Friday, September 28, 2007

Bitmeyen Senfoni: Endüstriyel Futbol ve Arsenal'in Akıbeti


Arsenal, senelerce İngiltere'nin en çirkin, en düz, en sağlamcı futbolunu oynamakla eleştirildi. Yıldız oyuncuları yoktu varsa da hiçbiri ne George Best kadar yakışıklı ne Glenn Hoddle kadar zeki, ne Lineker kadar efendi, ne de Keegan kadar havalıydı(Liam Brady beni affetsin, o hep bambaşkaydı). Taraftarları avamdı, çoğu işçi semtlerinden geliyordu, "ah o kokuşmuş serseriler ve göçmen zenciler asil İngiliz futbolundan ne anlardı ki."
Hiçbir zaman sevilmediler. Chelsea'nin elitliği, Tottenham'ın senelerce İngiliz futbolunu besleyen yıldız oyuncuları, Manchester United'ın Best-Charlton-Law'lu Bermuda şeytan üçgeni ve tabii ki Liverpool'un tüm Avrupa'yı kendine hayran bırakan asi ve şampiyon geleneği onlarda yoktu. Her nasılsa Londra'nın göbeğine kapağı atmışlardı. Nereden geldiği belli olmayan kocaman pis bir taraftarı, Highbury adında köhne bir stadları ve en kötüsü o sıkıcı 0-0'ları vardı.
Evet, 1990'lara kadar Arsenal'in sözlük karşılığı sadece can sıkıcıydı. George Graham 90'lara doğru takımı devraldığında kulüp yavaş yavaş kıpırdanmaya başladı. 20 sene sonra kazanılan 2 şampiyonluk küskün taraftarı takımıyla barıştırmış, ardarda yapılan yıldız oyuncu transferleri ve sağlam altyapı hamleleri kulübün, yeni yeni filizlenen ama henüz adı konmamış endüstriyel futbola adaptasyonunu kolaylaştırmıştı. Yine de, 1996'da Japonya'dan Highbury'ye bir Fransız getirildiğinde kimse o adamın Arsenal'i 21.yüzyılın en renkli takımı yapacağına ihtimal vermiyordu. Peki ya o Fransız? Yani Arsene Wenger.. Kuşkusuz o da tıpkı Prekazi'nin Köln'de Ettori'yi 40 metreden avlayacağını ve bir Türk takımının çıkıp Weah'lı Hoddle'lı Fransa şampiyonu armadasını kupa dışına iteceğini öngöremediği gibi burada da şansının zayıf olduğunu düşünüyordu. "Arsenal'in beni istediğini duyduğumda çok şaşırdım, Japonya'da erken emekliliği düşünen bir adamı niye istiyorlardı ki?" Ama hayat hele ki futbol dünyanın en klişe tabiriyle sürprizlerle doludur ve bunu hiçbir sevimsiz ideolojik klişe değiştiremez. Tabii ki Wenger gibi bir futbol aklına, eğitime ve imkanlara sahip olmak, size inanmayanlara bacak arasından gol atmak için birebirdir. Wenger yönetiminde futbolun belki de en güzel buluşu total futbol, 74 Hollanda'sı, Cruijff Barcelona'sı ve Tele Santana Sao Paulo'su sonrası adada hayat buldu. Havadan oynama meraklısı İngilizler, tıpkı Brian Clough'ın "Tanrı futbolu havadan oynamamızı isteseydi çimleri bulutların tepesine koyardı" deyişi gibi bu yeni tarza ve onun getirdiği güzelliklere kapıldılar ve nihayetinde lejyonerlerle dolu Arsenal 10 senede kazandığı 3 lig şampiyonluğu ama daha da önemlisi oynadığı harika futbolla geçmiş yılların o soğuk, sıkıcı ve sevimsiz imajını silmeyi başardı. Bugün eğer geçmişe ait bir futbol kitabı okumadıysanız Arsenal ve sıkıcı kelimelerini yanyana getirmeyi aklınızın ucundan dahi geçiremezsiniz.

2007 yılındayız, oyunun adı Futbol ama başrolünde futbolculardan ziyade holdingler ve sermayeler yer alıyor. Yüzyıllık kulüpler zengin baronların oyuncağı haline gelmiş durumda ve bu adamlar gerekirse Jose Mourinho gibi bir dehayı bile kapının önüne koyabiliyor. Bugün dünyanın en çok izlenen ligi Premier Lig'de 20 takımın 9'u yabancı holdinglere ait ve tıpkı Arsene Wenger'in dediği gibi kulüpler taraftar başkanlar tarafından değil de işadamı başkanlar tarafından yönetiliyor. Stadlar gittikçe boşalıyor ve medyanın oyun üzerindeki gücü artıyor. İnsanlar yine kulüp forması satın alıyor ama onları stada giderken değil evde plazma televizyonlarından 16 açılı kameralar eşliğinde maç izlerken giyiyorlar. Yani futbol endüstrisi bir şekilde genişliyor ama futbolun ruhu zedeleniyor. Bu ve benzeri sözleri sadece benim gibi basit bir insan söylese önemsemeyebilirsiniz ama Arsene Wenger gibi futbolun çok önemli şeyler borçlu olduğu bir adam da söylüyorsa buna kayıtsız kalmanız saygısızlık olur. Peki bu sakin Fransız'ı aniden böyle demeçler vermeye iten olaylar neydi? Çok basit.. Haftabaşında kulübün ortaklarından Özbek asıllı Rus milyarder Alisher Usmanov, başkan Hill-Wood'un tüm muhalefetine rağmen hisselerini %23'e çıkardı ve dün yaptığı açıklamada hedefinin kulübün en büyük hissedarı olmak olduğunu söyledi. Arsenal, Forbes dergisine göre 600 milyon pound'u aşan market ederiyle dünyanın en değerli 3.kulübü ve bu da hayatında kaç kere futbol maçı izlediğini merak ettiğim Usmanov'un Arsenal aşkını açıklıyor.
Son günlerde Arsenal dünya üzerindeki en güzel futbolu oynuyor, Henry'i satmasına rağmen ne kadar başarılı bir sistem takımı olduğunu sağda solda aldığı 5'lik 3'lük 4'lük skorlarla ispat ediyor ama ne kadar acıdır ki İngiliz ve dünya medyasında son 1 haftada çıkan haber ve incelemelerin yüzde 90'ı sahadaki oyunla değil Arsenal'in ne kadar değerli bir mal haline geldiğiyle ilgili. Kendi kendime bazen düşünüyorum, endüstriyel futbol terimini ne kadar çok kullanıyoruz ve artık klişe haline gelen bu söz ne kadar itici oldu. Fakat gelin görün ki artık yeşil sahalarda atılan her gol, her çalım ve pas parayla ilişkilendiriliyor. Maalesef buna 21.yüzyılın en güzel sanat eserlerinden Wenger Arsenal'i de dahil. Fransız'ın dediği gibi "belki de artık futbol için kaygılanmanın vakti gelmiştir."

Saturday, September 15, 2007

84'un Laneti


Huznun mevsimi guz, bu sene en erken Oregon'a ugradi. Yeni nesil Bill Russell; Greg Oden tam bir sene yok! Koca bir sezon.. Boylece 2007-08 sezonuna tarihin en derin draftlarindan birinde ilk sirayi kaparak talihli bir baslangic yapan Portland Trail Blazers organizasyonu da en amiyane ve alaturka tabirle kiclarini kasimamalarinin cezasini cekmis oldu. Ya da sadece kor talihlerinin. Kor talih demisken son 20 senede bir Nba takimini bu kadar fazla ziyaret eden baska bir kismetsizlik kusu var midir? Hic sanmiyorum. Hatta eminim, Yok!

Amerikan spor cevrelerinde sayisiz lanet hikayesi vardir. En meshuru kuskusuz efsanevi beyzbol oyuncusu Babe Ruth ve onu NY Yankees'e satan Boston Red Sox'un yasadigi tam 86 yillik Bambino Laneti. Nba'de ise ornegin Cleveland Cavaliers kendi taraftarlarinca bile lanetli takim olarak anilir. Bu lanetin dugumu 2003'te Lebron James'in takima gelisiyle buyuk olcude cozuldu gerci. Neyse bati yakasindan bir lanet hikayesi yaratmak gerekse hic suphesiz kuzeybati'ya Portland'a ugramak yeterli olacaktir. 70'lerde cicek cocuk Bill Walton'la kazandigi sampiyonluktan sonra genellikle dengeli bir performans tutturan ve kafaya oynayan Trail Blazers, 84 draftinda yaptigi secimle Nba ve kendi tarihini direkt etkilemistir. Olayi bilmeyenler icin kisaca ozetleyeyim: 1984 draftinda Akeem Olajuwon, jenerasyonunun en parlak yetenegi olarak Houston Rockets tarafindan ilk sirada secilir. 2. secme sirasi Portland'a aittir ve onlerinde iki secenek vardir, Sam Bowie, ya da Michael Jordan. Portlandlilar'in halen nefretle andigi o gunde Blazers yetkilileri koc Jack Ramsay'nin israrlariyla Sam Bowie'yi secerler. Ve, tarih sekillenir. Michael Jordan ruzgarli sehir Chicago'ya tam 6 sampiyonluk kazandirir ve antik Yunan'dan beri arenalarin gordugu en basarili sporculardan biri olarak tarihe gecer. Sam Bowie mi? Sakatliklarla gecen kabus gibi 10 sezon, MJ'in onunde secilmenin yaratttigi acimasiz baski ve onun inanilmaz performansinin altinda golgelenen bir kariyer, son olarak bir sporcu icin belki de en acisi, bitmek tukenmek bilmeyen asagilamalar. Peki ya Portland? Guclu kadrolara ragmen bir turlu gelmeyen sampiyonluk, finallerde kaybedilen yuzukler, bekleneni veremeyen sayisiz yildiz adayi, kisaca hayal kirikligi. Acikcasi oturup adam akilli dusununce Portland ve Jack Ramsay'nin Sam Bowie secimlerinde kendilerince hakli olduklarini soylemek mumkun. Ellerinde Cylde Drexler gibi bir swingman zaten vardi, Kiki Vandeweghe gibi bir skorer de cabasi. Onlarin eksigi pota altini karartacak etkili bir uzundu ve onlar da gayet makul bir sekilde Sam Bowie'yi sectiler. Ve inanin simdi bu secime milyon kere pisman olsalar da o donemde hic kimse Michael Jordan'in bu kadar buyuk bir oyuncu olacagina ihtimal vermiyordu. Mukadderat! Basketbol tanrisi dunyaya sessiz sedasiz yolladigi Kara Mesih Jordan'a yapilan haksizligi kabul etmedi ve Portland'i deyim yerindeyse lanetledi. 93 finallerinde Majesteleri Portland'i finallerde ezerek gecerken, 2000'de Bati finalinde Lakers'a 20 sayi geriden maci, turu ve sampiyonlugu verirken hep bu lanetin izleri batil inancli taraftarlari rahatsiz etti. Basketbol tanrisinin ogluna bir haksizlik yapilmisti ve birileri bunun cezasini cekmeliydi. Aradan 23 sene gecti, 2007 draftinda Portland lottery secimindeki yuzde 1'lik sansina ragmen inanilmaz bir sekilde ilk sirayi elde etti. Herkes lanetin kirildigindan bahsediyordu. Trail Blazers elindeki genc, yetenekli ve gelecek vaat eden kadroya 07 neslinin en gozde uzunu, lige 10 senede bir ugrayan o ozel pivotlardan biri olan Greg Oden'i ABD basininin safest pick olarak adlandirdigi bir secimle gelecegin en buyuk skorerlerinden Kevin Durant'in onunde secti. Baslarda hersey yolundaydi. Birkac catlak sese ragmen basin da Oden secimini hakli buluyordu. Yaz liginde Oden 10 top kaybi 10 faul 3 ribauntlu maclar oynamasina ragmen bunlar fazla onemsenmedi. Ufak tefek sakatliklari oldugu duyumlari dikkate alinmadi ve nihayet lanet Oregon'u terk etmedigini eylul ayinda ispatladi. Greg Oden bir basketbolcu icin en kritik bolgelerden biri olan dizinden sakatlanmisti ve tam bir sezon forma giyemeyecekti. Ustelik diz sakatliklari sporcu uzerinde en cok hasar birakan sakatliklardan biri olarak bilinir. Inanmiyorsaniz fazla uzaga gitmeye gerek yok. Sam Bowie'ye sorun!

Bundan 15 sene sonra Kevin Durant, Jordan misali ligi domine edip sampiyonluklar kazanir ve Greg Oden tipki Bowie gibi hicbir sey kazanamadan kariyerini sonlandirirsa basketbol tanrisinin varligini ciddi ciddi dusunmeye ve MJ'in onun elcisi olarak dunyaya geldigine kesin olarak inanmaya baslayabilirim. Ne diyeyim, Tyche, az da Oregon'a ugra.