Sunday, November 21, 2010

Çapsız tiradın anlattıkları


BU YAZI İLK OLARAK 21 KASIM 2010'DA EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR


"At sahibine göre kişner” denir ya, bu medyada da aynen böyle. Sahibi kimse ona göre, onun çıkarlarına göre yayın yapar medya organları. Televizyon, bunun görsel olarak en gelişmiş örneklerini en yaygın şekilde sunma becerisine sahiptir. Bu bakımdan düzene eleştirel bir gözle bakabilenler için de önemli bir laboratuardır. Spor medyasına gelince, bu laboratuar bir panayır halini alır.

Spor ve spor basını sistemin önemli ideolojik uzuvlarından biri haline getirildiği ve dinamikleri militarizm, milliyetçilik ve cinsiyetçilikle harmanlandığı için onun aracılığıyla düzenin en realist fotoğraflarını çekebilirsiniz. Bu fotoğraflar realist olmalarından mütevellit eleştirel gözlere bir o kadar da can sıkıcı gelir. Ne de olsa gerçektir ve günümüzün gerçekliği en kibar tabirle mide bulandırıcıdır.

13 Kasım 2010’da oynanan Bursaspor-Trabzonspor maçı sonrası Bursaspor TV’de karşımıza çıkan spiker Seda Çapçı ülke sporundaki tüm çarpıklıkları 16 dakikalık hezeyan tiradına sığdırmayı başararak bu alanda önemli bir kaynak vazifesi gördü. Her cümlesinden fanatizm, hazımsızlık, erkek egemen söyleme bulanmış bir cinsiyetçilik, sosyal ırkçılık ve ayrımcılık akan Çapçı’nın mevzubahis sözlerini internete erişme olanağınız varsa kolayca dinleyebilirsiniz. Ben yine de o meşum cümlelerin üzerinden gitme ve sakatlıklarını teşhir etme niyetindeyim.

HEGEMONİK KÜLTÜRÜN ÖZETİ

“Biz bağrımızda, içimizde yaşattığımız Trabzonluları her zaman kanıksadık, kendimizden gördük, ayırt etmedik. Zaten T.C hudutları içerisinde bu dili konuşan, ben Türk’üm diyen herkes Türk’tür, kardeştir. Burada ekmek yediler, burada kazandılar. Biz mutlu olduk, hiçbir zaman bu ayrımı algılamadık ama bize algıda seçicilik yaptırdılar. Onları hemşeri kabul etmiştik, meğer değillermiş.”
Çapçı’nın şoven, sosyal ırkçı ve banal faşist söylemlerin en klişelerini derleyerek seslendirdiği bu türküye sebep olarak gösterdiği şey Trabzonsporlu taraftarların galibiyetlerini kutlamaları, “Bize her yer Trabzon” gibi sloganlar atmaları, “Bursa pabucu yarım çık dışarıya oynayalım” demeleri. “Küfür ettiler” de diyor Çapçı, etmişlerdir doğrudur ama bu, Çapçı gibi tüm şehre yayın yapan bir kanalın spikerinin tavrını haklı çıkarır mı? Bursa’daki Karadenizli ve Trabzonlu nüfus epey fazladır. Çapçı’nın fanatizmle dışa vurdukları kentteki ayrımcı, tepeden bakan, ötekileştirici görüşleri ortaya dökmekle kalmıyor televizyon aracılığıyla bunları yaygınlaştırıyor ve besliyor da.

Çapçı burada kalmıyor. Üzerine futbol taraftarlığı elbisesi geçirilmiş erkek egemen söylemleri, “yiyorsa, çıkışta bekleyin ulan” düzeyiyle şakımaya devam ediyor. Biliyorum, benzetme ve mübalağa sanatlarına başvurduğumu sandınız ama vallahi öyle değil. Şöyle diyor spikerimiz:
“Madem her yer Trabzon diye tezahürat yapmayı biliyorsunuz, maç çıkışı Heykel’e gelseydiniz. Özellikle de Bursa’da EKMEK (burası vurgulu) yiyen Trabzonlulara sesleniyorum. Haydi giyin formalarınızı, çıkın gelin, bekliyorum. Gelemiyorsunuz çünkü…”


Bu noktada Çapçı, fanatizmin dayattığı yaygın bir saçmalığı da dillendiriyor: “Kendini, taraftarı olduğu takımın sözde karakteriyle özdeşleştirmek.” Çapçı’ya göre Bursaspor asil ve büyük bir camia bu sebepten “hayali bir cemaat” (Benedict Anderson’ın bu tabiriyle ulusçuluk-taraftarlık korelasyonuna da selam göndermiş olalım) olan Bursaspor taraftarları da asil, büyük ve elbette kaçınılmaz olarak diğerlerinden daha ayrıcalıklı.
“Biz her zaman olgun, asil bir duruş gösterdik. Yendiğimiz zaman karşı tarafı rencide etmeden sevindik, çünkü biz adam gibi(buralar ekstra vurgulu) bir camiayız.”


GERÇEKTEN KÜÇÜK, KÜÇÜĞÜ DESTEKLESE…

Seda Çapçı örneğinde de gördüğümüz gibi kadınların “adam gibi” benzeri cinsiyetçi söylemleri niye benimsediğini tüm bu tiradı dinleyince kestirmek zor değil. Çapçı, bu ülkenin nahoş fotoğrafını neredeyse eksiksiz bir şekilde vermeyi başarıyor. Futbol maçında alınan bir mağlubiyet, biraz sinir bozukluğu, biraz hazımsızlık birikmiş tüm nefreti, ayrımcılığı ve ideolojik çiğliği yansıtmaya yeterli.

Bu arada atlamayalım. Trabzonspor cephesinden Seda Çapçı’ya gösterilen kimi tepkiler de tüm bu “güzel ortam”la gayet kafiyeli. Çapçı’nın işine son verilmesi üzerine, “Biz adamı böyle kovdururuz”’dan başlayarak galiz küfürlere uzanan reaksiyonlar aslında Çapçı’nın varlık sebebi. Egemenlerin dilini kullanarak nefret saçan, birbirinin kopyası 2 ayrı kutuptan başka bir şey olmadıklarının maalesef farkında değiller.

Gazetelerde Trabzon’un başarısı üzerine atılan manşetleri, “Küçük, küçüğü desteklermiş her zaman, hayatta da böyledir bu…” diye tanımlayarak sonlandırıyor tiradını Çapçı. Eh, böyle sözler sarf eden birinin “küçük” kelimesiyle imlediklerini, kastettiklerini anlamak zor olmasa gerek. Umarız öyle olacak Seda Çapçı, size göre “küçük, sıradan, asil olmayan, bayağı insanlar” birbirini desteklemeye başlayacak ve egemenlerin değerlerini bir virüs gibi oradan oraya taşıyan, sizin gibilerden kurtulacağız…

Sunday, November 14, 2010

Enes Kanter, NCAA ve amatörlük ilkesi



BU YAZI İLK OLARAK 14 KASIM 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

Amerikan Kolej Basketbol Ligi, NCAA’in arifesinde Türkiyeli basketbolseverler kötü bir haber aldı. Neslinin en yetenekli uzunlarından Kentucky Wildcats’li Enes Kanter, NCAA’de forma giymekten men edildi. Kurum, Kentucky’nin itiraz hakkını açık tutuyor fakat bu yolun sonuç vermesi şimdilik düşük bir ihtimal…

Fenerbahçe Ülker Basketbol Şube Direktörü Nedim Karakaş’ın geçtiğimiz sene New York Times’a verdiği röportajda yaptığı, “Enes’e 3 yıllık bir süreç içinde 100 bin dolardan fazla para ödedik” şeklindeki açıklama bu kararın geçmesinde önemli rol oynadı. Kanter’i belirli bir ücret karşılığı profesyonel olarak basketbol oynadığı, dolayısıyla amatörlük ilkesine uygun olmadığı gerekçesiyle NCAA’de izleyemeyeceğiz. Peki, oyuncularının amatörlüğüne bu kadar önem veren NCAA bu “ilkeli” amatör ruh tablosunun neresinde yer alıyor?

Her şeyden önce NCAA deyince, basketboldan Amerikan futboluna birçok sporu kapsayan ve binlerce öğrenciyi şemsiyesi altında bulunduran devasa bir endüstriden söz ettiğimizi belirtmek lazım. NCAA, her ne kadar “kâr amacı gütmeyen kurum” statüsünde yer alsa da aşırı ticarileşmiş ve kitlesel bir endüstri olmanın getirdiklerinden azade değildir. Sadece meşhur “March Madness” (Mart Çılgınlığı) adı verilen ve şampiyonun belirlendiği turnuvanın yıllık televizyon geliri bile 700 milyon doları aşmaktadır. Tarihi, gelenekleri, işlevleri bakımından önemli bir ideolojik yapının parçasıdır ve açıklaması bu yazının sınırlarını aşar ama sistemin yeniden üretilmesi hususunda profesyonel ligler kadar önemli bir yere sahiptir. Sadece “okul ruhu” olarak fetişleştirilen mikro-ideoloji bile başlı başına bir tez konusudur.

Üniversiteler her yıl spor programlarına muazzam miktarda para harcar. NCAA dışı gelirlerin kaynağı, “okul ruhu” gelişkin mezunların bağışlarına ve “merchandizing” satışlarına dayanır. Okul takımının formaları, anahtarlığı, şusu, busu… Birçok kolej programı toplam gelir olarak ülkemizdeki üç büyükleri kıskandıracak bir “merchandizing” kalemine sahiptir.

Enes Kanter’in koçu John Calipari, 2009’da Kentucky ile 8 yıllık bir sözleşme imzaladı. Bu sözleşme karşılığında alacağı ücret: 31.65 milyon dolar. Kimi NBA koçlarını bile kıskandıracak bir rakam. NCAA’de üniversitelerin spor harcamaları muazzamdır çünkü bu harcamalar aslında bir yatırım stratejisidir. Spor takımının sürekli başarısı gelir kalemlerinin önemli bir itkisi olan “okul ruhunu” zinde tutmaya yardımcı olur ve tüm bu ticari ilişkiler üniversiteleri kaçınılmaz olarak kârlarını maksimize edip genişlemeyi amaçlayan şirketlere çevirir. Ernest Mandell, “geç” kapitalizmin tekel kârlarını üniversitelere yatırarak güdülendiğini iddia ederken haksız değildi. Sadece ABD değil tüm dünyadaki üniversitelerin son 30 yılda izlediği seyre bakarsak bunu daha iyi anlayabiliriz.

NCAA şemsiyesi altına girmiş “amatör” bir atletin bütün “lisans hakları” kuruma aittir. Sporcu bunlar üzerinde hiçbir hak iddia edemez. NCAA ise bilgisayar oyunlarından formalara bu oyuncuların sahip oldukları ve ürettikleri her şeyi tepe tepe kullanır. Kurum sadece bu yolla senede 4 milyar dolarlık bir gelir elde eder. Açıkça holdingvari bir işleyişi olduğu halde amatörlük ilkesine sıkı sıkıya bağlı olduğunu belirten, bununla övünen hatta bundan mistik bir sempati yaratan NCAA, her maç, her turnuva, her sezon kendi gelir kalemlerini devamlı yeniden üreten atletlere bu emekleri karşılığında 1 lira dahi ödemez. Evet, birçoğuna burs verir, üniversitede eğitim görme şansı tanır ve bu kapitalist eğitim ölçütleri içerisinde bir nimet gibi görünebilir. Fakat bu, maddi olarak atletlerin toplamda ürettiği değerin yanına bile yaklaşamayan eşitsizlikte bir mübadeledir.

NCAA şu anki haliyle atletlerin önüne konmuş bir staj dönemi gibidir. Tamamen profesyonelleşmiş, ticari bir ortamda sıkı çalışma, uyum, disiplin, itaat gibi her türlü “profesyonelliği” oyuncularından talep eder ama tek bir şartla: Oyuncuların amatör olarak kalması yani ücret almaması. Elbette bir de sporun “sakatlık” gibi bir gerçeği var. Sakatlıklar amatör/profesyonel ayrımı yapmaz. Bir sporcunun yıpranmasıyla eş değer olarak ortaya çıkma oranı da artar. NCAA’deki yoğun çalışmalarına dizlerini verdiği için profesyonel olma, yani bu işten para kazanma hakkını kaybetmiş yüzlerce “büyük yetenek” var.

Kolej yerine İtalya’da 1 sene profesyonel olarak oynayıp drafta katılan Brandon Jennings örneği sonrası “Ailemi geçindirmek zorundayım. 1 yıl daha para almadan bekleyemem” diyecek atletlerin sayısının artacağına dair korku henüz gerçekleşmedi. Fakat Ed O’Bannon gibi sağlığını ve kariyerini NCAA’de heba etmiş “eski yıldızlar” artık kurumun yarattığı haksız ilişkilere yavaş yavaş başkaldırıyor. 1995 NCAA finalinin unutulmaz ismi UCLA’li O’Bannon bir bilgisayar oyunundaki UCLA’95 takımında kendisinin olduğunu görünce NCAA’e dava açmıştı. Yine California, Maryland gibi okulların öğrencileri, spor bütçeleri yüzünden eğitim harcamalarını düşürdükleri gerekçesiyle geçtiğimiz sene kitlesel protesto eylemleri düzenlediler. Marylandli öğrencilerin hedefinde senede 1.75 milyon dolar kazanan Amerikan Futbolu koçu Ralph Friedgen vardı. Californialılar ise 2.8 milyon dolar karşılığı görev yapan Jeff Tedford’a kızgındı.

NCAA’in kaymağını yediği amatör spor mistisizmi, yaratılan gelirin bir kısmı oyunculara geri verilmedikçe, sakatlanan oyuncuların bursları kesilmedikçe ve okulu bırakıp profesyonel olan oyunculara geri döndüklerinde yine aynı burs ve olanaklar tanınmadığı sürece hikâyeden de öte basit bir reklamcılık hamlesinden ibarettir. Bir holding ne kadar amatörse NCAA de o kadar amatördür.

Monday, November 8, 2010

Spor aracılığıyla 'depolitizasyon' ve Tlatelolco Katliamı


BU YAZI İLK OLARAK HAYAT DERGİSİNİN KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR.

"¡No queremos olimpiadas, queremos revolución!" (Olimpiyat değil devrim istiyoruz!)

1968’i yad etmek için çok sebep var. Tarihin en çok konuşulan spor organizasyonlarından Mexico City Yaz Olimpiyatları da onlardan biri. 17 Ekim’de Evrensel Gazetesine yazdığım yazıda Tommie Smith ve John Carlos’un sarsıcı protestosunun öyküsünü anlatmaya çalışmıştım. Madalya törenine ayakkabısız, siyah çoraplarla çıkan ve ABD milli marşı sırasında ‘Kara Panterler’ selamı vererek yumruklarını göğe kaldıran ikilinin bu protestosu kuşkusuz spor tarihinin en politik anlarından biriydi.

1968’de, dünyanın her yerinde ‘sokağın’ politikası gündemi işgal ederken sporun bundan azade kalması beklenemezdi elbette. Oysa spor, 20.yüzyılın başından bu yana kasıtlı olarak apolitikleştirilmiş bir alandır ve yüz milyonlarca ‘tüketicisi’ olan bu alanın ‘gerçekten’ politik hale gelmesi egemenlerin çıkarlarıyla kesinlikle uyuşmaz. Bu iddia ışığında, FIFA’sından IOC’sine kurumsallaşmış, küresel sisteme entegre olmuş tüm spor organizasyonlarının neden “sporla politikayı karıştırmayın” mottosunu vazgeçilmez olarak sahiplendiğini daha iyi anlayabiliriz.

“Post-ideolojik halay başları…”

Günümüzün en büyük ve aynı zamanda en ‘politik’ yalanı politikalar üstü, “post-ideolojik” bir çağda yaşadığımız iddiasıdır. Başbakanından iş adamına, gazetecisinden spor adamına kadar köşe başlarını tutmuş tüm egemenler bu görüşü sıkı sıkıya sahiplenir. Bendenizin “post-ideolojik halay başları” diyerek nitelediği bu güruhun kolektif algılayışımıza gayet başarılı bir şekilde empoze ettiği üzere reel siyasi hegemonya ideal toplumun ta kendisidir. Devrimler çağı kapanmış, ideolojiler ölmüş, komünist hipotez yenilmiştir. Dolayısıyla “ideal toplumun” sözcüsü liberal hegemonyaya karşıt her fikir “çağ dışılık” olarak nitelenebilir. Velhasıl-ı kelam bu aynı zamanda mevcut düzeni yeniden üreten pratiklerin de politik olmadığı iddiasını taşır.

Bu yüzden Marmara Üniversitesi rektörü Zafer Gül’ün “İdeolojik takıntılı akademisyenleri barındırmayacağım” şeklindeki tehdidi “ideolojik takıntılı” sosyalist gruplar dışında kimseyi rahatsız etmez. Bu yüzden her futbol müsabakası öncesi milli marş okunması politik dayatma statüsünde kabul edilmez. Bu yüzden uluslararası spor organizasyonları küresel kapitalizmin en etkili yayılma araçlarından biri haline gelmişken ve her adımında mevcut sistemin tahkimini hedefliyorken aynı zamanda “Barışçıl ve tarafsız Olimpiyat Ruhu” martavalları bize pazarlanmaya devam edilebilir.

Ne de olsa onlar politikalar üstü ve ne de olsa biz post-ideolojik bir devirde yaşıyoruz!

‘Kara Panterler’ ve Tlatelolco

Egemenlere göre spor ve sokağın politikasının niye yan yana gelmemesi gerektiğini kısaca açıklayabildiysek 1968’e ve o tarihi eyleme hatta eylemin de öncesine dönebiliriz. 1968, sadece Avrupa’da değil ABD ve Meksika’da da hareketli bir dönemdi. Şöyle bir iddiada bulunabiliriz: Olimpiyat Komitesi yetkilileri ABD’deki Sivil Haklar Hareketinin turnuvaya olan siyasi etkisinden ne kadar çekiniyorsa Meksika’da şaha kalkan öğrenci ve emekçi hareketinin “aşırılıklarından” 5 kat daha fazla çekiniyordu.

“1968, Mexico City’de bariyerlerin yıkıldığı, öğrencilerin, işçilerin ve kent yoksullarının politik rejime karşı etkili bir muhalefet oluşturduğu bir dönemdi. Öğrenciler sokaklarda, plazalarda, otobüslerde birlikler oluşturuyor, halkı ‘uyandırıyordu’. Her okulda, üniversitede demokratik yöntemlerle işleyen devrimci gruplar örgütlenmişti. Merkezi bir lider yoktu. Bir devrim yaşanmak üzereydi, Che’nin devrimi değil belki ama sistemi içinden dönüştüren, coşkulu, heyecanlı, şiddet içermeyen bir devrim…”


‘Dissent’ dergisinin ülkedeki siyasi havayı böylece tanımladığı bir dönemde Meksika, Başkan Gustavo Diaz Ordaz’ın yönetiminde işçi sendikalarına ve öğrenci hareketine karşı sert bir tutum takındı ve aynı zamanda da Mexico City’de düzenlenecek olan Olimpiyat Oyunları için tam 150 milyon dolar(bugüne göre 7.5 milyar dolara tekabül eden bir rakam) harcadı.

1968 yazı öğrenci hareketinin, hükümetin artan baskılarına karşı gerçekleştirdiği eylemlerle geçti. Her eylemde hükümetin tavrı daha da sertleşti. 2 Ekim 1968 günü, 10.000 öğrenci, Tlatelolco, Plaza de las Tres Culturas’ın önünde toplandı. Eyleme CNH(Ulusal Grev Konseyi) üyesi olmayan binler de destek verdi. “Olimpiyat Oyunları değil Devrim istiyoruz” sloganları eşliğinde Plaza’yı işgal eden eylemciler, sabaha karşı 5.000 asker, 200 tank, uçaklar ve helikopterlerin müdahalesiyle karşılaştı. Sonuç bir felaketti. Sayısı hala tam olarak bilinmemekle birlikte yüzlerce kişi yaşamını yitirdi, 1345 kişi tutuklandı. Olaylar sonrası medyanın öncülüğünde müthiş bir karşı propaganda başlatıldı ve eylemcilerin güvenlik kuvvetlerine ateş açtığı, müdahalenin bunun üzerine gerçekleştiği iddia edildi(ne kadar tanıdık!). 2000 yılında devlet, kalabalıktan ateş açanların hükümetçe görevlendirilmiş keskin nişancılar olduğunu belgeleyen resmi kayıtları açıklayana kadar bu görüş geçerliliğini korudu.

Katliamın unutturuluşu

Kuşkusuz olimpiyat oyunlarının başlamasından 10 gün önce, koca bir şehrin gözlerinin önünde gerçekleşen bu hadiseyi unutturmak için apolitikliği garanti altına alınmış bir olimpiyat oyunlarının varlığı çok önemliydi. Bu sebeple, Olimpiyat Oyunları Komitesi Başkanı Avery Brundage, turnuva başlamadan bir hafta önce “Oyunlar süresince her türlü politik mesaj ve eylemin sertçe cezalandırılacağı” şeklindeki deklarasyonu yeniden yayınladı.

Nihayetinde önemli bir politik arka planda başlayan turnuva Tlatelolco Katliamının hiçbir şekilde gündeme dahi getirilmediği ve unutturulduğu bir depolitizasyon aracına dönüştürülmüş oldu. Hatta şunu rahatlıkla iddia edebiliriz ki, Tommie Smith ve John Carlos’un önderliğinde ve başka birçok Afro-Amerikalı atletin de destek verdiği çok önemli ama ABD’deki Sivil Haklar Hareketi ile sınırlı olan politik eylemlerin sahnelenmesi Meksikalı otoritelerin işine bile gelmiştir. Çünkü geride çok daha politik, kanlı ve acılı bir eylem, Tlatelolco Katliamı unutulmaya yüz tutuyordu…

Tarihin bu yaprağı, egemenlerin dilinden düşmeyen “spora politika sokmayın” zırıltısının düzen için neden bu kadar önemli olduğunun da bir kanıtıdır. Bir tarafta Tommie Smith ve John Carlos’un başarıyla sonuçlanan eylemi ve ‘68 sonrası Sivil Haklar Hareketi’nin devleti pes ettirerek elde ettiği önemli kazanımlar… Öte yanda öğrenci, işçi ve kent yoksullarının müthiş bir devrimci potansiyel oluşturduğu Meksika’da gerçekleştirilen bir katliam, Olimpiyat Oyunları’nda susturulan ve uyutulan bir halk ve o tarihten itibaren -belki de EZLN’ye kadar- devamlı gerileyen bir devrimci muhalefet…

Dünya yalan söylüyor çünkü Pekin’de, Delhi’de olimpiyatlar için on binlerce insanı evsiz bırakmak politikanın ta kendisidir. Güney Afrika’da Dünya Kupası için “imaj bozucu” yoksulları çitlerle çevrili teneke kentlere hapsetmek politikanın ağa babasıdır. Spor müsabakaları öncesi milli marş okutmak politik bir dayatmadır, Tlatelolco Katliamı politik bir katliamdır ve son olarak Olimpiyatlarından Dünya Kupası’na kapısından içeri politika sokmadığını iddia eden tüm organizasyonlar dibine kadar politiktir.

Slavoj Zizek’le bitireceğim: “Günümüzde –her alanda- post-ideolojik olduğunu iddia edenler esasında ağzına kadar ideolojiye batmış olanlardır.”

Sunday, November 7, 2010

Futbol sahalarındaki milliyetçi kuşatma: Zorunlu İstiklal Marşı

BU YAZI İLK OLARAK 7 KASIM 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.



Bir enstantaneyi hatırlatarak başlamak istiyorum. 16 Kasım 2005, Şükrü Saraçoğlu Stadyumundayız. 2006 Dünya Kupası Elemeleri Play-Off Baraj maçında Türkiye, İsviçre ile karşılaşıyor. İsviçre ilk maçı 2-0 kazanmış ve her iki ülke spor çevrelerinde de birbirine karşı düşman bir hava hâkim. Hafta boyunca hem Türkiye hem de İsviçre medyası bu şoven havayı körüklemek için elinden geleni yapmış. Kadıköy’de toprağı sıksanız şüheda fışkıracak. Maç böyle bir atmosferde başlıyor.

Karşılaşma öncesi İstiklal Marşı okunurken kamera Alpay Özalan’ı gösteriyor. Öyle bir okuyuşu var ki sanırsınız yanına Osman Pamukoğlu’nu da verseniz 3 saatte Yunanistan’ı fethedip geri dönecek. “Eyvah” diyorum arkadaşlara “Alpay bu vatan sevgisiyle 5.dakikada kırmızı kart görür.” Maç başlıyor, dakika 1, Alpay penaltı yaptırıyor. Tabii ki arkadaşlar hayırsız ağzıma sövüyor ama ortada hayırsız ağızlı olmaktan daha farklı bir gerçekliğin olduğu da aşikâr.

Spor ve militarizm arasındaki bağlantı ezelidir; Antik Yunan’a kadar dayanır. Platon, sporun oyun ya da eğlence olmaktan öte askeri eğitimler için de kullanılabileceğini yazdığında bölgedeki topluluklar bunun çoktan farkındaydı. Aristo, Politika adlı eserinde Spartalıların çocuklarını yoğun atletik idmanlarla vahşileştirdiğini yazar. Antik dönemden günümüze hâkim sınıflar, sporun bu özelliklerini korumasına özen göstermiştir. Modern dönemde kitleselleşme ve ticarileşme ile birlikte bu nitelikler güçlendirilmiş ve yayılmıştır.

Önce ritüelleşme sonra yasalaşma

Bu açıdan baktığımızda günümüzde sporun ve taraftarlık kurumunun milliyetçilik ve militarizmle bu denli iç içe geçmiş olduğunu görmek şaşırtıcı değil. Hele ki Türkiye gibi bu alanlarda at başı gitmeyi erdem sayan bir ülkede hiç değil. 90’ların başında PKK ile T.C arasındaki sıcak savaşın yükseldiği bir dönemde futbol tribünleri de milliyetçiliğin, Kürt düşmanlığının ve PKK karşıtı eylemlerin önemli odaklarından biri haline gelmişti. Futbol stadyumlarında şoven bir atmosferin hüküm sürdüğü bu yıllarda tribünlerdeki ülkücü grupların ön ayak olmasıyla maçlardan önce İstiklal Marşı okunması gibi bir adet spor kültürümüze kazandırıldı(!) ve bu ritüel 1993/94 sezonunda Fenerbahçe başkanlığı yapan ülkücü Güven Sazak’ın gayretleriyle yasalaştı. O tarihten bu yana her futbol müsabakası öncesi İstiklal Marşı ile terbiye ediliyoruz.

Bu uygulama Türk icadı olmasa da bize benzer toplumsal yapılara ait bir uygulamadır diyebiliriz. Örneğin ABD’de maçlardan önce milli marş okuma uygulaması Vietnam Savaşı döneminde ortaya çıkmıştır. Marksist düşünür Harry Cleaver’a göre bu uygulama devletin sporu politik koşullama aracı olarak kullanmasının önemli örneklerinden biridir. ABD’de halen büyük spor organizasyonları öncesi milli marşın okunması ya da basketbol karşılaşmalarının ulusal kanalda Marine Corps.(Denizcilik Kuvvetleri) sponsorluğunda yayınlanıyor olması şaşırtıcı değil. 2000’li yılların tamamını Ortadoğu’yu işgal etmekle geçirmiş bir ülkeden bahsediyoruz. Bunca savaşı halka kabul ettirmek için gündelik hayatta bunu normalleştirecek araçlara ihtiyaç var. Yanlış ellerdeki spor, bunun için biçilmiş kaftandır.

Ülkemize ve zorunlu İstiklal Marşı uygulamasına dönecek olursak bu ritüel öylesine kanıksanmıştır ki spor yazarları yabancı kökenli futbolcuların Türk olabilmesi kriterlerini sayarken bunu koşul olarak öne sürebilir. Örnek, Uğur Meleke’nin Bobo hakkında yazdığı yazı :
“Türkçe öğrenen, İstiklâl Marşı’nı milli takım arkadaşlarıyla birlikte okuyan, Atatürk Türkiye’sini araştıran/bilen, hayatının geri kalanında bu ülkeye hizmet etmeyi düşünen bir Bobo, o yasadan faydalanmayı bence hak eder...”
Garip değil mi? Maalesef artık değil.

Kulüplerarası lig maçlarından önce okutulan İstiklal Marşı tamamen politik, milliyetçi bir dayatmadır. Sistemin toplumdaki milliyetçiliği yeniden üretme araçlarından biridir ve spor sahalarından kazınması gereklidir. Gelin görün ki Meleke örneğinde de görüldüğü gibi İstiklal Marşı ile sisteme entegre olmak arasında önemli bir bağ kurulmuştur ve bu anlayışı yıkmak kolay değil. Her şeyden önce bunu yıkmak için mücadele edenler hiç alakaları olmadığı halde garip ithamlarla suçlanabilir, saldırıya uğrayabilir.

Milliyetçi kuşatmanın kırılması

Son dönemde toplumsal meselelere ilgili, sol tandanslı taraftar gruplarının tribünlerde boy gösterdiğini görüyoruz. UPS işçilerine, Tekel işçilerine, Türkan Abla’ya, Seyrantepe inşaatında can veren işçilerimize destek veren bu taraftar grupları tribünlere hâkim olan milliyetçi yapılardan çok farklı. Halihazırda tribüne egemen olan taraftar profili egemen sınıfın fedaisidir. Eylemleri ve taşkınlıkları kimi zaman ayıplanır gibi görünse de milliyetçiliği, cinsiyetçiliği ve sporun ticarileşmesini kolaylaştıran güdümlü fanatizmiyle aslında şeref tribününde oturan takım elbiseli kodamanların gündelik işlerini gören basit bir araçtır. Stadyumda alemin kralı gibi gözükür halbuki şeref tribününün oyuncağıdır, onların çıkarlarını ve değerlerini yüceltip durur.

Oysa tribünlerimizde yeni yeni görmeye başladığımız bu grupların eylemleri de çıkarları da şeref tribününe terstir. O yüzden bu gruplar “karşı-hegemonik” olma potansiyeline sahip yegâne topluluklardır. Bu yazıyla tribünlerimizdeki sol tandanslı gruplara zorunlu İstiklal Marşı dayatmasına karşı eylem yapmaları çağrısında bulunmak isterdim ama malum “vatandaşın elinde imkân varsa o da karşı koyacaktır” diyen bir başbakanın ülkesinde yaşıyoruz. Linç kültürü her yerimize sinmiş. Üstelik bizzat devletçe de aklanıyor. Muhtemeldir ki böyle bir eyleme kalkan grup oracıkta un ufak edilir. Bir sonraki gün de mağdur oldukları halde bölücü, hain vs. olarak aforoza uğrar.

O yüzden kimseye çağrıda bulunamıyorum. Sadece spor karşılaşmalarını kafadan milliyetçi bir yeniden üretim sahnesine dönüştüren bu dayatmanın kaldırılması için gösterilen bireysel çabalara bir yenisini eklemekle yetineceğim: Futbol maçları öncesi İstiklal Marşı dayatmasına hayır!