Friday, July 25, 2008

Spor ve Köşebaşı Kahramanları




Hiç kuşku yok ki spor insanoğlunun en büyük tutkularından biri. İlk kültürlerin ortaya çıktığı çağlardan endüstriyel döneme; kentleşmenin varolduğu her yerde spor da en gözde aktivitelerden biri olarak sosyal hayattaki yerini almıştır. Umberto Eco’ya göre sporlar, beşeriyetin ortak duyarlılıklarının tam ortasında konumlanmıştır.(Eco 1987:160) Daniel Joseph Boorstin’e göre ise sporların bir tutku haline dönüşmesinin altında insanoğlunun yüzde yüz gerçek, spontane ve tekrarı olamayacak kusursuz anlara olan amansız açlığı yatıyor. (Boorstin 1963:255) Spor tutkusunun kökeninin ne zamana ve hangi sebebe dayandığı bir yana endüstriyelleşmeyle birlikte yaşanan marjinal toplumsal değişimlerle birlikte sporun kalabalık, gergin ve her an çatışmaya müsait kent hayatındaki önemi hiç olmadığı kadar yüksek bir noktaya erişti. İşte tam da bu dönemde yani bizim çağımızda sporcuların kahraman, şöhret ve rol model olarak pompalandıkları devire adım atıldı.

Tabii ki bu hiç yoktan ortaya çıkan bir durum değildi. Sporların yaygınlaşması ve halk tarafından benimsenmesi beraberinde medya organlarının da spor gazeteciliği konusunda uyanmasını sağladı. Kıt’a Avrupası’nın ilk spor gazetesi olan La Gazzetta Dello Sport’un yayın hayatına 1896’da yani tarihin ilk modern olimpiyatları olan Atina 1896 ile aynı dönemde başlaması elbette ki bir tesadüf değil. Spor gazeteciliği kavramının oluşmasıyla birlikte spor ve sporcular kendilerini halka tanıtacak önemli ‘anlatıcılar’ kazanmış oldular. Radyo teknolojisinin de işin içine girmesiyle birlikte spor dünyası medya aracılığıyla ilk kahramanlarını yaratmaya başladı.

1920’ler dünyada sporun altın çağı olarak anılır. Şüphesiz bunun çeşitli sebepleri var: 1.Dünya Savaşı sonrası beliren şartların halkı hayal kırıklıkları ve mutsuzluklardan kaçış yolu olarak spora yönlendirmesinin yanı sıra gelişen medya gücünün etkileri ve tabii ki sinema, caz ve sporun önderliğinde hakimiyetini ilan eden popüler kültürün topluma egemen olması gibi. Beyzbolda Babe Ruth, boksta Jack Dempsey, teniste Suzanne Lenglen ve golfte Bobby Jones gibi isimlerin spor tarihinin ilk kahramanları olarak ortaya çıktığı bu dönemde yaşanan kahraman enflasyonuyla birlikte çağa damgasını vuracak olan”Şöhret”(celebrity) kavramı ve Star Sistemi(Hollywood kaynaklı) de literatürdeki yerini alacaktı.

Kahraman olarak toplumun önüne sürülen ünlü isimler aynı zamanda halklarının fikir liderleri ya da tarz belirleyicileri haline dönüşüyorlardı. Benjamin Rader’e göre şöhretler; dönemlerinin siyasi ve ahlaki yapısını da yansıtmak zorundaydı. (Rader 1983: 11) Amatör bir sporcu olarak sergilediği “yenilmez” imajıyla golfle ilgilenmeyen insanların bile hayranlığını kazanan Bobby Jones bir ırkçıydı ve ABD’de siyah ırka olan baskının had safhada olduğu 20’lerde bu kimse için bir problem teşkil etmiyordu. Günümüz golf dünyasının en büyük isminin siyahi Tiger Woods olduğunu düşünürsek ironinin doruğu denen şeyin bu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Eğer Bobby Jones günümüz dünyasında yaşıyor olsa ve Tiger Woods’tan bile daha başarılı bir kariyere sahip olsa aynı ırkçı görüşleri sergileyerek kahraman statüsüne yükselebilir miydi? Ben cevap vereyim bırakın kahraman olmak vatan haini bile ilan edilirdi. Zaten kahramanın olduğu her yerde bir hainin de olması gerekliliği medyayı mütemadiyen günah keçisi yaratmaya iten en önemli sebep.

Spor, sinema ve müzik dünyasından toplumun tepesine yükseltilen ve rol model olarak politikacı, düşünür gibi insanların yerini alan şöhretlerin sayısının gittikçe artması beraberinde bir yapaylık ve inandırıcılık sorununu da getiriyordu. 20.yüzyılın kahramanları gerçek birer kahraman olmaktan çok yapay üretimlerdi. Fakat medya ne kadar uğraşırsa uğraşsın alelade bir insanı gerçek bir kahramana dönüştüremez. Anna Kournikova bu duruma çok uygun bir örnek. Tenis tarihinin en çok ün ve para kazanmış isimlerinden biri olan Rus şöhret, buna rağmen gerçek mesleği olan teniste hatırı sayılır bir başarı kazanamadığı için "şöhret" olarak anılmaktan öteye gidememiştir. Zaten ünlü enflasyonunun akıl almaz boyutlara eriştiği günümüzde toplumla arasında fark yaratacak hiçbir özellik olmamasına rağmen medya tarafından şöhretleştirilen isimlerin(ör:Paris Hilton) sayesinde star sisteminin de kendi yarattığı bolluk içerisinde değersizleşmeye başladığını görebiliyoruz.

Ne yazık ki bunca sahte starın arasında hakiki kahramanların da meşruiyeti tehdit altına giriyor. Belki de bu sebepten gerçek bir süper yetenek gördüğümüzde ona olan hayranlığımız tapınma seviyesine ulaşıyor. Michael Jordan’ın, Boston Garden’da şampiyon Celtics takımına 63 sayı attığı maç sonrası Larry Bird ve medya tarafından “Tanrı” olarak tanımlanması yahut Bob Beamon’un 1968 olimpiyatlarında yaptığı inanılmaz atlayış ve akabinde süper-insan statüsüne yükseltilmesi... Açık söyleyeyim, ilkokul ikinci sınıfa giderken Michael Jordan’ın gerçekten uçup uçamadığını ciddi ciddi düşündüğüm zamanlar olduğunu hatırlıyorum. Aslında düşünüyorum da İsa’nın suyun üzerinde yürüdüğüne inanan milyarlarca yetişkinin olduğu bir dünyada çok da absürd değilmiş çocuk aklımla kurduklarım. “Air Jordan” marka ayakkabı ve reklamların bombardımanı altında Michael Jordan’ın İsa’dan daha az popüler olduğunu kim iddia edebilir ki? Michael Jordan’ın -ki bunca figüran kahramanın yanında kendisi sayılı gerçek kahramanlardan biridir- dediği gibi Nike ve televizyonlar onu bir “hayale” dönüştürdü. Air Jordan hayali, insani yönüyle ne kadar ulaşılmaz ve ancak taklit edilebilir(be like mike) olursa olsun bir meta olarak her an elimizin altındaydı. Parasını veren herkes Jordan değil belki ama “Jordan gibi” olabilirdi. Ve bu durum bizim onu aslında onore etmek isterken tersine dejenere etmemize sebebiyet verdi. Çünkü Jordan’ı ve ürünlerini her tüketişimiz Michael Jordan’ın sporcu olarak değil ama meta olarak değerini arttırması anlamına geliyordu. Frankfurt Ekolü’nün değerli temsilcilerinden Leo Lowenthal’in yerinde tespitinde olduğu gibi geçmişte insan ancak bir şeyler üreterek kahraman olabiliyordu günümüzde ise ne kadar tüketilirse o kadar kahraman olabilir. (Lowenthal, 1961:115)

Bunca sahte kahramanın, işlevsiz şöhretin, yapaylığın ve dejenerasyonun arasında sporun ve gerçek sporseverlerin gördüğü zarar inkar edilemez. Nasıl açıklamıştı Boorstin spor sevgimizin sebebini? “Yüzde yüz gerçek, spontane ve tekrar edilemeyecek olan anlara duyduğumuz amansız açlık!” Bizse(medya ve fan’lar) yapaylaştırdığımız yıldızlarla birlikte aslında sporun otantikliğine yani onu sevme sebebimize zarar veriyoruz. Yine Boorstin’le bitireceğim: “Günümüzde tek gerçek kahraman adı hiç anılmayandır”. (Boorstin: 1963:85) Neyse ki bu tanım sayesinde köşebaşları tutulmuş kahramanlık müessesinde Jesse Owens’a da bir yer açabiliyoruz.

Kaynaklar:

Eco, U (1987) Sports Chatter, London, Picador

Boorstin, D.J (1963) The Image, or what happened to the American Dream, Harmondsworth, Penguin Books

Lowenthal, L. (1961) Literature, Popular Culture and Society, Englewood Cliffs, NJ, Prentice Hall

Rader, B.G (1983) Compensatory Sport Heroes: Ruth, Grange, Dempsey, Journal of Popular Culture, Vol. 16 No:4 pp. 11-22

Wednesday, July 23, 2008

Childress Şoku: Paha Biçilemez!




David Stern, NBA'in gerçek anlamda global bir lig olması adına tarihi Avrupa Kulüplerini NBA sistemine dahil etme hayalini kuradursun; yaşlı kıtanın güçlü ve zengin takımları Stern'ün tahayyüllerini umursamadıkları gibi "dünyanın en büyük ligi"'nin önde gelen atletlerine de gözlerini dikmiş durumdalar. Atlanta Hawks'un restricted(kısıtlı) free agent(serbest) oyuncusu Josh Childress, bugün itibariyle Yunan kulübü Olympiakos'a attığı imzayla basketbol tarihinde bir miladı belirlemiş oldu. Artık NBA takımları serbest oyuncularını ellerinde tutabilmek için sadece Amerikalı rakipleriyle değil Avrupalı takımlarla da mücadele etmek zorunda. Peki bu noktaya nasıl gelindi?

Aslında yanıt tamamen NBA'in üzerine kurulduğu ve beslendiği sistemde gizli. Kapitalizm! Parayı veren düdüğü çalar ve NBA'de sarsılmaz sandığı hakimiyetini korumak adına bundan sonra daha radikal değişikliklere gitmek zorunda. Ve bu noktada tüm adresler salary cap ve draft kurallarını gösteriyor. Çünkü işler böyle devam ederse günün birinde gerçek bir NBA yıldızının ABD yerine Avrupa'da oynamayı tercih ettiğine de tanık olabiliriz.

JOSH CHİLDRESS VAKASI

Josh Childress'in Olympiakos'la imzaladığı anlaşma 3 yıllık ve toplam 20 milyon dolar; ki bu senelik 6.5 milyon dolara tekabül ediyor. NBA'deki salary cap sistemi gereği her kulübün belli bir bütçesi var bu bütçe yüzde 10'dan fazla aşılırsa fahiş gelir vergileri ödenmek durumunda. 2008-09 sezonu için ligin belirlediği salary cap 58 küsür milyon dolar. Atlanta Hawks'un şu andaki ücret bordrosu ise kısıtlı serbest oyuncuları Josh Smith ve Josh Childress hariç 49 milyon dolar. Bu durumda Hawks her iki oyuncusuna da salary cap'i aşsa dahi Bird Exception(*1) kuralı sayesinde hak ettikleri sözleşmeleri önerebilir ama Hawks genel menajeri Rick Sund'ın da daha önceden belirttiği gibi Atlanta'nın önceliği Josh Smith'e tanıyacağı zaten biliniyor. Josh Smith'e büyük ihtimalle 4 sene 50 milyon dolar civarı bir teklif önerilecek. Bu, ilk sene itibariyle en az 11 milyon dolar ve salary cap'in dolması demek. Bu durumda Hawks, Josh Childress'a sadece mid-level exception* sözleşmesi önerilebilir ki bu da 5.5 milyon dolar'a eşit oluyor.(zaten 6 yıl 33 milyon dolarlık bir teklif yapılmıştı) %30 vergiyi de düşersek Childress'ın senelik kazanacağı miktar yaklaşık 4 milyon dolara kadar düşüyor. Eh, Olympiakos'tan alacağı vergileri düşülmüş 6.5 milyon doların yanında sönük bir rakam. Ayrıca 25 yaşındaki oyuncu Yunanistan'da maaşını da Euro üzerinden alacak ki Euro'nun Dolar karşısındaki önlenemez yükselişi Avrupa takımlarının tekliflerini daha güçlü kılan bir başka sebep.

AVRUPA'NIN AYAK SESLERİ

Daha önceki Brandon Jennings yazımda da belirttiğim gibi bu yaz Avrupa takımları tamamen çıldırmış durumda. Her gün bir başka astronomik fiyatlı transfer dedikodusu başları döndürüyor. Daha geçen hafta Carlos Delfino, Rus Khimki kulübüyle 3 yıl 30 milyon dolarlık inanılmaz bir sözleşme imzaladı ki takımın 8., 9. oyuncusu olarak Delfino'nun NBA'de kazanacağı maksimum ücret 3-4 milyon dolar. Primoz Brezec, Juan Carlos Navarro, Bostjan Nachbar gibi isimler de bu yaz hem daha fazla para kazanmak hem de eskiden sahip oldukları yıldız statüsüne yeniden kavuşmak için Avrupa'ya dönmüş diğer oyuncular. Tabii ki bu isimler NBA yıldızı değillerdi ama hepsi de önemli rol oyuncuları olarak bu ligde kendilerine bir yer edinebilecek durumda olan isimlerdi. Ve hepsi de daha fazla para kazanmak adına çocukluk hayalleri olan NBA'i rahatlıkla bir kenara itebildiler. Önemli olan nokta aslında daha çok para kazanmak değil zira bu isimler daha fazla para için NBA yerine Avrupa'yı tercih eden ilk oyuncular değiller. Önemli olan nokta gitgide daha büyük, daha yıldız oyuncuların çok daha önemli miktarlar için Avrupa'yı tercih etmesi. Yani 2.turdan draft edilip garanti kontrat alamayan bir çaylağın Avrupa'ya gitmesi gibi bir durumdan bahsetmiyoruz. Josh Childress örneği belki de bu açıdan çok önemli. Yakın gelecekte salary cap derdi olmayan sınırsız bütçeli Avrupa kulüplerinin NBA yıldızlarını senelik 30-40 milyon dolarlık sözleşmelerle kadrolarını kattıklarını görürsek hangimiz şaşırırız? Misal Roman Abramovich tarzı multimilyarder işadamlarının bunu yapmasına kim engel olabilir ki? Çok değil 7 yıl sonrasını düşünelim: 30 yaşına gelmiş, NBA şampiyonluğu ve MVP ödülleri tatmış bir LeBron James'in kendi küresel marka değerini daha yukarı taşımak ve bunu yaparken de senede 40 milyon dolar kazanmak adına Avrupa'da oynaması fikri kulağa artık o kadar da abes gelmiyor.

Bu noktada gelmesi muhtemel bir kontra görüşü de değerlendirmeye çalışacağım. Bilindiği üzere David Beckham geçtiğimiz sezon MLS takımlarından Los Angeles Galaxy'ye tranfer oldu ve halen dünyanın en iyi 30 futbolcusundan biriyken yaptı bunu. Tabii ki en formda döneminde değildi ama yaşını başını da almamıştı hani. Üst düzey top oynayabilecek 3-4 senesi varken o daha fazla para kazanmak ve küresel bir ikona olarak değerini arttırmak için Hollywood'a gitmeyi tercih etti. Bu tranfer gerçekleştikten sonra Avrupa'da bir allahın kulu çıkıp "MLS güçleniyor" , "yakında mali güçleri sayesinde tüm yıldızları kapacaklar", "UEFA'nın radikal değişikliklere gitmesi lazım" falan demedi. Çünkü biliniyordu ki: 1-UEFA'nın bünyesine dahil kulüplerin ekonomik gücü MLS'ten kat kat fazla. 2-Altyapı ve endüstriyel olarak Amerika'daki futbol Avrupa'yı tehdit edecek düzeyde değil 3-Avrupa'nın dünya futbolundaki hakimiyetiyle NBA'in mutlak hakimiyeti arasında dağlar kadar fark var. Bugün Freddy Adu gibi ABD futbolunun geleceği olarak görülen bir yetenek bile yedek kalma pahasına Avrupa kulüplerinde oynamayı tercih edebiliyor. Fakat Childress örneğinde bambaşka bir durum var. Bir manada NBA ilk defa ihtiyaç duyduğu bir yeteneği ihraç etmiş oldu hem de bedavaya!

'Brandon Jennings Hadisesi' adlı yazımda da belirttiğim gibi Avrupa kulüplerinin NBA ve hatta NCAA için gerçek bir tehdit haline dönüşmesi sürecine resmi olarak adım atmış bulunuyoruz. NBA'in bu gidişatı yavaşlatmak ya da tersine çevirmek için en kısa zamanda salary cap ve draft sisteminde değişikliklere gidebileceğini öngörmek artık hayalcilik değil. Bundan kastım tabii ki salary cap'in kaldırılması değil ama vergi eşiğinin çok daha yukarılara çekilmesi. 2008-09 için belirlenen 58 milyon dolarlık sınırı 2010-11'de 70-80 milyon olarak görürsek hiç de şaşırmayacağım. Çok değil 10 sene önce Amerikan basketbolunun yenilmez olduğuna gözü kapalı inanıyorken 2002'de yaşanan şoku düşününce Avrupa-ABD arasındaki rekabetin bu noktalara gelmesi bir kehanetin yavaş yavaş gerçeğe dönmesi gibi. Kapitalizmin tüm vahşiliğiyle ABD'yi vurduğunu görmenin ironisi ise o ünlü reklamın dediği gibi "paha biçilemez".

*1: Larry Bird Exception: Salary-cap'i aşmış takımların serbest kalan oyuncularına yeniden sözleşme önerebilmesi kuralı. Bir oyuncunun bu kategoriye girebilmesi için 3 sezon boyunca takım değiştirmemiş ve sözleşmesi feshedilmemiş olmalıdır.

*2: Mid-Level Exception: Her takımın salary cap'i aşsa dahi kadrosunda en fazla 1 tane MLE sözleşmeli oyuncu bulundurabilmesi hakkı. MLE, NBA'deki ortalama maaş miktarına göre belirlenir. 07-08 sezonunda bu rakam 5.5 milyon dolardı.

Sunday, July 6, 2008

Wimbledon 2008 Nadal İhtilali




Wimbledon 2008 o kadar çok açıdan unutulmaz bir turnuva oldu ki hiçbir bunaklık, alzheimer vs. bana bu seriyi unutturamaya muvaffak olamayacak. Sayısız favorinin erken vedası, 5 set-4 saatlik maçlar, Williams kardeşlerin final oynaması, Bayanlar'da çeyrek finale iki seribaşı olmayan uzakdoğulu tenisçinin kalması, Andy Murray'nin nihayet üst düzey bir raket olma yolunda attığı koca adımlar ve tabii ki tarihe geçen 5 set, 5 saatlik unutulmaz Federer-Nadal finali.

Önce bayanlardan başlayalım. Sezona sakin bir giriş yapan Williams kardeşler zincirlerini Wimbledon'da kırdı ve finale kadar olan yollarını buldozerle ezerek geldiler. Kardeşler arasında geçen finallere genelde Venus'un tedirginliği ve Serena'nın hakimiyeti damgasını vururdu ama bu kez senaryo farklı cereyan etti. Serena, güçlü servisleri ve baseline oyunuyla maça hızlı girse de kardeşine karşı en belirgin üstünlüğü olan atletizmini konuşturan Venus, Wimbledon'daki 5. şampiyonluğunu 6-4 ve 7-5'lik iki setle kazanarak tarihe adını yazdırdı. Modern dönem tenisçileri arasında ondan daha iyi bir Wimbledon rekoruna sadece Martina Navratilova(9) ve Steffi Graf(7) sahip.

Peki ya erkekler...Nadal vs Federer...İşte orada durmak lazım. O nasıl bir maçtı, o nasıl bir finaldi öyle. Tam 5 saat kortta kaldı iki yaşayan efsane. Yağmur sebebiyle de yaklaşık 2 saatlik bir ara verildi. İlk iki sete Federer'in Nadal karşısında tutulduğu klasik psikolojik dezavantajlar damgasını vurdu ve tabii ki yine sadece Nadal karşısında ortaya çıkan backhand zaafı. Bu iki madeni çok iyi değerlendiren İspanyol raket 2-0 öne geçti. Üçüncü sette daha az hata yapan Federer 5-4 öne geçmişti ki; tabiat devreye girdi ve tenisçilere 1 saatlik bir dinlenme imkanı sundu. 1 saatin ardından tie break'e giden oyunu Fedex kazandı ve 4.sete geçildi. Yine aynı hikaye tekerrür etti. Servisine sıkı sıkıya tutunan iki isim kozlarını bir kez daha tie break'te paylaştı. Bu dakikalarda 3 maç puanı çeviren Roger Federer bu tarihi maçın daha da dramatikleşmesi için elinden geleni yaptı ve mücadeleyi 5.sete taşıdı. Bu sette de pek birşey değişmedi. Wimbledon kuralları gereği tie break yoktu ve sadece daha güçlü ve dirençli olanın ayakta kalacağı dakikalara merhaba denmişti. Oyun uzadıkça Federer'in servisleri düşmeye başladı ve nihayet 5.setin, 15.oyununda Rafa rakibinin servisini kırmayı başardı. Sonrasında ise Merkez Kort, tarihin yeniden yazılması için geri saymaya başladı.

Şampiyon Rafael Nadal, bu başarısıyla Borg'den(1980) bu yana Channel Slam yapan yani aynı sezon içinde Wimbledon ve Roland Garros'u kazanan ilk erkek tenisçi olarak tarihe geçti. Geçtiğimiz sezona göre 15 km daha hızlı servis kullanan Nadal için artık tek limitin gökyüzü olduğunu söyleyebiliriz. Daha önceleri Nadal'ın çim kort oyunu için yapılan yetersiz yorumları da böylece tarihe gömülmüş oldu. Yahu adam henüz 21 yaşında ve ayrıca karşısında tarihin en iyi raketlerinden biri olmasa Wimbledon şampiyonu olmak için 21'ine kadar beklemek zorunda bile kalmayacaktı. Zaman, amcası Toni Nadal'ı haklı çıkardı ve Rafa oyununu bir çim kort efsanesini yenecek kadar geliştirmeyi başardı. Nadal bugün öyle bir oyun çıkardı ki onu topraktaki halinden ayırt etmek pek zordu. Yine her topa yetişti, yine imkansız topları çıkarıp Federer'i deli divane etti. Bunun yanında müthiş servis kullandı ve taktik oyununu sahaya kusursuz yansıtarak İsviçreli rakibine üstünlük fırsatı tanımadı. 5 sete uzayan maçta Federer yanlızca 1 kere servis kırabildi. O seti de kaybetti zaten. Bu maç sonucunda öğrendiğimiz şeylerden ikisi şuydu: 1-Federer çimde de yenilebilirmiş. 2-Wimbledon'da 6 kez üst üste şampiyon olmak şimdilik imkansıza yakın görünüyor.

Toparlamak gerekirse birçok açıdan olağanüstü bir finaldi ve çok ciddi sağlık problemleri yaşamazsak ömrümüz boyunca unutamayacağız bu maçı ve turnuvayı. Rafael Nadal, Wimbledon'da kazanarak tarihi yeniden yazdı ve kelimenin tam anlamıyla bir devrim gerçekleştirdi. Karşılaşmayı birlikte seyrettiğim kuzenimin de dediği gibi bu maçı izleyen genç tenisseverler bugün Rafael Nadal taraftarı oldular. Tebrikler Rafa, tebrikler Roger. Umarım bu rekabet daha uzun yıllar devam eder.

Tyson Gay 200 Metre'de Yok




"Maalesef bu iş böyle, dünyanın en iyi atleti de olsanız eğer eleme günü şans sizden yana değilse yarışları evinizden izlemek zorunda kalabilirsiniz." Bu sözler Birleşik Amerika'nın altın madalyalı atleti Wallace Spearmon'a ait ve rakibi Tyson Gay'in üzücü sakatlığı sonrası söylendi.

Oregon'da devam eden Amerika Birleşik Devletleri Olimpiyat elemelerinde 200 metre çeyrek final yarışlarına sakatlığı sebebiyle veda etti Tyson Gay. Böylece bu alanda dünya şampiyonu ünvanını elinde bulunduran atlet, olimpiyatlarda ülkesi adına 200 metre'yi koşamayacak. Dünya şampiyonunun en iddialı olduğu arenada yarışamayacak olması tabii ki çok üzücü. Fakat insanı asıl hayıflandıran aynı zamanda 100 metre dünya şampiyonu olan atletin, hem 100 hem de 200 metre'de altın madalya alarak bir tarih yazma fırsatını da bu şanssız sakatlıkla kaçırmış olması. Eğer o lanet kramp Gay'in bacağına formalite bir çeyrek final elemesi öncesi girmemiş olsaydı önümüzdeki ağustos ayında rekortmen sprinter, adını Jesse Owens ve Carl Lewis gibi iki efsanenin yanına yazdırabilirdi.

Hem 100 hem de 200'de bu kadar başarılı olabilen atlet sayısı fazla değildir. Gay'in en büyük rakibi Jamaikalı Usain Bolt, Ato Boldon, efsane Jesse Owens ve tüm zamanların en iyi atletlerinden kabul edilen Carl Lewis dışında bu kategoriye girebilen üst düzey atlet bulmak pek de kolay değil. Bu bakımdan Amerikalı atletin kaçırdığı fırsat çok önemli.

Bu noktada Amerikan Olimpiyat Eleme Sistemi'ne de ciddi eleştiriler yöneltebiliriz. Spearmon'un dediği gibi dünyanın en iyi atleti olabilirsiniz ama bu olayda olduğu gibi yaşadığınız ufak bir talihsizlik sizi kariyerinizin en önemli fırsatından edebilir. Birleşik Devletler dışında bu kadar katı bir eleme sistemiyle olimpiyata atlet seçen bir ülke daha bulmak zor. Sonuçta bu hata-şanssızlık-iltimas kabul etmeyen sistemden zararlı çıkan yine Amerikan atletizmi oluyor. Eğer Gay'in en büyük rakibi Usain Bolt 100 ve 200'de altın madalyaya ulaşarak şampiyon olursa mevcut sisteme yöneltilecek eleştirilerin şiddeti daha da artabilir.

Sonuç olarak 2008 Pekin Olimpiyatları 200 metre yarışlarında Tyson Gay'i şanssız bir sakatlık ama daha önemlisi gereksiz katı bir Amerikan Eleme Formasyonu sebebiyle izleyemeyeceğiz. Böylece örselenen Bolt-Gay rekabeti de 100 metreyle sınırlı kalacak.

Tuesday, July 1, 2008

Turnuva-i Dehşetengiz Karşınızda Wimbledon 2008




Novak Djokovic, Ana Ivanovic, Maria Sharapova, Jelena Jankovic, David Nalbandian, Svetlana Kuznetsova, Andy Roddick, Ivan Ljubicic, Nikolay Davydenko, James Blake, Fernando Gonzalez, Juan Carlos Ferrero, Tommy Robredo, David Ferrer, Dinara Safina, Marcos Baghdatis, Anna Chakvetadze...Yanlış anlaşılmasın Wimbledon 2008'in favorilerini falan saymıyorum. Bunlar turnuvada çeyrek final dahi göremeden uçup giden yıldız raketler. Wimbledon 2008, ne turnuva ama...

Bir sporsever için rüya gibi günler yaşıyoruz. NBA'de 20 yılı aşkın bir süredir hasretle beklenen bir Celtics-Lakers finalini geride bıraktıktan sonra futbol tarihinin en heyecanlı ve güzel turnuvalarından Euro 2008'e tanıklık ettik. Ve şimdi de daha onu hazmetmeden Wimbledon heyecanıyla sarsılıyoruz. Hem de ne sarsılma. 4 maç kazanmak için 17 set kortta kalan bir Mario Ancic, Djokovic'i devirdikten sonra yoluna dolu dizgin devam eden bir Safin, epik bir mücadeleden sonra çeyrek finale yükselen ve cümle-Britonlara "acaba bu kez olacak mı" dedirten bir Andy Murray... Erkekler çeyrek finaline geldiğimizde Roger Federer ve Rafael Nadal dışında ilk 10'dan bir tek kimsecik bile yok. Yine de kalite ve heyecan üst düzeyde. Bu da son yıllarda rekabetin azaldığını düşündüğümüz erkekler tenisine biraz haksızlık yaptığımızın kanıtı olsa gerek.

WTA cephesinde ise durum daha da karışık. Müthiş yükselişinden dem vurup durduğumuz Doğu Avrupa tenisi, Wimbledon'da tepetaklak olmuş durumda. Ivanovic, Sharapova, Jankovic...Büyük üçlünün hepsi tel tel döküldü ve çeyrek finalde çimin ustaları Williams kardeşlere zincirlerinden ne zaman ve nasıl kurtulacağını merakla beklediğimiz Elena Dementieva, gümbür gümbür gelen İstanbul Cup şampiyonu Radwanska, kortların genç ve güzel umutlarından Nicole Vaidisova, Nadia Petrova ve iki süprizin de sürprizi isim eşlik ediyor: Taylandlı Tamarine Tanasugarn ve Çinli Zheng Jie.

Erkeklerde Federer her zaman için 2, Nadal da 1 adım önde ama nihayet "büyük beyaz hayalkırıklığı" olmaktan kurtulmak isteyen Andy Murray, çimde her zaman(sağlıklı olduğu zaman diyelim) büyük bir tehdit olan Mario Ancic ve eski bir grand slam şampiyonu Marat Safin'i de yabana atmamak gerek. Bayanlarda ise ne olacağını kestirmek çok daha zor. Serena ve Venus en büyük favoriler ama Agniezska Radwanksa tüm dünyaya şok yaşatırsa da kimse şaşırmasın.