Sunday, June 27, 2010

Das Klasik: Almanya-İngiltere!

BU YAZI İLK OLARAK 27 HAZİRAN 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR




Spor gündeminin hayli yoğun olduğu günler geçiriyoruz. Bir yanda dünyanın en prestijli tenis turnuvası Wimbledon 124. kez tenisseverlere “merhaba” derken, öte yanda Güney Afrika’daki Dünya Kupası tüm hızıyla devam ediyor.

Birçok önemli konu var ama bu hafta Dünya Kupası’na, dolayısıyla futbol üzerine yoğunlaşmak istiyorum.

İNGİLTERE-ALMANYA REKABETİ

Bugün Güney Afrika’nın Bloemfontein şehri, tarihinin en önemli spor karşılaşmasına ev sahipliği yapacak. Dev rekabetin taraflarından İngiltere ve Almanya, Dünya Kupası 2. turunda karşı karşıya geliyor.

Almanya ve İngiltere arasındaki siyasi rekabetin futbol rekabetine dönüştüğü an, 1966 Dünya Kupası Finali’dir. Wembley’de uzatmalara giden maçta G.Hurst’ün gol olup olmadığı bugün bile tartışılan meşhur şutuyla, İngiltere maçı 4-2 kazanıp, tarihinin ilk ve tek Dünya Kupası şampiyonluğunu elde etmişti. Rekabetteki bu dönüm noktasını izleyen 35 seneyi ise İngilizler için şöyle tanımlayabiliriz: Kabus!

‘66 sonrası bir türlü istediği başarıları yakalayamayan İngiltere ne zaman umutlansa, ne zaman favori olsa, karşısında hep Almanya’yı buldu ve hep kaybetti. 1970 Dünya Kupası Çeyrek Finali’nde İngiltere, 2-0 öne geçtiği maçı uzatmalarda Gerd Müller klasiği olan bir golle 3-2 kaybedince, “Dramatik bir rövanş” cümlesi manşetleri süsledi. Rekabet yeni yeni alevleniyordu.

‘72 Avrupa Kupası elemelerinde Almanya, Wembley’de İngiltere’yi 3-1 yenerek şampiyonaya katılmaya hak kazanırken, bu aynı zamanda bir Alman takımının Wembley’de aldığı ilk galibiyetti. ‘82 Dünya Kupası’nda Almanya ile İngiltere grup maçında yenişemedi belki ama Almanlar, grubu lider bitirerek İngiltere’yi bir anlamda yine saf dışı bırakmayı başardı.

İngilizler ‘82’den ‘90’a kadar Arjantin’le hem futbol hem de siyaset arenasında yeni bir rekabet geliştirdiler. 1990 Dünya Kupası’ndaysa eski belalıları geri döndü. İtalya’nın ‘90’ın yarı finalinde penaltılarda aldığı şanssız mağlubiyet sonrası Paul Gascoigne gözyaşlarına boğulurken, Gary Lineker de en az Gazza’nın gözyaşları kadar meşhur olan şu cümleyi kuruyordu: “Futbol 22 kişi tarafından oynanan ve sonunda hep Almanların kazandığı basit bir oyundur.”

İngilizlerin kabusu bitmemişti. 1996’da kendi ülkelerinde düzenlenen Avrupa Şampiyonası’nda Wembley’de yine penaltılarla Almanlara kaybettiler. Gascoigne bu kez ağlamadı, onun yerine penaltıyı kaçıran Gareth Southgate’i ağız dolusu Geordie küfrüne boğdu. Son penaltıyı gole çeviren Andy Möller’in gol sonrası İngiliz tribünlerine verdiği poz ise tüm Wembley’i çılgına çevirmeye yetti.

İngilizlerin Almanya kabusu 2001’de aldıkları 5-1’lik galibiyetle sona erdi. Sonrasında ise rekabette bir durulma sürecine girildi. Kura tanrıları iki ezeli rakibi birbirine düşürmez oldu, ta ki bugüne kadar.

Ömer Üründül’ün her maç 26 kere tekrarladığı gibi “futbol enteresan”... Almanya’nın İngiltere’ye karşı bir psikolojik üstünlüğü var ve turnuvada şu ana kadar daha iyi futbol oynayan takım da onlar, ama bu; Alman takımını farklı yapan özellikler, bu sefer aleyhlerine işleyebilir. Ofansif genç, yaratıcı ama tecrübesiz; savunmada aksaklıklar yaşayan takım olmanın cürümünü ödeyecekler mi, göreceğiz…

FUTBOL KAPİTALİZMİN CAN DOSTU MUDUR?

Geçtiğimiz hafta son çeyrek asrın parlak Marksist düşünürlerinden Terry Eagleton, İngiliz gazetesi Guardian için bir futbol yazısı yazdı. Makalenin başlığı “Kapitalizmin Can Dostu Futbol” idi. Yazı, bizim ülkemizde de bazı sol internet sitelerinde Türkçe olarak yayınlandı. Eagleton, makale boyunca çok güzel noktalara değiniyor. Fakat yazının ana temasını aynı zamanda klasik bir “solcu” hastalığı olarak tanımlayabiliriz: “Futbol halkın afyonudur...”

Eagleton diyor ki: “Dünyadaki bütün sağcı düşünce grupları bir araya gelse ve kitleleri siyasetten uzaklaştıracak bir formül düşünse, hepsinin bulduğu sonuç aynı olurdu: Futbol...” Bu yaklaşım kısmen doğrudur, zira benim de sürekli yazdığım gibi futbol, girift siyasi ve ekonomik yapıların yönlendirdiği; sermaye güçleri ve onların güdümündeki medya organları tarafından devamlı maniple edilen ve burjuva siyaset, ekonomi ve ahlak anlayışının biteviye yeniden üretildiği bir alana dönüştürülmüştür. Olimpiyatlardan alelade bir basketbol ligi karşılaşmasına kadar en ufak bir kitlesellikte sermaye grupları devreye girer ve sporu, egemen sınıfın çıkarlarını yansıtan ve yeniden üreten bir mecra haline getirir.

Burada hemfikiriz. Fakat bu durumun bir sebebi de bizlerin bu tahakküme karşı yeterince ses çıkaramaması değil midir? Terry Eagleton’ın yazısını ilk olarak internet aracılığıyla paylaştığımda, Akademisyen Tayfun Gürkaş şöyle güzel bir yorum yapmıştı: “Bir kapitalistten daha kötüsü, baktığı şeyde devrimci bir yan göremeyen solcudur.”

İşte bu söze yüzde yüz katılıyorum. Futbol, biz istesek de istemesek de tüm dünya halklarının delicesine sevdiği bir fenomen. Elimizde bu kadar kitlesel ve etki gücü yüksek bir mecra varken, sırf oyun kapitalistlerin kontrolünde diye onu ve onu sevenleri terk mi edeceğiz? Bu ilerici bir tutum mudur? Bence tamamen sinik ve elitist bir tutumdur. Siyahilerin spor tarihi siyasi mücadele tarihleriyle paralel gelişmiştir, hatta çoğu zaman spor siyahilerin mücadelesine önderlik etmiştir. Bugün Muhammed Ali ve Jackie Robinson isimleri, Martin Luther King’le birlikte anılmaktadır. Tommy Smith ve John Carlos’un 1968 Meksiko City Olimpiyatları ödül töreninde siyah eldivenli yumruklarını havaya kaldırarak selama durmaları ve ABD’deki ırkçılığı dünyanın en büyük sahnesinden eleştirmeleri, olimpiyat tarihinin en önemli anlarından biridir.

Kısacası Eagleton, sinik bir tavırla milyarlarca insanı peşinden sürükleyen bir mecrayı terk etmemizi istemektedir. Oysa tam tersini yapmalıyız. Çünkü spor tarihi, bu tarz mücadelelerin siyasi kazanımlara dönüştüğü onlarca örnekle doludur. Ayrıca halkın benimsediği, sevdiği alanları terk eden kopuk tavrın, mücadelemize hiçbir katkı sağlamadığını hâlâ öğrenemedik mi?..

Sunday, June 20, 2010

Mazlumların ahı ve Şili


BU YAZI İLK OLARAK 20 HAZİRAN 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Son 9 günde 26 tane dünya kupası maçı izledik. 26 çarpı 90 eder 2340 dakika. Söze Devlet Bahçeli gibi matematik hesabıyla başlamak hoş değil ama futboldan başka beni 2340 dakika televizyon karşısında oturtabilecek başka bir şey de yok. Üstelik şu ana kadar izlediğimiz futbolun verdiği tat keçiboynuzundan hallice olmasına rağmen.

Eduardo Galeano’nun atıfta buluna buluna yavanlaştırdığımız ‘futbol dilencisi’ benzetmesine başvurmak istemem ama durumumuz da meydanda. Bir umutla izlemeye koyulduğumuz 26 maçın ancak 4-5 tanesi keyifliydi. Gol oranlarının düşüklüğü bakımından 1990 Dünya Kupası’nı dahi geride bırakan, temposuz mu temposuz, golsüz mü golsüz bir turnuva oluyor şu ana dek.

Mazlumların ahı tuttu

Turnuvanın halini ve Dünya Kupası’nın bu köşede sıkça zikredilen günahlarını düşününce insanın aklına “alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste” sözü geliyor. Öyle böyle değil çok ah aldı Dünya Kupası. Gecekondusu yıkılanlar, yerinden edilenler, kentlere sokulmayanlar, iş sahaları yok edilenler… Gecekondu sakinlerinin, işportacıların, inşaat işçilerinin mağduriyetlerinden daha önce de bahsetmiştim. Şimdiyse gündemde balıkçılar var. Financial Times’ın haberine göre Durban’da yaşayan ve avlanan tam 5 bin balıkçı artık iş sahaları olan Durban iskelesine sokulmuyorlar. Sebebi ise tanıdık: on binlerce turistin akın ettiği kentte ‘görüntü kirliliği’ yaratmaları.

“Ülkenin ne kadar güzel olduğunu kanıtlamak için bir parti veriyorlar ama bunun için yoksulları ezip geçtiler. Biz artık bu ülkede yaşamıyor muyuz? Bir sabah iskeleye geldik ve artık burada istenmediğimizi öğrendik. Konsey üyelerinden birinin bana söylediğine göre orada avlanmak için fazla kirliymişiz.” Balıkçı Khalil Adam’ın sözleri vaziyeti özetlemek için yeterli. Hafta boyu Güney Afrika’nın dünya kupasına ev sahipliği yapan bütün kentlerinde protestolar vardı. Barınma hakkı için, iş sahalarından dışlanmalarını protesto etmek için, ödenmeyen maaşlar, yevmiyeler için sokaklara döküldü Güney Afrikalı emekçiler.

13 Haziran itibariyle de aralarında akademisyenler, entelektüeller ve aktivistlerin de bulunduğu bir grup insanın öncülüğünde tarihin ilk Dünya Yoksullar Futbol Kupası’nın startını verdiler. Cape Town’da dünya kupası mağdurlarının ve uluslararası destekçilerinin katılımıyla başlayan turnuvanın şampiyona için ülkeye gelen turistlere bir de mesajı var: “Dünyanın her yerinden ülkemize gelen dostlar! Futbolun gerçek ruhunu anlamak için FIFA’nın zenginler için belirlediği sınırların dışına çıkın ve Delft’teki(sürgün edilen kent yoksullarının yaşadığı teneke kent) Dünya Yoksullar Futbol Kupası’na katılın. FIFA ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Dünya Kupası bahanesiyle evsiz bıraktığı, dışladığı, kupa süresince kentlere sokmamak için her şeyi yaptığı kent yoksullarına yaşatılan zulmün karşısında yer alın!”

“And Dağları’ndan, Sierralar’dan

Görüldüğü üzere benim tuttuğum takımın eylemleri tüm hızı ve renkliliğiyle devam ediyor. Buna karşılık FIFA’nın partisi için aynı şeyleri söylemek mümkün değil. 9 gündür futbol namına bir şey göremediğimiz için vuvuzela aşağı vuvuzela yukarı söyleniyoruz. Peki hiç mi güzel bir şey yoktu yeşil sahalarda? Vardı elbette ve o güzelliklerin arasından bir takım sıyrıldı: Şili.

Arjantinli futbol dahisi Marcelo Bielsa’nın kendisiyle özdeşleşen 3-3-1-3 taktiği 2002 Dünya Kupası’nda Arjantin için pek de iyi sonuçlar doğurmamıştı. Fakat Bielsa Şili’yle aradığı kadroyu bulmuşa benziyor. Elemelerdeki performansıyla dikkat çeken Şili, turnuvaya da lezzetli bir futbolla adım attı. Tek santrforla oynayan Honduras’a karşı 3 stoper kullanmayı gereksiz bulan Arjantinli teknik adam klasik sistemini bozarak savunma hattını 2 stoper ve ön libero Carmona’yla kurdu. Kağıt üzerinde bek gibi sahaya çıkan Vidal ve Isla ise maçın yüzde 80’ini rakip alanda geçirdiler. Hücum hattındaysa oyun kurucu olarak Matias Fernandez önünde Valdivia, Alexis Sanchez ve Beausejour’u izledik. Bu dörtlü maç boyu hareket halindeydi ve devamlı yer değiştirdiler. 60.dakikadan sonra Honduras’ın santrforları ikilemesinden sonraysa Bielsa, Jara’yı oyuna alarak klasik 3’lü savunmasına geri dönüş yaptı. Değişen bir şey yoktu, Bielsa’nın öğrencileri şiir gibi futbol oynamaya devam ettiler.

Şili bu karşılamayı sadece 1-0 kazandı ama maçın hakkı 4’tü, 5’ti. Elbette Honduras zayıf bir rakip ve Şili’nin asıl gücünü İsviçre karşısında göreceğiz fakat şurası kesin ki turnuvanın taktiksel açıdan en heyecan veren takımı Salvador Allende, Victor Jara ve Pablo Neruda’nın ülkesi Şili. Sadece bu farklı ve zevk veren taktiğin uygulanışını izlemek için bile desteği hak ediyorlar.

Saturday, June 12, 2010

Büyüdük ve dünya kupalarını sevmek zorlaştı


BU YAZI İLK OLARAK 13 HAZİRAN 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Ufakken her şey daha güzeldi. Futbol dahil.

İlk izlediğim dünya kupası 1994 Amerika’ydı. Sıkıcıydı diyorlar, ben öyle hatırlamıyorum. Hagi’nin Romanya’sı, Stoichkov’un Bulgaristan’ı, Brolinli, Dahlinli, Kenneth Anderssonlu İsveç, çeyrek finalde Brezilya’ya kaybetse de Hollanda, penaltıyı kaçırsa da Roberto Baggio… Sıkıcı değildi, en azından bana hiç öyle gelmemişti. Ufaktım belki de ondan.

Küçüktüm ve 1994’de emperyalist Belçika’nın Ruanda halkının içine ince ince işlediği nefretin doğurduğu katliamlardan habersizdim. Yugoslavya benim için Kızılyıldız, Partizan ve Hajduk Split’in ülkesiydi. Tito’nun “kristal bir küre” haline getirdiği Yugoslavya’daki kanlı parçalanma beni ilgilendirmiyordu. Çeyrek finalde Brezilya’nın Hollanda’yı 3-2 yendiği maça ev sahipliği yapan Dallas’ta dünya kupası yüzünden 3000 kent yoksulunun yerinden edildiğini, evsiz bırakıldığını da bilmiyordum.

Şimdi Eduardo Galeano hatırlattı. İsmine kurban olduğum Formula 1 pilotu Ayrton Senna da 1994’te ölmüş. Ondan haberim vardı, Spor&Spor dergisini hiç kaçırmazdım 8 yaşındayken.

8 yaşımın başucu kitabı Vala Somalı’nın Teknik ve Taktik Yönleriyle Futbol ve Tarihi adlı eseriydi. Elimden düşürmeden tekrar ve tekrar okurdum. Sayesinde ezber ettim geçmiş dünya kupalarını. Benim için dünyanın en önemli kitabıydı.

Ufaktım ve daha kalın kitapların varlığı, sistemin kötülüğü, insanların korkaklığı beni ilgilendirmiyordu. Farkında bile değildim. Aklım ermiyordu. 1954’ün Macaristan’ı, 74’ün Hollanda’sı ve 94’ün Romanya’sından daha önemli bir tek Galatasaray vardı. Ha bu arada kupa süresince Reinhard Saftig değişikliğinin Galatasaray açısından bir felaket demek olduğunun da bilincinde değildim. Bu eksikliği de ufaklığıma bağlayabiliriz elbette.

Yanımız amele sınıfı tüm kara parçalarında, Afrika dahil

Oysa artık büyüdüm. Bana sorsanız aklım öyle çok şeye eriyor ki. Ukalalıkta üstüme yok ve artık dünya kupalarını sevmekte zorlanıyorum. Dünya kupası için yapılanları gördükçe midem bulanıyor. Henüz 3 gün önce Cape Town’da 5 ailenin evi daha yıkıldı. Durban’da hükümete bağlı silahlı milisler gecekonducuları acımasızca döverek evlerinden çıkardılar ve kupa süresince ortalarda görünmemeleri için tembihlediler. Dünya Kupası için yerinden edilen ve teneke kentlerde yaşamaya zorlanan insanların sayısı on binleri aştı Güney Afrika’da.

Fakat ülkede dünya kupası uğruna gerçekleştirilen hukuksuzluklara karşı eli kolu bağlı beklemeyi reddeden gruplar var. Cape Town’ın da dâhil olduğu Western Cape’de örgütlenen Abahlali hareketi dünya kupasının başlamasıyla birlikte yoksulların “kent hakkı” adına eylemlere başladı. Güney Afrikalı otoritelerin ülkeyi güzel, sorunsuz ve sermaye için cazip göstermek adına evsizleri, gecekondu sakinlerini, yoksulları, emekçileri görmezden gelmesine inat onlar eylemleriyle “biz buradayız” diyecekler.

Ülkenin spor bakanı Danny Jordaan’ın turnuva öncesi söylediği bir söz vardı: “Tüm dünya biz Güney Afrikalılar’ın birinci sınıf olduğunu görecek.” Haklı, Güney Afrika Cumhuriyeti birinci sınıf bir zulüm ülkesi. Apartheid’ı sona erdiren, ülkede büyük umutlar yeşerten Nelson Mandela ve onun 16 yıldır iktidarda olan partisi ANC, sol kimliğini Washington güdümlü yapısal uyum programlarına ve neo-liberal politikalara terk ettiğinden beri Güney Afrika artık renkleri değil sınıfları yüzünden ayrımcılığa maruz kalan insanların ülkesi.

Dostlar, tanıdıklar, okurlar soruyor, favorin kim, hangi takımı tutuyorsun diye. Cevap vereyim, dünya kupası bahanesiyle evinden edilen, teneke kentlere sürgün edilen, kentlere sokulmayan Güney Afrikalı yoksulları tutuyorum. Cape Town’da, Johannesburg’da, Durban’da yüreğim onlarla atacak ve en çok onların eylemlerini takip edeceğim.

Kusura bakmayın, güler yüzlü bir dünya kupası yazısı yazamadım. Fakat safımız belli, anamız da yanımız da amele sınıfıdır ve düşmanlarımız bu denli pervasızken safları bir kat daha sıklaştırmalıyız, bütün kara parçalarında Afrika dâhil.

İrfan Aktan ve Ali Aslanbay

Yetmez ama hapis cezasına çarptırılan İrfan Aktan ve vefat eden Bandista üyesi Ali Aslanbay için de bir şeyler söylemeliyim.

Okan Yüksel’in kendime şiar edindiğim bir sözü var: “İki tip gazeteci vardır. Palto tutanlar ve kafa tutanlar. Ben kafa tutanlardanım.” İrfan Aktan da kafa tutan gazetecilerden ve bunun bedelini aldığı hapis cezasıyla ödüyor. Öyle adaletsiz bir memleket ki burası birkaç sene içinde hapse girmezsem henüz yeniyetme olduğum mesleğimde kötü olduğumu, kaypak olduğumu, kafa tutan değil palto tutan gazetecilerden olduğumu düşünmeye başlayacağım. İrfan Aktan elbette yalnız değildir ve cezasına sebep olan cümlelerinin altına hiç okumadan dahi imzamı atabilirim. Lanet olsun bu ülkenin TMY’sine, 301’ine…

Ve Ali Aslanbay…”En güzelimizdi” diyor Bandista üyeleri onun için. Bandista benim için bu ülkedeki en güzel şeylerden biri, 21.yüzyılın devrim türkülerini çatır çatır, kimseye eyvallah demeden söylüyorlar, söyletiyorlar. Birebir tanımıyordum Ali Aslanbay’ı ama böylesi bir grubun “en güzeli” olmak ne güzeldir ve ölümü ne büyük kayıptır bizler için.

Başımız sağ olsun, Bandista’nın da dediği gibi “yürüyüşe devam, daima daima daima!”

Sunday, June 6, 2010

‘Bir başka 1966!’


BU YAZI İLK OLARAK 6 HAZİRAN 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

1966’da İngiltere’de düzenlenen 8. Dünya Kupası, televizyonlardan naklen yayınlanan ilk şampiyonaydı. Bu özelliğiyle bir milat teşkil eden turnuvadan geriye, tükenmeyen tartışmalar, unutulmayan enstantaneler, renkli figürler kaldı.

4-2’lik İngiltere-Batı Almanya finalinde İngiliz Geoff Hurst’ün gol olarak kayıtlara geçen ama çizgiyi geçip geçmediği halen tartışılan şutu… Portekizli Eusebio’nun muazzam performansı ve kaydettiği 9 gol… Turnuva öncesi çalınan Jules Rimet Kupası’nı bulduktan sonra tüm İngiltere’nin sevgilisi haline gelen Pickles adlı köpek… İlk örneklerine 1938’te Karl Rappan’ın verrou taktiğinde, sonrasında Boris Arkadiev ekolündeki Sovyet takımlarında ve nihayet İtalyanların katenaçyo sisteminde rastladığımız libero pozisyonunun 20 yıl sürecek egemenliğinin başlangıcı…
Ve belki de hepsinden daha etkileyici bir hikaye: Hakkında hiçbir şey bilinmeyen Kuzey Kore’nin, dünya devi İtalya’yı yenerek çeyrek finale yükselmesi…

CHOLLİMA HAREKETİ YEŞİL SAHALARDA

Dünyanın geri kalanı için günümüzde dahi bir muamma olmaya devam eden Kuzey Kore, 1966’da Batı dünyası için uzaydan gelmiş bir düşmandan farksızdı. Ülkenin başkenti Pyongyang’ın Amerikan bombalarıyla yerle bir edilişinin üzerinden sadece 16 yıl geçtikten sonra, Kim Ill-Sung’un kalkınma atılımı Chollima Hareketi’nin öncülüğünde ayağa kalkmaya çalışan ulusun dışa kapalı ideolojisinde belki de dünyanın geri kalanıyla iletişim kurmasına olanak sağlayan tek araç futboldu.

Sovyet ülkeleri için spor, rejimin propaganda araçlarından biriydi. Bu sebeple devlet her zaman için sporu desteklemiş ve teşvik etmiştir. Kuzey Kore’nin dışa kapalılığı ve kaynaklarının kıtlığı ise sporun bu işlevini önemsiz kılmış ve neticesinde spor, devlet tarafından desteklenmeyen bir faaliyet olarak kalmıştı. Ülke, 1966’da Dünya Kupası’na katılma hakkını elde ettiğinde sporcuların çoğunluğu ordu üyesiydi. Hatta Dünya Kupası’na katılmak için Asya/Okyanusya finalinde karşılaştıkları Avustralya takımından Geoff Sleight, teknik olarak çok üstün olmalarına rağmen Kore’ye kaybetme sebeplerini “Bizden çok daha sert ve hızlılardı. Adamlar ordu mensubu, nasıl baş edebilirdik ki?” diyerek açıklayacaktı.

Kuzey Koreliler sert ordu geleneğinden gelmenin avantajıyla müthiş bir kondisyona ve disipline sahiptiler. Hız, çeviklik gibi fiziksel özellikleri üst seviyedeydi. Takım oyununu sahaya yansıtmayı da çok iyi beceriyorlardı. Kendilerini, çalışkanlığı ve azmi yücelten devlet politikası Chollima’nın futbol sahalarındaki temsilcileri olarak görüyorlardı. SSCB, Şili ve İtalya ile aynı gruba düşen takım, maçlarını bir işçi kenti olan Middlesbrough’da oynayacaktı. ‘The Game of Their Lives’ belgeselinde Daniel Gordon’un açıkladığı üzere, Middlesbroughlular, Kuzey Koreli futbolcuları bağırlarına bastılar; çünkü tıpkı kendileri gibi onlar da zayıf, hor görülen, küçümsenen taraftı. Bunun yanında Kuzey Kore’nin atak, enerjik futbolu ve oyuncularının sergilediği alçakgönüllü, güler yüzlü tavırlar, kenti bir anda Kuzey Kore sevdalısı yapmıştı.

KUZEY KORE MUCİZESİ

İlk maçlarını güçlü SSCB’ye karşı oynayıp 3-0 kaybettiler. İkinci maç Şili’yleydi. Son dakikalara 1-0 geride giren Kore, taraftarın da büyük desteğiyle ‘88’de eşitliği yakaladı ve çeyrek final için umutlarını korudu. Son maç, kadrosunda Mazzola, Facchetti, Rivera gibi yıldızları bulunduran dünya futbolunun lokomotiflerinden İtalya ile oynanacaktı. Haklı olarak kimse Kuzey Kore’ye şans vermiyordu. Fakat işçiler ve ordu mensuplarından oluşan amatör kadrosuyla Kuzey Kore, 19 Temmuz 1966’da sahaya çıktı ve bir dişçi olan Pak Doo Ik’in golüyle gök mavilileri yenmeyi başardı. Sonuç tüm dünya için bir şoktu. İtalya’nın yıldızları büyük protestolar eşliğinde evlerine dönerken, bu tarihten sonra milli takımın alacağı her şok mağlubiyet “Un altro 1966”, yani “Bir başka 1966” olarak medyada yer bulacaktı.

Kuzey Kore, çeyrek finalde dönemin Pele ile birlikte en iyi oyuncusu olarak kabul edilen Eusebio’lu Portekiz’le karşılaştı. İlk 25 dakikada art arda 3 gol bulan Koreliler tüm dünyayı yeni bir şoka hazırlarken, Eusebio’nun farklı planları vardı. 32 dakikada 4 gol attı “Panter” ve Portekiz, maçı 5-3 kazanarak yarı finale yükseldi. “Eusebio çok hızlıydı, çok güçlüydü, çok akıllıydı ve ben onun şutlarını kurtaracak kadar iyi bir kaleci değildim.” Kuzey Kore kalecisi Lee Chang Myung, halkına özgü alçakgönüllülükle gerçekleri böyle ifade etmişti. Kuzey Koreli futbolcular, ülkelerine büyük bir gururla döndüler. Gerçi futbolculardan bazılarının Portekiz maçı öncesi hayat kadınlarıyla birlikte olduğu gerekçesiyle idam edildiği, Güney Kore’ye ait medya organları tarafından iddia edildi ama Kuzey Koreliler bu iddiaları hiçbir zaman kabul etmedi.

KUZEY KORE 2010

Tarihi turnuvadan 44 yıl sonra, Kuzey Kore yeniden futbolla dünya arenasında. Takım, tıpkı 1966’da olduğu gibi şampiyonanın en zayıf ekibi olarak gösteriliyor. Gruptaki rakipleri kuvvetli: Brezilya, Portekiz ve Fildişi Sahili. Kabul edelim ki Kuzey Kore’nin 1966’yı tekrar etme ihtimali yok denecek kadar az, ama yine de kuvvetli olduğu taraflar var. Takım 6 aydır bir ordu disipliniyle turnuvaya hazırlanıyor ve fiziksel olarak üst seviyedeler. Kuzey Kore’nin en önemli ismi, Japonya’nın Kawasaki Frontale takımında oynayan Jong Tae-Sae. Takım, 1966’daki sürprizi tekrarlayacaksa bu yolda ‘Halkın Rooney’si’ lakaplı Jong Tae-Sae’ye büyük iş düşecek.

Kısacası, Kuzey Kore cephesinde değişen pek bir şey yok. Takım ruhu, disiplin, hız ve çeviklik en önemli artıları. Tabii bir de Kuzey Kore’ye has bilinmezlik… İtalyanların deyimiyle “Bir başka 1966” yaşanır mı? Zor ama unutmayalım ki, 1966’dan önce de otoriteler bu soruya böyle cevap veriyordu.

1966 takımından Lim Zoong Sun, turnuvadan sonra “Futbolun barış için önemli bir araç olduğunu öğrendik” demişti. Şu sıralar Güney Kore ve Kuzey Kore’nin arası yine gergin. Böylesi bir ortamda Güney Kore kaptanı Park Ji Sung’un, şu sözleri bir kat daha önem kazanıyor: “Umarım Dünya Kupası sayesinde Kuzey Korelileri daha yakından tanıma fırsatı buluruz.”