Sunday, July 25, 2010

Spor medyasında kadının adı yok

BU YAZI İLK OLARAK 25 TEMMUZ 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Bir üst yapı kurumu olarak spor ve burjuva medya organları toplumdaki egemen sınıfın çıkarlarını yansıtma ve yeniden üretme konusunda işbirliği içerisindedirler. Bu noktada sistemin spora yüklediği kimi görevler vardır. Bunları sınıfsal ayrımcılığın, milliyetçiliğin ve cinsiyetçiliğin pekiştirilmesi olarak maddeleyebiliriz.

Milliyetçilik ve cinsiyetçilik genel başlıklarında inceleyebileceğimiz kültürel çalışmalarda, spor, özellikle 1960’lardan itibaren Gramsci’ci hegemonya teorilerinden beslenen karakteriyle hayli rağbet gören bir alan olarak öne çıkmaya başladı. ABD’li Michael Messner cinsiyet çalışmaları konusunda uzman bir sosyolog. 1989-2009 arasında ana akım medya organlarındaki spor bültenlerini inceleyerek oluşturduğu çalışmasını “Spor Medyasında Cinsiyet Çalışmaları: 1989-2009” adıyla yayınladı. Messner’in raporu çarpıcı sonuçları içeriyor ve bu çalışma ABD içerikli olsa da-kadın sporcuların medyadaki temsili sorunu tüm dünyada geçerli bir hadise olduğundan-evrensel çıkarımlar yapmamızı mümkün kılıyor.

Kadının temsilindeki dramatik düşüş

Messner’in araştırmasına göre 1989’da kadın sporculara ve kadınlar tarafından icra edilen sporlara spor bültenlerinde yer verilme oranı %5. Bu oran, 1999’da %8.7’ye kadar çıkıyor fakat son 10 yılda yaşanan düşüş dikkat çekici. 2004’te %6.3’e gerileyen rakam, 2009’da %1.6’lara kadar düşüyor. Aynı dönemde kadın sporcu sayısının arttığını ve bu sporların kadınlar arasında yaygınlaştığı gibi gerçekleri göz önünde bulundurunca bu düşüşü rasyonel kılmak da zorlaşıyor.

Rapora göre 90’larda yaşanan çıkışın arkasındaki en önemli sebep medyanın sporcu kadınları cinsel bir obje olarak yansıtma konusundaki eğilimi. Anna Kournikova örneğiyle tavan yapan bu süreç, 2000’lerde Maria Sharapova’nın başını çektiği bir grupla devam etmişti. 2004’le 2009 arasında bu akımın en azından ana haber bültenleri mecrasında azaldığı gözleniyor. Fakat bu sefer de görülüyor ki erkek egemen spor medyasının kadın sporculara olan ilgisi Kournikova’nın bacakları ve Sharapova’nın inlemeleriyle sınırlı.

Kadınların medyada özellikle de erkek dergilerinde sporcu kimliklerinin dışında birer seks sembolü olarak yansıtılmaları bireysel olarak bu isimlere ün ve şöhret kazandırıyor. Fakat bu ilginin spora herhangi bir katkısı yok. Çünkü erkek dergilerinde çıplak fotoğrafları yayınlanan spor meşhurlarının saha içi maceraları spor bültenlerinde kendisine yer bulamıyor.

Bunun sonuçları da Messner’in çalışmasında açık olarak ortaya çıkıyor. Genel olarak hem kadınların spora olan ilgisi hem de kadın sporcu sayısındaki artışa rağmen böylesi dramatik bir düşüşün başka bir açıklaması olamaz. Elbette “karşı” tarafın elinde her zaman için şu koz var: “Kadınların icra ettiği sporlar ilgi çekmiyor ve para kazandırmıyor. Dolayısıyla bunlara yer veremiyoruz yahut daha az yer veriyoruz.”

Özellikle de ABD’de bu iddianın pek bir dayanağı yok çünkü yine resmi rakamlara göre 2009-2010 sürecinde sadece ABD Kadınlar Kolej Basketbol Ligi maçlarını tribünden seyreden seyirci sayısı 11 milyon! Bu sezonki Connecticut-Stanford finalini tam 3.5 milyon televizyon izleyicisi izledi. Yani ortada halkın kadın sporlarına ilgisizliği diye bir şey söz konusu değil.

Böyle bir ilgisizliğin var olduğuna, kadınların icra ettiği sporların sıkıcı olduğuna ve genel olarak kadınların iyi atletler olmadıklarına dair erkek egemen hegemonya tarafından kabul ettirilmek istenen bir düşünce var. Bu düşünce elbette spor medyası takipçilerinin ve sporseverlerin de ön yargılarını şekillendiriyor.

Karşı-hegemonik bir güç olarak Kadın

“İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar ama bunu keyiflerince yapamazlar; tarihi, kendi seçtikleri koşullar altında değil, fakat doğrudan geçmişten gelen ve içinde bulundukları verili koşullar altında, yaparlar.”


Aslında Marx’ın bu sözü, tüm bu kültürel çalışmaların özünü oluşturan ve onları şekillendiren Gramsci’nin hegemonya teorisinin de temeline katkıda bulunuyor. İçinde olduğumuz verili koşulları hazırlayanlar yani egemen sınıf ve onun kontrolündeki medya, kadınların icra ettiği sporlara dair olan algımızı bile bağımsız bir şekilde oluşturmamıza izin vermiyor. Spor bültenlerinde sporcu kimliğiyle izleyemediğimiz isimleri erkek dergilerinde yarı çıplak halde karşımıza çıkarıyorlar. Bu tavır kadın sporcuların kişiliklerine ve kariyerlerine bir hakarettir. Onu geçtim bu aslında erkek egemen tüketimi koşullandıran ve zihinlerdeki maço hegemonyayı yeniden üreten bilinçli bir siyasettir.

Sistem, hegemonyasını oluştururken toplumdaki maddi koşulları oluşturan güçleri de belirler ve bunların neticesinde ortaya çıkan toplumsal sınıflara belli işlevler yükler. Burada kadına dayatılan rol alçaltıcı ve edilgendir. Tam da bu yüzden kadın, karşı-hegemonyacı bir güç olma potansiyeline sahiptir. Kadın sporcuların bu özelliği bağımsız medyaların gittikçe güçlendiği ve insanların ana akım organlara olan bağımlılığının azaldığı günümüzde ve gelecekte daha da büyük bir önem kazanarak topluma yol gösterici olacaktır.

Sunday, July 18, 2010

LeBron Faust

BU YAZI İLK OLARAK 18 TEMMUZ 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.




Ne kararmış! Medya bizi senelerce bu ana hazırladı. New York Knicks gibi bir organizasyon tüm planlarını bunun üstüne kurdu. LeBron, transfer döneminde 6 takımı ayağına kadar çağırdı ve teklifleri dinledi. Nihayetinde yaz döneminin serbest kalan diğer yıldızları Dwyane Wade ve Chris Bosh’la birlikte Miami Heat’in yolunu tutarak modern NBA tarihinin en parıltılı üçlülerinden birini oluşturdu.

Aylar süren bekleyişin, onlarca senaryonun, röportajın, makalenin ardından LeBron James kararını 8 Temmuz akşamı ESPN ekranlarından canlı yayında açıkladı. “Karar” adlı programı 9.5 milyon kişinin seyrettiği tahmin ediliyor. “Yeteneklerimi alıp Güney Sahiline gitmeye karar verdim. Seneye Wade ve Bosh’la birlikte Miami Heat’te forma giyeceğim.” Bu sözler, ESPN’e tam 6 milyon dolarlık bir reklam geliri sağladı. Gerçi bu para bir hayır kurumuna bağışlandı ama zaten burada vurgulamak istediğim şey “Karar”ın topladığı ilgi.

“Karar”

Bu ilgi illa olumlu bir anlam taşımıyor elbette. LeBron kararını açıklar açıklamaz Cleveland Cavaliers taraftarları eski kahramanlarının formalarını yakmaya, billboardlarını taşlamaya başladı. Cleveland, ekonomik krizden hayli etkilenmiş mavi yakalı işçilerin kenti ve spor tarihinde isimleri başarısızlık ve şanssızlıklarla birlikte anılıyor. LeBron James onların belki de son şansıydı ve onun gidişiyle organizasyonun yaşadığı değer kaybı yaklaşık 100 milyon dolar olarak hesaplanıyor. 7 yıldır neredeyse her iç saha maçını kapalı gişe oynayan Cavaliers için bu müreffeh günler artık geride kaldı. Tüm bu ekonomik gerçeklerin ışığında takım sahibi Dan Gilbert’ın medyaya yazdığı ve LeBron’a hakaretlerle dolu olan mektubun sebebini de daha iyi anlayabiliriz. Dan Gilbert, sadece takımının en iyi oyuncusunu değil tüm basketbol dünyasının en önemli “mali varlığını” da kaybetmiş oldu ve artık sahibi olduğu şirket eskisi kadar değerli değil.

Tabii ki aylarca herkesi oyaladıktan sonra canlı yayında Miami’ye gideceğini açıklaması Cleveland taraftarlarını derinden yaraladı. Sadece kendilerini terk etmesi değil bunu yapış şekli de insanları zıvanadan çıkardı. Sevgilinizin sizden ayrıldığını ve artık başkasıyla beraber olduğunu bir cep telefonu mesajıyla bildirmesi gibi bir şey bu. Bu açıdan Clevelandlılar’ın öfkesini anlamak mümkün.

Fakat şunu da bilmek gerek ki LeBron James lige geldiği günden bu yana bir basketbolcudan çok daha fazlasıydı. Her şeyden önce LeBron, Nike gibi bir markanın ve NBA gibi koca bir organizasyonun yüzü. Kendisine yapılmış önemli yatırımlar var ve elbette bir insana daha 18 yaşındayken sağlanan bu imkânların hiçbirisi karşılıksız değil.

Neden Miami?

LeBron James, Miami Heat’e gitme kararı dâhil olmak üzere bugüne kadar aldığı hiçbir kararı tek başına almadı. Bu kadar önemli ve potansiyelli bir ticari varlık zaten kafasına estiği gibi davranamaz. İddia ediyorum, LeBron’un yaptığı her önemli açıklamada, aldığı her büyük kararda ilk sözler hep Nike, NBA başkanı David Stern ve ESPN’e aittir. Dolayısıyla Stern’ün geçtiğimiz günlerde yaptığı ve LeBron’a hafif eleştirel yaklaştığı açıklamayı da çok ciddiye aldığımı söyleyemem.

LeBron James, bu kurumların bir numaralı pazarlama aracı lakin spor piyasasında başarı her şeydir. LeBron James markasının küresel ölçekteki değerini arttırmanın bir numaralı yolu 25 yaşındaki yıldızın şampiyonluk kazanmasından geçiyor. Nike ve NBA de bunun bal gibi farkında! LeBron’un Miami tercihi ilk anda imajını olumsuz yönde etkilemiş olabilir. Fakat işler bekledikleri gibi gider ve şampiyonluk hatta şampiyonluklar kazanabilirlerse bugün LeBron’u eleştiren herkes 3 sene sonra medyanın da gazıyla onu yeniden Michael Jordan statüsüne çıkartacaktır. Clevelandlılar hariç!

Günümüz sporlarında “kahraman” olmak

LeBron’un henüz kararını açıklamadığı ve herkesin “alıcam LeBron’u vurucam kırbaçı” edasıyla yazılar yazdığı dönemde bir Cleveland taraftarının kaleme aldığı Working Class Hero(İşçi Sınıfı’nın Kahramanı) adlı yazıdaki şu sözler beni çok etkilemişti: “Cleveland, çok zor günler geçiren biz mavi yakalı işçilerin şehri. LeBron James sen de Ohiolusun Cleveland’a 30 km. uzaklıktaki Akron’da doğdun, büyüdün. Tüm bir şehir hatta Ohio eyaleti seni kahramanı olarak görüyor. Eğer kalırsan bütün bir şehri kurtaracaksın ve işçi sınıfının kahramanı(working class hero) olacaksın.”

Bu romantizmin bozulması uzun sürmedi. LeBron bir kahraman değil. LeBron bir basketbolcu ve iş adamı. İşçi sınıfının kahramanı olmak ne onun, ne Nike’ın, ne de David Stern’ün işine gelirdi ve nihayetinde ortaklık yaptığı şirketlerle birlikte ekonomik açıdan “doğru” bir karar verdi.

LeBron James, kişisel olarak sevdiğim sporcular içerisindedir. Fakat ona bakınca hep bir Faust görüyorum. Yeteneklerini, kişiliğini daha çok şöhret, daha çok para ve başarı uğruna Nike, David Stern ve ESPN’e ipotek etmiş bir doğa harikası. LeBron James onlarsız da kazanabilirdi ve onların yarattığı medya desteği olmadan çok daha sempatik bir figür, Clevelandlı taraftarın yazdığı gibi bir halk kahramanı olabilirdi eğer 17 yaşındayken kapısını çalan, Nike’a “Zavallı şeytan, sen bana ne verebilirsin ki?” diyebilseydi…

Ne yazık ki günümüzde endüstri sporları böyle seçimlere pek imkân tanımıyor. Leo Lowenthal’in dediği gibi geçmişte bir insan ancak ürettikleriyle kahraman olabilirdi, günümüzde ise ne kadar tüketilirseniz o kadar büyüksünüz. LeBron eninde sonunda bir şampiyon olacak ama hiçbir zaman bir Muhammed Ali, bir Bill Russell, bir Jesse Owens olamayacak. Ben de bunun için asla LeBron’u kabahatli bulmayacağım. Değil mi ki insan “yeryüzünün en tuhaf mahlukudur…”

Wednesday, July 14, 2010

No Pasaran!

BU YAZI İLK OLARAK 14 TEMMUZ 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ EKİ GENÇ HAYAT'TA YAYINLANMIŞTIR.

Her dünya kupasının bir mirası vardır. Güney Afrika 2010 da hem saha içi hem de saha dışı kalıntılarıyla hatırlanacak. Futbola dair kalanlar olumlu şeyler. No Pasaran! (Geçit yok) İspanyol İç Savaşı’nın devrimci sloganı bir kez daha İspanyolların dilinde. Bir kuşağa umut aşılayan bu slogan artık daha güzel bir dünya için mücadele etmeyi değil futbol sahalarındaki mutlak İspanyol hâkimiyetini simgeliyor. 2008’de İspanya’nın Avrupa Kupası şampiyonluğuyla başlayan, Barcelona ve milli takımın başarılarıyla perçinlenen bu egemenlik aynı zamanda bir futbol ekolünün de liderliğine işaret ediyor.

Bahsettiğim futbol ekolüne İspanyolların verdiği isim Tiqui-taca. Anglo-Amerikan âlemde ise possession football olarak biliniyor. Türkçeye de top hâkimiyetine dayanan futbol olarak çevirebiliriz. Mantık basit, topa hâkim olan sahaya da hâkim olur. Oyunu dikte eder, ritmi ayarlar, rakibi yorar kısacası ipleri eline geçirir. Teknik, top alış verişinde mahir oyuncularıyla İspanya ve Barcelona verimli ve sık paslaşmanın hayati bir önem taşıdığı bu taktiği en iyi uygulayan takımlar.

Bugüne kadar bu sisteme karşı en etkili muhalefeti Jose Mourinho geliştirdi. Chelsea ve Inter’le Barcelona’yı elemeyi başaran Portekizli teknik adamın stratejisi rakip takımın topa hâkim olmasına izin vermek ama bu hâkimiyeti sahanın zararsız bölgeleriyle sınırlı kılarak etkisiz hale getirmeye dayanıyor. Bu taktiğin 3 anahtar prensibi var. Birincisi ön alanda pres, ikincisi sahaya rakibe boşluk bırakmayacak bir şekilde yayılmak. Üçüncü ilke ise topu kazandığında kanatları kullanarak aktif oyun sahasını mümkün olduğunca genişletmek. Son 4-5 yıldır dünya futbolunun taktikler arenasındaki en ileri düzeni İspanyolların tiqui-taca’sı. Onun defansif panzehiri ise Jose Mourinho’nun sistemi. Dünya Kupası final maçı da bu 2 ekolün bir kez daha karşı karşıya gelmesi gibiydi.

Total Futbol’un mucidi Rinus Michels der ki : “Bütün oyun alanla ve onu nasıl kontrol ettiğinizle ilgilidir. Topa sahip olduğunuzda alanı genişletmelisiniz, sahip olmadığınızdaysa daraltmalısınız.” Görünen o ki Total Futbol’dan 2010 Hollanda’sına kalan tek miras bu cümle olmuş. Yalnız Van Marwijk ve oyuncuları tiqui-taca’ya karşı 70 dakika boyunca çok iyi direnmelerine karşın bir şeyi yanlış yaptılar. Sahaya bir Mourinho Inter’i kadar iyi yayılamadılar ve neticesinde sık sık sert faullerle rakibi durdurmak zorunda kaldılar. Dolayısıyla peşi sıra çıkan kartlar takımın dakikalar ilerledikçe aynı agresifliği göstermesine engel oldu. Hollanda oyunun hâkimiyetini tamamen İspanya’ya kaptırınca maçı kaybetmeleri de kaçınılmazdı.

Nihayetinde kazanan taraf nüvesini 6 Barcelonalı oyuncunun oluşturduğu kadrosuyla İspanya oldu. 2008 Avrupa Kupası’ndan sonra 2010 Dünya Kupası’nı da müzesine götüren matadorların zaferi tiqui taca’nın dünya futbolu üzerindeki taktiksel egemenliğini de perçinledi.

Avrupa’nın üstünlüğü ve endüstrinin saha dışı mirası

Dünya kupasıyla pekişen bir diğer gerçek de Stefan Syzmanski ve Simon Kuper’in Futbolu Şifreleri adlı kitaplarında iddia ettikleri güç değişiminin henüz gerçekleşmediği. Syzmanski ve Kuper’e göre yakın bir gelecekte Japonya, Çin, Güney Kore, Hindistan, ABD, Meksika, Türkiye gibi yüksek nüfuslu, genç ve büyük ekonomiler futbolda önemli bir atılım gerçekleştirerek yaşlanan ve dinamizm kaybeden Avrupa’nın tahtına Brezilya ve Arjantin’le beraber oturacaktı. Fakat yarı finale 3 Avrupa takımının yükseldiği 2010 Dünya Kupası net bir şekilde ortaya koydu ki gelişmiş altyapısı, milyonlarca lisanslı sporcusu ve ileri seviyedeki teknik eğitim programlarıyla Avrupa, dünya futbolunun merkezi olma özelliğini sürdürüyor ve mevzubahis ülkeler henüz Avrupa’yı tehdit edebilecek bir konuma erişemediler.

Gelelim 2010 Dünya Kupası’nın saha dışı mirasına. Söylenecek çok şey var ama şu gerçeği aktarmak kısmen de olsa yeterli olacaktır. Güney Afrika Cumhuriyeti bu turnuva için 5 stadyum inşa etti. Mevcut statlardan 5 tanesi de yenilendi. Sadece sportif tesislerin inşası için harcanan para 1.5 milyar dolara yakın. Güney Afrika futbol liginin seyirci ortalaması 7-8 bin. Şu anda ülkenin elinde bir daha ne zaman dolacağı, ne işe yarayacağı belirsiz 10 tane kocaman, ultra-lüks stadyum var!

FIFA’yı, yabancı konukları ve maçlara gidebilecek kadar şanslı Güney Afrikalıları memnun etmek için inşa edilen bu dağdağalı yapılara para harcayabilmek için ülke hükümeti kendi vatandaşlarını doğru dürüst hiçbir altyapı hizmeti götürülmeyen teneke mahallelerde yaşamaya mecbur bıraktı. Ülkenin en büyük sorunu evsizlikken bu konuda kent yoksullarının, gecekondu sakinlerinin derdine derman olacak hiçbir adım atılmadı.

Sonuç olarak 1 aylık bir futbol sirkinin bedelini emekçi sınıflar on yıllar boyunca ödemeye mahkûm edildiler. Şaşıracak bir şey yok sporu değil rantı önemseyen spor endüstrisi bunu hep yapıyor ve yapmaya da devam edecek. Ekim ayında Hindistan’da düzenlenecek olan 2010 Commonwealth Oyunları’nın zulmü şimdiden başladı…

Sunday, July 11, 2010

Johannesburg’da final, Pretoria’da zafer!

BU YAZI İLK OLARAK 12 TEMMUZ 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

The Guardian’ın deneyimli Spor Yazarı Richard Williams’ın dediği gibi “2010, Afrika’nın turnuvası olarak başladı, Güney Amerikalıların şovu olarak devam etti, Avrupa’nın kupası olarak sonlanıyor.”

Turnuvaya katılan 6 Afrika takımından Gana haricinde kalanlar göz doldurmaktan uzaktı. Fire vermeden 5 takımla gruplardan çıkan Güney Amerikalılar, Avrupalı rakiplerine karşı sönük ve çaresiz kaldılar. Avrupa ise göze hoş gelen futbolları ve sistemleriyle öne çıkan İspanya, Almanya ve Hollanda gibi ekolleriyle turnuvanın final resmini çizdi. Ve bu akşam Johannesburg’da Dünya Kupası tarihinde ilk kez finale çıkan İspanya ve Hollanda’nın randevusuyla turnuvayı sonlandıracağız

Avrupa’nın taktiksel hakimiyeti

Yarı finalde belki de şampiyonanın en iyi iki takımını, Almanya ve İspanya’yı karşı karşıya izledik. Öncelikli olarak topa hakim olmayı hedefleyen oyun yapıları (possession football) ve benzer sistemleriyle iki takımın mücadelesi beklenen çekişmeden uzaktı. Bir başka deyişle her şey tıpkı 2008 Avrupa Kupası Finali gibiydi. Almanya turnuva boyunca olduğu gibi pozitif futbolunu sürdürdü ve elinden geleni yaptı ama klasik tabirle gücü yetmedi.

Burada bir parantez açmak isterim. Her iki takım da top hakimiyetini ön plana alsa da Almanya topu ayakta daha az tutarak, daha hızlı oynamayı hedefleyen ve direkt paslarla rakibin boşluklarından yararlanmak suretiyle sonuca giden bir futbol oynuyor. Bu özelliğiyle saf topa hakim olmaya dayalı futbol (possession football) oynayan İspanyollardan biraz daha farklılar.

Vicente Del Bosque ve ekibi Almanya’nın özelliklerini çok iyi tetkik ederek yarı final öncesi santrfor özellikli iki oyuncudan Torres’i 11’den çıkardı ve yerine ön alanda daha iyi baskı yapabilecek sağ açık Pedro’yu yerleştirdi. Bunun sonucunda o güne kadar turnuvada sol açık oynayan Villa da asıl mevkii olan santrfor bölgesinde sahaya çıkma imkanı buldu. Bu değişiklikler çok olumlu neticelendi. Almanya, kalabalık ve top alışverişinde becerikli İspanya orta sahasına karşı nefes alamadı, topa sahip olamadı ve nihayetinde karşılaşma süresince mahkum oynayarak kaybetti.

Öte yanda artık eskisi gibi göze hoş gelen futbol oynamadığı iddiasıyla eleştirilen Hollanda makus talihini kırarak finale yükseldi. Üstelik oynadığı 6 maçın 6’sını da kazanarak. Bu noktada “total futbol” nostaljiklerine şöyle bir hatırlatma yapmak makul olacaktır. Evet, Hollanda eskisi kadar hücumcu bir takım değil. Ama eskiden kastım ‘70’ler değil, örneğin 2008. ‘74’teki total futbol efsanesi zaten 1980’lerden itibaren ortadan kayboldu. Hollanda hep 3 forvetli hücum futbolunu sürdürdü ama bunun adı total futbol değildi. Dolayısıyla başta Johan Cruijff’un 3-4 senedir sürdürdüğü “Hollanda tek santrfor oynamaz” eleştirileri olmak üzere Portakallar üzerinden döndürülen klişelerin çok da gerçekleri yansıtmadığı kanısındayım. Evet, Hollanda daha sert ve kontrollü oynayan bir takım ve Van Marwijk’in 4-2-3-1’i Van Basten’inkinden çok daha temkinli ama bunun adı total futbola ihanet değil. Zira Hollanda, total futbolu bırakalı 30 sene oldu.

UEFA Başkanı Michel Platini, yarı finale kalan Avrupa takımlarıyla ilgili çok doğru bir noktayı vurguladı: “Bu 3 takım son 4 senede en fazla Gençler Şampiyonası kazanan takımlar. Bu bir tesadüf mü? Bence değil, bu oturmuş altyapıların, iyi organizasyonun ve teknik eğitim programlarının bir sonucu.” Platini haklı. Bu turnuvanın öne çıkan bir özelliği varsa o da taktiksel beceri ve takım oyununu ön plana çıkaran ekiplerin bireysel yeteneklere dayanan sistemleri geride bıraktığıdır. Sizi bilmem ama ben bu durumdan hiç de şikayetçi değilim. İspanya, Almanya gibi takımları izlemek tek başına Lionel Messi ve Cristiano Ronaldo’yu izlemekten çok daha keyifli çünkü.

SEMENYA’NIN ZAFERİ

Caster Semenya’nın pistlere dönebileceği haberi ajanslara düşünce oturdum saydım. Son 10 ayda tam 7 Semenya yazısı yazmışım. Semenya’nın cinsiyetçi ve ırkçı IAAF’e (Dünya Atletizm Federasyonu) karşı olan mücadelesini ana akım saptırmalardan uzak, doğru argümanlarla sizlerle ulaştırmak çok önemliydi. Çünkü Türk medyasında çıkan Semenya haberleri “Altın kız erkek çıktı” gibi itham ve iftiralardan ibaretti. Bu da 8. yazı olsun, Semenya’nın zaferi şerefine…

Tam olarak bilmeyenler için hadiseyi kısaca özetleyeyim. Caster Semenya, 2009 Berlin’de 800 metre Kadınlar Dünya Şampiyonu oldu ve akabinde IAAF, hakkında çıkartılan “Semenya aslında erkek” iddialarını ihbar kabul ederek insanlık dışı bir cinsiyet testini genç atlete dayattı. Semenya’nın cinsiyetini mevzubahis ederek özel hayatına ve kişilik haklarına tecavüz edenlerin cinsiyetçi ve ırkçı dayanakları vardı : “Kadın gibi gözükmüyor, çok kaslı, sakalları var…”

Semenya ilk günden itibaren başını dik tuttu hatta mayıs ayında “Sizin vereceğiniz karar da atletizm de umurumda değil” diyerek IAAF’ye açıkça rest çekti. Ve hiçbir kusuru olmamasına rağmen sadece mesnetsiz ırkçı ve cinsiyetçi dayanakları olan iddialar yüzünden 11 ay spor yapması engellenen Semenya, geçtiğimiz hafta içinden açıklanan raporla nihayet zafere ulaştı.

IAAF, 11 ay sonra Semenya’nın kadın olduğundan emin olabildi de ona yeniden pistlere dönme iznini verdi ama daha önce de yazdığım gibi bu saatten sonra IAAF’in verdiği kararın hiçbir önemi yok. Semenya çoktan kazanmıştı çünkü hep haklıydı. Artık Dünya Kupası’yla yüzü gülmeyen Güney Afrikalı yoksulların, o gecekonduların içinden çıkan Caster Semenya’nın memleketi Pretoria’nın ve tüm Semenya destekçilerinin zafer vaktidir. Zulme karşı zaferin tadı da başka olur ha!..

Sunday, July 4, 2010

Cinai şebeke: Spor endüstrisi

BU YAZI İLK OLARAK 4 TEMMUZ 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Dünya Kupası saha içinde sirk, saha dışında trajedi kıvamında devam ediyor. Sona doğru yaklaştıkça tribünlerin renkliliği ve kilometrekare başına düşen ‘meşhur’ sayısı da artıyor. Paris Hilton bile 13 bavulla Güney Afrika’nın yolunu tutmuş. Burada boy göstermezsen nerede göstereceksin?

Geçtiğimiz hafta tribünlerde dikkati çeken bir isim vardı. Rolling Stones’un efsanevi solisti Mick Jagger. Jagger, Gana’ya karşı ABD, Almanya’ya karşı ise İngiltere’yi desteklemek üzere Amerikan meşrubat firması Kool-Aid’in sponsorluğunda tribündeki yerini almıştı. Sonuç malum, Mick Jagger’ın desteklediği ABD de İngiltere de elendi.

Mick Jagger’ın çok politik bir figür olmadığı zaten bilinen bir şey. Yine de Rolling Stones gibi bir efsanenin frontman’inin (sahne yüzü) sponsorluk yapsın diye tribüne yerleştirilmesi acınası bir durum. Jagger ‘işyerinde’ yalnız değildi, yanında ABD eski başkanı Bill Clinton da bulunmaktaydı, iş arkadaşı olarak. Eh, biraz elit bir iş ortamı ama FIFA’nın da istediği bu değil mi zaten?

Sosyete eğleniyor

Televizyonda bir kanalda Wimbledon tenis turnuvası, diğerinde Dünya Kupası var. İkisi de bambaşka bir dünyadan bizlere seslenir gibi. Öyle şık, öyle varsıl… İlgiyle izliyoruz, hakkında emin olduğumuz tek gerçek milyon dolarlık o tesislerin bize ait olmadığı ve oralarda kaliteli vakit geçirenlerin çoğuyla insani bir aşinalığımızın olmadığı. Alenen kulluk etmek zorunda bırakıldığımız adamlarla nasıl bir ilişkimiz olabilir ki? Hasbelkader aynı sportif faaliyetleri izliyoruz, hepsi bu!

‘Sporun sosyal adaletsizliğin kalesi haline getirilmesi’ temcit pilavı gibi kullandığım bir tabir. Türkiye medyasında bu gerçeği diline dolamayı beceren başkaları çıktığı zaman belki 3 yazıdan birinde bunu kullanmaktan vazgeçebilirim. Bakın, sıkılmadım ve yine söylüyorum. Milyarlarca insanın açlık sınırında yaşadığı bir dünyada spora harcanan bol sıfırlı dolarlar etrafımızda dönen kapitalist şımarıklığın bir başka örneğidir. Elbette biliyorum sporun bir endüstri olduğunu ve bu söylediklerim spor elitinin umurunda bile değil. Bu imparatorluğu onlar kasten kurdular. Peki ya biz? Kıçında donu olmadığı halde sistemle hiçbir sorunu olmayacak kadar ‘çılgın’ milyonlarca insan? İzlediğimiz her sportif sirkin on binlerce insanı evsiz bıraktığını, toplumsal yaşamda muazzam bir tahrifata yol açtığını ve topluma geri döndürülecek hiçbir birikim üretmediğini göremiyor muyuz? Akıl alır gibi değil! Yahu onlarca yazı yazıldı, araştırmalar yapıldı, raporlar yayınlandı. Umurunuzda değil mi?

Bugün mega organizasyonların o çok renkli tribünlerine baktığımda liberal naifliğin kirlettiği ‘halkların kardeşliği’ ülküsüne dair hiçbir şey görmüyorum. Tek gördüğüm ulusların birkaç senede bir bayraklarını, zavallı milli duygularını ve hınçlarını alıp tribünlerde milliyetçilik yarıştırdığı. Büyük organizasyonların yoksullara reva gördüğü teneke kentler-medyanın yarattığı ilüzyon sağ olsun-umurumuzda bile değil. Hepimiz 5 kilometre ötesinde Yahudiler yakılırken tüm bunları görmezden gelip hayatına sessizce devam etmek zorunda kalan Nazi Almanları gibiyiz. Tüm bu eşitsizliği, sömürüyü, adı hukuken katliam olmayan cinayetleri yaşanmıyormuş addetmemiz bekleniyor bizden. Sesini çıkaranlar için çok afili sıfatları var: anakronik, dinozor, dar görüşlü, popülist, demagog, propagandist, totaliter, Stalinist!

Gerçeğin propagandası olmaz!

Bir Türk filmi repliğidir: “Gerçeğin propagandası olmaz” ve bir Slavoj Zizek aforizmasıdır: “Yapılması gereken ilk şey, bu liberal tabulara korkusuzca tecavüz etmektir, ‘anti-demokratiklikle’, ‘totalitarist’ olmakla suçlanıyorsak ne olmuş yani?...

Çok net konuşuyorum çünkü sağda solda bu berbat düzenin liberal hegemonide tabu haline getirilmiş kimi şantaj unsurlarıyla güler yüzlü gösterilmeye çalışılmasından bıktım. Sizin savunucusu olduğunuz dünya berbat bir yer ve gerçekçilik, ‘normallik’, uyumluluk gibi dandik hayali sıfatlarla bu kanlı çarka ortak olmak bizim işimiz değil! Yazıyı S.Zizek ve Guy Debord’dan alıntılarla bitireceğim. İkisi de dünya kupası güzellemesi yapıp gerçeği göstermeme yarışına giren medya yazar-çizerlerine Osman Baydemir usulü bir selam gönderiyor.

“Konformist liberal şerefsizler bu yolla varolan düzeni savunurken kendilerine ikiyüzlü bir tatmin bulurlar: Çürümüşlüğün, sömürünün ve bu gibi şeylerin diz boyu olduğunu bilirler ama gidişatı değiştirmek için bulunacak her girişim, ‘totalitarizm’ hayaletine verilen bir hayat öpücüğüyle ahlaki olarak tehlikeli ve kabul edilemez ilan edilip reddedilir.”
Slavoj Zizek.

Gösterinin ilan ettiği gerçekdışı birlik, kapitalist üretim tarzının gerçek birliğinin dayandığı sınıf ayrımını gizler. Üreticileri dünyanın kuruluşuna katılmaya zorlayan şey, aynı zamanda onları dünyadan ayıran şeydir. Yerel ve ulusal sınırlarından kurtulmuş insanları bir araya getiren şey, aynı zamanda onları birbirlerinden uzaklaştıran şeydir. Rasyonelliğin derinleştirilmesini gerektiren şey, aynı zamanda hiyerarşik sömürünün ve baskının irrasyonelliğini besleyen şeydir. Toplumun soylu iktidarını yaratan şey onun somut özgürlüksüzlüğünü de yaratır.
Guy Debord.

Son olarak, Mick Jagger’ı ‘Gimme Shelter’ ve ‘Sympaty for the Devil’ şarkılarıyla değil de Kool-Aid markasının kuklası olarak hatırlamamıza vesile olan her şeye ekstradan lanet etmek gerekiyor. “Suçludur her aynasız, her günahkâr bir aziz” kuşkusuz Kool-Aid’den daha insancıldı.

Medyanın çizdiği pembe tablolara inanmayın; spor endüstrisi suç işlemeye devam ediyor. Biz bu endüstriyi kullanarak sesimizi duyurmadıkça da değişen bir şey olmayacak.