Wednesday, August 26, 2009

Yakıştı mı Diyarbakır?

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Pazartesi akşamki Diyarbakırspor-Fenerbahçe maçından iki şey öğrendik:
1-Diyarbakırspor taraftarının Türkiye’nin geri kalan taraftar profilinden hiçbir farkı yok.
2-Memleket, “Diyarbakır’da böyle olaylar yaşansın da şu Kürtler’e olan tüm nefretimizi kusalım” diyen faşizm çağırıcılarıyla dolu.

Öncelikle şunu belirtmek gerek ki Diyarbakırspor taraftarının önceki akşam yaşattığı ayıbın kabul edilebilir hiçbir açıklaması yapılamaz. Bir futbol seyircisi bu kadar hazımsız, nefret dolu ve basit olamaz, olmamalı. Öyle ki bu insanların tüm Türkiye’nin gözünde Diyarbakır’ı bu denli sevimsiz bir pozisyona sokmaya hakları da yok. Milyonlarca insanımız doğdukları günden bu yana kendilerine aşılanan ırkçı nefreti dillendirmek için bahane ararken Diyarbakırlı taraftarların bu yaptığına tam anlamıyla ihanet denir; barışa ihanet!

Öte yandan Atatürk Stadyumu’nda yaşanan hadiseler ülkenin bir başka korkunç yüzünü görmemize de vesile oldu. Maç sonu ekşisözlük, haber sitelerinin okuyucu yorumları köşesi ve çeşitli forumları tarayıp yazılanları okudum. Bunun sebebi medya mensubu olmadıkları için siyaseten doğrucu olma endişesi taşımayan sen ben gibi adamların samimi görüşlerini öğrenmekti. Diyarbakırspor taraftarının sergilediği ayıbı, onların Kürt olmalarına bağlayan iğrenç yorumları gördükçe Türkiye’de orta sınıfın belli bir kesiminin içine düştüğü faşizm özlemini bir kez daha solumuş oldum. Cidden böyle bir şey var. Özellikle üniversite mezunu, hani televizyon diliyle konuşacak olursak “AB” grubuna mensup, kendisini Kemalist, çağdaş, laik vs. diye tanımlayan fakat aslında düpedüz faşist olan genç bir kuşağa sahibiz. Ortak paydaları milliyetçilik, militarizm ve elitizm olan bu güruh kendisine biçtiği çağdaş elbisenin içinde minik minik Hitler’ler yetiştiriyor.

Eğitim, askeriye, bürokrasi, medya, yargı gibi devasa ideolojik güçlere rağmen Türkiye’de hiçbir zaman iktidar olamamış bu kesimin genç sesleri, çaresizleştikçe marjinalleşiyor. Bunu da en iyi internet ortamında gözlemleyebilirsiniz çünkü şimdilik politik aktivistlikten tek anladıkları “Kürtler bu ülkeye ne verdi” tarzı zavallı makaleleri e-postalarla dolaştırmak, facebook grupları kurmak ve sözlük, forum tarzı oluşumlarda çığırtkanlık yapmaktan ibaret. Michel Foucault’nun faşizme dair hayran olduğum bir tespiti vardır. Şöyle der Fransız bilge: “Kitleler kandırılmadı, onlar düpedüz faşizmi arzuladılar.” Hakikaten de böyle.

Diyarbakırspor taraftarının sergilediği utanç verici, iğrenç davranışları bu yöreye özgü olarak damgalayan ve bu hadiseleri onların etnik kökenine bağlayan tüm ırkçılarımıza, faşizm çağırıcılarımıza, küçük “Hitlerlerimiz”e birkaç hatırlatmam olacak. Türkiye’de tribünleri rakip takım için cehenneme çevirme ekolü üç büyüklerin Avrupa karşılaşmalarıyla başlamıştır. Öyle ki anlı şanlı medyamız da dahil olmak üzere en öğündüğümüz tribün atraksiyonumuz Avrupalılara Türk statlarındayken cehennemdeymiş hissini yaratabilmemizdir. Hal böyleyken bu taraftarlık ekolünün ülkenin geri kalanına yayılması şaşırtıcı değildir. İkinci nokta, sahayı Halil İbrahim sofrasına çeviren Diyarbakırlı taraftarlar bunu “Dağ Türkü” oldukları için falan değil büyük ihtimalle İstanbullu ağabeyleri Galatasaray ve Fenerbahçe’den gördükleri için yapmışlardır. Zira tribünleri sidik torbasına bulama eylemini ilk Fenerbahçeli taraftarlardan gördüğümüz gibi, sahayı binlerce pet şişeyle sulama hadisesinin mucidi de Galatasaraylı taraftarlardır. Son olarak, Diyarbakırlı taraftarları aşağı bir ırka mensup oldukları iddiasıyla aşağılayanlara o çok Türk, çok elit, çok çağdaş İstanbul tribünlerinden bir örnek daha verelim. “Sivaslı ayılar İstanbul’da ne arar”, “Teröristler dışarı” gibi “modern”, ırkçı sloganları lügatımıza İnönü tribünleri katmıştır.

Sanırım bu kadar hafıza tazeleme kimilerinin utanması için yeterli olmuştur. Diyarbakır’da yaşanan hadiseler iğrençtir. Bunun tersini söylemek mevzubahis olamaz. Fakat internet yoluyla kendini ifade eden genç faşistlerimizin bu olaya gösterdikleri ırkçı tepki ondan daha da iğrençtir.

Hayatımda gördüğüm en başarılı pragmatistlerden olan Christoph Daum ise maç sonu yapmak zorunda hissettiği “En Büyük Atatürk” açıklamasıyla CHP’ye göz kırpar gibiydi. Canan Arıtman’ın yerine koy Daum’u hiç sırıtmaz vallahi! Nihayetinde yeşil saha dışında yaşanan her şeyiyle mide bulandırıcı bir maçtı. Ve bu karşılaşmadan futbol adına bize kalan şeyler, Gökhan Gönül’ün enfes golü ve Fenerbahçe’nin taraftarına umut veren futboluydu.

Monday, August 24, 2009

Semenya'nın arkasındayız!

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

En güzelini ‘Şampiyon’ dedi aslında: “Beni buraya neden getirdiniz? Bıraksaydınız da köyümde kalsaydım.” 18 yaşındaki Güney Afrikalı, Dünya Kadınlar 800 metre şampiyonu Caster Semenya birkaç gündür “medeni” dünyanın iğrençlikleriyle savaşıyor. Kendisini yeterince ‘kadınsı’ bulmayan Dünya Atletizm Federasyonu’nun faşist yöneticileri, Semenya’ya haksız bir cinsiyet testi dayatmakta. Ve tüm bu spekülasyonların odağında bırakılan 18 yaşındaki şampiyon, kendi deyimiyle bir cüzamlı gibi muamele gördüğü bu ‘modern’, ‘medeni’ dünyadan nefret etmiş vaziyette.

“Medeniyetiniz batsın” diyesi geliyor insanın ama neden şaşırıyoruz ki? Kadının spordaki yeri her zaman için taraflı ve ideolojik olmuştur. Hatta daha ileri gidip kapitalist toplumda sporun, toplumun erkek egemen unsurları tarafından kadına karşı bir baskı örgütü olarak kullanıldığını da rahatlıkla söyleyebiliriz. Tarihsel olarak baktığımızda ırkçılık ve cinsiyetçilik, sporları yöneten o çok bilmiş elit güruhun korumaya çalıştığı ilk tabular olarak göze çarpar.

Bir Yunan kadını olan Stamata Revithi, 1896 yılında Atina Olimpiyatları’na katılmak istediğinde yetkililer ne yapacaklarını dâhi bilemediler. Çünkü ‘kadın’, pederşahi spor dünyasında kabulü mümkün olmayan bir figürdü. Siyahların profesyonel olarak futbol oynama özgürlüğünü kazandığı ilk ülke olan Brezilya’da bu hakkın kabulü 1930’ları bulur. Burjuva medyasının “aristokrat spor” olarak yücelttiği golfün Tiger Woods’a rağmen günümüzde dahi elitist ve ırkçı bir spor olduğu rahatlıkla iddia edilip kanıtlanabilir. Revithi’den 50 sene sonra, olimpiyat sözcüsü Norman Cox, o dönem toplumsal ve uluslararası baskıları aşıp yeni yeni arenalara çıkmaya başlayan siyahi kadın sporcuların haksızlık yarattığı, dolayısıyla kendilerine ait bir alanda örneğin “hermafrodit kadınlar” alanında yarışmaları gerektiğini tüm fütursuzluğuyla söyleyebildiğinde tarih 1950’ydi.

Sporda bu gibi önyargılar her zaman için söz konusu elitlerin avam olarak nitelediği tabanın ilerici ve devrimci baskılarıyla yıkılmıştır. Bu açıdan baktığımızda sporun eşitlik uğruna bir mücadele alanı olması bakımından önemli bir yeri olduğunu söyleyebiliriz. Fakat kimi tabuları yıkmak da kolay olmuyor. Freud, Totem ve Tabu’da şöyle buyurur: “Tabular ilkel insanın korkularıdır ve insanlık geliştikçe yıkılmaya mahkûmdurlar.” Biz daha yeterince gelişememişiz ki, halen kadının spor dünyasındaki yeri mümkün olan en marjinal noktaya itilmeye çalışılıyor ve tabular yaşamaya devam ediyor.

Caster Semenya’ya dayatılan tüm bu test hikâyesi aslında bundan ibaret. İnsanları tek tipleştirmeye ve yaftalamaya bayılıyoruz. Spor da bunun için bulunmaz bir mekân. Özellikle mevzu kadın-erkek olunca, ezberimizi bozan hiçbir görüntüye tahammülümüz yok. “Erkek gibi vurdu”, “erkek gibi koştu”, “erkek gibi osurdu”. Kadının tüm üstün özelliklerini seksizme bağlayabilen kültürel kodlar arasında yaşıyoruz ve bu tutum spor çevrelerini ve medyayı ezelden beri domine etmiş vaziyette. Muhtemeldir ki çıkış yapan her kadın atletin, kadınsılığını kanıtlamak adına dergilere soyunması da bu sebeptendir. Seksiliği ve güzelliği kanıtlamak dişiliği onaylatmanın ilk şartı olarak görülüyor.

Semenya’nın başına gelenlere baksanıza; yeterince güzel ve kadınsı bulunmayan bir atlete cinsiyet testi dayatılıyor. Semenya, bir kadın dergisine çırılçıplak soyunsa hepimiz rahatlayacağız. “Oh be kadınmış” diyip dergiyle beraber lavabonun yolunu tutarken acaba 1986’da benzer bir durumda biyolojik olarak tamamen kadın olmasına rağmen erkek kromozomlarına(XY) sahip olduğu anlaşılan İspanyol atlet Maria Jose Martinez-Patino’yu hatırlayacak mıyız? Hayatı boyunca bir kadın olarak yaşayan, sevişen, koşan, aşık olan İspanyol sporcuya bilim, kadın olmadığını söylediğinde bu saçma karar ona kendi deyişiyle “arkadaşlarına, nişanlısına ve sporcu lisansına” mal olmuştu.

Semenya’ya dayatılan cinsiyet testi faşistçedir. Cinsiyetçidir, ayrımcıdır ve iğrençtir. Kadın olarak yaşayan, kadın kimliği taşıyan bir insanın ve her şeyden önce “Caster, benim kızım, onu ben doğurdum” diyen bir annenin tüm duyguları, samimiyeti ve özgürlüğü hiçe sayılarak Semenya’nın kişilik haklarına ve yaşam alanına tecavüz edilmektedir. Düşünün bir kere, diyelim ki bu test sonucu Semenya’nın hermafrodit olduğu anlaşıldı ya da kromozomları XX değil de XY çıktı. Genç sporcu, sahtekâr bir dopingliymişçesine muamele görecek, madalyası ve profesyonel olarak spor yapma hakkı elinden alınacak ve 18 yıllık yaşamının tüm emekleri gasp edilecektir.

Yere batsın biliminiz de, kromozomlarınız da, testleriniz de. Dünya Atletizm Federasyonu bir kez daha kanıtlamaktadır ki erkek egemen kapitalist toplumda spor, kadınlara ve eşcinsellere karşı kullanılan bir baskı örgütüdür. Semenya’nın arkasındayız ve son olarak “Altın kız erkek mi kadın mı? Fotoğraflarına bakın siz karar verin” diyen iğrenç Hürriyet gazeteciliğine de buradan en derin lanetlerimi kusuyorum.

Wednesday, August 19, 2009

Galiptir bu yolda mağlup

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR

Yaşadığımız çağ anın çağıdır. Enstantanelerin, imajların, birkaç saniyelik o biricik ve tekrarı mümkün olamayacak anların milyonların zihnini yönettiği bir çağ. Ve bu anların yaratılmasında başrolü oynayan o spor serüvencileri! Doğaya karşı, zamana karşı insan! Günümüz, tüm beşeriyet adına insanlığın limitlerini zorlayan “üstün insanların”, kazananların altın çağıdır. Başka türlü söyleyecek olursak da ikincilerin, kaybedenlerin hak ettikleri değeri göremedikleri bir dönemde yaşamaktayız.

ABD’li uzun atlamacı Bob Beamon, 1968 Mexico City Olimpiyatları’nda bir atlayış yaptı. Ama ne atlayış! Hiç düşmemecesine havalandı, mesafe 8 metre 90 santime eriştiğinde kimi gazetecilerce, “Beamon bulutlara dek yükseldi ve sonra biz fanilerin arasına döndü” biçiminde yorumlar yapıldı. Beamon, döndü dönmesine ama artık o 23 sene boyunca yani erişilmez sanılan rekoru kırılana kadar insanlar arasında gezinen bir tanrıydı. İnsanoğlunun limitlerini paramparça eden yaşayan bir efsaneydi artık. Beamon, Meksika’nın başkentinde 8.90 atlamadan önceki rekor 8.35’le Sovyet sporcu Igor Ter-Ovanesyan’a aitti. Akranı olan Ovanesyan bu rekoru Beamon’dan sadece 1 sene önce gerçekleştirmişti. Tam 55 santim geliştirdi yani rekoru Beamon! Sanırım hadisenin neden bu kadar efsanevi olduğunu şimdi daha iyi anlamışsınızdır.

Tyson Gay, bundan bir ay önce Independent’a yaptığı açıklamada Usain Bolt’un apayrı bir seviyede olduğunu belirterek o izin vermediği sürece kimsenin onu geçemeyeceğini belirtmişti. “Bolt gibi adamları çalışamazsınız. O ya da LeBron James gibi adamlar doğanın harikalarıdır. Benim onun koştuğu dereceleri geçmeme imkân yok çünkü şu an Bolt’un zihni 9.40’lara inebiliyor. Bense bunu hayal bile edemem. Ama elimden geleni yapacağım ve Bolt’u zorlayabildiğim kadar zorlayacağım. En azından 9.69’u geçebileceğime inanmalıyım.”

Jamaikalı olduğu iddia edilen Kriptonlu Usain Bolt, tıpkı Beamon gibi insanoğlunun limitlerini tuzla buz etmiş bir doğa harikasıdır. Onun hem olimpiyatlardaki koşusunu, hem de pazar akşamki muhteşem rekorunu (9.58) hayatımız boyunca unutamayacağımız muhakkak. Beamon’un atlayışı, Julius Erving’in faul çizgisinden bastığı smaç, Maradona’nın 86 Dünya Kupası’ndaki golü, Jordan’ın havada el değiştirerek attığı turnike, Phelps’in arka arkaya kırdığı rekorlar gibi Bolt’un bu performansları da tarihteki ölümsüz yerini ve zihinlerdeki efsanevi imajını perçinlemiştir.

Bolt’u daha önce çok yazdım o yüzden Tyson Gay üzerine iki çift laf etmek istiyorum. Yarışmacı ruha sahip bir sporcunun nasıl olması gerektiğinin dersini veriyor Gay cümle âleme. Bolt’u geçemeyeceğini biliyor belki ama yine de deniyor, Samuel Beckett’ın dediği gibi kaybediyor belki ama yılmıyor bir dahaki sefere daha iyi yeniliyor. Bolt’u daha iyi olmaya zorluyor, yalnızca işini yapıyor. Kaybettiği zaman da 1.95’lik fenomen rakibinin hakkını vermesini biliyor. Yarış sonrası Gay’in bir görüntüsü ekranlara yansıdı. Amerikalı sprinter hırsla ellerini birbirine vuruyor ve belli ki bir şeylerden şikayet ediyordu. Okuduğum ve dinlediğim bazı yorumlarda bunun sebebini Gay’in aşırı hırsına, Bolt tarafından devamlı madara edilmeyi kendisine yedirememesine vs. bağlayanlar olmuş. Gay’in amacı elbette kazanmaktı. Zaten öyle olmasa o piste adım atmazdı. Fakat kendisinin de dediği gibi asıl hedefi Bolt’u zorlayabildiği kadar zorlamak ve en azından eski rekor olan 9.69’u geçmekti. Ve bu hedefinden geri kaldığı için yarış sonrası dövündü, şikayet etti (9.71 koştu Gay, ki bu tarihin en iyi 3. derecesidir).

Doğrudur, Tyson Gay 2000’lerin Frankie Fredericks’idir. Frankie Fredericks de 200’de Michael Johnson ve 100 metrede Donovan Bailey’nin arkasında kalmaya mecbur olmuş müthiş bir atletti. Johnson gibi bir canavarın arkasındaki müzmin ikinciydi ama bu onun “pistlerin centilmeni” ve her şeyden öte harika bir atlet olmasına engel olmadı. Tıpkı Tyson Gay gibi. Spor dünyasının Bolt gibi efsanelere elbette ihtiyacı var. Fakat Gay gibi centilmen müsabıklara da en az onun kadar gereksinimimiz var (ah bir de bu kadar sık sakatlanmasa). Gay, dünyanın en iyisi değil ve Bolt izin vermediği sürece de olamayacak. Ama elinizden geleni yaptıysanız ikinci olmak da o kadar fena olmasa gerek!..

Wednesday, August 12, 2009

Yeşil sahada yiten canlar

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Bir sporcu daha kalp krizi sonucu hayata gözlerini yumdu. Espanyol’lu Daniel Jarque, henüz 26 yaşındaydı. Her sporcu ölümünde temcit pilavı gibi aynı eleştirileri öne sürmek kimilerine fırsatçılık gibi gelebilir. Fakat insanın yaşama hakkı özgürlüklerin en önde gelenidir ve bunu tehdit eden her dayatmaya karşı var gücümüzle çalışmak bizim, her şeyden önce namus borcumuzdur.

Günümüzde sporcu, uğraşı endüstrileştiği ölçüde çalışma şartları ağırlaşan bir emekçidir. Yeteneğinin nadideliği tutarında kazandığı para ve şöhret artar. Buna mukabil bu maddi ve manevi kazanç beraberinde zorlu yükümlülükler de getirir: vücudun ve özel hayatın metalaştırılması ve sömürülmesi gibi. “Gösteri toplumu” yarattığı ve ayrıcalıklarla donattığı yıldızlarının tüm benliklerini satın alır ve onların para getiren özelliklerini iliklerine kadar sömürür. 30’una gelmiş birçok sporcuya ihtiyar gözüyle bakılması biraz da ilk gençliğinden bu yana mesleğinde başarılı olabilmek adına inanılmaz bir efor harcamasından ileri gelir. Bugün rekabetçi sporların genetiğine yerleştirilen ve sadece kazanmak üzerine inşa edilen spor ahlakı, atletleri gitgide daha hırslı ve daha başarılı yapmaktadır. Fakat bir sporcuda bulunması gereken öncelikli özellikler olan erdemliliğin, rakibe saygının ve onurun da aynı oranda azaldığını gözlemliyoruz. İşte daha geçen hafta Orlando Magic’li Rashard Lewis steroid kullandığı gerekçesiyle doping cezası aldı. Daha öncesinde Cleveland Cavaliers’lı LeBron James, kaybettikten sonra rakibin elini sıkmayı anlamsız bulduğunu ve bunun bir “kazanan”’a yakışmayacağını belirtti. Rekabetçi sporlara enjekte edilen yüzde yüz kazanma üzerine kurulu, hayatta kalmacı tavrın sporcuları daha amansız bir rekabete ve “galibiyete giden yolda herşey mübahtır“ tarzı makyavelist bir bakış açısına ittiği muhakkaktır. Ve tüm bu vahşi bakış açısından bize kalanlar işte bunlar: genç yaşta aşırı yüklemelerle iflas eden vücutlar, kalp krizleri, ölümler, erken emeklilik, doping skandalları ve sporda Makyavelizm.

Sporcular, özellikle büyük paralar kazanan sporcular, edindikleri maddiyatı sessizlikleriyle teminat altına almış gibi gözükmektedirler. Bugün Türkiye’de halen bir sporcu sendikası yok. Aynı ülkede saat 19:30’da, 40 derece altında futbol maçları oynatılıyor sırf yayıncı kuruluşun reyting kaygılarını giderebilmek adına. Soruyorum size; Pazar günkü Gaziantepspor-Galatasaray maçında, özellikle son 10 senede çok sık yaşadığımız kalp krizine bağlı sporcu ölümlerinden biri gerçekleşseydi bunun sorumlusu kim olacaktı?

Belki bu soruyu yanlış ülkede soruyoruz ya da tam da sorulması gereken ülkede. İnsan hayatının en ucuza kapatıldığı coğrafyalardan birinde yaşıyoruz. Değil mi ki bugün Tuzla, sırf işverenlerin tembelliği, ihmalkârlığı ve kâr hırsı yüzünden bir korku filmi tersanesine dönüşmüştür. Değil mi ki cezaevlerimizde bakımı mümkün olmayan onlarca can herkesin gözü önünde ölüme terk edilmektedir. Parası yetmeyenin tedavi olamadığı, hastalıktan değil belki ama yoksulluktan ölüme mahkûm edildiği bir ülke değil mi burası? Kâğıttan bozma evleri her depremde yüzlerce can alan, mühendislik skandalı altyapıları her selde maddi manevi zarara yol açan bizim kentlerimiz, bizim politikacılarımız, bizim iş adamlarımız değil mi?

O halde paragrafın başındaki cümleyi yeniden hatırlamalı. İnsan hayatının bu kadar ucuz olduğu ülkemiz, bu soruları sormanın, eksikleri sorgulamanın, suçluları yargılamanın tam da yeridir. Ve tekrar ediyorum: bu, bir spor gazetecisinin namus borcudur. Digitürk ve Türkiye Futbol Federasyonu, sonucunda talihsiz hiçbir olay yaşanmamasına rağmen Gaziantepspor-Galatasaray maçını neden 19:30’da oynattığının hesabını vermelidir. Çünkü emin olun daha önce Marc Vivien Foe, Miklos Feher, Antonio Puerta, Phil O’Donnel gibi maç sırasında kalp krizi geçirerek kaybettiğimiz isimlerin başına gelen talihsizliklerin Pazar günü yaşanmaması işten bile değildi.

Wednesday, August 5, 2009

Wenger'in inadı ve Uygun'un dili

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Her mevsim başı kendimi Arsenal üzerine aynı temada yazılar yazmaya zorunlu hissediyorum. Arsenal’i niçin sevdiğimden tam olarak emin değilim. Ian Wright yüzünden olabilir, Bergkamp yüzünden olabilir, 95 Avrupa Kupa Galipleri Kupası finalinde Espanyol’a uyuz olup kendilerinden taraf olmam yüzünden de olabilir. Dedim ya niye sevdiğimi bilmiyorum. Tek bildiğim her maçlarına denk gelişimde içimden bir şeylerin “Ulan ‘Topçular’ kazansa” be diyerek taraftarlık zaafiyetlerimi dürttüğü.
“Çocuklarla hiçbir şey kazanamazsınız.” Eski futbolcu, günümüzün yorumcularından Alan Hansen’ın bu sözü belki de İngiliz spor medyası tarihinin en meşhur sözlerinden biri olagelmiştir. Her klişe lafa olduğu gibi buna da bayılmıyorum. Fakat dedim ya, birkaç senedir mevsim sezon başı ve mevzu Arsenal iken kendimi bu cümleyi tekrar ederken buluveriyorum.

Geçtiğimiz hafta, 16 milyon pound’a Arsenal’den Manchester City’e transfer olan Kolo Toure, giderayak kendisine futbolu öğreten kulübü ve teknik adamı yaylım ateşine tuttu. Arsene Wenger’in bu transfer politikasıyla devam etmesi durumunda Arsenal taraftarlarının kupa hasreti çekmeye devam edeceğini iddia eden Fildişi Sahilli stoperin cümleleri soğukkanlı bir iş adamından farksızdı. “Bugün futbolda para harcamazsanız başarılı olamazsınız. Bu bir endüstri.”

İnsanın öfkeli kelimelerini ağzına tıkayan şeyse, Toure ve onun gibi düşünenlerin haklı olması. Arsene Wenger, Arsenal’in mali operasyonlar başkanı ya da alt yapı direktörü olsa başarılı kabul edilebilirdi. Tek hedefi kâr etmek olan bir kulüp sahibi olsa, malikânesinde paracıklarını sayan bir Varyemez Amca kadar mutlu olabilirdi. Gelin görün ki bunların hiçbiri değil Fransız teknik adam. İşinizin devamı için başarının belki de en elzem olduğu koltukta oturuyor ve 4 senedir hiçbir şey kazanamadı. Buna rağmen Wenger inatçı politikasını değiştirmedi. Dolayısıyla bu sene de herhangi bir başarı elde edemeyeceklerini söylersek kâhinlik yapmış olmayız. İnatçı politikadan kastımı açayım isterseniz; Arsenal bu sezon Galatasaray’dan da Fenerbahçe’den de Beşiktaş’tan da daha az para harcadı transfere. Üstüne üstlük yaptığı futbolcu satışlarıyla 30 milyon pound da kâra geçti. İlk kez geçen sene piyasaya tanıttığı Wilshere, Merida, Ramsey gibi sabi sübyan yetenekleri ise bu yıl sık sık kadroya dâhil edeceğinden emin olabiliriz.

Arsene Wenger’in ne kadar zeki bir adam olduğunu anlatmaya gerek yok. Tüm bu inatçılıkları başarısız olmaya olan esrarengiz ve bitmek bilmeyen bir tutkudan dolayı yapmayacağı da aşikar. Geriye birbirinden romantik 2 seçenek kalıyor. Ya Arsene Wenger, endüstrinin kalbine konuşlanmış bir devrimci ve tüm futbol âlemine bacak arasından gol atıyor, ya da yine aynı devrimci pozisyondan futbolun tamamen kazanmaya endeksli vahşi kültürünü baltalayarak bize bir şeyler anlatmak istiyor. Tabii bir de diğer seçenek var: Wenger, evde play station oynarken “yenilirsem de güçsüz takımla yenildim derim” diyen kendine güvensiz bir ergen gibi devamlı rakiplerinden zayıf takımlar oluşturuyor ve “ben genç oyuncu yetiştiriyorum” kisvesinin altına saklanıp başarısızlıklarını böylece örtbas ediyor.
Wenger’in iç dünyasında neler oluyor bilemiyorum ama Arsenal tribünlerinin 1 seneyi daha kupa görmeden geçirmek istemediklerine eminim.

UYGUN’UN DİLİ

Bir başka teknik adam profilini de bizim buralardan çizelim. Bülent Uygun. Nam-ı diğer Asker Bülent. Onun iç dünyasının Wenger kadar ilginç olmadığı kesin. Eylemlerini tetikleyen dürtülerinde Wenger’de olduğu gibi entelektüel bir dürtü aramıyoruz elbette. Benim merak ettiğim benzerine sadece Fatih Terim ile Jose Mourinho’da rastlanan bu kendine güvenin ve egonun nereden kaynaklandığı.

Saydığım isimler her ne kadar antipatinin doruklarında gezinseler de sayısız kupa ve başarı kazanmış, futbolcu yetiştirmiş isimler. Sultan Süleyman’a kalmayan dünyanın onlara kalacağını sanmalarından kelli bir yanlışları yok. Bülent Uygun deyince ise akla maalesef kısıtlı imkânlarla zirveye oynamış bir futbol takımı değil hepsi birbirinden sevimsiz onlarca vecize(!), mehter marşı eşliğinde yaptırılan ileri zekâ ürünü antrenmanlar, Sedat Peker’li, Fethullah Gülen’li ilişkiler, medyaya yapılan şovenist açıklamalar ve futbolcuyken her gol sonrası verdiği asker selamları kalıyor.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz haftalarda DTP’ye karşı bir tehdit gibi kullandığı şu cümleyi hatırlamakta fayda var: “Söz ola kese savaşı, söz olsa kestire başı.” Kuşkusuz dili olmasa Bülent Uygun’u seven insan sayısı daha çok olacaktı. Muhafazakâr kesime, yani ülke geneline yakın gelebilecek tüm falsolarına rağmen memleketin çoğunluğu bu adamın aldığı hezimetler sonrası “İyi oldu, hak etti” diyebiliyorsa Uygun için takkesini önüne alıp düşünme vakti çoktan geldi de geçiyor demektir.

Son aylardaki incilerinden birkaçını yan yana dizmeden rahat edemeyeceğim. Sivaslı futbolcuların gece hayatına kapılmama nedeni olarak öne sürdüğü tez: “İstanbul’da Laila, Sivas’ta La İlahe İllallah var.”, Beşiktaş ve Galatasaray’ı hedef alan iğneleyici(!) sözleri( sözünün eriymiş ama helal olsun): “Avrupa’da belki 5, 7, 9 yeriz ama 6 veya 8 yemeyiz.” , Sezon öncesi oynanan PSV maçının hakemine yönelttiği fantastik iddia ve hakaretler: “Hakem Anderlecht taraftarı ve PSV hayranı, embesilin teki.”

Komik adam aslında gülüyoruz.