Friday, July 6, 2007

Grant Hill'in hikayesi, Milyon Dolarlık Endüstri ve Spor Etiği

Milyon Dolarlık Bebekler Kazandıkları Paralar oranında hayranlarına(müşterilerine) ve işverenlerine(sahiplerine) borçlular mıdır?

15 yılı aşkın bir süredir spor tarihini hayat memat meselesiymişçesine inceleyen bir spor sapkını olarak şahit olduğum, okuduğum ve izlediğim atletler arasında en hüzünlü kariyere sahip olan isim kuşkusuz Grant Hill'dir. Birçok meslektaşının aksine gettolarda değil malikanelerde büyüyen, geçim kaynağı olan sporu zincirli sokak potalarında değil evinin arka kısmındaki özel parke sahada öğrenen bir isim olarak Hill'in hayata 1-0 hatta 4-0 önde başladığını biraz da imrenerek iddia etmek doğru olabilir ama hayatın ona çizdiği bu çetrefilli yolun, maçın başında avans olarak aldığı tüm golleri hakem kararıyla iptal ettiğini söylemek de hiç yanlış olmaz.

Duke'te başlayan kolej kariyerinin 1. senesinden itibaren medyanın aşırı ilgisi(Lebron'dan sonra en çok konuşulan pre-Nba oyuncusu olduğu kesin) ve halkın inanılmaz sempatisiyle ülke kamuoyunda hatırı sayılır bir yer işgal eden Hill, paraya ihtiyacı olmayan tuzu kuru bir süper yetenek olarak 4 sene boyunca ACC ligini ve Mart çılgınlığını domine edip 2 şampiyonluk kazandıktan ve diplomasını cebine attıktan sonra 1994'te çok da kritik bir dönemde Nba'e adım atmıştı. Kritik, zira 94-95 senesi aynı zamanda lig tarihinin gelmiş geçmiş en büyük ismi Michael Jordan'ın(en azından yarım sezon) yokluğunun 2. senesine denk gelir ki bunun Nba'in reytingini bir anda yarıya indiren bir gelişme olarak nitelemek hiç de abartı değil. Ligin, ABD'nin hatta tüm dünyanın bir numaralı atleti Michael Jordan'ın ani emekliliği sonrası halkın yeni gözbebeği haline gelen 2.04'lük bu çok yönlü oyuncu tıpkı Lebron'ın lige gelişinde olduğu gibi inanılmaz bir ilgiyle karşılanmış ve ligin kurtarıcısı olarak adlandırılmıştı. Mütevazi tavrı ve alçak gönüllülüğü sebebiyle hiçbir zaman kral ya da seçilmiş kişi(chosen one-Lebron) gibi lakaplarla anılmadı ama henüz çaylak senesinde halk tarafından oylanan all-star seçiminde birinci gelerek lig tarihinde bir ilke imza attı ve halkın ona olan müthiş sevgisi ispatlandı. Öyle ki ertesi sene Majesteleri Jordan'ın 95/96'daki muhteşem sezonuna (72-10'luk rekor) rağmen all-star oylamasında yine birinci gelerek efsanelerin efsanesinden bile çok sevildiği ortaya çıkınca Sports Illustrated gibi dergiler, onun Mike'tan bile daha iyi olacağını iddia etmeye başladı.

Evet, Grant Hill müthiş bir basketbolcuydu, Oscar Robertson'dan sonra ligin gördüğü en all-around oyuncuydu ve Scottie Pippen'lı üçgen Bulls hücumu sonrası şekillenen Point Forvet pozisyonunun en iyisiydi. Harika bir savunmacı ve takım oyuncusuydu ama kesinlikle Jordan kadar skorer bir isim değildi ve Amerikalılar'ın o bayıldığı tabirle "winner" da değildi. 7 senelik Detroit kariyeri boyunca hiçbir kalburüstü play-off başarısı kazanamadı ve nihayet milenyumun eşiğinde mavi yakalı şehirden Florida'nın üvey evladı Orlando'ya takas oldu. Herkes Hill'in, ligin yeni Jordan adaylarından Tracy McGrady'le doğuyu domine etmesini beklerken hiç de hesaba katılmayan bir talihsizlik yaşandı. Sakatlık.. Milli takım kampında bileğinden sakatlanan ve ameliyat olan Hill, 2000 senesinden bugüne kadar sadece 200 (iki yüz) lig maçına çıkabildi ve 93 milyon dolarlık kontratına göre bir hesap yaparsak maç başına yaklaşık 500 bin dolar kazandı. Hmm, inanın Orlando taraftarı olsanız değil Grant Hill Hz. İsa'ya bile kızgınlık duyarsınız. İzlemek için kendi hesabınıza göre önemli bir miktar para ve mesai harcadığınız yıldız ismin size borçlu olduğunu hissedersiniz, hissetmekle kalmaz buna yüzde yüz inanır ve dile getirirsiniz. Orlando'lular da öyle yaptı tabii ki bir numaralı halk dostuna hiçbir zaman fazla kızamadılar ta ki kontratının şartlı sona erdiği bu sezon sonuna kadar. ..

Grant Hill, 5 Temmuz günü Phoenix Suns'la anlaştığını açıkladı ve o günden beri Amerikan medyasında ve taraftar forumlarında spor etiği açısından çooook önemli yer işgal eden bir mevzu tartışılmaya başlandı. "Acaba Grant Hill, Orlando şehrine ve Magic organizasyonuna borçlu muydu? Borçluysa herşeye rağmen takımla yeniden en düşük ücret karşılığı anlaşmalı ve şanssız kariyerini mutsuz ama "borçsuz" mu sonlandırmalıydı?" Milyon dolarlık bir soru ve cevabı yazısız spor etiği kanunlarına emsal teşkil edecek mahiyette.

Kişisel fikrim, Grant Hill'in Orlando'ya bir sent dahi borcu olmadığı yönünde, ne manevi ne maddi. Evet, her iş sahasında maksimum sömürünün mübah olduğu bir sistemde sporcuların kazandıkları paralar kağıt üstünde inanılmaz ama bunu hangi şartlarda yaptıklarını iyi irdelemek lazım. Hill, canı sıkıldığı ya da kariyerindeki monoton istikrardan! sıkıldığı için sakatlanmadı. Kötü antrenman yaptığı için de sakatlanmadı. Sadece yılların birikimi belki de kazandığı paraların sebebi olarak sakatlandı zira senede 82 normal sezon maçı oynamak ve 2-3 aylık tatil dışında devamlı seyahat edip tamamen işine konsantre olmak belki de ağır işçiliğin yenilenmesi gereken bir tanımıdır. Müthiş kamuoyu baskı ve ilgisi de cabası. Bu kadar stresli ve ağır bir ortamda sakatlandı diye hiç kimse suçlanamaz. Hele ki Grant Hill gibi spor ahlakına sahip bir isim asla. O sadece şanssızdı ve sakatlandı, daha da şanssızdı ve sakatlığı devamlı nüksetti. Kariyerindeki bu inişi o istemedi ve geri dönüp eskisi gibi olabilmek için elinden geleni yaptı ama olmadı. Bu kadar basit. Bunu kabullenmek zor geliyorsa spora, sporcuya ve insan haklarına olan bakışımızı gözden geçirmeliyiz. Tabii ki sporcuların kazandıkları paranın hakkını vermeleri önemli ama bu konuda kızgın olunacak birileri varsa onlar da Latrell Sprewell ya da Ron Artest tarzı gangsta-basketbolcularıdır. Grant Hill, gibi bir şanssızlık abidesi değil.

Son nokta bir temenni: Phoenix'e, Arizona'ya yani çöle giden Hill'in şanssızlıklarının burada lütfen sona ermesi..Malum, Bahtsız Bedevi, Çöl, Kutup Ayısı vs vs...

Thursday, July 5, 2007

Wimbledon'07-Superstar Atletlerin ve Sermayenin Gelenekle Çatışması

Wimbledon, malum tenisseverlerin gözbebeği, ilk aşkı, world series'i, dünya kupası, grand slam'lerin kraliçesi...İngilizler, sanayi devriminin öncüsü, kapitalizmin babası, bir yandan da kanla yazılan 19 ve 20.yüzyıl dünya tarihinin başrol oyuncusu. Tüm bu çağ değiştiren atılımlara evsahipliği yapan ada da 19.yüzyıl itibariyle desporte yani sporu(boş zaman öldürme aygıtı) günlük hayata adapte eden ve sonrasında kitlelere yayılmasında büyük rol oynayan burjuva sınıfının doruk noktasına ulaştığı coğrafya.. Bu bakımdan, futboldan, Wimbledon'dan, polo'dan, kriketten, şundan ondan bundan birçok sporseverin gönlünde yer eden bir spor mazisine sahip olan bir ülke..

Bu ikili tarih boyunca takipçilerinden çokça övgü almıştır ama bilhassa Wimbledon hep tabu kelimesinin eş anlamı gibi algılanmıştır. Öyle ki olumsuz eleştiri ve Wimbledon kelimelerinin yan yana geldiğine şahit olmak için kortların asi çocuğu Andre Agassi'nin ilk yıllarına ya da Mr.Trash Talk John McEnroe'ya kadar dönmek gerekiyor.

Totem ve Tabu'da şöyle der Freud: "Tabular ilkel insanın korkularıdır ve insanlık geliştikçe yıkılmaya mahkumdurlar" Hayır, ben Wimbledon'ım hakkında bu kadar acımasız olamam ama Rafael Nadal başta olmak üzere Nikolay Davydenko, Marat Safin ve Serena Williams gibi ünlü raketler turnuvayı yerden yere vurmakta bir sakınca görmüyorlar. Hava şartları, yağmur gibi tehditler çatısız Wimbledon kortları için her zaman sorun olmuştur ama 82'den beri Londra'nın bu küçük banliyösü böyle uygunsuz hava şartlarına maruz kalmamıştı ve yağmurun defalarca ertelediği müsabakalar günümüzün milyoner tenisçilerini canından bezdirmişe benziyor.

"Yetkililer, oyuncuları düşünmüyor", "Wimbledon dünyanın en sıkıcı turnuvası" bu yorumlar Roland Garros'un kralı Rafael Nadal ve Rus Nikolay Davydenko'ya ait. Maçı yağmur muhalefeti sebebiyle defalarca ertelenen Nadal, kuşkusuz Wimbledon'ın bir numaralı hayranı değil ama acaba benzer terslikler başına Paris'te gelmiş olsa veya çok zorlandığı çim kort yerine Wimbledon toprak kort olsa aynı eleştirileri yapar mıydı bilinmez.. Teoriye yer bırakmayan bir gerçek var ki durmak bilmeyen yağmurların ve ertelemelerin canını sıktığı tek isimler sporcular değil. Yayıncı kuruluşlar için de her erteleme mali zarar ve program akışının alt üst olması demek ve spor tarihi boyunca hiçbir güç medyayla ters düşmeye cesaret edememiştir.

Sonucu tahmin etmek kolay, her zaman olduğu gibi bu konuda da sermayenin itirazı geleneği yıkmaya yetti ve 2009'dan itibaren Wimbledon Merkez Kortu yeni çatısıyla hizmet vermeye başlayacak. Böylece belki de benim gibi uslanmaz birkaç Wimbledon faşisti! değişimin karşı konulmaz devinimine yenik düşmüş olacak. Biz, eski kafalılar ise muhtemelen 20 sene sonra mantıklı yeniliklere karşı çıkmanın aslında ne büyük bir aptallık olduğunu kendimize dahi itiraf edemeden Wimbledon'ın keyfini sürmeye devam edeceğiz. Neyse ben galiba yarım bir itirafla içimi biraz rahatlattım.Darısı diğer muhafazakarların başına(her alanda).

"Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir."- Herakleitos