Showing posts with label manchester united. Show all posts
Showing posts with label manchester united. Show all posts

Sunday, September 26, 2010

Sporu yorumlamaktan öte değiştirmek

BU YAZI İLK OLARAK 26 EYLÜL 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

Geçtiğimiz pazar oynanan Manchester United-Liverpool maçıyla sadece iki ezeli rakibin değil aynı zamanda benzer kader ve hassasiyetleri paylaşan iki taraftar grubunun da karşı karşıya gelmesine tanıklık ettik. Malum her iki takımın taraftarları da 4-5 yıldır kulüp sahiplerinden bir hayli şikayetçi. Malcolm Glazer Manchester United’ı , Tom Hicks ve George Gillet Jr. Liverpool’u satın aldıklarından beri hitap ettikleri taraftar gruplarıyla araları hep limoni oldu. Bu gerginlikler ekseriyetle “Yalancı Yankiler dışarı”, “Yanki istemiyoruz” gibi milliyetçi sloganlarla dışa vurulsa da taraftarların asıl derdi şu sloganın özünde gizli: “Borçlar, yalanlar, kovboylar: Burada istenmiyorsunuz”.

Açıkça görülüyor ki kulüplerin saha içindeki başarısından ya da sahiplerinin milliyetinden çok, kötü idare ediliyor olmaları, ekonomik olarak gerilemeleri ve elbette artan borçların taraftarlara daha pahalı biletler ve hizmetler olarak geri dönmesi memnuniyetsizlikte başrolü oynuyor. Aston Villa’da Randy Lerner’a, Arsenal’de Stan Kroenke’ye böylesi tepkiler verilmemesi bunun kanıtlarından birisi.

M.United özelinden gidersek kulüp taraftarları Glazer ilk ortaya çıktığından beri “Kulüp politikasıyla” hayli içli dışlı ve bu konuda etkin bir figür olmak için de ellerinden geleni yapıyorlar. Gelenekçi taraftar grupları, Kızıl Şövalyeler adıyla kulübü satın alma iddiasıyla ortaya çıkan çok ortaklı ama özünde ‘patronlardan’ meydana gelen oluşumlar temelde “taraftarın” sesini dile getiriyor ve özne olarak onun gücünü kullanıyorsa da gücün ne kadarının “halkta” olduğu tartışılır.

Çok iyimser davrandım aslında tartışmalı falan değil. Güç hiçbir zaman onlarda değil ve Glazer alaşağı edilip ‘Kızıl Şövalyeler’ yönetimi ele geçirse dahi değişen bir şey olmayacak. Yani bir halk hareketi sonrası gerçek taraftarların idareyi ele alması gibi bir ülkü yok ufukta. Bu derecede büyük ve şirketleşmiş kulüplerde sıradan taraftarın söylemlerinin duyulur hale gelmesi ve patronlar tarafından kullanılması yalnızca tepede bir iktidar savaşı olduğuna delalettir.

Hasbelkader “sıradan” bir taraftar bir şekilde kulüp yönetimine gelse de bu, -Gramsci’nin tabiriyle söyleyecek olursak- kişisel bir pasif devrimden başka bir şey değildir. Çünkü kulübün dayandığı ekonomik ilişkiler ve mülkiyet ilkeleri aynen devam eder ki bu da diğer “sıradan” taraftarların kulüp yönetimindeki etkisinin aynı kalması demektir.

Gramsci, pasif devrimi “Devrimsiz bir devrim” olarak tanımlar. Yani ortada bir gelişim olabilir ama bu kısmen ilerici bir metotla eski düzenin korunması ve sağlamlaştırılmasından ibarettir. Yönetici sınıf değişmez, sınıflar arası güç ilişkileri ve üretimin üzerindeki mülkiyet egemenliği aynen devam eder.
Bu açıdan baktığımızda United örneğinde olduğu gibi taraftar gruplarının kulüp politikalarında söz edinme çabaları göründüğü kadar da karşı-hegemonik bir muhteviyat içermez ve spor endüstrisi içinde bir mücadele alanı niteliği taşısa da bu gerçekten devrimci bir tutum olmaktan ziyade pasif devrimci bir tutumdur ve statükoya hizmet eder.

DEVRİMCİ İLKENİN DOĞRU UYGULANIŞI

Bu noktada sporun artık bir endüstri ve ideolojik kontrol aracı haline getirildiği için edindiği devrimci potansiyelin varlığını savunan ben gibiler için bir tartışma mevzisi ortaya çıkıyor. Ian McDonald, günümüzde spor üzerine yapılan bilimsel Marksist çalışmaların, Marksizmin devrimci öğesini yansıtmadığını öne sürer. Marksizmi kullanarak sporu sadece yorumlamaya çalıştığımız sürece bu eleştiri haklıdır çünkü Marx’ın da dediği gibi asıl mesele “Yorumlamak değil değiştirmek”. Bu aşamada en büyük mağdur herhalde Gramsci’nin Hegemonya Teorisi’dir çünkü spor alanındaki kültürel çalışmalarda en çok kullanılan teori olarak Hegemonya, sıklıkla bağlamından koparılmak suretiyle devrimci öğelerini kaybediyor ve basit bir kültürel inceleme metoduna indirgeniyor. Halbuki Gramsci, Hegemonya Teorisi’yle gücün, egemen sınıflar tarafından nasıl muhafaza edildiğini açıklamaya çalışır ve şimdilerde unutturulmaya çalışılan devrimci tavrıyla bu politik bombardımana karşı direnilmesi ve karşı-hegemonik politikalar üretilmesi gerekliliğini ortaya koyar.

Marksizmi ve Hegemonya Teorisi’ni kullanarak sporu sadece yorumlarsak Ian McDonald’ı haklı çıkartırız. Oysa tarih bunun aksi örneklerle doludur. Yani bir endüstri olarak sporun ve spor alanlarının devrimci direniş ve mücadele alanı olarak örgütlenmesiyle, sporun bu devrimci karaktere yeri geldiğinde kültürel bir destek sağlamasıyla…

Bugün hepimizin kullandığı bir direniş taktiği olan oturma eylemlerinin ilk defa ABD’de, Büyük Buhran döneminde bir Beyzbol maçında işçiler tarafından sendikalı olmamaya direnen bir hakeme karşı kullanıldığını ve oradan tüm ülkeye sonra da dünyaya yayıldığını biliyor muydunuz? Ya da Arizona, Maricopa’da kayıt dışı çalıştırılan Meksikalı tarım işçilerinin sabahları işlerini yapıp öğlenleri futbol oynadığını ve bunu bir iş yavaşlatma eylemi olarak kullandıklarını? Kuşkusuz bunu yaparken sadece eğlenmiyorlardı. Sporun kolektif yanını kullanarak aralarındaki dayanışmayı da sağlamlaştırıyorlardı.

Şu bir gerçek ki, sporu ancak kendi içindeki dinamiklerine dönüştürücü ve aktivist bir yorum getirerek devrimci hale getirebiliriz. Bunun için de her zaman bir Muhammed Ali, Tommie Smith&John Carlos veyahut Ivan Ergic beklememize gerek yok. Akron’da oturma eyleminin mucidi beyzbolculara, Maricopa işçilerine ya da EZLN militanları içinde futbolun nasıl bir rekreasyon yöntemi olarak kullanıldığına bakalım, bunlar daha önemli!

Sunday, March 21, 2010

Kızıl Şövalyeler

BU YAZI İLK OLARAK 21 MART 2010'DA EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

İngiltere şu aralar ‘Kızıl şövalyeler’ adıyla arz-ı endam eden bir grup ‘soyluyu’ konuşuyor. Şövalyelerin amacı kulübü ABD’li Malcolm Glazer’ın elinden geri almak. Grubun üyeleri-birkaçı dışında-kimliklerinin gizliliği konusunda ısrarcı bu da kendisine zaten mistik-aristokrat bir isim seçmiş olan topluluğu daha gizemli hale getiriyor.

Topluluğun medyatik isimlerinden Keith Harris, futbol piyasası üzerinde uzmanlaşmış bir bankacı. Daha önce Chelsea, West Ham, Manchester City, Aston Villa gibi takımların el değiştirme operasyonlarını başarıyla yürütmüştü. Öne çıkan bir başka isim Jim O’Neill ise doğma büyüme Manchesterlı ve Goldman Sachs şirketinin baş ekonomisti. Fark edeceğiniz üzere bu isimlerin hiçbiri dolar milyarderi büyük patronlar değil. Hatta kapalı kapılar ardında sayısı 70 olduğu konuşulan bu ‘soylular’ grubunun çoğu dolgun maaşlara çalışan üst düzey yöneticiler ya da milyoner iş adamlarından oluşuyor. Yani grubun içinde bir sermaye oligarkı bulunmuyor.

Ekibin sırtını yasladığı asıl dayanak noktasıysa Glazer, Manchester’a ayak bastığından beri büyük bir öfkeyle takımın satılmasına karşı çıkan United’ın emekçi ve orta sınıfa mensup taraftarları. 2005’ten bu yana çeşitli gruplar altında organize olan, takım şampiyon olduğunda bile protestolarına devam eden hatta FC United of Manchester adında yarı-profesyonel bir futbol takımı kuran bu insanların derdini en iyi Ken Loach’ın “Looking for Eric” filmindeki şu replik anlatıyor: “ Şu stadın otoparkındaki arabalara bakın, bizim binebileceğimiz arabalara benziyorlar mı ? ”

Malcolm Glazer, takımı satın aldığından bu yana bilet fiyatları %60 arttı. Artık emekçilerin Old Trafford’a girebilmesi çok zor. İşin bir de ulusal boyutu var. Alışık değil tabii İngilizler denizaşırı bir gücün gelip sevdikleri bir şeye el koymasına, rahatlarını bozmasına. Glazer’ın kulübü 5 sene içinde 700 milyon Pound’ın üzerinde bir borca sokması da bardağı taşıran son damla. Bu açılardan bakıldığında United’lı çalışan kesimin inatçı öfkesini anlamak mümkün fakat ittifak içerisinde oldukları aristokrat grup onlara istediklerini, yani kulüplerini, tribünlerini geri verebilecek mi? Gerçekçi olursak bu sorunun cevabı pek de iç açıcı değil.

Şövalyeler ne kadar gerçekçi?

Birincisi, bilet fiyatları sadece Glazer yüzünden tavana vurmadı. Emekçileri stadyumdan adeta dışlayan süreç, 1980’lerden beri ivmelenen, Premier League’in kuruluşu sonrası 2000’lerde doruk noktasına ulaşan endüstri futbolunun vahşi yasaları doğrultusunda gerçekleşti. Malcolm Glazer değil Eric Cantona başkan olsa sonuç yine aynı olacaktı. Futbol sermayesine karşı devrimci bir bakış açısına sahip olan bir yönetiminiz yoksa da sonucu değiştirmek mümkün değildir. Bizim soylu kızıl şövalyelerin de yaklaşımı Glazer’la aynı dolayısıyla değişen bir şey olmayacak.

İkincisi, Şövalyeler borçsuz bir kulüp taahhüt ediyorlar ama geçtiğimiz günlerde Guardian Gazetesi ekonomi editörü Dan Roberts’ın da parmak bastığı üzere Roman Abramovich(ya da Malcolm Glazer) gibi bir milyarder değilseniz böyle bir satın almayı gerçekleştirebilmek için dış krediye ihtiyacınız var. Zaten ilk denemeleri başarısız olan Kızıl Şövalyeler’in son dönemde adlarını yeniden duyurmaya başlamalarının sebebi Japonya’nın en büyük yatırım şirketlerinden Nomura’yı saflarına çekmiş olmaları. Nomura’dan alacakları borçla 1 milyar Pound’a varan bir teklif hazırlayıp Glazer’ların karşısına çıkmayı planlıyorlar.

Uzmanlara göre bu miktar dahi yeterli değil. Futbol finansında uzmanlaşmış Profesör Chris Brady’nin BBC’ye yaptığı açıklamaya göre kulübü satın almak için 1.5 milyar Pound’lık bir teklif gerekiyor. Zaten Glazer ailesi de tüm protestolara ve kamuoyu baskısına rağmen kulübü satma gibi bir düşüncelerinin olmadığını belirtmiş hatta sene sonunda borcun 500 milyon Pound civarlarına çekileceği açıklamasında bulunmuştu.

Sonuç olarak Kızıl Şövalyeler’in zayıf argümanları ve çözüm önerileriyle sayısı 130.000’i aşan protestocu United taraftarlarını memnun etmesi pek de mümkün görünmüyor. Kaldı ki satın alma gerçekleşse dahi Şövalyelerin getirecekleri liberal çözümler bir işe yaramayacaktır çünkü adı üstünde liberal. United’lıların isyanını statükocu, karşı-devrimci(liberal) değil ancak devrimci çözümler karşılayabilir. Onu da gerçekleştirecek ruh, Manchester’ın asilzadelerinde bulunmuyor maalesef.

Taraftarlar, Glazer gidene kadar kırmızı değil yeşil-sarı formaları kuşanacaklarını açıkladılar. Hatta bu protestoya David Beckham da aynı renklerdeki atkısıyla destek verdi. Bu renkler, 1878’de Lancashire ve Yorkshire’lı demiryolu işçileri tarafından Newton Heath adıyla kurulan kulübün ilk renkleriydi. Şu sıralar umutsuzca Kızıl Şövalyeler’e destek veren has United taraftarlarının özledikleri tribünlere, ruha ve atmosfere kavuşabilmelerindeki tek yol yine o demiryolu işçilerinin ruhunda gizli.

Sunday, January 27, 2008

Gana'08, 8.Gün




GÜNÜN MAÇLARI

ANGOLA 3 SENEGAL 1

TUNUS 3 GÜNEY AFRİKA CUMHURİYETİ 1

Daha önce de belirttiğim gibi (kendimi tekrar etmekten nefret ediyorum) turnuvanın en denk grubu D grubunda bugün oynanan maçlar bir manada grubun kaderini tayin edecek maçlardı. Sürpriz yapmasını beklediğim ve umut ettiğim, kıtanın yükselen yıldızı Angola her zamanki dirençli futboluyla favori Senegal'i geriden gelip mağlup etmeyi başardı. Attığı gollerle zaferde önemli pay sahibi olan çiçeği burnunda Manchester United'lı Manucho'ysa performansıyla Ferguson'u mutlu etmeye devam ediyor. İlk 2 maçlar sonunda turnuvanın yıldızını seçmek istesek kuşkusuz tüm oylar Manucho üzerinde birleşirdi.

Gecenin diğer maçındaysa Güney Afrika Cumhuriyeti ve Parreira, kendilerinden beklediğim gibi etkisiz bir oyun ortaya koymaya devam ediyor. Kuzey Afrika ekibi karşısında maç boyu fazla varlık gösteremeyen Bafanalar için gruptan çıkmak şimdilik uzak bir hayal gibi. Bu karşılaşmada en dikkat çeken isimse Tunus'un Brezilyalısı Francileudo dos Santos oldu. Senelerce Ligue 1'de forma giydikten sonra bu sene İsviçre ekibi Zurich'e kiralanan tecrübeli forvet, kupadaki performansıyla Fransa'ya geri dönüş yapmaya hazır olduğunu ispatlar gibiydi.

Friday, September 28, 2007

Bitmeyen Senfoni: Endüstriyel Futbol ve Arsenal'in Akıbeti


Arsenal, senelerce İngiltere'nin en çirkin, en düz, en sağlamcı futbolunu oynamakla eleştirildi. Yıldız oyuncuları yoktu varsa da hiçbiri ne George Best kadar yakışıklı ne Glenn Hoddle kadar zeki, ne Lineker kadar efendi, ne de Keegan kadar havalıydı(Liam Brady beni affetsin, o hep bambaşkaydı). Taraftarları avamdı, çoğu işçi semtlerinden geliyordu, "ah o kokuşmuş serseriler ve göçmen zenciler asil İngiliz futbolundan ne anlardı ki."
Hiçbir zaman sevilmediler. Chelsea'nin elitliği, Tottenham'ın senelerce İngiliz futbolunu besleyen yıldız oyuncuları, Manchester United'ın Best-Charlton-Law'lu Bermuda şeytan üçgeni ve tabii ki Liverpool'un tüm Avrupa'yı kendine hayran bırakan asi ve şampiyon geleneği onlarda yoktu. Her nasılsa Londra'nın göbeğine kapağı atmışlardı. Nereden geldiği belli olmayan kocaman pis bir taraftarı, Highbury adında köhne bir stadları ve en kötüsü o sıkıcı 0-0'ları vardı.
Evet, 1990'lara kadar Arsenal'in sözlük karşılığı sadece can sıkıcıydı. George Graham 90'lara doğru takımı devraldığında kulüp yavaş yavaş kıpırdanmaya başladı. 20 sene sonra kazanılan 2 şampiyonluk küskün taraftarı takımıyla barıştırmış, ardarda yapılan yıldız oyuncu transferleri ve sağlam altyapı hamleleri kulübün, yeni yeni filizlenen ama henüz adı konmamış endüstriyel futbola adaptasyonunu kolaylaştırmıştı. Yine de, 1996'da Japonya'dan Highbury'ye bir Fransız getirildiğinde kimse o adamın Arsenal'i 21.yüzyılın en renkli takımı yapacağına ihtimal vermiyordu. Peki ya o Fransız? Yani Arsene Wenger.. Kuşkusuz o da tıpkı Prekazi'nin Köln'de Ettori'yi 40 metreden avlayacağını ve bir Türk takımının çıkıp Weah'lı Hoddle'lı Fransa şampiyonu armadasını kupa dışına iteceğini öngöremediği gibi burada da şansının zayıf olduğunu düşünüyordu. "Arsenal'in beni istediğini duyduğumda çok şaşırdım, Japonya'da erken emekliliği düşünen bir adamı niye istiyorlardı ki?" Ama hayat hele ki futbol dünyanın en klişe tabiriyle sürprizlerle doludur ve bunu hiçbir sevimsiz ideolojik klişe değiştiremez. Tabii ki Wenger gibi bir futbol aklına, eğitime ve imkanlara sahip olmak, size inanmayanlara bacak arasından gol atmak için birebirdir. Wenger yönetiminde futbolun belki de en güzel buluşu total futbol, 74 Hollanda'sı, Cruijff Barcelona'sı ve Tele Santana Sao Paulo'su sonrası adada hayat buldu. Havadan oynama meraklısı İngilizler, tıpkı Brian Clough'ın "Tanrı futbolu havadan oynamamızı isteseydi çimleri bulutların tepesine koyardı" deyişi gibi bu yeni tarza ve onun getirdiği güzelliklere kapıldılar ve nihayetinde lejyonerlerle dolu Arsenal 10 senede kazandığı 3 lig şampiyonluğu ama daha da önemlisi oynadığı harika futbolla geçmiş yılların o soğuk, sıkıcı ve sevimsiz imajını silmeyi başardı. Bugün eğer geçmişe ait bir futbol kitabı okumadıysanız Arsenal ve sıkıcı kelimelerini yanyana getirmeyi aklınızın ucundan dahi geçiremezsiniz.

2007 yılındayız, oyunun adı Futbol ama başrolünde futbolculardan ziyade holdingler ve sermayeler yer alıyor. Yüzyıllık kulüpler zengin baronların oyuncağı haline gelmiş durumda ve bu adamlar gerekirse Jose Mourinho gibi bir dehayı bile kapının önüne koyabiliyor. Bugün dünyanın en çok izlenen ligi Premier Lig'de 20 takımın 9'u yabancı holdinglere ait ve tıpkı Arsene Wenger'in dediği gibi kulüpler taraftar başkanlar tarafından değil de işadamı başkanlar tarafından yönetiliyor. Stadlar gittikçe boşalıyor ve medyanın oyun üzerindeki gücü artıyor. İnsanlar yine kulüp forması satın alıyor ama onları stada giderken değil evde plazma televizyonlarından 16 açılı kameralar eşliğinde maç izlerken giyiyorlar. Yani futbol endüstrisi bir şekilde genişliyor ama futbolun ruhu zedeleniyor. Bu ve benzeri sözleri sadece benim gibi basit bir insan söylese önemsemeyebilirsiniz ama Arsene Wenger gibi futbolun çok önemli şeyler borçlu olduğu bir adam da söylüyorsa buna kayıtsız kalmanız saygısızlık olur. Peki bu sakin Fransız'ı aniden böyle demeçler vermeye iten olaylar neydi? Çok basit.. Haftabaşında kulübün ortaklarından Özbek asıllı Rus milyarder Alisher Usmanov, başkan Hill-Wood'un tüm muhalefetine rağmen hisselerini %23'e çıkardı ve dün yaptığı açıklamada hedefinin kulübün en büyük hissedarı olmak olduğunu söyledi. Arsenal, Forbes dergisine göre 600 milyon pound'u aşan market ederiyle dünyanın en değerli 3.kulübü ve bu da hayatında kaç kere futbol maçı izlediğini merak ettiğim Usmanov'un Arsenal aşkını açıklıyor.
Son günlerde Arsenal dünya üzerindeki en güzel futbolu oynuyor, Henry'i satmasına rağmen ne kadar başarılı bir sistem takımı olduğunu sağda solda aldığı 5'lik 3'lük 4'lük skorlarla ispat ediyor ama ne kadar acıdır ki İngiliz ve dünya medyasında son 1 haftada çıkan haber ve incelemelerin yüzde 90'ı sahadaki oyunla değil Arsenal'in ne kadar değerli bir mal haline geldiğiyle ilgili. Kendi kendime bazen düşünüyorum, endüstriyel futbol terimini ne kadar çok kullanıyoruz ve artık klişe haline gelen bu söz ne kadar itici oldu. Fakat gelin görün ki artık yeşil sahalarda atılan her gol, her çalım ve pas parayla ilişkilendiriliyor. Maalesef buna 21.yüzyılın en güzel sanat eserlerinden Wenger Arsenal'i de dahil. Fransız'ın dediği gibi "belki de artık futbol için kaygılanmanın vakti gelmiştir."

Saturday, August 18, 2007

Kim Gerçek Manchester'lı??


"you see me standing alone
without a dream in my heart
with out a love of my own." (*1)

Manchester, Güneş batmayan imparatorluk Britanya'nın uçsuz bucaksız tarihinde çok da hatırı sayılır bir maziye sahip değildir. İsyankar İskoçlar'ı kontrol altında tutmak için Newcastle, Blackpool, Liverpool gibi liman şehirleri ön plandayken adanın kalbinde Hastings, Nottingham, Birmingham gibi merkezler mutlak hakim Londra'nın en büyük güvenceleriydi. Sanayi devrimiyle birlikte kentin kaderi de değişmeye başladı. Lancashire'ın pamuk devi haline gelen vilayet, peşisıra açılan fabrikaları sayesinde aldığı göçle bir anda Kuzey Britanya'nın başkenti ve tarihin ilk endüstri kenti olarak ön plana çıktı. Bu açıdan sosyalist enternasyonal'in ve Britanya Fabiancı'larının dikkatini çeken Manchester, Engels ve Marx'a da işçi sınıfı gözlemlerini yapabilmeleri için eşsiz bir sosyal laboratuar oldu. Gelgelelim şehrin modern dünyanın en meşhur kentlerinden biri olmasının bu mazisiyle hiçbir alakası yok. Bugün 3.dünyadan, yeni dünyaya futbolun ulaştığı her yörede Manchester şehri tanınıyorsa bunun tek nedeni var: Futbol.

Manchester United, kuşkusuz, futbol tarihinde bir devrimin(karşı devrim!!?) bayraktarıdır. 60'ların sonu 70'lerin başında adalıların hayranlıkla izlediği Best-Law-Charlton üçlüsüyle değil ama 80'ler ve sonrasında hem saha içi başarıları hem de saha dışındaki müthiş ekonomik ataklarıyla futbol endüstrisinin gelecekte nasıl bir hal alacağını adeta tüm dünyaya uygulamalı olarak öğretmişlerdir. Bu kusursuz planın sonuçlarını uzun zamandır izliyoruz. Kendi şehrinde bile azınlıkta olan bir takım, bugün dünyanın en geniş taraftar kitlesine sahip. Uzakdoğudan, Kuzey Amerika'ya, Güney Afrika'dan Avustralya'ya milyonlarca "glory hunter" taraftarın gözbebeği haline gelmiş vaziyette. Öyle bir durum ki 90'ların sonunda MIRC sayesinde muhabbet ettiğim Bahreynli, Singapurlu, Hintli Manchester United'lı fanatiklerin benzerlerine ancak Milwall'da rastlanabilir. Futbolun yeni yeni geliştiği tüm ülkelerde hatırı sayılır bir sempatiye sahip olan kırmızı şeytanların bu başarısı tesadüfi değildi ve bu lejyoner desteği Manchester United'a üzerinde güneş batmayan futbol imparatorluğu kimliğini kazandırdı.

Kulübe olan dünya çapındaki büyük ilgi beraberinde nefreti de getirdi. Bugün adanın en nefret edilen kulüpleri arasında United başa güreşmektedir lakin kısmen yeni yeni filizlenen bu nefretin asıl sahibi kentin hakimi olma fiyakasını üzerinden bırakmaya hiç niyetli olmayan Manchester City'liler, ya da kendilerinin deyimiyle Mancunianlar(*2.).

Şehrin mavi beyazlı ekibi 70'lerde kazandığı Kupa Galipleri Kupası ve 1-2 küçük kupa zaferinin dışında sportif açıdan Manchesterlı dahi kabul etmedikleri kırmızı şeytanların çok gerisindedir. Dolayısıyla onlar için farazi bir tribün dalaşında ağızlardan çıkan ilk söz "Siz, United'lı pislikler, siz Manchesterlı değilsiniz Salfordlu'sunuz." olur. Hakikaten de öyledir. Glory Hunter'ların önlenemez United aşkına rağmen muhafazakar İngilizler halen kent merkezindeki City hakimiyetini korumaktadırlar. Yine de ortada büyük bir farktan söz etmek imkansız. Zira United, görkemli stadı Old Trafford'da her sezon zaferlerine yenisini eklerken bu başarıların her birine 75 bin taraftarı tanıklık ediyor. Manchester United, İngiltere'nin en çok taraftar çeken kulübü(15 senedir) ve bu durum artık adada bir hegemonya haline geldi.

Yine de Mancunian'nın "Gerçek Maviler'i" mavilikte olduğu gibi Manchesterlılıkta'da birinciliği kimseye bırakmaya niyetli değil ve bu pazar(19 ağustos 2007) Stadium of Manchester'ı dolduracak 50 bine yakın City taraftarı o meşhur tezahüratlarını yine söyleyecekler: "Oh City City, The only football team to come from Manchester, Who the fuck are United"

Bakalım eski Tayland başbakanı Thaksin Shinawatra'nın devrilmeden önce memleketinden hortumladığı kirli paralar sayesinde 100 milyon euro'ya yakın bir transfer harcaması yapan ve Elano, Bojinov, Bianchi, Petrov, Geovanni gibi yıldızları Maine Road'a getiren City, Sven Goran Eriksson yönetiminde ezeli rakiplerini Salford'a eli boş yollayabilecek mi?

Derbiyle ilgili notlar: *United'ın efsanevi kalecisi, bir dönem City'de de forma giyen Peter Schmeichel'ın oğlu Kasper Schmeichel maça ilk 11'de çıkacak.

* Sakat Rooney ve cezalı Ronaldo maçta forma giyemeyecek.

*1- Manchester City taraftarlarıyla özdeşleşen ünlü şarkı Blue Moon'un nakaratı
*2-Mancunian:Manchester şehrine Keltlerce verilen ilk isim. Latince'dir.