Saturday, May 29, 2010

İskandinavya'da Mezopotamya derbisi




BU YAZI 30.05.2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Bugün İsveç’in Vasteras kentinde Süryaniler’in takımı Syrianska Kerburan sahasında Kürtler’in Dalkurd Spor’unu ağırlayacak. Tam bir Mezopotamya derbisi. İsveç sporunda Süryani takımlarını görmeye alışığız ama Dalkurd’un son yıllardaki çıkışı Kürtlerin de ülke sporunda yavaş yavaş seslerini duyurmaya başladıklarının bir kanıtı.

Süryaniler, Anadolu’nun doğusunu kan gölüne çeviren 1914-15 olaylarının unutulmuş halkıdır. Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde katliamlara maruz kalan halkın önemli bir kesimi, Seyfo’nun(Süryanice kılıç) zulmünden kurtulabilmek için memleketi terk etmek zorunda kalmıştı. Birçok Süryani bu dönemde Avrupa’nın çeşitli ülkelerine dağıldı. Avrupa’da sosyal demokrasinin yükseldiği ve refah toplumlarının tavan yaptığı 1960-80 arası ise Süryanilerin Anadolu’yu neredeyse tamamen terk ederek bu ülkelere göçtüğü ikinci bir dönem olarak göze çarpmaktadır. Aynı süreçte ülkeyi terk etmek zorunda kalan tek topluluk Süryaniler değildi. Politik baskılar ve ekonomik zorluklar Kürtleri de vatanlarını terk etmeye zorlamıştı. Böylece 80’lere gelindiğinde siyasi altyapısı kuvvetli önemli bir Kürt ve Süryani nüfus başta İsveç olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinde yaşamaya başladı.

Dalkurd, Mardin/Nusaybin’in Girmeli köyünden İsveç’e göçen eski Girmeli muhtarı Ramazan Kızıl’ın çabalarıyla kurulmuş ve nüvesini Kürt gençlerinin oluşturduğu bir spor kulübü. Takımın kadrosunda Mardin kökenli 7 oyuncu bulunuyor, bir nevi Mardinspor İsveç şubesi de diyebiliriz. İsmini yaşadıkları şehir Dalarna’yla etnik kökenlerinden alan kulüp birçok kategoride faaliyet gösteren 12 takıma sahip. Kızıl’ın açıklamalarına göre yaklaşık 250 Kürt genci organizasyon bünyesinde terk döküyor. Sarı-kırmızı-yeşil renkleri taşıyan futbol takımı ülkedeki Kürt nüfusun ekonomik katkılarıyla ayakta duruyor. Takımın en büyük amacı bir gün Allsvenskan(Bizdeki Süper Lig)’a yükselmek ve sonrasında da Avrupa kupalarına katılmak. Düşünsenize Türkiye’den bir takımla eşleştiklerini…

2004 yılında kurulan Dalkurd Spor 5 sene boyunca İsveç alt liglerinde fırtınalar estirdikten sonra geçtiğimiz sezon başında bizdeki 3.lige tekabül eden İsveç Birinci Ligi’ne adım atmıştı. 5 sene boyunca sadece 3 mağlubiyet alan, gol rekorları kırarak şampiyonluklar yaşayan Dalkurd’un işi bu sezon biraz daha zor. Rakip Syrianska Kerburan ise özellikle iç sahada çok etkili bir takım. Sezon başından bu yana sahasında oynadığı 3 maçı da kazanan ve toplamda 10 gol bulan Süryani ekibi kâğıt üzerinde maçın favorisi.

Mehmed Uzun, kendisiyle yapılan bir söyleşide sürgünün insanı yok eden bir mezarlık olduğundan dem vurmuş, sürgündeki insanların entelektüel ve kültürel olarak kaybolma tehlikesiyle yaşadıklarını belirtmişti. Futbol da kültürel bir araç ve hiç kuşku yok ki Dalkurd gibi öz kaynaklarına, kökenlerine ve simgelerine büyük önem veren kulüpler salt sürgündeki bir kültürün kaybolmaması adına verdikleri çabayla dahi takdir edilesi oluşumlardır.

Derbinin sonucu ne olur bilinmez ama dileğim o ki kazanan Mezopotamya’nın, Anadolu’nun güneşi olsun ve İsveç’te Kürtler’in adını biraz da futbolla duyalım. Üstelik bunu, kendisini enternasyonalist olarak adlandıran bir kulübün yapması da ayrı bir hoşluk olacaktır.

Diyarbakırspor’un, Diskispor’un küme düştüğü, Mardinspor’un tat vermediği bir sezonun ardından Türkiyeli futbolseverlere ama özellikle de Kürtlere ve Mardinlilere Dalkurd Spor’u daha yakından takip etmelerini öneririm. Kulübün de bulunduğu Birinci Norra Ligi yaz ayları boyunca devam edecek.

Sunday, May 23, 2010

Bursa'nın şampiyonluğunu nasıl yorumlamalı?

BU YAZI İLK OLARAK 23 MAYIS 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Değişik bir şey oldu geçen hafta. Türkiye gibi bir monotonluklar cennetinde değişiklik çölde vaha olsa da, bu olay; önemini, değerini, medya diliyle konuşacak olursak, reytingini bir gün içinde yitirdi. En azından bu memleketin asıl derdinin ne olduğunu bilenler, Bursa’nın şampiyonluğunu hemencecik unuttu. Son 6 ay içinde 3. kez maden işçilerimizi katleden düzen, tekdüze yıkıcılığını bir kez daha hatırlattı bize. Futbolda yaşanan anlık bir ihtilalin sarhoşluğundan çabuk uyandık.

30 işçimizi yüreklere gömmüşken ve sendikalar yüzsüz yüzsüz “Grevin koşulları yok” diyerek 26 Mayıs genel grevinden su koyverirken, futbol konuşmak içimden gelmiyor. İçimden gelmiyor ya, bu ülkede bazı şeylerin gerçekten değişmesi için “değişiyoruz, gelişiyoruz” nutukları çekenleri de gerçeklere davet etmek, elzem bir görev değil midir; hele ki bu “değişiyoruz” hikayelerini dinlerken, ayakta düzüldüğümüz aşikarken?..

Bu hafta Star gazetesinden Mehmet Altan, Türkiye’nin değiştiğini ve bu değişim sayesinde Bursaspor’un şampiyon olabildiğini iddia etti. Ona göre bu aynı zamanda tüm ülke sathında süregelen bir trend olan; yoksulun zengini, Anadolu’nun Saray’ı, siyah Türkün beyaz Türkü devirmesinin ve ülkede yaşanan siyasal gelişmelerin bir göstergesiydi. Taraf gazetesinden değerli bir akademisyen yazarımız ise (iddialarını sanal ortamda dile getirdiği için adını vererek saygısızlık yapmak istemiyorum), ülkede yaşanan değişimlerin Anadolu burjuvazisini ekonomik olarak güçlendirdiğini söyledi ve bu sebepten artık sadece “güç ve para” ile şampiyon olunamayacağını iddia ederek ekledi: “Trabzon’un ‘70’lerdeki çıkışı sürekli değildi, oysa ben Bursa’nın sürekli olacağını iddia ediyorum, çünkü sermaye tabanı buralara kayıyor.”

BURSA’NIN SIRRI

İddiadaki çelişkilerin farkına siz de varmışsınızdır. Yazarımız önce bu sonucun giderek güçlenen Anadolu burjuvazisinin bir zaferi olduğunu söylüyor, sonra da güç ve paranın artık şampiyonluğa yetmediğini... Eğer Bursa’nın başarısındaki anahtar, iddia edildiği gibi kentin ve dolayısıyla kulübün mali olarak güçlenmesi ise “Para ve güç artık başarıya yetmiyor” argümanı kendi kendisini tekzip ediyor demektir. İkinci olarak, Trabzon’un ‘70’lerdeki çıkışı “güçlü ve sürekli” bir çıkış değilse, bu takım nasıl 6 lig şampiyonluğu, 8 Türkiye Kupası kazandı ve nasıl oluyor da hâlâ ekonomik ederi ve bütçesi diğer Anadolu kulüplerinin kat kat üzerinde? Trabzonspor’un 1984’ten beri lig şampiyonu olmadığı gerçeği bunu açıklamaya yetmez. Kulübün son 25 yılda kazandığı 9 kupayı hangi Anadolu takımı kazanabildi?

Kaldı ki yazarımızın da çok iyi bildiği gibi, Bursa şehrinin ekonomik olarak güçlülüğü yeni bir olgu değil. Bursaspor Kulübü’nün bütçesi de son dönemlerde yaşandığı iddia edilen bir değişimle aniden yükselmiş falan değildir. Tam aksine; Bursaspor, tıpkı Trabzonspor’un ‘70’lerde gerçekleştirdiği çıkış gibi öz kaynakları, akıllı-hesaplı transfer politikası ve futbolu/kulübünü seven geniş taraftar kitlesi sayesinde başarılı olabilmiştir.

Bu başarının Trabzonspor’unki kadar uzun soluklu olabilmesi ise çok zor gözüküyor. Çünkü ‘70’lerde “küçük” kulüplerle “büyük” kulüpler arasındaki ekonomik uçurum bu kadar büyük değildi, dolayısıyla daha kıt kaynaklara sahip takımlar zirveyi daha ciddi ve sürekli bir şekilde zorlayabiliyordu. Bu bütün dünyada böyle ve ülkemizde de Trabzon tek örnek değil. Eskişehirspor hiç şampiyon olamadı belki ama 1968 ila 75 arası ligin zirvesinden hiç inmedi de. Bugün bu istikrarı gösterebilen bir “Anadolu Kaplanı” görebilmiş değiliz. Dolayısıyla Bursaspor’un şu anda
Kayserispor/Ankaragücü/Gençlerbirliği gibi takımlarla eşdeğer seviyede olan ekonomik imkanları mucizevi bir şekilde yükselmezse (süreklilik arz eden bir şekilde), bu başarının Trabzonspor’unki kadar kalıcı olması mümkün gözükmüyor. Çünkü yukarıda söylediğim gibi, onlar da esasında Trabzon modeliyle başarılı oldu. Trabzon’dan tek artıları, kentin halihazırda zengin bir sanayi şehri olması. E bu da iddia sahibinin çok iyi bilmesi gerektiği gibi, son dönemde gerçekleşen bir değişimin eseri değil.

Mehmet Altan’a gelince; Altan, o pek sevdiği “Türkiye’deki değişim” türküsünün ana temasının, yoksulun zengini devirmesi olmadığını pekâlâ biliyor olmalı. Türkiye’de bir değişim yaşanıyor, evet. Bu değişim, devlet iktidarına demokratik yöntemlerle -öyle ya da böyle- 60 yıldır sahip olanların çok daha aklı başında ve sistematik hareket ederek devlet aygıtını da tamamen ellerine geçirmesi sürecinden ibarettir. Siyah Türkün, ezilenin, yoksulun, Kürdün vs. statükoya karşı konumu ufak bir yatay değişim göstermişse de güçlenmemiştir. Dolayısıyla Mehmet Altan’ın iddia ettiği gibi “yoksul” Bursa’nın şampiyonluğu, ülkedeki siyasal gelişmelerin sportif bir göstergesi değildir. Zira, ülkede ekonomik ve siyasal olarak ezilenlerin durumundaki tek değişiklik olumsuz yöndedir.

Sonuç olarak; Bursa’nın şampiyonluğu her ne kadar bizleri çok memnun etse de, ne kadar kalıcı olacağı ve Anadolu takımlarının önünü ne derece açacağı şüphelidir. Zira, oligarşi (GS-FB-BJK) tüm azametiyle olduğu yerde durmaktadır; tıpkı Türkiye Cumhuriyeti’nde olduğu gibi... Pek çok liberalimizin yaptığı üzere kapitalist gruplar arasındaki güç değişikliğini esaslı bir değişim olarak yorumlamak, kelimenin tam anlamıyla dezenformasyon üretmektir. Patron eskiden de sermayeydi; güç ve hegemonya araçları eskiden de onun tekelindeydi, şimdi de öyle. Değişen tek şey, Goliath’ın adı. Türk futbolundaysa böyle bir değişimin dahi yaşandığını söyleyemeyiz. Davut harika bir maç çıkardı, o kadar.

Saturday, May 15, 2010

St.Pauli'yi soylulaştırmayın!

BU YAZI İLK OLARAK 16 MAYIS 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Almanya’nın ‘kült’ futbol kulübü FC St.Pauli, 8 yıl aradan sonra yeniden Bundesliga’da. Kulüp, 100.yılını pek çok açıdan yan yana durmaya alışık olmadığı ‘kurtlarla’ beraber geçirecek. Bundan 30 yıl önce adı sanı bilinmeyen takım, ‘sol’ hassasiyetleriyle bilinen taraftar kitlesinin omzunda Almanya’nın en popüler kulüplerinden biri haline geldi. Kuşkusuz bu taraftar grubunun oluşmasında Hamburg’un renkli işçi mahallesi St.Pauli’nin oynadığı rol büyük. Peki bu mahallenin karakteristiği bozulursa özgünlüğünü taraftarlarından, ruhunu mahallesinden alan FC St.Pauli de eski havasını kaybeder mi? Şu sıralar kulübe gönül verenlerin aklındaki en büyük soru işareti bu.

Hamburg’u yönetenler, 2000’lerin başından beri İstanbul’dan aşina olduğumuz ruhsuz bir türküyü dillendiriyorlar: “Marka şehir olmak”. Kent, bu hedefin uğrunda şehrin merkezinde yer alan tarihi mahallelerini kentsel dönüşüm projesi kapsamına aldı. St.Pauli bunların en önde geleni. Son 10 yılda Hafenstrasse, Rote Flora, Bambule gibi semtlerde şiddetli tahliye süreçleri yaşandı. Mahallenin, işçi sınıfı, sanatçılar ve alternatif kimliklere ev sahipliği yapan renkli eğlence hayatı da bu soylulaştırma sürecinden nasibini alıyor. Artık mahallenin geleneksel binalarının yerinde Elbe Nehri kıyısında yükselen 5 yıldızlı oteller ve üst-orta sınıfa hitap eden lüks apartmanlar var. 2005’ten bu yana bölgedeki kiralar %28 oranında arttı. Üstelik bu soylulaşmaya ayak uyduramayan mahallenin renkli ama “soysuz” halkı kent çeperlerinde inşa edilen soğuk apartman bloklarına taşınmak zorunda kaldı. Bizdeki TOKİ hikayesinin bir benzeri yani.

Semt takımı

Mahallenin demografisinin değişmesi St.Pauli için kritik önem taşıyor çünkü St.Pauli, kelimenin tam anlamıyla bir semt takımı. Nüfusunun çoğunluğunu işçi ve göçmenlerin oluşturduğu semt aynı zamanda Hamburg’un alternatif eğlence merkezlerinden biri. 1960’larda The Beatles dahil olmak üzere pek çok gruba ev sahipliği yapan meşhur Reeperbahn bölgesi günümüzde daha çok genelev muhiti olarak anılsa da Hamburg’un zengin ve özgün kültürel merkezlerinden biri. Bu heterojen, çok kimlikli ve kendine has kültürel alt yapı tüm dünyayı kendine hayran bırakan St.Pauli taraftarlarının da en önemli besin kaynağı. Bölge gençlerinin iki tutkusu var: müzik(Punk-Rock) ve futbol(St.Pauli). Faşizm, kapitalizm, cinsiyetçilik ve ırkçılık karşıtı söylemlerin kaynağı da birçok farklı kimliğin ve etnik grubun hoşgörülü işçi sınıfı ruhunun altında kaynaşmasında yatıyor.

Medyanın 90’larda taktığı isimle ‘Korsanların’ sadık taraftarları, kulübün 100.yüzyılı arifesinde semtlerinin üzerine çöken ‘soylulaştırma’ tehdidiyle kulüplerinin soysuzlaşmasından korkuyorlar. Açık konuşmak gerekirse taraftarlar hiç hoşnut olmasa da kulüp hali hazırda Almanya’nın en popüler takımlarından biri ve “merchandizing” alanında da pazarın üst seviyelerinde yer alıyorlar. Kulübü devraldıktan sonra 2003’teki krizi başarıyla atlatan ve bugünkü müreffeh yapının oluşmasında büyük pay sahibi olan Başkan Corny Litmann da her ne kadar 30 yıllık bir St.Pauli taraftarı olsa da nihayetinde bir iş adamı. Geçtiğimiz haftalarda yaptığı Uli Hoeness(Bayern Münih başkanı) övgüsü ve “kulübü piyasa şartlarına ayak uydurmalıyız” tarzı açıklamaları kulübün geleneksel taraftarları arasında homurtulara sebep oldu. ”Romantik değil realist olmak” onun ve teknik direktör Holger Stanislawski’nin son dönemdeki mottosu. Sorun şu ki St.Pauli’yi St.Pauli yapan anlayış hiçbir zaman realistlik kisvesine bürünen bir iş adamı soğukluğu olmadı.

Şehir halka aittir

Özgün kelimesinin arkeolojikleştiği bir ortamda St.Pauli, şampiyonluklarından değil halkından, müziğinden ve aykırılığından aldığı ruh ve sempatiyi Bundesliga’da düzenli olarak oynayan, bayağı bir sıra takımı olma uğruna kaybederse hakikaten yazık olur. Fakat mahallenin ruhunu yavaş yavaş öldüren bu kentsel müdahaleler devam eder ve semtin demografisi sıkıcı zenginler tarafından değiştirilirse bu sonuç kaçınılmaz gibi görünüyor.

Aralarında Daniel Richter, Rocko Schamoni, Ted Gaier, Christopher Twickel gibi sanatçıların da olduğu NION(Not in our name) adlı aktivist grubun Hamburg’da süregelen soylulaştırma projelerine karşı yayınladıkları manifesto güzel bir hatırlatmayla bitiyor: “Şehir ticari bir marka değildir. Şehir bir şirkete ait değildir. Şehir halktır, halka aittir ve biz Hamburglular bu şehirde yaşama hakkımızın elimizden alınmasına seyirci kalmayacağız.”

Görünen o ki St.Pauli taraftarlarının endüstri futboluyla olan savaşındaki akıbetlerini, ait oldukları mahallenin kentsel dönüşüm projelerine karşı alacağı sonuç belirleyecek. Umarım bundan 10-15 sene sonra St.Pauli hem bir semt hem de bir kulüp olarak özlemle yad edilen bir efsaneye dönüşmez.

Saturday, May 8, 2010

Mayıs, kavganın ayı olacak




9 MAYIS 2010 TARİHLİ EVRENSEL GAZETESİ YAZIM.

Emeğin kavgası var! 1 Mayıslardan, 6 Mayıslardan, Yunanistan’da kavgaya atılan kardeşlerimizden aldığımız güçle 26 Mayıs Genel Grevi’ne doğru gidiyoruz.

Mayıs ayının heyecanı spor sahalarında da yaşanıyor elbette. Özellikle Avrupa kıtasında futbol ve basketbol liglerinin sonuna yaklaşıyoruz. Teniste Roland Garros kapımızda bekliyor. Geçtiğimiz hafta içinde bir Türkiye Kupası serüvenini daha sonlandırdık ve kimsenin şaşırmadığı üzere Fenerbahçe yine kıramadı şeytanın bacağını. Çok sevgili bir dostumuzun dediği gibi “Urfa Güneş’i selamladı” o gün.

Fenerbahçe kararlıydı bu kez eli boş dönmemeye ama Şenol Güneş ve oyuncularının başka planları vardı. Geri düştüler belki ama oyundan düşmediler ve net bir skor, güzel bir oyunla Urfa’dan Güneş’i boynu bükük ayırmadılar. Kupa hırçın Karadeniz’e, Trabzonlu kardeşlere doğru yol alırken karşılaşmayı televizyondan takip edenler için yorumcu Ömer Üründül’ün yaşadığı hüzün yürek burktu doğrusu. İnsan tarafını bu kadar belli etmez ki yahu!

NBA’de hakem tartışmaları

Heyecan, Okyanus’un ötesinde de devam ediyor. NBA’de playoff’a kalan takımlar uzun bir sezonun sonuna yaklaşıyorlar ve gerginlik had safhada. Gerginliğin sebebini ise tıpkı bizdeki gibi hakem tartışmaları oluşturuyor. Tartışmanın bizdekinden farkı NBA’de saha içi aktörlerin hakem eleştirisi yapmasının yasak olması. Ağzından hakem kelimesi çıkan 35.000 dolar cezaya çarptırılıyor. Geçtiğimiz günlerde Orlando Magic’in pivotu Dwight Howard’ın kişisel blogunda hakemlerden yakınması dahi cezaya tabi tutuldu.

NBA, dünyanın en büyük basketbol arenası ve bu arenanın kendine has bazı özellikleri var. Özellikle David Stern’ün başkanlığa geldiği 1984’ten beri bu özellikler daha da belirginleşti. Hakemlerin yıldız oyunculara yaptığı “süperstar muamelesi” bunlardan biri. Bu muameleyi kısaca “herkes eşittir ama süperstarlar daha eşittir” diyerek özetleyebiliriz. Bir adım öteye gidecek olursak “süperstarlar eşittir ama 2 ve 3 numara oynayan süperstarlar daha da eşittir” gerçeğiyle karşılaşırız zira özellikle Michael Jordan sonrası lig, kısaların ve “kanat oyuncularının” daha pazarlanabilir olduğunu fark etti ve oyunu onlar için kolaylaştıran kurallar çıkardı. Savunma oyuncusunun rakibi savunurken eliyle kontrol etmesini yasaklayan hand-check kuralı bunlardan biri. Kural, 1994 yılında yürürlüğe girdi ve git gide sertleşti. 4 ve 5 numara oynayan uzun oyuncuların pota altındaki etkinliğini azaltan 3 saniye kuralı da bir başkası. Bu kural da 2001 yılında çıkarıldı.

Eleştirilebilemez

David Stern, tarihin gördüğü en güler yüzlü diktatör olarak hakemlerinin eleştirilmesine ve otoritesinin sorgulanmasına katlanamıyor. Fakat sorun şu ki, sahada onun kurallarını ve otoritesini yansıtan hakemler gerçekten çok başarısız. Türkiye Ligi ya da FIBA’yla karşılaştırılamayacak kadar kötü bir hakem nesli var elinde. Benim buradaki derdim hakemlerin beceriksizliğiyle alakalı değil. Çünkü hakemlerde suç bulmak kolaya kaçmak olur. Zaten süperstarlara ayrıcalıklı davranmaları öğütlenen hakemler sahada ağızlarıyla kuş tutsalar yine de adil olamazlar. Yani sorun sadece uygulamada değil. Mevzuat defolu. Eşitsiz muameleyi öğütleyen zihniyet, hatayı ve adaletsizliği körüklüyor.

Gelelim meselenin diğer boyutuna yani David Stern’ün hakemleri eleştiren herkese para cezası kesmesine. Yukarıda da söylemiştim, hiç kuşku yok ki David Stern tarihin gördüğü en güler yüzlü diktatördür. Kendisini “özgürlükler ülkesi” olarak pazarlayan bir yerde bu adamın hakimleriyle aynı fikirde değilseniz otomatikman suç işlemiş kabul ediliyorsunuz. Ne ağzınızı açmanıza ne de öfkenizi kağıda kaleme dökmenize izin var. Stern’ün mesajı açık: Beni ve sistemimi kimse eleştiremez. Eleştiren de en ağır cezayı öder. David Stern’deki diktatör potansiyelini görünce iyi ki bu adam 1930’larda yaşamamış diyorum. Umarım yakın zamanda politikaya atılmaya kalkmaz.

“Mayıs ayların gülüdür.”

Mevsim mevsim bezirganların zulüm ateşlerinde kızdırdık öfkemizi. Antep’te Çemen, Karşıyaka’da Kent A.Ş, Yenikapı’da Marmaray, Esenyurt’ta Belediye, yurdun dört bir yanında Tekel işçileriyle bileyledik süngülerimizi.

Kartal’da, Ayazma’da, Sulukule’de yıkılan gecekondulardan yükselen nefret çığlıkları, Bursa’da, Balıkesir’de yetim kalan madenci çocuklarının gözyaşlarına karıştı. Tersanelerde, atölyelerde, fabrikalarda “makinenin kaptığı kol” için, Kürt diye “üzerine kurşun yağdırılan” küçük bedenler için sıktık yumruklarımızı. Uğur, Ceylan, Mizgin, Xezal için…

Okulu bırakıp Ceylanpınar’da koyun otlatan, Çukurova’da pamuk toplayan çocuklarımızın genç yaşta kabuk bağlayan elleriyle, taş attığı için hapsedilen 15’liklerin gasp edilmiş vücutlarıyla özdeşleştirdik tenimizi.

Aşındırmak için sonunda o yolları, Güler Zere, Hrant Dink, 1915 Büyük Felaketi’nin, Dersim katliamının mağdurları ve kaçak Ermeni işçileri için arşınladık sokakları. Kürt dağlarında kokuşmuş düzenin rezil savaşı yüzünden öldürülen Kürt ve Türk emekçi çocuklarının yerde bırakılan kanının hesabını sormak için tazeledik bilinçlerimizi.

“Mayıs’ta gönlümüz delidir.”

Sabahattin Ali’nin dediği gibi Mayıs ayların gülüdür fakat gönlümüzü de deli eder. Mayıs; kavganın ayıdır. 1 Mayıs bizim güleç yüzlü kavgamızdı. 4 Mayıs’ta Terzi Fikri’yi, 6 Mayıs’ta “ölümü güzel kılanları”, Deniz’i, Yusuf’u Hüseyin’i anarken düşmanlarımızın kahpeliğini bir kez daha hatırladık. Ve o güzel türkünün dediği gibi şimdi dağlardan, tarlalardan, kondulardan, fabrikalardan, okullardan çıkıp mücadelemizi sürdüreceğiz güneşe doğru giden yolda.

Emeğin kavgası var. Yüreğimize kuvvet!

Saturday, May 1, 2010

Semenya barbar spor elitine karşı!


BU YAZI İLK OLARAK emekdunyasi.net SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR. Orjinal link: http://www.emekdunyasi.net/spor/yorum-analiz/7481-semenya-barbar-spor-elitine-karsi

19 Ağustos 2009…

Caster Semenya’nın Berlin’de düzenlenen Dünya Atletizm Şampiyonası’nda 800 metre Bayanlar şampiyonu olduğu gün.

Yarışı kazanan Semenya, o günden beri sporun cinsiyetçi statükosuna karşı direniyor.

Müsabakadan sonra özellikle Avustralyalı yetkililerin şikâyeti ve medyanın çığırtkanlığı üzerine Uluslararası Olimpiyat Federasyonu(IAAF), genç sporcuya bir cinsiyet testi dayattı. Bu testin dayatılış biçimi tamamen cinsiyetçi ve ayrımcı temeller üzerine kuruluydu.

“Semenya bir kadın için çok güçlü gözüküyor.”, “Çok kaslı”, “Sakalları mı var?”, “Hiç seksi değil, çok erkeksi”, “Bir kadın bu kadar iyi koşamaz.”

IAAF, medyada çıkan bu gibi safsataları adeta bir ihbar gibi kabul etti ve genç şampiyonu, tüm kişilik haklarını hiçe sayarak cinsiyet testine tabi tuttu. Bu aynı zamanda Semenya’nın aktif spor yaşantısının da askıya alınması anlamına geliyordu. Eylül ayında yapılan cinsiyet testinin üzerinden 8 ay geçti. Sonuç hala açıklanmadı, Caster Semenya hala yarışamıyor.

Semenya’nın siyahi bir Afrikalı olması onu tüm bu ırkçı ve cinsiyetçi saldırılara karşı daha savunmasız kılıyor elbette. Bugün WTA’in çıkıp ABD’li tenis yıldızı Serena Williams’a “bir kadın için çok güçlü” olduğu gerekçesiyle cinsiyet testi dayatabileceğini aklınız alıyor mu?

Tabii ki medya, bu süre zarfında Caster’in kişilik haklarını zedelemeye devam etti. Absürd makyaj ve kıyafetlerle dergilere kapak yapıldı, “Kadın mı erkek mi?” tarzı başlıklar manşetlerden eksik olmadı. Bizimkiler de boş durmadı. Seksi fotoğrafları için tıklayınız gazeteciliğini “erkeksi” fotoğrafları için tıklayınız gazeteciliğine çeviren anlı şanlı medyamız, “Fotoğraflarına bakın, erkek mi kadın mı siz karar verin!” gibi rezil başlıklarla tıynetini belli etti.

CİNSİYETÇİ BİR BASKI ÖRGÜTÜ OLARAK SPOR

Spor, tüm kurumsallaşmış yapısıyla bir endüstri olarak belli çıkar gruplarının hizmetindedir. Bu elit gruplar, sporu toplumsal bir hegemonya aracı olarak kullanırlar. Bunun için de hâkim siyasi yapının tüm ideolojik özelliklerini başta burjuva medyaları aracılığıyla olmak üzere topluma benimsetirler. Erkeklerin lehine cinsiyetçilik bu alanlardan biridir. Erkek egemen kapitalist toplumda spor, erkeğin var olduğu kabul ettirilmeye çalışılan üstünlüğünün yeniden üretildiği ve topluma kabul ettirildiği bir alandır.

Bu bilgiler ışığında Semenya’ya IAAF tarafından dayatılan cinsiyet testini ve uygulanan medya baskısının sakat yönlerini irdeleyelim.

Caster Semenya olayı bir kez daha göstermektedir ki egemen düşünce yapısının “cinsiyet” algısındaki statükocu yaklaşım artık arkeolojik hale gelmiştir. Bugün modern tıp ve yapılan araştırmaların ışığında şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: “İnterseks” olan insan sayısı bu hadiseyi biyolojik bir anomali olarak tanımlanmaktan çıkaracak kadar fazla. İnterseks insanların toplum baskısı sebebiyle şimdilik sessiz kalıyor oluşu bu gerçeği değiştirmez. Amerika Birleşik Devletleri’nde doğan her 1,666 bebekten biri interseks kromozomlara sahip olarak doğuyor. Tıbbi önlemler ve hormonal takviyelerle bu durum sıkça “düzeltilse” de insan cinsiyetinin kadın ve erkek olarak bıçak gibi ayrılmasının ne kadar yanlış olduğu dünyadaki gay-lezbiyen ve cinsiyetçilik karşıtı hareket güçlendikçe daha da ortaya çıkıyor.

Semenya’ya uygulanan cinsiyet testi sonrası ilk olarak Avustralya medyasına sızdırılan raporlar genç atletin interseks olabileceği yönündeydi. Sonuçlar hala açıklanmadığı için kesin bir şey söyleyemiyoruz ama diyelim ki Semenya, Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki her 500 insandan biri gibi interseks olarak dünyaya geldi, bu onun spor yapmasının önünde bir engel midir? Bu, interseks insan sayısı bu kadar fazlayken, baskın erkek hormonlarına sahip olduğu için diğer kadınlara karşı avantajlı olduğu iddia edilen Semenya’ya karşı bir haksızlık olmaz mı? Eğer bundan sonra prosedür böyle işleyecekse, IAAF kendi standartlarını belirlesin ve buna göre yeterince kadınsı gözükmeyen(ne demekse) tüm kadın sporculara cinsiyet testi dayatsın?!

Burada hadisedeki ikinci sakat noktaya geliyoruz. Bir kadının, -bu güruhun fosilleşmiş tanımlamalarıyla konuşacak olursak-“tam kadın olmaması”, “yarı erkek olması”, erkek kromozomları taşıması ya da vücudunda erkek hormonlarının baskın olması IAAF’e göre sporcuya avantaj sağlayan bir durum. Yani IAAF, erkeğin kadından üstün olduğunu kabul ediyor. Ne hakla?

Ataerkil toplum yapısında kadının sporla uğraşması her daim kısıtlansa da eşit koşullar altında çalışan erkek ve kadın atletler arasındaki fark bize kültürel olarak aşılanandan çok daha azdır. 1936 Berlin Olimpiyatları’nda erkek olduğu halde Nazi Almanya’sı adına kadınlar arasında yarıştığı ortaya çıkan Hermann Artjen’in Kadınlar Yüksek Atlama’da ancak dördüncü gelebildiğini hatırlatalım. İddia, erkeklerin kadınlardan atletik olarak çok daha üstün olduğuysa her iki “cins” için eşit koşullar sağlanmadan bu konuda ahkâm kesmek o kadar da doğru değildir.

Kaldı ki, toplumsal cinsiyet dediğimiz kavramın muğlâklığı ve bir realiteden çok statükonun belirlediği normlardan ibaret olması bu tartışmayı geçersiz kılmaya yetiyor. “Erkek” ve “kadın” bu kadar inşa edilmiş kimliklerken kimin erkek kimin kadın olacağına bir takım testlerle karar vermek faşizmin dik alasıdır. Hadise belli bir genetik özelliğin avantaj sağlamasıysa siyahîlerle beyazları da ayrı kategorilere koyun olsun bitsin.

SEMENYA DİRENİYOR

Kesin olarak bildiğimiz iki şey var. Birincisi, Caster Semenya, bir “kız” olarak doğdu, öyle büyütüldü ve öyle yarıştı. İkincisi, IAAF bu konuda taraftır. Erkek-kadın ayrımcılığının, heteroseksüelliğin ve erkek lehine cinsiyetçiliğin tarafı. IAAF’in tavrı açısından bakıldığında aynı organizasyonun eski başkanı Norman Cox’un 1960’ta siyahî kadın atletler için kurduğu şu rezil cümleyi hatırlamakta fayda var: “Komite, onlar için yeni bir kategori oluşturmalı: Gayrı adil derecede avantajlı hermafroditler.”

50 yılda zihniyette çok da radikal değişiklikler olmadığını görüyoruz. Spor halen erkek egemen toplumun hegemonyasında cinsiyetçiliğin yeniden üretildiği ve cinsiyet ayrımının bıçak kadar keskin olduğu bir alan.

Caster Semenya, interseks yahut değil her halükarda müthiş bir ayrımcılığa uğramakta ve ne yazık ki spor kamuoyu IAAF’in bu barbarlığına yeterince tepki göster(e)miyor. Semenya’nın tüm direnişine rağmen birkaç sosyalist spor yazarı ve cinsiyetçilikle mücadele eden grup dışında ana akım medya her zaman olduğu gibi o dillere destan tarafsızlığını korumakta. Spor basının tam da egemenlerin istediği gibi “oyuncakçı dükkânı” kıvamında kaldığı bu vakada sporda erkek egemen kültürün yarattığı cinsiyetçilikle mücadele konusunda da önemli bir fırsat kaçırılıyor böylece.

Medya ayak uyduramasa da Semenya’nın mücadelesi tam gaz devam ediyor. Caster Semenya, henüz 19 yaşında ama direne direne büyüdü, olgunlaştı. Onun savaşı birçok kişiye miras kalacak ve Caster Semenya adı ileride Babe Zaharias, Billie Jean King, Martina Navratilova gibi efsanelerle birlikte alınacak.