Sunday, September 26, 2010

Sporu yorumlamaktan öte değiştirmek

BU YAZI İLK OLARAK 26 EYLÜL 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

Geçtiğimiz pazar oynanan Manchester United-Liverpool maçıyla sadece iki ezeli rakibin değil aynı zamanda benzer kader ve hassasiyetleri paylaşan iki taraftar grubunun da karşı karşıya gelmesine tanıklık ettik. Malum her iki takımın taraftarları da 4-5 yıldır kulüp sahiplerinden bir hayli şikayetçi. Malcolm Glazer Manchester United’ı , Tom Hicks ve George Gillet Jr. Liverpool’u satın aldıklarından beri hitap ettikleri taraftar gruplarıyla araları hep limoni oldu. Bu gerginlikler ekseriyetle “Yalancı Yankiler dışarı”, “Yanki istemiyoruz” gibi milliyetçi sloganlarla dışa vurulsa da taraftarların asıl derdi şu sloganın özünde gizli: “Borçlar, yalanlar, kovboylar: Burada istenmiyorsunuz”.

Açıkça görülüyor ki kulüplerin saha içindeki başarısından ya da sahiplerinin milliyetinden çok, kötü idare ediliyor olmaları, ekonomik olarak gerilemeleri ve elbette artan borçların taraftarlara daha pahalı biletler ve hizmetler olarak geri dönmesi memnuniyetsizlikte başrolü oynuyor. Aston Villa’da Randy Lerner’a, Arsenal’de Stan Kroenke’ye böylesi tepkiler verilmemesi bunun kanıtlarından birisi.

M.United özelinden gidersek kulüp taraftarları Glazer ilk ortaya çıktığından beri “Kulüp politikasıyla” hayli içli dışlı ve bu konuda etkin bir figür olmak için de ellerinden geleni yapıyorlar. Gelenekçi taraftar grupları, Kızıl Şövalyeler adıyla kulübü satın alma iddiasıyla ortaya çıkan çok ortaklı ama özünde ‘patronlardan’ meydana gelen oluşumlar temelde “taraftarın” sesini dile getiriyor ve özne olarak onun gücünü kullanıyorsa da gücün ne kadarının “halkta” olduğu tartışılır.

Çok iyimser davrandım aslında tartışmalı falan değil. Güç hiçbir zaman onlarda değil ve Glazer alaşağı edilip ‘Kızıl Şövalyeler’ yönetimi ele geçirse dahi değişen bir şey olmayacak. Yani bir halk hareketi sonrası gerçek taraftarların idareyi ele alması gibi bir ülkü yok ufukta. Bu derecede büyük ve şirketleşmiş kulüplerde sıradan taraftarın söylemlerinin duyulur hale gelmesi ve patronlar tarafından kullanılması yalnızca tepede bir iktidar savaşı olduğuna delalettir.

Hasbelkader “sıradan” bir taraftar bir şekilde kulüp yönetimine gelse de bu, -Gramsci’nin tabiriyle söyleyecek olursak- kişisel bir pasif devrimden başka bir şey değildir. Çünkü kulübün dayandığı ekonomik ilişkiler ve mülkiyet ilkeleri aynen devam eder ki bu da diğer “sıradan” taraftarların kulüp yönetimindeki etkisinin aynı kalması demektir.

Gramsci, pasif devrimi “Devrimsiz bir devrim” olarak tanımlar. Yani ortada bir gelişim olabilir ama bu kısmen ilerici bir metotla eski düzenin korunması ve sağlamlaştırılmasından ibarettir. Yönetici sınıf değişmez, sınıflar arası güç ilişkileri ve üretimin üzerindeki mülkiyet egemenliği aynen devam eder.
Bu açıdan baktığımızda United örneğinde olduğu gibi taraftar gruplarının kulüp politikalarında söz edinme çabaları göründüğü kadar da karşı-hegemonik bir muhteviyat içermez ve spor endüstrisi içinde bir mücadele alanı niteliği taşısa da bu gerçekten devrimci bir tutum olmaktan ziyade pasif devrimci bir tutumdur ve statükoya hizmet eder.

DEVRİMCİ İLKENİN DOĞRU UYGULANIŞI

Bu noktada sporun artık bir endüstri ve ideolojik kontrol aracı haline getirildiği için edindiği devrimci potansiyelin varlığını savunan ben gibiler için bir tartışma mevzisi ortaya çıkıyor. Ian McDonald, günümüzde spor üzerine yapılan bilimsel Marksist çalışmaların, Marksizmin devrimci öğesini yansıtmadığını öne sürer. Marksizmi kullanarak sporu sadece yorumlamaya çalıştığımız sürece bu eleştiri haklıdır çünkü Marx’ın da dediği gibi asıl mesele “Yorumlamak değil değiştirmek”. Bu aşamada en büyük mağdur herhalde Gramsci’nin Hegemonya Teorisi’dir çünkü spor alanındaki kültürel çalışmalarda en çok kullanılan teori olarak Hegemonya, sıklıkla bağlamından koparılmak suretiyle devrimci öğelerini kaybediyor ve basit bir kültürel inceleme metoduna indirgeniyor. Halbuki Gramsci, Hegemonya Teorisi’yle gücün, egemen sınıflar tarafından nasıl muhafaza edildiğini açıklamaya çalışır ve şimdilerde unutturulmaya çalışılan devrimci tavrıyla bu politik bombardımana karşı direnilmesi ve karşı-hegemonik politikalar üretilmesi gerekliliğini ortaya koyar.

Marksizmi ve Hegemonya Teorisi’ni kullanarak sporu sadece yorumlarsak Ian McDonald’ı haklı çıkartırız. Oysa tarih bunun aksi örneklerle doludur. Yani bir endüstri olarak sporun ve spor alanlarının devrimci direniş ve mücadele alanı olarak örgütlenmesiyle, sporun bu devrimci karaktere yeri geldiğinde kültürel bir destek sağlamasıyla…

Bugün hepimizin kullandığı bir direniş taktiği olan oturma eylemlerinin ilk defa ABD’de, Büyük Buhran döneminde bir Beyzbol maçında işçiler tarafından sendikalı olmamaya direnen bir hakeme karşı kullanıldığını ve oradan tüm ülkeye sonra da dünyaya yayıldığını biliyor muydunuz? Ya da Arizona, Maricopa’da kayıt dışı çalıştırılan Meksikalı tarım işçilerinin sabahları işlerini yapıp öğlenleri futbol oynadığını ve bunu bir iş yavaşlatma eylemi olarak kullandıklarını? Kuşkusuz bunu yaparken sadece eğlenmiyorlardı. Sporun kolektif yanını kullanarak aralarındaki dayanışmayı da sağlamlaştırıyorlardı.

Şu bir gerçek ki, sporu ancak kendi içindeki dinamiklerine dönüştürücü ve aktivist bir yorum getirerek devrimci hale getirebiliriz. Bunun için de her zaman bir Muhammed Ali, Tommie Smith&John Carlos veyahut Ivan Ergic beklememize gerek yok. Akron’da oturma eyleminin mucidi beyzbolculara, Maricopa işçilerine ya da EZLN militanları içinde futbolun nasıl bir rekreasyon yöntemi olarak kullanıldığına bakalım, bunlar daha önemli!

No comments: