gruplar kendi durumlarını, kapitalist hiyerarşiye göre kendilerinden aşağı olanların vaziyetlerine göre belirlerler. Kapitalizm her zaman için içinde bulunduğu çevreyi yenilemek, revize etmek gerekirse yıkmak ve yeniden inşa etmek durumundadır. Tüm bu hengamenin arasında yaratılan yoksunluklar da illaki var olurlar(görece yoksunluk-relative scarcity) ki zaten bu sistem için gereklidir. İşte bu yüzden kapitalist sistemde kalkınma adını verdiğimiz sözde hamle aslında kapitalist toplumdaki eşitlikten ya da özgürlükten farklı değildir. Sınıf tahakkümünün olduğu bir yerde nasıl eşitlik, özgürlük gibi kavramlar göz boyama araçlarına dönüşüyorsa kalkınma da aynı kapıya çıkıyor. Sözde kalkınma çabaları esnasında kapitalist gruplar her zaman bir görece yoksunluk durumu yaratıyor ve döngünün devamı sağlanıyor. Bu kaotik döngüde, yukarıda bahsettiğimiz burjuva ahlak uyarınca denk olmayan bir patron-işçi ilişkisi içerisinde “kalkındırılan” ülke, grup, sınıf vs.’nin ezik pozisyonu her daim sağlamlaştırılıyor. Öyle ya ortada dersine çalışmamış, başarısız ve muhtaç bir öğrenci var nihayetinde. En acısı da sözde kalkındırılan bu ülkelerin kendilerine değen sermaye eli sonrasında daha beter hale gelmeleri. Batı kökenli olsa da neo-liberal teorilerden beslenmeyen Güneydoğu Asya mucizeleri dışında(ki onların başarılı olmalarının arkasında da çok farklı sebepler var) bana bir kalkındırılmış Ortadoğu, Afrika, Asya ya da Güney Amerika ülkesi gösterirseniz çok sevineceğim. Ha bir de mümkünse bu ülke Güney Afrika Cumhuriyeti gibi sömürgeci ülke halkının yüksek oranda yerleştiği bir yer olmasın. Siz araştıra durun ben size cevabı vereyim: Yok.

Platini ve UEFA'nın “kalkındırma” hikayesi de aynı hesap ve Ukrayna'nın sportif kaderi de siyasi kaderinden farklı değil. Ukrayna, çok değil bundan 20 sene önce yıkılmak üzere olan Sovyetler Birliği’nin sportif can damarını oluşturuyordu. Ülkenin en önemli sporcularını çıkarmasıyla meşhurdu ve hem altyapı hem de tesis bakımından dünyanın en önde gelen ekollerinden biri olduğu biliniyordu. Tüm dünya başarıyı savunma futboluna dönmekte ararken Valery Lobanovsky efsanesinin önderliğindeki Dynamo Kiev başka bir dünyadanmış gibi duran bilimsel yaklaşımı, antrenman teknikleri ve taktikleriyle Avrupa Şampiyonlukları kazanıyor, milli takım Avrupa finalleri oynuyordu. 88 Seul’de Sovyetler Birliği Basketbol Takımı, Olimpiyat Şampiyonu olurken kadronun belkemiğini Volkov, Tkachenko, Belostenny gibi Ukrayna kökenli isimler oluşturuyordu. 3 sene sonra, 1991’de SSCB yıkıldı. Ve anlaşıldı ki(!!) meğer garibanlar çağdışı tesislerde, çağdışı sistemlerle çalışıyorlarmış. 1999’da Sovyet döneminin altyapı sisteminin son ürünü olan Shevchenko’lu Dynamo Kiev, Şampiyonlar Ligi yarı finali oynadı. Sonrasında bu çağdışı! sistemin sonu geldi ve Ukrayna sporu da tıpkı benzerleri gibi üreten değil ithal eden spor ekonomileri kervanına katıldı. Yaşasın artık çağdışı değiller, uluslar arası başarı yüzü görmüyorlar ama ne gam! Köhne sistem terk edildi ya, Oh!

İşte bu Ukrayna, Platini’nin kalkındırma planı dahilinde 2012 Avrupa Kupası’nı düzenleyecek. Fakat kararın alındığı 2006’dan beri tartışmaların ardı arkası kesilmedi. Hem ortağı Polonya hem de Ukrayna’nın politik ve sportif yetersizlikleri, altyapılarının hazır olmaması gibi konulardan dem vuruldu. Halen Platini, tüm merhametli fabrikatör Hulusi Kentmen pozlarıyla Ukraynası’na arka çıkmaya devam ediyor. Kaçarı yok kalkındıracak Ukrayna’yı! 80’lerin sportif fabrikası, 90’ların meyve veren ağacı, Artık yardıma muhtaç. Hem de onca kalkındırma müdahalesine, yüce patronların kapital girişlerine rağmen. İroni mi? Kapitalizmi biraz tanıyan birisi için hiç de değil!

Yanlış anlaşılmasın, Ukrayna’nın şu anda çok üst düzey bir tesis ve altyapı sistemine sahip olduğunu iddia etmiyorum. Söylendiği gibi politika sporun her alanına işlemiş vaziyette ve futbol federasyonu bünyesinde meydana gelen bir çok yolsuzluk halen sıcaklığını koruyor ama zaten ne bekleniyordu ki? Hakikaten bu ülkelerin batılı hamilerinin önderliğinde “kalkınacağı”mı? Emperyalizmle yoğrulmuş kapitalist ahlakın yaratmaya muhtaç olduğu hegemonyadan, önce yık sonra yap zihniyetinden, “sayemizde” tavırlarından, “ben sizin babanızım” jargonundan, merkez-çevre ilişkisinin değiştirilmesine izin verilmeyeceğini bildiğimiz düzeninden ne çıkması bekleniyordu? Mutlu yarınlar, güler yüzlü Igor’lar mı? İşte yeni sistemin, kalkındırma hamlelerinin ürünleri ortada: Sonu gelmeyen yolsuzluklar, tıp eğitimine rağmen Türkiye’de fahişelik yapmak zorunda kalan Maria’lar, oligarklara yamanan politikacılar, mafya örgütleri, uyuşturucu kaçakçıları, üretmeye değil tüketmeye dayanan sakat kalmış bir spor sistemi...Ah, doğru ya bunlar hep Sovyet enkazının suçuydu. Gevezeliğe tamam kalkınmaya devam! Elimizde nur topu gibi geri ve itaat etmeye hazır bir Ukrayna var. Kalkınmayı seviyorum.

Sunday, December 7, 2008

Mart'ı Beklerken




Amerikan Kolej basketbolu dişe diş mücadele, amatör zevk ama herşeyden öte umut demek. "Umuda yolculuk" profesyonel olmak isteyen her basketbolcu için NCAA'in gayrı resmi adı olsa gerek. Bu yüzden sadece oyuncular açısından değil biz izleyenler açısından da bu gelecek vaat eden isimleri izlemek, onların kaderleri hakkında kehanetlerde bulunmak heyecan verici. NCAA'i NBA'den ayıran en önemli cazibe noktası da budur aslında. "Birşeyler" olmak, tarihe adını yazdırmak ya da en basitinden geçimini sağlayacak bir meslek edinmek isteyen atletler için erken kariyerlerinin telafi edilmesi zor dönüm noktalarını teşkil ediyor kolej yılları. 2008-09 sezonunda ilk ay geride kalırken manşetleri süsleyen renkli başlıkların ardında yine bu özverili emeklerin ürettikleri yatıyordu.

Ayın Oyuncusu: Stephen Curry

Blake Griffin, Demar DeRozan, Greg Monroe, B.J Mullens, James Harden, Hasheem Thabeet gibi önemli isimler scout'ların adım adım takibindeler. Fakat ligde ilk ayın oyuncusu kimdi derseniz Blake Griffin'in uyandırdığı tüm heyecana rağmen Stephen Curry diye otomatik olarak haykırasım gelir. 90'ların keskin şutörlerinden Dell Curry'nin oğlu olan Steph, özellikle geçtiğimiz seneki March Madness'ta oynadığı müthiş maçlarla tüm ülkenin dikkatini çekmişti. Öyle ki maçlarına LeBron James, Eli Manning gibi isimler konuk olmuş hatta genç şutör Conan O'Brien Show'a dahi katılma imkanını elde etmişti. NCAA'de patlama yapan ve profesyonel kariyerlerinde bunu devam ettiremeyen onlarca şutör gördük. En yakın örnekler J.J Redick ve Adam Morrison ama Curry'i onlardan ayıran bir özelliği var o da şu: "Müthiş bir şutör ama sadece o kadar değil, bu çocuk komple bir basketbolcu." Bu sözleri NC State'in koçu Sidney Lowe daha dün söyledi. Maçta ne mi olmuştu? Curry rakip potalara tam 44 sayıcık bırakmıştı. Fena değil! İşin asıl fena olan tarafı Curry için 40 atmak artık bir rutin haline geldi. Curry 1.89'luk önce atmayı düşünen bir oyun kurucu. İlerde bir NBA yıldızı olacağını iddia etmek zor. Ama ülkenin şu andaki en heyecan verici skorerlerinden biri olduğu kesin. Ve Davidson'ın onun sırtında Mart'a yürüdüğü de.

Curry'nin dışında Blake Griffin'e de bir parantez açmak lazım. Onun müthiş alçak post oyunları Oklahoma'yı her gece takip etmek için yeterli bir sebep. Şu ana kadar karşılaştığı tüm takımların pota altını yerle bir etti. 25 sayı 17 ribaunt! Toplam istatistikleri değil bunlar, ortalamaları. 2.08'lik oyuncu şimdilik 2009 draftının bir numarası olacak gibi duruyor. Boozer'ın daha uzun ve hızlı versiyonu desek sanırım yeterince merak uyandırmış oluruz. 2009 draftının diğer heyecan verici uzunları Greg Monroe ve B.J Mullens'ın şimdilik beklenenin altında kalmış olması ve Hasheem Thabeet'in göz boyayan istatistiklerine rağmen lanse edildiği gibi yeni Mutombo olmaktan uzak gözükmesi Griffin'e kariyerine memleketinde devam etme şansını veriyor. Oklahoma City Thunder'ın acınası NBA performansı ortadayken takımın draftta 1 numarayı almak için önemli bir şansı var. E iyi de bir uzuna ihtiyaçları olduğunu düşünürsek kader ağlarını örmüş diyebiliriz. David Stern'ün draft şaibeleri de malumunuz...

Budinger, Liggins, Green

Biraz da gözden kaçan yetenekleri irdeleyeyim. Başta Chase Budinger'dan bahsetmek lazım. Arizona'nın çok yönlü forveti, sezonun ilk ayı itibariyle keskin şutör tanımına yeni bir açılım getirdi. %62'yle üçlük atıyor 2.01'lik kanat oyuncusu. Gerçi 2 akşam önce Texas A&M maçında son şutu kaçırması takımına bir galibiyete mal oldu ama yine de performansı göz alıcı. Geçtiğimiz sezon Jerry Bayless'lı kadroyla ilk turda elenerek hayal kırıklığı yaşatan Arizona bu sene Budinger ve sezonun bir başka bomba Wildcat'i Jordan Hill'le yine izleyenlerini en azından oyun olarak memnun etmeyi başarıyor. Hill demişken bu müthiş atlet uzuna da draftta dikkat! Böyle devam ederse ilk 10'u zorlayabilir. Bir başka değinmek istediğim isim Kentucky'li DeAndre Liggins. Lamar'a karşı oynadığı kusursuz maçı izlediğim oyuncu(6'da 6 şut, 7ribaunt 4 asist 1tç 1 blok) bir sonraki maçta Miami'ye karşı 8'de 0 3'lük atıp 3 top kaybedince kenara çekilmiş ve koç Gillespie'yle takışıp oyuna bir daha girmeyi reddetmişti. Kuşkusuz genç oyuncu adına üzücü bir tavır ama adı üstünde genç. Eğer sakin kalmayı becerebilir ve bir skorerden çok benzetildiği Pippen gibi olmaya özenirse bir kaç sene içinde önemli bir yetenek olarak göze çarpabilir. Son bahsetmek istediğim yetenek de Alabama'nın freshman forveti JaMychal Green. Adından nedense fazla bahsedilmeyen Green, müthiş atletizmiyle oyun zekasını birleştirebilen nadir oyunculardan. Amerikalılar'ın "natural feel for the game" diye tabir ettikleri öğretilmesi imkansız yeteneklerden birine sahip genç power forvet. O da birkaç sene içinde gözardı edilemeyecek bir lottery oyuncusu haline gelebilir.

Jrue Holiday, Tyreke Evans, Nick Calathes... Adını şimdilik anamadığım önemli yetenekler var bu sene. Ve 2009'da süper yıldızlarla dolu değil ama derin bir drafta ve ondan daha önemlisi Mart'ta kıran kırana geçmesi beklenen bir turnuvaya hazır olun derim. Şampiyonluğun mutlak favorisi North Carolina Tar Heels'ten bahsetmeden bir 2008-09 NCAA yazısı tamamladığım için kendimle gurur duyuyorum.