Friday, December 25, 2009

Kumdan kalenin çöküşü

BU YAZI İLK OLARAK 20.12.2009 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Sporcunun mitinin makbul olduğu zamanlarda yaşıyoruz. Spor izleyiciliği aslında biraz da öyledir; asla beceremeyeceğimiz fiziksel aktiviteleri icra eden üstün fizikli, üstün yetenekli insanların şovlarını temaşa ederiz hayranlıkla. Buradaki kilit kelime “üstündür”. Zira izlediğimiz sporcuların bizden üstün olmadığının anlaşıldığı an yayıncının ve reklamcının kabusunun başladığı andır. Ne olursa olsun izletilen figürün “efsanevi” statüleri korunmalıdır. Kimse kendinden üstün olmayan bir tanrıya secde etmez.

İşte Tiger Woods, dünyanın %90’ının umurunda olmayan bir sporu icra ederek tarihin ilk dolar milyarderi sporcusu ünvanına erişti. Hayatı envai çeşit spor olayını takip etmekle geçen biri olarak bir kere oturup Woods’u sopa sallarken izlemek aklımdan geçmemiştir. Fakat Tiger Woods’un sponsorluk anlaşmaları ve bundan kazandığı paraları bilirim. Küresel şöhretinin büyük bir kısmını bu “Rockefeller” havasına borçludur zira. Sade bir golfçü ne kadar sıkıcı bir figürse; başarılı, zengin, her koşulda yapılması gerekeni bir makine kıvamında gerçekleştiren, kusursuz bir aile babası ve iş adamı figürü de o denli sıkıcı ama kilit kelimeye geri dönersek “üstündür”.

Efsaneler, güçlerini bilinmezliklerinden ve dünya dışılıklarından alırlar. Zayıflıkları ise mutlak sahteliklerinden ileri gelir. Totaliterdir efsaneler. Bireylerin zihinlerine yuvalanışı olağan bir sürecin değil telkinlerin, baskıların sonucudur. Tiger Woods’un seneler içerisinde bir nakış gibi ince ince işlenen imajından yaratılan “kusursuz adam” efsanesinin yıkılışı da bu efsane inşa sürecine sporcunun insani özelliklerinin karışması neticesinde olmuştur. Karısını aldattı Woods ve bir anda tüm o muhallebiden duvarlarla örülü üstün dünyalı halleri ve algılanışı değiştirildi. Başka bir deyişle Woods, artık üstün insan değildi ve her alelade varlık gibi bunun sonuçlarına katlanmalıydı. Şu sıralar sponsorluk anlaşmalarını bir bir kaybeden ve medyanın gözünde tu kaka edilen golfçünün yaşadıkları aslında kendini dolar milyarderi yapan zihniyetin ikiyüzlülüğünden başka bir şey değildir.

İnsani bir Woods kimsenin işine gelmez. Beşer şaşar, Woods değil! Burjuvazinin kusursuz rol modeli olma payesini karısını aldatan, sarhoş halde araba kullanan herkes gibi bir insana bırakmazlar. Her şeyden önemlisi hakkında bu kadar çok gerçeğin afişe edildiği bir sporcu, 1 numaralı efsaneleşme kriteri olan bilinmezliği ihlal etmiş demektir. Amerikan basınında her gün “Tiger Woods karısını başka kimlerle aldattı?” haberleri manşetlere taşınırken bu negatif popülarite Woods’a sadece daha fazla ün ama daha az sponsorluk anlaşması, medya desteği ve para olarak geri dönecektir. Kazandığı paralar, peşine taktığı şirketler ve medya gücü olmadan da Woods en az icra ettiği spor kadar sıkıcı bir insandır.

Saha içinde atılan her çalımın, her basketin, koşunun, ace’in mali bir karşılığı var piyasada. Fakat yetenekli bir sporcuyla medyanın gözbebeği bir süperstarın arasındaki fark asla sportif beceriyle sınırlı değildir. Meslektaşlarına ve izleyicilerine karşı olan hayranlık verici üstünlük faktörü saha dışı mitlerle de desteklenmelidir. Woods, sistemin 1 numaralı sporcusuydu çünkü günümüzün en yüce marifeti olan “para kazanma” işinde çok mahirdi. Beşeri bir hata yaptı, karısını aldattı ve bilinemezliğini yitirdi. Artık Tiger Woods’u Tiger Woods yapan mitolojik özelliklerden yoksun. Sponsorluk anlaşmaları iptal oluyor, golfü bıraktığı açıkladı, karısı tarafından terk edildi.

Woods’u bu denli efsaneleştiren ve yücelten özellikler saha dışındaki imajıyla alakalıydı. Bu açıdan bakıldığında onun ani bir medya darbesiyle devrilişinin de tamamen saha dışı faktörlere bağlı olması şaşırtıcı değil. Spor dünyası sahte bir efsaneden daha kurtulmuştur. Kutlu olsun! Bakalım Woods’un yerine kimi geçirecekler…

Saturday, December 12, 2009

Esir sporcular

BU YAZI 13.12.09 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANAN YAZIMIN ORJİNAL, TÖRPÜLENMEMİŞ HALİDİR.

Bugün On dokuz Mayıs,
Mayısın on dokuzu!
Sen ey ülkemizin geleceği,
Ulusumuzun gözbebeği,
Sen ey demir parmaklıklarda barfiks yapan,
Ranzalarda parende atan
Sportmen ve kahraman Türk gençliği,
Önünde senin bütün Kilit-bahirler açık,
Ama her zaman Samsun’a çıkılmaz ya,
Bu sabah da avluda volta atmaya çık!


Bu hafta sonu 331.dönem askerlik yapacak olan binlerce genç silah altına alınıyor. Askerlik mevzusu ne zaman açılsa aklıma Can Yücel’in mahpus haliyle alaya aldığı Gençlik ve Spor bayramı, yani 19 Mayıs şiiri gelir. Neticesinde adına vatani görev denen bu sürecin mahpusluktan pek de farkı yok. Hepimiz anamızın karnından çıktığımız andan itibaren suçlu kabul ediliyoruz “dövlet” babanın gözünde. Vatandaş olmak, askere gitmek, silah tutmak, itaat etmek ve eşit olmayan bir düzenin kurulmasına katkıda bulunmak için vergi ödemek zorundayız. Suçlu olmayan insana bunlar yaptırılır mı?

Askerlik esareti Can Baba’nın dediği gibi demir parmaklıklarda barfiks yapmaya, ranzalarda parende atmaya müsaittir. Türkiye’de ezelden beri otoritenin spora karşı olan anlaşılmaz bir husumeti var. Halkının spor yapmasını önemsemeyen hatta istemeyen bir devlete sahibiz. İmkânı olan spor salonuna yazılsın, Belgrad Ormanı’nda koşsun. O kadar! Paranız yoksa oturun aşağı. Neo-liberal kapitalist devletin kuralları burada da işliyor. Nasıl bu düzende paran yoksa iyi eğitim alamaz, iyi hastanelerde gerekli tedaviyi göremezsen, spor da yapamazsın işte. Bu kadar basit. Hasbelkader evinizin dibine seçim vaadi olarak bir basketbol sahası yapılmışsa ne ala, yoksa arabaların arasında top koşturmaya devam.

Sporda var olduğu iddia edilen apolitikleştirme ve uyuşturma gibi özelliklerden dahi bihaberiz zira sporların ülkemizdeki yaygınlık oranı sanılanın aksine çok düşük. Ya askere gideceğiz her sabah yayla yayla koşacağız, ya da mahpusa gireceğiz voltalardan bıkıp usandığımızda voleybol oynayacağız. Hadi biz “solcuyuz” her eylem sonrası hainlikten kurtulmamız için copunu dişine takan polislere karşı burjuvalar gibi sağlıklı yaşam koşuları gerçekleştirmek zorundayız. Ya geri kalan milyonlar?

Türkiye, nüfus oranına vurulduğunda sporcu sayısı bakımından Avrupa’nın en fakir ülkelerden biri. Bunu genetik kodlarla açıklamaya imkân yok. Anadolu gibi heterojen bir coğrafyada yaşayan insanların spora doğuştan yeteneksiz olduğunu iddia etmek saçmalık olur. Hele ki suyun öte tarafında vaziyet tam tersiyken. Bugün Ege’den Adriyatik’e kadar bütün Balkan ülkeleri çoğu iç savaşlardan yeni çıkmış olmalarına ve zengin ülkeler olmamalarına rağmen sporda dünyanın en namlı ekolleri arasındalar. Her şeyden önce spor hayatlarında önemli bir yer tutuyor ve burada sadece profesyonel sporları kast etmiyorum. Zengin Batı Avrupa ülkelerini tartışmaya dâhil edince durumumuz daha da vahimleşiyor. 2009 itibariyle Almanya’da 27 milyonu aşkın lisanslı sporcu var. Yani her 2 kişiden biri sporcu. Bizdeki rakam ne mi? 70 milyonluk nüfusta 2 milyon sporcu. 35’e 1!

Spor bir üst yapı kurumudur dolayısıyla Türkiye insanının spora olan ilgisizliğini tipik burjuva ağzıyla ‘Halkımız sporu sevmiyor kuzum’ diyerek açıklayamayız. Her şeyden önce kentsel mekânlarda halkın spor ihtiyacına cevap verebilecek tesisler, alanlar var mı buna bakmalıyız. Gözlem yerlerimiz de orta sınıf ve işçi sınıfının mahalleleri olmalı. Hoş, demokratik açılım yapma iddiasıyla aylarca caka satan AKP hükümetinin emekçi düşmanlığı ve neo-liberalizm hayranlığı malum. Emekçiler, mahallelerinde değil spor yapacak alan bulmak kentsel dönüşüm projeleri sayesinde yaşayacak barınak bile bulamıyorlar. Diğer göz önüne almamız gereken nokta da emekçi kesimin spora harcayacak zamanının olmaması. Günde 12 saatini çalışarak ve işe gidip gelerek harcayan insanların bin bir dert arasında spora vakit ayıramaması hak verirsiniz ki son derece doğaldır.

Kısacası mesele halkın sporu sevmemesi değil devlet’in adaletsiz kent ve çalışma politikalarıyla halka spor yapacak zaman ve mekân bırakmamasıdır. Fakat esaret altındayken sorun yok. Dilediğince spor yapabilir Türk genci. Bu hafta sonundan itibaren askerlik görevi adı altında zorunlu militarist esaret kamplarına tıkılacak olan binlerce gencimize sabır ve hayırlı tezkereler diliyorum. Vicdani retçilerimize de selam olsun. “Savaşacak insan olmazsa savaş da olmaz.”

Sunday, December 6, 2009

Daha muhalif, daha yürekli...

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

9 Ekim’de Barack Obama’ya bahşedilen Nobel Barış Ödülü şu anlamı taşıyordu: “Ülkelerimizi işgal etmediğin için sana minnettarız Obama.” Devamında da şöyle bir temenni gizliydi: “Artık bu ödülü size verdiğimize göre gelecekte bizi işgal etmeye kalkmazsınız değil mi?” Zavallı Nobel jürisinin farkında olmadığı nokta şuydu ki, ABD gibi emperyal kibri okyanuslara sığmayan bir devlet, konu ‘ulusal çıkarlar’ olunca ne başkanının naif kişiliğini dinler ne de ona verilen ödülleri.

Obama, Afganistan işgalinin devam edeceğini açıkladığı günden bu yana kaybetmeye mahkum olduğu bir savaşın altına imzasını atmıştır. Artık bu savaş Bush’un değil Obama’nın savaşıdır ve Immanuel Wallerstein’ın “Yazı da gelse, tura da gelse kaybedersin” başlıklı yazısında söylediği gibi işgalin sonucundan bağımsız olarak Obama’nın kaybedeceği bir yola girilmiştir. Savaşın devamı yönünde karar vermek konusunda Obama’nın fazla tasarrufu olmadığı kanısındayım. Fakat yine de artık ABD’nin emperyal kibrine yöneltilecek olan eleştirilerin tek muhatabı Barack Obama’dır.

Dave Zirin sosyalist bir spor yazarı. Geçtiğimiz haftaki yazısında Obama’nın Bush’u aratmayan “savaşa devam” konuşmasını eleştirmiş ve şöyle devam etmişti: “Barack Obama, 19 Kasım’da Muhammed Ali’yi bir barış elçisi olarak gördüğünü ve bu yüzden ona hayranlık duyduğunu açıklamıştı. Oysa şimdi kendisi bir savaş elçisi. Eğer hayranı olduğunu iddia ettiği Muhammed Ali’yi bu kadar yakından tanısaydı onun Vietnam Savaşı’na katılmayı reddettiği tarihi konuşmasını hatırlar ve ortak olduğu savaş çığırtkanlığından utanırdı.”

Zirin’in yazısında yaptığı gibi Muhammed Ali’nin o meşhur konuşmasını burada paylaşmayı bir borç biliyorum. Gelin dünya tarihinin belki de en karizmatik ve muhalif spor figürlerinden biri olan Boksör Muhammed Ali’nin 1967 yılında yaptığı yürekli konuşmasını hatırlayalım ve günümüz spor dünyasının eksikliğini çektiği ruhun farkına varalım:

“Louisville’de zenci diyerek hakaret edilen kardeşlerim köpekler gibi muamele görür ve en basit insan haklarından yoksun bırakılırken buradan 10 bin mil uzaktaki Vietnam’a gidip tanımadığım insanların kafasına bomba ve mermi yağdırmamı istiyorlar. Hayır! Beyaz, köle efendilerinin evrensel hakimiyeti ve karanlık imparatorluğu güçlensin diye evimden 10 bin mil öteye gidip cinayete ve bir başka fakir ülkenin yıkımına ortak olmayacağım. Bugün dünya üzerindeki kötülüklerin ve zulmün sona ermesi gereken gündür. Böyle bir çıkışın bana milyonlarca dolara patlayabileceğini söylediler ama umurumda değil! Bunu daha önce de söyledim ve bir kere daha söyleyeceğim. Benim gerçek düşmanlarım bu ülkededir. Fakir bir ülkenin özgürlük ve eşitlik mücadelesini hedef alan bir işgale katılarak kendimi, halkımı ve dinimi utandıramam. Eğer savaşın, 22 milyon kardeşime barış ve eşitlik getireceğine inansam beni kimsenin askere almasına gerek kalmazdı. Yarın ilk iş kendim giderdim. Kendi inançlarıma ve doğrularıma sahip çıkarak kaybedeceğim hiçbir şey yok. Hapse girebileceğim söyleniyor. Kimin umurunda, zaten 400 yıldır hapisteyiz.”


GOLF SAHALARININ FETHİ

Muhammed Ali’den zıttı Tiger Woods’a ve kendisini dolar milyarderi yapan spora yani golfe geçelim. Ali’nin savunduğu değerlerin belki de tam karşıtlarını yansıtan Woods, geçtiğimiz günlerde “kusursuz imajına” halel getirecek bir olaya karıştı. Karısıyla kavga etmiş cilalı imaj devrinin prensi. Alkol alıp kendini yollara vurmuş. Bünye alışık değil tabii kaçamaklara, bir trafik kazasıyla yakayı hemen ele vermiş. Meğer karısıyla kavga etme sebebi de gizli bir ilişkisinin ortaya çıkmasıymış. Falan filan feşmekan. Tiger Woods kadar az merak ettiğim bir adam olamaz ama senede 92 milyon dolar kazanan bu sporcu/iş adamının adını her andığımda da Balzac’ı hatırlamadan edemem: “Her büyük servetin arkasında büyük bir suç gizlidir.”

Golf hakkındaki görüşlerim ise kesin ve nettir. Dünya üzerinden bir aktivitenin silinmesi zorunluluğu ortaya çıksa öncelik golfe verilmelidir. Bizim Golf Federasyonu Başkanı Ahmet Ağaoğlu’nun çok güldüğüm bir sözü vardır: “Golf, aristokratların sporu değildir ama sporların aristokratıdır.” Aristokrat kelimesini Brecht’in diliyle kullanırsak bu cümlede benim için hiçbir sorun yok. Hatta şöyle de okuyabiliriz kendisini:”Golf gereksiz bir spordur.”

Spor dedim ama zengin adamın boş zaman eğlencesi demek daha doğru olur. 1920’lerin en başarılı golf oyuncusu Bobby Jones aleni bir ırkçıydı. O dönem golf, siyahlara ve kadınlara kapalı ırkçı ve cinsiyetçi amatör bir spordu. Dönemin koşulları göz önünde bulundurulduğunda çok da şaşırtıcı değil bu. Diğer sporlar için de aynı şeyler söylenebilir. Golfü benzerlerinden farklı kılan şeyse sporu ırkçı, elitist, sınıfsal ayrımcı olarak nitelemenin halen mümkün olması. “Ama Tiger Woods siyahidir” çıkışlarınızı duyar gibiyim. Woods’un tıpkı Michael Jordan gibi siyahi kesimin tarihi direnişini ve hassasiyetlerini yansıtmayan ve umursamayan tavrını bir kenara bırakacak ve olaya saf etnik kökenden bakacak olursak bu soruya en iyi cevabı milyarder golfçünün kendisi verir: “Ben Afrika kökenli bir Amerikalı değil Kablinezyalıyım(siyah, beyaz, Hint ve Tay karışımı)” Fakat dediğim gibi burada mesele kesinlikle Tiger Woods’un ten rengi değil, yansıttığı değerlerle alakalıdır. Woods, melez bir adam olarak George Bush’tan daha beyaz bir görüntü çiziyorsa daha fazla konuşmanın bir alemi yoktur. Hele ki kendisini dünyanın en zengin sporcusu yapan sponsorluk anlaşmalarının hepsini ‘görüntüsüne’ yani apolitik, renksiz, iyilik elçisi imajına borçluyken.

Golfü, elitist, ırkçı ve ayrımcı oluşu dışında sevimsiz kılan bir diğer özelliği de haddinden fazla yaşam alanını işgal ediyor olması. Neoliberal kent politikalarının selameti uğruna işçi sınıfının ve yoksulların sahip olduğu en mütevazı yaşam alanlarına dahi tecavüz eden kapitalist güçlerin 3-5 elitin boş zaman keyfi için bu kadar değerli ve geniş arazileri peşkeş çekebiliyor olması katlanılamaz bir durum. Hadi futbolu, basketbolu halk sporudur diyerek nispeten hoş görüyoruz ama kodamanlar eğlenecek ve para kazanacak diye daha fazla kent alanını kaybetmeye lüksümüz var mı?

Yazımı, ABD’li muhalif komedyen George Carlin’in -toprağı bol olsun- golf üzerine yaptığı muhteşem gösterisindeki sözleriyle bitireceğim:
“Bu ülkedeki yoksulların konut problemini halledecek çözüm elimde: Golf sahaları. Hali hazırda çok güzel mahallelerde, kaliteli araziler beyaz, zengin iş adamlarının öğle tatillerini değerlendirdikleri ve ülkeyi kendi çıkarlarına göre nasıl daha iyi hale getirebileceklerini tartıştıkları manasız ve gereksiz golf sahaları olarak harcanmaktadır. Artık bu toprakları bu şımarık azınlıktan kurtarmanın ve onları asıl sahipleri olan evsizlere dağıtmanın vakti gelmiştir. Golf, elitist, ırkçı, küstah ve sıkıcı bir spordur ve bu ülke üzerinde haddinden fazla yer kaplamaktadır. “


Hayatımda bundan doğru çok az şey duydum. Neye ihtiyacımız olduğu ortada: Daha çok Muhammed Ali, daha çok George Carlin. Daha yürekli, daha muhalif, daha demokrat, daha eşitlikçi bir spor çevresi.

Tuesday, December 1, 2009

Zydrunas-LeBron: Sıkı dostlar




Cumartesi akşamı Cleveland Cavaliers'ın 34 yaşındaki emektar pivotu Zydrunas Ilgauskas için tarihi bir gece olmalıydı.

Oldu da.

11.5 senelik meşakkatli bir kariyerin ve 723 normal sezon maçının ardından ilk ve büyük ihtimalle de son NBA takımı Cleveland Cavaliers'ın tüm zamanlarda en çok forma giyen oyuncusu olmaya hazırlandığı gece kariyerinin ilk DNPCD'sini yaşadı. DNPCD yani Did Not Play due to Coach's Decision. Bir başka deyişle kadroda olmasına ve herhangi bir sakatlığı bulunmamasına rağmen oyuna alınmayan oyuncu. Zydrunas'ın kariyerine ve yeteneklerine pek de uygun düşmeyen bir sıfat kısacası.

Ukraynalı pivot bunca yıllık emek, özveri ve sadakatinin ödüllendirilmesini beklediği akşam koçu Mike Brown tarafından aşağılandı. Oyuna alınmadı. Kariyerinin ilk DNPCD'sini yaşadı. Bu ana tanıklık etmeleri için özel olarak maça çağırdığı arkadaşları ve akrabalarına karşı düştüğü durumu düşünebiliyor musunuz? O akşam büründüğü ruh halini, karısıyla yaptığı konuşmaları, yatağa kafasını nasıl koyduğunu düşünmek dahi insanı geriyor.

Şurası kesin ki Z bunu kesinlikle hak etmemişti. NBA'deki ikinci ve üçüncü yıllarında yaşadığı talihsiz sakatlıklar ve bitmek bilmeyen uyku problemlerine rağmen büyük bir özveriyle devam ettiği kariyeri böyle bir tavırdan çok daha iyisine layıktı.

Koçu Mike Brown değil ama 7 senelik takım arkadaşı LeBron James bunun farkındaydı ve maç sonrası işte bu sözlerle koçunu eleştirdi:
"Zydrunas kesinlike oynamalıydı. Bazı maçlara sadece kazanmak için çıkılmaz. O gece Z'in tarihe geçeceği geceydi ve bu, rakibimiz Mavericks'e karşı alacağımız bir galibiyetten çok daha önemliydi."


LeBron James'i 16 yaşından beri takip eden biri olarak şunu kesinlikle söyleyebilirim ki kendisini şekillendirmeye çalışan Nike, David Stern gibi faktörlerden sıyrıldığı zaman oldukça güzel, örnek alınması gereken cümleler kurabilmektedir. Bu da onlardan biriydi ve benim için 2007 playoff'ları sırasında kız arkadaşı Savannah Brinson hamileyken söylediği "Basketbol herşey demek değildir. Hayatta basketboldan çok daha önemli şeyler var; aile gibi." cümlesinden sonra en makbul sözleri bunlardı. Sırf Nike ve NBA'in ticari kaygıları sebebiyle üzerine yüklenen 2.Michael Jordan olma yükünden ne kadar kurtulabilirse basketbol ve kendisi için o kadar iyi olacaktır. Zira kazanmayı hayatın yegane gayesi haline getiren, aşırı hırslı ve ölümüne apolitik ikinci bir basketbol ikonuna ihtiyacımız olduğu kanısında değilim.

Öncelikle Big Z'e bu harika kariyer için teşekkür edelim ve LeBron'u da takım arkadaşına sahip çıktığı için alkışlayalım.

Umarım koç Mike Brown bu ikiliden ders alır, tabii eğer işinin başında kalmaya devam ederse çünkü bu son hadise onun başını beklemediği kadar ağrıtacak.

Monday, November 30, 2009

Denizli pragmatizmi

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Milletlere karakter giydirmeyi sevmem. İspanyollar sıcakkanlı, Almanlar soğuk, İngilizler muhafazakâr, İtalyanlar cart Fransızlar curt… Tüm bunların 18.yüzyıl sonrası ulusal kimlik yaratma çabalarının birer parçası ve sonucu olduğunu bilirim. Fakat Türkiye dediğimiz coğrafi sınırlar içerisinde yaşayan halklarla ilgili kesin olarak bildiğim bir şey varsa o da şudur ki bizler kesinlikle plan-program-sistem vs. adamları değiliz. Bu sebepten de istikrar bize çok uzak bir kelime.

Bize cazip gelen hep kısa ömürlü çözümler. Belirli bir sistemin zorluğu ve mekanikliğini kavrayıp ona ayak uyduracak ne sabrımız var ne de disiplinimiz. Tüm bunlar futbol dünyamız için de geçerli ve onun içinde bir adam var ki o, belki de Türkiye insanının bu karakteristiğini en becerikli şekilde yansıtan kişi: Mustafa Denizli.

Denizli, 1987’den beri teknik adamlık yapıyor. Yurt içinde Galatasaray, Kocaelispor, Fenerbahçe, Manisaspor ve Beşiktaş’ın yanı sıra milli takımı da çalıştırdı. 3 büyük takımla lig şampiyonluğu, milli takımla Avrupa Kupası’nda çeyrek final oynama başarılarını yaşadı. 1988/89 senesinde henüz Türkiye takımları İngiltere’den, Polonya’dan sekizer golle uğurlanırken Galatasaray’la Şampiyon Kulüpler Kupası’nda yarı final oynadı ki bu, günümüzde dahi egale edilememiş bir başarıdır. Kısacası adım attığı hemen hemen her yerde başarılı oldu. Adım attığı yer sayısı fazla başarıları ise hep kısa ömürlüydü. Milli takım dışında görevine 2 seneden uzun devam ettiği olmadı. Anglosaksonların deyimiyle ‘journeyman’ yani gezgin bir futbol adamı olarak devamlı seyahat halindeydi. Farklı yerlerde şansını ve futbol bilgisini denedi. Galatasaray’la zirveye çıktığı dönemin ardından pat diye Alman ikinci ligine, Alemannia Aachen’a giden de, milli takımla çeyrek final oynadıktan sonra dönemin cadı kazanı Fenerbahçe’ye-ki hiç sevilmediği bir camiaydı- doğru yol alan da
kendisiydi.

Hiçbir zaman uzun soluklu görevlerin adamı olmadı. 23 yıldır Manchester United’ın başında bulunan yerleşik Alex Ferguson’u göçmenliğiyle kıskandıracak, 40 senede 23 takım değiştiren Macar futbol efsanesi Bela Guttmann’ı ise rekorunu kırmakla tehdit edecek kadar serüvenci bir futbol yaşantısına sahip. Nereye giderse gitsin değişmeyen ve belki de onu tüm bu hava değişikliklerine rağmen başarılı kılan özelliğiyse girdiği ortamın rengini alan akılcı ve pragmatik futbol anlayışı.
Denizli, kariyeri boyunca Fatih Terim’in “ben rakibe göre önlem almam”, “ben değil onlar düşünsün”cü hafif kabadayı futbol anlayışının tam zıddını yansıttı. Kendisinin de dediği gibi her maçı önce kafasında oynadı. Futbolun sayısız değişkenden oluşan dinamik yapısının hep farkında oldu ve rakibin eksiklerinden maksimum ölçüde faydalanmayı kendisine şiar edindi. Bu sebepten hemen hemen her gittiği takımda farklı taktiklere yer verdi. Kimi zaman maçtan maça taktik değiştirdiği bile oldu. 3’lü savunma da oynattı, 4’lü de. 3 santrforla da oynadı tek santrforla da. Tıpkı şu anda Beşiktaş’ta yaptığı gibi.

Açık söyleyeyim sene başında Beşiktaş’a hiç şans vermeyenlerdendim. Fenerbahçe ve Galatasaray’a karşı olan kadro zafiyetlerinin yanı sıra Denizli’nin yukarıdaki satırlar boyunca açıklamaya çalıştığım yerleşik olamama hallerinin de bunda büyük etkisi vardı. Bir kere kazandı mı doyup başka ufuklara yelken açmasına alışkınız. Yine böyle olabileceğine dair de önemli sayıda ipucu vermişti bize. Fakat medyadaki aşırıya varan eleştirilerden midir bilinmez Denizli, son haftalarda elindeki kadronun öyle ya da böyle suyunu çıkartan, pragmatik yapısını yeniden konuşturmaya başladı. Denizli’ye yakın kaynaklar bu durumu şöyle açıklıyor: “Maçları yeniden kafasında oynamaya başladı.”

Kuşkusuz kurt hoca elindeki takımın son yıllardaki en sağlam defans kadrosuna sahip olduğunun farkında. Birinci tercihlere baktığımızda stoperde Sivok-Ferrari, ön liberoda Ernst-Fink kelimenin tam anlamıyla taş gibi bir iskelet oluşturuyorlar. Böyle bir çekirdeğe ne Fenerbahçe sahip ne de Galatasaray. Bu isimlerin dışında İbrahim üçlüsü(Toraman, Kaş, Üzülmez), İsmail Köybaşı, Ekrem Dağ, Erhan Güven gibi çok mücadele eden ve defansif yönü kuvvetli isimleri de unutmamak lazım. Denizli, bu kadronun savunma yapma yeteneğinin farkında ve kartlarını buna göre oynuyor. Evet, Beşiktaş zevk verdiğini iddia etmenin güç olduğu bir futbol oynuyor. 30 dakika konuşmadan izlense insanın uykusunu getiriyor ama ortada da matematiksel bir gerçek var ki bu takım ligde oynadığı 13 maçta sadece 6 gol yedi ve yapmış olduğu felaket başlangıca rağmen lider Fenerbahçe’nin yalnızca 4 puan gerisinde. Üstelik oynamış olduğu son 6 (Ankaraspor maçını hükmen kazanıldığı için saymıyorum) lig maçını da kazandı. Şampiyonlar Ligi’nde ise son Old Trafford zaferinden sonra şansları devam ediyor.

Kısacası istikrarı sevmeyen, ortama kısa süreli de olsa ayak uyduran ve kartlarını ona göre oynayan Denizli, tıpkı tarzını belli etmek istemediği için bir el agresif, bir el pasif davranan poker oyuncularını andırırcasına futbol karakterinden farklı renklerde demetler sunmaya devam ediyor. 2000 Avrupa Kupası’nda çeyrek final oynayan Türkiye Milli takımına rakibi bozmaya yönelik, defansif ve ısırgan bir futbol oynatan Denizli başta Hıncal Uluç olmak üzere futbol ulemalarının büyük tepkisini çekmişti. Kendisini Galatasaray ve Aachen’daki hücum futboluyla hatırlayanlar için bu defansif milli takım bir hayal kırıklığıydı elbette ama sonuç gösterdi ki Denizli yine haklıydı. Milli takım her şeye rağmen başarılı olmuştu.

Sonraki sene Fenerbahçe’ye geçiverdiğindeyse elindeki malzeme öyle rota verdiği için yine çılgın hücumcu Denizli kimliğine büründü. 2 sene önce içimizdeki İrlandalı haline dönüşen Uluç bu sefer Denizli’yi yerlere göklere koyamıyor rakibi Lucescu’yu ise her fırsatta korkaklıkla suçluyordu. Oysa farkında değildi ki o çok yakından tanıdığını iddia ettiği Mustafa Denizli içinde bulunduğu koşullara göre farklı tavırlar alabilen, çok yönlü, değişken kısacası pragmatik bir futbol adamıydı.

Denizli’nin pragmatizmi şimdi de Beşiktaş’ta iş başında. Hani 1-0, 2-0’lık galibiyetleri alt alta dizince resim güzel gözüküyor da ressamı iş üstünde izlerken aynı tat alınamıyor maalesef. Konuştuğum ve bana görüşlerini bildiren birçok Beşiktaşlı arkadaşım ve okurum da aynı fikirde. Fakat görünen o ki Denizli’nin elindeki kadro 2 hareketli hücum oyuncusuyla(bir sol açık bir sağ açık) takviyelendirilmedikçe bu senaryo böyle devam eder. Mustafa Denizli, maçları kafasında oynar, eleştirilere her zamanki gibi gülümser ve aldığı neticelere bakar. Ne demiş Immanuel Wallerstein: “Değişim sonsuzdur. Hiçbir şey değişmez.” Denizli pragmatizmi de aynen o hesap işte.

Saturday, November 21, 2009

Sporda erdemliliğin önlenemeyen düşüşü

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Her gün envai çeşit spordan sayısız maç izliyoruz. Buna rağmen saha içinde yaşananlara dair konuştuklarımız, konuşabildiklerimiz günden güne azalıyor. Farkında mısınız bilmiyorum ama büyük maç diye yücelttiğimiz tüm karşılaşmalar, azametinin önemli bir bölümünü saha dışında sahip olduğu gerginlik potansiyelinden alıyor. Büyük sporcu dediklerimiz nadiren öncülleri kadar etkileyici olabiliyor. Banka hesabı şişkinleştikçe özgünlüğünü, şanı şöhreti arttıkça bizdenliğini kaybeden sahte kahramanlar haline dönüştü yıldızlık payesini uygun gördüğümüz sansasyonel isimler. Ve spor tüketildikçe sadece yerini yurdunu değil ruhunu da kaybeden bir iş sahasına doğru olan dönüşümünü artık tamamladı.

Ne demek istediğimi netleştirmek için geride bıraktığımız hafta spor adı altında neleri konuştuğumuzu özetlemek yeterli olacaktır. Galatasaray Cafe Crown-Fenerbahçe Ülker maçında yaşanan ve artık bir derbi ritüeli haline gelen tribün rezillikleri… Galatasaray Cafe Crown basketbol takımının bizzat olay sonrası kovulan Koçu Okan Çevik tarafından açıklandığı üzere “milli hisler” gözetilerek cezalı bir oyuncusunu hazırlık maçında oynatması ve tarihi bir ayıba, sahtekarlığa imza atması… Beşiktaş’ın başarısız Başkanı Yıldırım Demirören’in tribün temizliği adı altında kendisine muhalif olan ‘şöhretli’ kimi taraftarlara maça girme yasağı getirmesi… Geçen hafta da yazdığımız Ankaragücü ve Ahmet Gökçek şımarıklığı… Süreyya Ayhan’ın doping sebebiyle pistlerden ömür boyu men edilmesi… Cezayir-Mısır arasında oynanan Dünya Kupası eleme maçının Arap kavminin liderini belirleme savaşına dönüştürülmesi ve hem saha içi hem saha dışı aktörlerin olayı olabilecek en çirkin hale getirmeleri... Son olarak da yine bir Dünya Kupası eleme maçı olan Fransa-İrlanda karşılaşmasında Thierry Henry’nin bariz ve bilinçli bir şekilde elle düzelttiği topla attırdığı gol sonrası Fransa’nın Dünya Kupası biletini alması…

Oldukça hareketli geçen bir haftadan aktarabileceğimiz başlıklar bunlar. Türkiye ve dünya medyası işte bunları konuşuyor. Hepsi ‘büyük’ maç, hepsi ‘büyük’ sporcu, hepsi ‘büyük’ olay ama hiçbiri kamuoyunun kendisine biçtiği önemin hakkını verecek nitelik ve erdemlere sahip değil. Ya kavga, ya hile, ya sahtekarlık başrolü oynuyor sıfatlarının ululuğunda.

ÇEVİK VE AHLAKSIZ

Yerim olsa hepsiyle tek tek uğraşacağım da önce Galatasaray Cafe Crown basketbol takımının marifetleriyle başlayalım. Basketbola ayırdığı emeğe haksızlık etmek istemiyorum, o yüzden “Okan Çevik sadece Galatasaray Lisesi mezunu olduğu için koçluğa getirilmiştir” gibi doğruluk payı fazla olmayan bir cümle kurmayacağım ama Cemal Nalga skandalı gösterdi ki bu zatın bundan sonra iş bulabilmesi için “torpil” bile yeterli olmamalı.

Sen tut koskoca bir camianın haysiyetini beş para etmez bir hazırlık maçının neticesi uğruna riske at! Bundan da beteri, sebebi yahut doğuracağı sonuçlar ne olursa olsun böylesi bir sahtekarlığı akıl edip uygulamaya koy! Olacak şey değil! Sorumluların Galatasaray Spor Kulübü’yle olan ilişkilerinin acilen kesilmesi gerekiyordu, öyle de oldu. Bakalım federasyonun vereceği karar ne olacak? Umarım yönetmelikteki en ağır ceza hiçbir baskı altında kalınmadan uygulanır çünkü 104 yıllık Galatasaray Spor Kulübü ne yazık ki bunu hak etmiştir.

Olay sonrası görevine son verilen Okan Çevik’in özrü ise kabahatinden büyüktü. Meğer Çevik, milli hislerle akıl etmiş bu cinliği. Tek amacı hazırlık maçında alınacak galibiyetle Almanya’daki gurbetçilerin göğsünü kabartmakmış. Çok düşünceli adam doğrusu! E artık kovulduğuna göre kendisini vatan hizmeti uğrunda harcanan bir “gazi” olarak bile görebilir. Akla Orhan Veli’nin dizeleri geliyor: “Neler yapmadık şu vatan için / Kimimiz öldük / Kimimiz nutuk söyledik.” Kimimiz de Çevik gibi basit ve anlamsız bir hazırlık maçında hilekarlığa başvurduk. Eee, vatan için kurşun atanın da yiyenin de şerefli olduğu bir ülke burası. Çevik’e de hak vermek lazım.

HENRY’NİN YIKTIKLARI

Gelelim Tanrı’nın ikinci (hangi iki) eline. Thierry Henry’nin basketbolda bile steps sayılacak bir sekans akabinde attırdığı gol sonrası Fransa, Dünya Kupası’na katılma hakkı kazanırken mağrur ve mağdur İrlandalılar elenmekten kurtulamadı. Henry maç sonu yaptığı açıklamada “Evet elle oynadım ama ben hakem değilim. Eğer bazı kalpleri kırdıysam özür dilerim” dedi. Haklısın Henry, elle oynadın, hem de bilinçli bir şekilde ve yine haklısın ki çok kalp kırdın. Hem de sadece İrlandalıların değil tüm futbolseverlerin. Fransa’nın 1 numaralı spor gazetesi L’equipe maç sonrası “Fransa bileti eline aldı” diyerek manidar bir manşet attı. Onlar da kalbi kırık futbolseverlere dahildi.

Fransa golü bulduğunda aklımdan “Acaba Henry kendisine yakışanı yapıp hakeme yediği haltı itiraf eder ve golün iptal edilmesini sağlayıp adını futbolun onurlu efsaneleri arasına yazdırır mı” diye geçirdim. Yapmadı maalesef. Onun yerine haksızca atılmış bir gole çılgınca ve yüzsüzce sevinmeyi yeğledi. Thierry Henry ve Fransa sevinirken “futbol dilencileri” bir kez daha yıkılıyordu. Hayal kırıklıklarına, yenilgilere alışığız ne de olsa…

Fakat artık gün, Thierry Henry, Okan Çevik, Süreyya Ayhan gibi spor erdemliliğinden nasibini alamamış sporcu ve spor insanlarını yerin dibine geçirme günüdür. Çünkü biz naif sporseverler hayatımız boyunca unutmayacağımız saliselik enstantanelerin hazzı uğruna nice pisliği sineye çektik ve artık böğrümüz mikroptan geçilmez oldu. Artık yutkunmadan sevinmek, küfretmeden bağırmak, kalp kırmadan şakalaşmak lügatımızdan silindi. Ve tüm bunların sorumlusu sporcuları ve sporun ağababalarını hoş gördükçe daha çok tribün kavgası, milli maç muharebesi, doping kazığı yaşarız. Daha çoook aldatırlar bizi…

Sunday, November 15, 2009

"Alıcam Ankaragücü'nü vurucam kırbacı"

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Shakespeare’in unutulmaz oyunu Hamlet’te söylendiği gibi: “Çığrından çıkmış bir zaman bu.”

20 yılı aşkın bir süredir Gökçek ve Ankara isimleri ne zaman yan yana gelse yanlarında bir de trajedi getirdiler. ‘Kassandra çaresizliği’ içinde çırpınmak mıdır bizimkisi bilemiyorum ama onların gayet de sağlam yazılmış bir senaryoya, bir Yunan tragedyasına göre yaşadıklarına eminim. Hani Sofokles yazmış olsa eserlerinden tek farkı oyunun Thebai’de değil Ankara’da geçiyor olması olurdu. Senaryolarda kötü adamın bir türlü sonu gelmeyen erki bizi hep hayrete düşürür ve oyuna bağlar ya burada da öylesi bir durum var. Gökçek’ler ne halt etse yine de iktidarları sonlanmıyor. 15 senedir onlara bu gücü veren Ankara halkıymış. En esrarengizi de bu zaten. Bizim bilmediğimiz, anlayamadığımız bir şeyler biliyor bu adamlar ama ne?

Gökçekler’in futbola el attıkları günden itibaren sahneledikleri senaryo da geçmişlerinden farksız değil. Önce halkın parasıyla oluşturulan bir belediye kulübü, bin bir katakulliyle, hülleyle, hileyle iç edildi ve tüm imkânları başkentin taraftar gücüne sahip tek camiası Ankaragücü’ne aktarıldı. Federasyonun bu hukuksuzluğa karşı verebildiği tek ‘somut’ ceza artık herhangi bir kıymet-i harbiyesi kalmayan Ankaraspor’u küme düşürmek oldu. Asıl suçlularsa para cezaları, hak mahrumiyetleriyle yırttılar ve icraatlarına devam ettiler. Başarıya hasret ve haddinden fazla ateşli bir taraftar grubuna sahip olan Ankaragüçlüler de havadaki başarı umudunu kokladıkları için tüm bu rezilliklere karşı sessiz kaldılar.

Şimdiyse babadan miras şaibeli bir erki 10 yaşında şımarık bir zengin çocuğu edasıyla kullanan Ahmet Gökçek tipik bir patron pişkinliğiyle Hikmet Karaman’ı kovuyor ve sözleşmesinde açıkça belirtilmiş tazminatının hükümsüz olduğunu iddia ediyor. Üstelik Karaman’ın anasının ak sütü gibi helal ödencesinden feragat etmemesi üzerine de onu ajitasyonla(kendi telaffuzuyla ‘acıtasyon’) suçluyor. “Hayatında böyle sözleşme görmemiş” Ahmet Bey, e şimdi gördün işte. Nasıl hoşuna gitti mi? Bu ülkede hukuk varsa parasını da çatır çatır ödeyeceksin. Ahmet Gökçek’e bakılırsa böylesi bir sözleşmenin ardında art niyet aramamak enayilikmiş. Türkiye dışında çalışan bütün teknik adamlar art niyetli o zaman. Keyfi başkanlara karşı çalışma hakkı ve emeğini güvence altına almak istemek bir patronun gözünde art niyet tabii. Bugün İspanya milli takımının teknik direktörü Vicente Del Bosque ömrübillah çalışmasa Beşiktaş’tan aldığı 8 milyon Avro’luk tazminat parasıyla torunlarını geçindirir. Ve bunun adı art niyet falan değil profesyonelliktir. Kendini tiran sanan başkanlara karşı bir futbol emekçisinin haklarını koruma çabasıdır.

“Arkeolojik bir olgu: Çalışan hakları”

Başkent ekibindeki rezillikler bununla sınırlı kalsa iyi. Hikmet Karaman, ekibiyle beraber 5 aydır maaş alamadıklarını zaten açıkladı. Bu yetmezmiş gibi futbolcuların da ödemelerinin yapılmadığını bir futbol kulübü için utanç verici bir haber sayesinde öğrendik. Dünyaca ünlü İngiliz santrfor Darius Vassell otelinden ücreti ödenmediği için kovulmuş. Kulağa ne komik geliyor değil mi? Defalarca İngiltere milli takımı forması giymiş bir futbolcu, kulübü konakladığı yerin parasını ödemediği için kapı dışarı ediliyor. Ne işim var benim burada, ne hallere düştüm diye az dövünmüyordur şu aralar.

Aslında tüm bunlar 1984’ten beri örgütlenemeyen sporcuların bir sendikaya neden ihtiyaç duyduklarını da açıkça ortaya koyuyor. Dile kolay; 25 yıl oldu ve halen sporcuların haklarını kollayacak, başlarına gelebilecek olası bir haksızlıkta onlara arka çıkacak bir sendikaları yok. Eduardo Galeano’nun deyimiyle çalışanların haklarının arkeolojik bir olgu olarak dayatıldığı emekçi düşmanı bir çevrede yaşıyoruz.

Yeşilçam’ın kült sahnelerinden biridir. Tombul zengin çocuğu babasının parasıyla Sezercik’in eşeğini satın almak ister ve şöyle der: “Alıcam eşeği vurucam kırbacı”. Burada da Ahmet Gökçek, Melih Gökçek’in oğlu olmak dışında hiçbir vasfa dayanmayan başkanlığıyla almış eline Ankaragücü’nü istediğine kırbacı vuruyor. Şimdiden söylüyorum ki başarısız olacak. Ankaragücü, Gökçek’lerin iktidarı süresince her türlü desteğe, hileye, hurdaya rağmen başarılı olamayacaktır. Çünkü böylesi bir zihniyetin günümüz futbolunda yeri olamaz. Görme bozukluklarına aşina olduğumuz Türk spor medyası Ankara civarlarında yaşanabilecek her türlü hukuksuzluk ve hukuk dahilindeki haksızlıklara karşı gözünü dört açmalıdır. Ahmet Gökçek, yeni Gigi Becali olmak istiyorsa yanlış ülkeye tezgâh açtığını bilmeli.

Sunday, November 8, 2009

Futbolukürdi ve sevgili damat

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Ragıp Duran’ın tabiriyle ‘Futbolukürdi’ haftanın gündemini oluşturmaya devam ediyor. Gaziantep deplasmanında maruz kaldıkları ırkçı tezahüratları düşünürsek, Diyarbakırspor Başkanı Çetin Sümer’in, “Galatasaray maçına çıkmayacağız” tehdidi azdı bile. Fakat haklı isyanına, haksız bir hakem hataları söylemi ve komplo teorileri karıştırması, elini zayıflattı. Zira medya, olayı “ırkçı tezahürat” bağlamından buraya çekti. Manipülasyondaki ustalıklarına diyecek yok. Hafta boyunca birçok yazardan, asıl ırkçılığı ‘bölücü’ Kürtlerin yaptığını anlatan ve Çetin Sümer’in böyle tehditlerle bir yere varamayacağını tavsiye eden yazılar okuduk.

“Kahrolası feodaller” yapmışlardı yine yapacaklarını. Tertemiz, el değmemiş sporumuza siyaset karıştırmışlardı bir kere. Üstelik federasyonun perşembe akşamı açıkladığına göre ortada ırkçı tezahürat falan da yoktu. Diyarbakır’ın cümlesi halüsinasyon görüyordu. Yoksa bu adamlarda bölücülük geni mi vardı kuzum?.. Zaten başkan dedikleri o adam da Amerika’nın Sesi radyosuna “Diyarbakırspor Kürt milletinin takımıdır” açıklamasını yaparak Amerikancılığını, Sorosçuluğunu, bölücülüğünü, ırkçılığını ve tanrıtanımazlığını toptan kanıtlamamış mıydı?.. Diyarbakırspor olsa olsa Dağ Türklerinin takımı olabilirdi. Hem zaten güzeller güzeli İzmir’imizin takımları dururken Diyarbakır’ın ne işi vardı Süper Lig’de?..

Spora siyaset karıştırmaktan mı bahsediyoruz? Kürtleri uyutmak için devletin futbolu kullandığı ve bunun için de Diyarbakırspor’u 2001 yılında ite kaka birinci lige çıkarttığını bilmeyen yok. O zaman devlet politikasıdır diyerek suskun kalan medyanın, kent kendi imkanlarıyla kavrulmaya çalıştığı zaman “Spora siyaset karıştırdılar” diye ağlaması ne kadar inandırıcı? Kaldı ki her deplasman maçında ırkçı saldırılara maruz kalan bir kent takımının kendini savunmak istemesi suç mudur? “Kürt sorununun” çözümünde ne kadar aşama kaydedilirse kaydedilsin, devletin yarattığı bazı reflekslerden arınmak kolay olmuyor. Bugün Kürt mücadelesinin en basit kazanımları dahi yeni bir alana entegre edilmeye çalışılırken zorluklarla karşılaşıyor. Spor alanında yaşadıklarımız ve Diyarbakır’ın olduğu gibi, yani bir Kürt takımı olarak kabulüne gösterilen tepki de bunun bir kanıtı.

Nihayetinde federasyon, “Irkçı tezahürat falan yok, siz yanlış duymuşsunuz” dedi ve Gaziantepspor’a ceza vermedi. Ama asıl bomba gün içerisinde başka bir ceza haberiyle patladı. Radikal’in haberine göre sezon başında “Irkçılığa ve Endüstriyel Futbola Karşı Futbol” temalı bir dostluk karşılaşması olarak oynanan Adana Demirspor-Livorno maçında açılan “Güler Zere ölmesin” ve Che, Deniz Gezmiş pankartları yüzünden 10 kişiye toplam 100 bin TL ceza kesildi. Radikal’in okuyucu yorumlarında konuyla alakalı çok manidar bir cümleye rast geldim: “Güler Zere ölmesin pankartı açmanın cezası 100 bin TL, acaba Güler Zere ölsün pankartı açılsa herhangi bir ceza kesilir miydi?” Federasyon bunun cevabını perşembe günü aldığı kararla verdi. Müsterih ol necip Türk milleti, kanser hastası bir kimsenin özgürlüğü için pankart açmak suç, koca bir şehri “terörist” diye damgalamak suç değil. Helal olsun! Size de bu yakışırdı.

‘DAMAT SEN KÜFÜR DE Mİ EDİYORDUN?’

Geçelim haftanın diğer manşetine... Ercan Saatçi’nin bu ülkede bir gazetenin “spor koordinatörü” olmaması gerektiğinin anlaşılabilmesi için ağzından küfür çıkması gerekiyormuş. Bilmem kaç senedir sayısını öğrenmeye korktuğum adet fanatizm ve cehalet kokan yazı yumurtlayan bir adamın, Türkiye’nin en çok satan gazetelerinden biri aracılığıyla yarattığı tahribatın farkına varılabilmesi için gereken buymuş yani. Neyzen Tevfik’e ithaf edilen o sözlerden biri geliyor aklıma: “Türk milleti gariptir, her lafı kaldırmaz” Devamını da siz getirin bir zahmet.

İşin komik yanı, malum küfür videosu ortaya çıkınca Saatçi’nin, saf altın damattan içgüveysinden hallice statüsüne düşmesi. Köşe yazarlığına devam edecekmiş Ercan Bey ama o da kesin değilmiş. Demek ki bu ülkede “spor koordinatörü” olup olamamanız küfürbazlığınıza kalmış. Ağzı biberlere layık bir küfürbazsanız, koordinatör değil ancak köşe yazarı olabilirsiniz. Ha tabii aynı zamanda genel yayın yönetmeninin de damadı olmalısınız ama bu ayrıntıları geçelim mirim. Şıngır mıngır sosyete!..

Yani sırtını dağlara vermiş Saatçi, bugüne kadar yediği yüzlerce naneyle değil ama tek bir küfürle tu kaka oldu öyle mi? Üzüldüm doğrusu! Kendisine tavsiyem, daha önce yaptığı gibi mevcut konjonktürü iyi değerlendirmesi ve kendisine yakışacak en pragmatik kararı alması. Spor sayfaları artık ona dar gelir. Hem Yılmaz Özdil’den neyi eksik? Milliyetçilikse milliyetçilik, sığlıksa sığlık. Kötü müzikle yetinmedi, kötü spor yazarlığına geçti. Kötü siyaset yazarlığına atlaması için önünde durabilecek bir engel tanımıyorum. Serde damatlık da var hem. Yazarlık yok gerçi ama sorun değil. Ben ona formülü vereyim: “Biz buradayız gitmeyiz/Ülkemizi bekleriz/Karşı çıkan olursa/...” tarzı şarkılar yazıyordu ya, aynısını düzyazıya döksün. 22 tane böyle cümle yazdı mı Özdil’in de tahtını ele geçirir.

Ahmet Kaya, zamanında kendisine ne güzel cevap vermişti: “Ben saatçilerle değil sanatçılarla muhatap olurum.” Zat-ı muhteremin üstüne fazla gitmeyelim. Sonra şarkısında ince bir zekanın ürünü olarak 3 noktayla betimlediği gizli eylemlerini üzerimizde denemeye kalkar maazallah!..

Wednesday, October 28, 2009

Yavaş, yaşlı, demode




NBA'de sezon dün oynanan maçlarla açıldı. Günün en dikkat çekici maçındaysa Boston Celtics, Cleveland Cavaliers'ı deplasmanda 95-89 yenmeyi başardı.

Cleveland, geçtiğimiz sezon sahaya kazanmak için çıktığı 40 iç saha maçının sadece birini kaybetmişti.(1) Boston Celtics'i ise 2 maçta da silip süpürmüştü. Tabii, o maçlarda Boston'ın Kevin Garnett'siz oynadığını hatırlatmak lazım. Fakat elimizde şöyle de bir istatistik var ki Cavs, 2005/06 sezonundan beri Boston'a karşı sahasında oynadığı 11 maçı da kazanmış. Bu bakımdan dün alınan mağlubiyet önemli bir serinin ve psikolojik eşiğin de sonu olmuş oldu.

Kevin Garnett'in dönüşü, Rasheed Wallace, Marquis Daniels ve Sheldon Williams eklemeleri Boston'ı her zamankinden daha iyi bir takım yapmış, bu kesin.

Peki ya Cavs? Shaquille O'Neal, Anthony Parker ve Jamario Moon'un gelişi geçtiğimiz normal sezonda 66 galibiyet kazanan bu takımı nasıl etkileyecek?

Şunu belirtmek gerek ki Parker ve Moon burada sadece rol oyuncuları ve takıma kanatlarda önemli bir derinlik kazandıracaklardır. Fakat Shaq alelade bir oyuncu değil, 38 yaşında da olsa.

Elinizde Shaq varsa oyun sisteminizi Shaq'e göre ayarlamalısınız. Shaq'ten kendi sisteminize uyum sağlamasını bekleyemezsiniz. Çünkü O'Neal ne kadar iri ve dominant olursa olsun çok yönlü bir oyuncu değildir, olamaz da. Bu bakımdan Cavs için adaptasyon süreci elbette önemli. Mike Brown'ın dahiyane(!) derinlikteki hücum sistemine alışmak bile süre alabilir. Bu yüzden Cavs,dün Boston'a karşı oynadığından daha iyiye gidecektir. Bundan kuşkum yok. Ama işi sonuna kadar götürebilirler mi, şampiyon olabilirler mi derseniz? Ona cevabım açık ve net: imkansız!

Neden mi? Çünkü Cleveland Cavaliers tüm transferlere ve ligin en iyi oyuncusuna rağmen hala belirgin zaafları olan bir takım. Ve bu zaafların en büyüğü içerisine Shaq'in de dahil olduğu uzun rotasyonundan kaynaklanıyor.

Shaq/Ilgauskas/Anderson Varejao ve JJ Hickson. Bu 4'lü Cavs'in uzun rotasyonunda yer bulacak isimler. Cavs maça Shaq/Varejao ikilisiyle başlıyor ki bu çok sağlıksız. Zira ikisi de boyalı alan dışında etkisiz elemanlar. Şutları yok, bu da basketbolun en önemli kavramlarından 'spacing' yani oyunu yarı sahaya iyice yayıp boşluk yaratma imkanlarının en aza inmesi demek ki bu bir LeBron James takımı için kabul edilemez. Çünkü LeBron'un onlarca özelliği arasında belki de en öldürücü olanı içeriye drive'ları. Shaq ve Andy savunmacılarıyla birlikte boyalı alanı kapadıkları zaman bu imkan en aza indirgeniyor. Kaldı ki sahada sadece 2 şutör kaldığı için rakip savunma iyice rahatlıyor. Orlando Magic'in başarısının sırrını hatırlarsak günümüz basketbolunda spacing kavramını ve şutör oyunculara sahip olmanın önemini daha iyi anlarız.

Artık üst düzey basketbolda 2 tane şut atamayan uzunla oynamak diye bir şey söz konusu olamaz. En azından bir yüksek post şutuna sahip olan oyuncuya ihtiyaç var. Cavs sahaya Shaq ve Varejao'yla çıktığı zaman bu imkan yok oluyor. Yedek uzunlardan, Ilgauskas, 34 yaşında ve sene sonu emekli olacak. Big Z şutör bir oyuncu, evet ama onun zaafları da gözden kaçırılır gibi değil. Bir kere ligin belki de en yavaş oyuncusu. Pick&Roll savunmasında tıpkı Shaq gibi ligin en kötülerinden. Yine geçtiğimiz sezonki Magic serisinde izlediğimiz ve Cavs'in elenmesine sebep olan zilyon tane pick&roll, hadisenin açıklığını daha iyi gözler önüne serecektir.

JJ Hickson, genç ve gelecek vaat ediyor. Fakat Hickson'ın şu an için üst düzey arenada neler yapabileceğini kestiremiyoruz. Bir kere hala Cavs savunmasını öğrenebilmiş değil. Pre-season maçlarında da gördüğümüz gibi hata üstüne hata yapıyor. Önemli bir potansiyeli var ama basketbol IQ'su çok zayıf. Dolayısıyla şimdilik Cavs'in uzun rotasyonunda yaşadığı açıkları kapatabilecek biri değil.

Hastalığın adını koymak gerekirse; Cavs uzunları yaşlı, yavaş ve modası geçmiş isimlerden oluşmaktadır. Modası geçmişten kastım günümüz basketboluna uyum sağlayacak teknik ve atletik özelliklerden yoksun oluşları. Artık tüm dünya şutör uzunlarla, daha hızlı bir basketbol oynuyor ve sizin Shaq&Ilgauskas gibi zaaflarla dolu, kötü savunmacılarla en üst düzeyde, en üst seviye başarıya erişmeniz olanaksız.

Cavs'in şimdilik yapması gereken Shaq'i benchten getirip maçlara Ilgauskas'la başlamak. Bu, iç-dış hücumu olarak daha dengeli bir başlangıç yapılmasına imkan sağlayacaktır. Ayrıca LeBron, ikinci periyodun başında oyundan çıktığında takımın sudan çıkmış balığa dönmesinin de önü alınabilir. En azından ellerinde Shaq gibi güvenilir bir alçak post silahı olur. Kaldı ki Shaq'in mevcut savunma zaaflarını gidermek için Cavs'in yapacağı en iyi şey O'Neal sahadayken LeBron'u 4 numaraya çekmek ve takımı kısaltmak olacaktır. Böylece hem savunmadaki yavaşlık sorunu kısmen halledilir hem de hücumda geçen sene Suns'ın oynadığı '7 saniye ya da Shaq'(2)sistemine dönülür ki dünyada hızlı basketbolu en iyi oynayacak oyuncu var elinizde. LeBron James, basketbolun Magic Johnson'la birlikte en iyi transition hücumcusudur. Gelin görün ki hiçbir zaman bu özelliklerini maksimize edecek bir sistem altında oynayamadı.

Shaq'in benchten gelmeyi kabul edeceğine inanmıyorum. Bir Nostradamus'luk yapacak olursak bence Cavs sezona kötü bir başlangıç yapacak, Mike Brown değişikliğe gitmek için O'Neal'ı bench'e çekmek isteyecek. Shaq bunu kabul etmeyecek ve LeBron'la arası bozulacak. Şubat ayında da takas edilecek. Kısacası şampiyonluk Cavs için hala çok uzak ve LeBron'un 2010'da yuvadan uçması anlamına gelebilir. O zaman seyreyleyin gümbürtüyü. 2012'de Cleveland'da basketbol diye bir şeyin kalmadığına tanıklık edebiliriz.

(1) Kazanmak için çıktığı dedim zira evlerinde oynadıkları son maça Doğu birinciliğini garantiledikleri için yedeklerle çıkmışlardı.
(2) Hızlı basketboluyla tanıdığımız Steve Nash önderliğindeki Phoenix Suns'ın Shaq'li yeni hücum prensibi. Buna göre ilk 7 saniyede uygun şut pozisyonu bulunamazsa top içeriye, Shaq'e indirilecek ve half-court ofansa dönülecek.

Sunday, October 25, 2009

Güzel maç olsa bari

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Futbola dair sahip olduğum ilk anı bir Fenerbahçe-Galatasaray maçına ait. Yer, o zamanki adıyla Fenerbahçe Stadı. Güneşli bir gündüz karşılaşması, henüz farkında olmasam da Galatasaraylıyım. En azından o maçla birlikte kendimi ailemdeki herkes gibi Galatasaraylı addediyorum. Maçla ilgili hatırladıklarımsa kara sakallı atik bir adamın kırmızılı takımın savunma oyuncularını sırasıyla perişan etmesiyle başlıyor ve 2-5’lik felaket bir skorla sona eriyor. Karşılaşmanın bitimine yakın kırmızılı takımın yeşil formalı şaşkın kalecisi, kara sakallı futbolcuya saldırıyor. Maç sonu sakallı adam beyaz saçlı bir muhabire veryansın ediyor: “Böyle dostluk olmaz olsun.”

Beyaz saçlı muhabir Bülent Karpat. Şaşkın kaleciden kastım; Hayrettin Demirbaş, kara sakallı delişmen kanat oyuncusuysa Rıdvan Dilmen.

Anlayacağınız bir Galatasaraylı olarak Fenerbahçe’yle olan ilişkim başladığı gibi devam ediyor. Yüzümüz gülmek bilmedi, hele ki Kadıköy’de. Üstelik değişmeyen sadece saha içi sonuçlar değil. Kavgalar, küfürler de bu rekabetin üzerinden hiç eksilmedi. İsimler değişti sadece. Hayrettin gitti Sabri geldi, Hasan Vezir gitti Emre Belözoğlu geldi, Ergun Gürsoy gitti Mahmut Uslu geldi… Spor kültürü ve medyasının 80’den sonra içine girdiği olumsuzlukların hepsinden fazlasıyla etkilendi anlı şanlı “dünya derbimiz”.

91/92 sezonundaki 5-2’lik mağlubiyetten 1 sene sonra Galatasaray, Kadıköy’de 4-1 kazanmış, sonrasında da kıran kırana geçen şampiyonluk yarışında ipi Beşiktaş’ın önünde göğüslemeyi başarmıştı. O günden bugüne tam 16 lig karşılaşması oynandı Kadıköy’de ve Galatasaray bu maçlardan sadece birini kazanabildi.

Yaşı yeten Galatasaraylıların unutmamış olduğuna emin olduğum bu maç, 1999 yılının son ayında yağmurlu, puslu bir akşamda oynanmıştı. Hasan Şaş’la Marcio’dan gelen gollere dönemin tek formda Kanaryalısı Viorel Moldovan’ın verdiği cevap yeterli olmamış ve sarı-kırmızılar 6 sene sonra Kadıköy’de galibiyetle tanışmıştı. Galatasaray’ın rakip tanımadığı, Fenerbahçe’nin ise “acıların takımı” olarak adlandırıldığı senelerdi. Nitekim sezon sonunda Cimbom üst üste dördüncü şampiyonluğunu ve en önemlisi UEFA Kupası’nı kazanırken, Fenerbahçe yeni ve hırslı başkanı Aziz Yıldırım’ın önderliğinde radikal bir yeniden yapılanmaya gidiyordu.
Bu tarihten sonra Kadıköy, Galatasaray’ın ezeli ve ebedi cehennemi olma hüviyetini yeniden kazandı. 6-0 mı istersiniz, 4-0 mı? 7 kişi bitirilen maçlar mı ararsınız, tribünlerin sidik poşetlerine bulandığı maçlar mı? Fenerbahçe ve Kadıköy fobisi Galatasaraylıların bilinçaltına öyle bir işlemiş vaziyetteki, hafta başında Galatasaraylı bir arkadaşıma “Alex belki oynamayacakmış” dediğimde; “Ne fark eder PAF takımla çıksalar yine de yenileceğiz” cevabını aldım. Eh, haksız sayılmaz.

DERBİNİN TEKNİK, TAKTİK VE PSİKOLOJİK YÖNÜ


Neyse, laklakı bırakıp bugünkü maçın teknik analize geçelim.
Sene başında yine bu köşede, mevcut stoper ve orta saha oyuncularıyla Galatasaray’ın Rijkaard’ın istediği biçimde 4-3-3 oynamasının zor olduğunu yazmıştım. Çünkü o 3’lüden biri Arda yahut Elano olduğu sürece Galatasaray 4-3-3 değil 4-2-4 oynuyor. Arda, artık üst düzey futbolda nesli tükenen 10 numaralar gibi oynamaya çalıştığı sürece de bu durum değişmez. Öyle ki Baros’un 5 metre gerisinde oynayan ve hiçbir şekilde savunmasına yardım etmeyen “Kaptan” Arda bu oyun tarzıyla Rijkaard’ın Iniesta’sı işlevini göremiyor haliyle. Böyle olunca da sahada defans yapmayan oyuncusu sayısı 4’e yükselen Galatasaray’ın orta alandaki 2 çapasının üzerine binen yük iyice artıyor. Kaldı ki Galatasaray’ın sahip olduğu tüm orta saha oyuncuları teknik kapasitesi yetersiz isimler. Stoperlerden bahsetmiyorum bile. Bu da Galatasaray’ın ilerideki dörtlüsü yorulunca ve rakip takım önde basmaya cüret edince sarı-kırmızılı takımın başına bir kâbus gibi çöküyor. Özellikle ağır savunma oyuncularının zaafları iyice ortaya çıkıyor. Bunu ben görüyorum da Rijkaard göremiyor diye bir şey yok elbette. Son Trabzon maçında Kewell’ın yerine Barış’ı oyuna aldığı yani forvet çıkarıp yerine mücadeleci bir orta saha oyuncusu soktuğu anda Galatasaray oyunda üstünlüğü yeniden ele geçirip 2 gol atıvermişti. Hal böyleyken Galatasaray’ın hele ki fizik olarak kendisinden daha iyi durumda olan Fenerbahçe karşısına alışıldık Arda-Kewell-Keita-Baros dörtlüsüyle çıkması erken goller bulamaması durumunda kendileri adına nahoş sonuçlar doğurabilir. Erken gol bulunsa dahi ikinci yarıda mutlaka 3’lü orta saha düzenine geçilmeli. Çünkü Galatasaray’ın bu ağır stoperler ve yerlerde sürünen takım savunmasıyla eli ayağı düzgün bir takıma karşı direnmesi imkânsız.

Fenerbahçe’deyse Alex ve Guiza oynayacak mı oynamayacak mı endişesi var. Guiza neyse de Alex’in Fenerbahçeliler için arz ettiği önemi hatırlatmaya gerek bile yok. Sahada Emre ve Alex gibi oyun kurma meziyeti gelişkin iki oyuncuya sahip olmak, ev sahibi ekibin rakibine karşı önemli avantajlarından biri olacaktır zira Galatasaray’ın (Arda dâhil) bu tarz tek bir oyuncusu bile yok. Daum’un Galatasaray’ın oyun kuramama zaafından yararlanabilmesi için mutlak suretle önde pres yaptırması lazım. Bunun için Andre Dos Santos’un yerine Mehmet Topuz’un düşünülmesi daha akılcı olacaktır. Mehmet Topuz, Colin Kazım, Guiza (ya da Semih), Emre ve Baroni’yle devamlı koşturan ve top kapan bir orta saha-hücum hattı Alex’in virtüözlüğünde Cimbom’a çok zor anlar yaşatabilir.

Nihayetinde Fenerbahçe için taktik, Galatasaray içinse hem taktik hem de psikolojik savaş şeklinde geçecek bir derbiye tanıklık edeceğiz. İki takım da bulundukları ligin kalitesinin çok üzerinde kadrolara sahipler ve büyük ihtimalle zayıf takımlara karşı çok az kayıp vererek sezonu 80 puanın üstünde tamamlayacaklar. Bu bakımdan aralarında oynadıkları maçlarda alınan sonuçlar da çok önemli olacaktır.

İlk hatırladığı futbol karşılaşması “Böyle dostluk olmaz olsun” vecizesiyle sonlanan bendenizin bu maçtan naçizane beklentisi dostluğun kazanmasıdır diye bitirmek isterdim bu yazıyı. Hakikaten isterdim de şu an içinde bulunduğumuz spor kültüründe böyle bir cümlenin ne kadar naif kaçacağı malumunuz. Ne diyeyim; güzel maç olsun bari…

Sunday, October 18, 2009

Solda olacağız;Hrant'ın yanında

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

“Geçmişin doğruları bugünün yanlışlarına dönüşürken, geride belli belirsiz bir kımıltı kalır. Tarihin treninden düşmüş, sakatlanmış, erksizleşmiş bir doğruluk hayaletidir bu. Bizi uğraştırmaya devam eder. Ve sezeriz; dayanıklılığını, yenilgisinden almıştır.”

Yukarıdaki pasaj Orhan Koçak’a ait. Kanımca mutlak bir evrensel gerçekliğe işaret etmediği gibi, hedefi de tarihi aşamalara göre değerlendirilebilir. Mesela günümüzde Kemalizmin ruh halini bu pasajdan iyi hiçbir şey özetleyemez herhalde.

Ulusalcı cephenin son dönemde normalleştirilmeye çalışılan Türkiye-Ermenistan ilişkilerine karşı olan tavrı, Ermeni diasporasıyla ne kadar benzer, fark ettiniz mi? İki kesimin de, milliyetçi bir hayaletin savaş ve nefret bağımlılığı yayan çığırtkanlarının arkasından gitmek dışında bir meziyetleri yok. Komşu ülkelerin kaç saatte fethedileceğini hesaplamakla meşgul zeka küpü paşalarının ve kanaat önderlerinin rotasında az dayak yemediler. Ama dedik ya, dayanıklılıklarını yenilgilerinden almışlar.

Futbol diplomasisine karşı sığ milliyetçilik

Literatüre “pinpon diplomasisi”nden sonra futbol diplomasisi terimini eklemesi dışında pek de önemi olmayan Türkiye-Ermenistan maçında yine devredelerdi. FIFA’nın “milli maçlarda başka ülkelerin bayraklarının açılmaması” kuralını hatırlamasıyla derdest edilen Azeri bayraklarına getirilen yasak, anlamsızdı. Anlamsızdı; zira bu tip yasaklar, pisliği halının altına ötelemekten ve işleri kızıştırmaktan başka bir işe yaramaz. Azerbaycan bayrağı, milliyetçi cephenin Ermeni barışına karşı sarıldığı son umutlardan biriydi. O da ellerinden alınınca, hırsları dillerine vurdu.

Tekbirlerle karşıladıkları Ermenistan Milli Takımı’nın ulusal marşını ıslıklamakla şovlarına başladılar. “Ayağa kalkmayan Ermeni olsun” dediler, “Ermeni’ye koymasan da…” tezahüratları yaptılar. En zoruma giden de “Odam Kireç Tutmuyor” gibi güzel bir türkümüzü ırkçı salyalarına bulamalarıydı.

Aynı cephenin medya boyutu da ayrı bir komedi. Her milli maçı Kurtuluş Savaşı’na çeviren kendileri değilmiş gibi, “Futbola siyaset karıştı” tarzı başlıklar attılar. Bu seferki siyasetin barışçı olması işlerine gelmemişti elbette. Her zamanki sığlığıyla, “Bu maçı vericez başka yolu yok” başlıklı bir yazı yazan Yılmaz Özdil, vatanseverliğini, kötü esprilerle bezediği bu ilkokul kompozisyonuyla sağlama almaya çalıştı.

Anlayacağınız, ulusalcı kesimle ilgili sıkıntım sadece dar dünya görüşleriyle ya da çıkarmak bilmedikleri at gözlükleriyle sınırlı değil. Bir derdim de müthiş sıkıcılıkları. Milliyetçi taraftar gruplarının tezahüratları; Yılmaz Özdil, Emin Çölaşan gibi köşe yazarlarının marifet(sizlik)leri yahut Serdar Ortaç, Mustafa Yıldızdoğan gibi ayrı tellerden çalan neferlerin eserleri(!..) Her biri ayrı dert! Tamam, başka hiçbir yerde rastlayamadığımız banalliklerin tespiti kendilerini alaya almak için iyi malzeme veriyor vermesine de, bunların kültür ve yazın mirasımızda bıraktıkları tahribat da küçümsenecek gibi değil ki!

Kapitalizme karşı ağzını açamayanlar…

Bir sosyalist olarak Taraf gazetesi ve Genç Siviller’e karşı olan yaklaşımım, Max Horkheimer’in şu meşhur sözündeki gibidir: “Kapitalizme karşı ağzını açamayanlar, faşizm geldiğinde susmalıdır.” Hani Express dergisinin, eylül sayısındaki Adnan Keskin röportajında başlığa taşıdığı gibi: “Taraf emek sömürüsünde ne tarafta?” O taraf, patronlardan emekçilere dönmediği sürece uyuşmayacağımız garanti.

Yine de kendileriyle anlaştığımız bazı noktalar var. Örneğin, Kemalist devlet aygıtının yaydığı milliyetçilik ve militarizm virüsüne karşı olan savaşta aynı taraftayız. 1 Mayıs’ta Marmara Oteli’nden sarkıtılan “1 Mayıs 1977’de buradan ateş edenler bulunsun” pankartında, yahut Ermenistan maçında açılan “Hrant’ın ülkesine hoş geldiniz!” pankartında da aynı taraftaydık. Fakat dediğim gibi, kapitalizme karşı ağızlarını açamadıkları sürece iş birliğimiz bu hususlarla sınırlı kalacaktır.

‘Solda olacağız’

Bu ülkede söylenmesi gereken bazı sözler var. Ve bunları doğru üslupla doğru zamanda kim söylerse söylesin, desteğimizi esirgemeyiz. Türkiye’de milliyetçi kesim kimi zaman anti-emperyalist olduğunu iddia eder. Ne yazık ki bu milli mücadele döneminden kendilerine miras kalan bir slogandan öteye gitmez; zira, kapitalizm ya da sınıf mücadelesi deyince apışıp kalırlar, ağızlarını açamazlar. Anti-emperyalizme karşı savaştan anladıkları şey bu değildir çünkü. Her alanda oldukları gibi bunda da sığlıkları başroldedir ve ilkel milliyetçi içgüdüleriyle hareket ederler.

Tek dertleri dünyayı buldukları gibi bırakmak (keşke ekolojik anlamda da öyle olsanız), sıkıcı yaşam alanlarını korumak, sınırları belirginleştirmek ve hakim ideolojiyi yaymaktır. Yazının başında Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleştirilmesine karşı Ermeni diasporasının ve Türk milliyetçilerinin tavrının benzerliğinden bahsetmiştim. 100 yıl içerisinde Ermeni sözcüğü, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde kullanılan bir küfür haline dönüştürüldüyse ve bu milliyetçi kesimi zerre kadar rahatsız etmiyorsa, ortada insani bir sorun var demektir. Barış sözcüğünden ancak faşistler bu kadar rahatsız olabilirdi.

Dayanıklılığını yenilgisinden alan pehlivanlardan Ermeni diasporası ve Türk milliyetçiliği güzel bir gol yemiştir geçtiğimiz çarşamba günü. Aynı şekilde, seneler içinde umman boyutuna ulaşan kibriyle Fatih Terim’in hükümranlığı da sona ermiştir. Bunların hepsi güzel gelişmeler. Peki ya “Aşırı milliyetçi bir Türküm, o yüzden Türk antrenör isterim” diyen Arda Turan’a, rakibine utanmadan sıkılmadan 3 kere “O… evladı” diye küfreden Emre Belözoğlu’na, “Ayağa kalkmayan Ermeni olsun” diyen tribünlere, gazeteci tokatlayan başkanlara ne zaman gol atacağız?..

Gidiyorsun Terim ama ne yazık ki miras bıraktığın kötü huylar bazı öğrencilerinde ve spor kültürümüzde yaşayacak. Bunlara karşı savaşacağız; zaten o Allah’ın emri… Ve tüm bunlar bana, Nevzat Çelik’in şu dizelerini hatırlatacak: Çok olmadığımız kesin/çok olan tarafta değiliz./Türkiye’de Kürt olacağız/Kürtlerde Ermeni/Ermenilerde Süryani/gidip Almanya’da Türk olacağız…/Köpeğin karşısında kedi/Kedinin karşısında kuş olacağız/Hakem hep karşı takımı tutacak/ve biz hep yedi kişiyle tamamlayacağız maçı/çiçeklerden kamelya olacağız/az kolumuzun tarafında/solda olacağız…

Wednesday, October 14, 2009

Ülke futbolunun sorunu

Bence ülke futbolunun en büyük sorunlarından biri kıvrak zekasıyla kötü gazetecilerin zekadan yoksun sorularını cezalandıran hazırcevap teknik direktör eksikliğidir.

Az önce sona eren milli takım hükümranlığı sonrası basın toplantısına katılan Terim'e sorulan soru: Egonuz olduğunu kabul ediyor musunuz? Ediyorsanız vicdani muhasebesini yaptınız mı? Freud mezarında ters döndü haberin yok sevgili yeteneksiz muhabir. Ayrıca egonun vicdani muhasebesi ne demektir?

Dua etsin, Terim kendini fazlasıyla ciddiye alan "yüksek egolu" ve sıkıcı bir primadonna. Ah bir Gordon Strachan'ımız olsaydı. Görürdüm ben medyayı, böyle ahmakça sorularla vakit öldürebiliyorlar mı!

Can Kozanoğlu'nun dediği gibi "Türkiye aykırı insanların ülkesi değildir." Sıkıcı milletiz ne yapacaksın!

Sunday, October 11, 2009

Yabancılaşma ve spor

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR

Amerikan Basketbol Ligi (NBA) yönetimi geçtiğimiz hafta şanına yakışır bir karar aldı. Şöyle emretti başkan David Stern: “Bundan kelli yedek bankında (bench) oturan oyuncular maçı hiçbir suretle ayakta takip edemez, etmeye kalkarsa da teknik faulu yer.” Gerekçesini de ilk ağızdan açıkladı. Yani bizim akıl yürütüp ukalalık yapmamıza gerek yok. Şöyle devam ediyor naif görünüşlü tiranımız: “Uygulamanın amacı ön koltuklarda oturan (en pahalı koltuklar) izleyicilerin maçı rahatça takip edebilmelerini sağlamak.” Düşünceli adam vesselam, müşteri de velinimetidir laf aramızda. Esnaflığına diyecek lafımız yok da peki ya patronluğu?

Stern’ün patronluğu da benzerlerinden yani diğer spor elitlerinden farklı değil. IAAF, FIFA, UEFA, NFL, MLB, WTA gibi kurumların öncelikleri neyse NBA’in de öyle. Öncelik seyirciyi müşteriye çevirmek. Parası olan kesim, maçlara gelmeli, forma almalı, uydu yayını bağlatmalı. Parası olmayan kesimse mümkünse stada girememeli (çünkü stadyum seyircisi elitleştiriliyor) ama belli belirsiz bir taraftarlık ve kulüp mitine ölesiye bağlanmalı ki zar zor kazandığı tüm parasını hayattaki ”tek” eğlencesi ve “aşkı”’na yatırabilsin.

HER ŞEY ‘MÜŞTERİLER’ İÇİN

Elbette buradaki sınıflılaştırma niyetini açıkça görmek mümkün. İşin kreması paralı kesime, cefası ise maniple edilen işçi sınıfına reva görülüyor. Benim gelmek istediğim noktaysa bu sınıflılaştırmanın ötesinde spor sahalarına ve sporculara aşılanmaya çalışılan soğuk, mekanik, resmi şirket kültürü ve Fordist diye niteleyebileceğimiz çalışma koşulları. Daha önce İsviçreli hakem Massimo Busacca’ya tribünlere parmak hareketi yaptığı için verilen cezayı sizlere aktarırken de bu konuya ucundan değinmiştim.

Sporcular ve hakemler gittikçe tek tipleştiriliyor. Sırtlanmış oldukları baskı, ürettikleri adrenalin ve yaratmış oldukları emek, adına seyirci denilen müşterilerin keyfi uğruna önemsizleştiriliyor ve yürürlüğe giren kurallar sayesinde mümkün olduğunca tepkisiz kalmaları sağlanıyor. Sporcuların ve hakemlerin kendilerine küfreden ya da ırkçı saldırılarda bulunan tribünlere karşı tepki vermeleri yasak. Onlardan “profesyonel” olmaları bekleniyor. Bugün bir futbolcunun gol attıktan sonra sevincini taraftarlarla fiziksel etkileşime girerek paylaşması sarı kartı gerektiriyor. Keza formasını çıkarması ya da siyasi mesaj vermesi de yasaklı. Busacca örneğinde gördüğümüz gibi pek muhterem ve her daim haklı müşterilerin aşağılamalarına tepki vermeye kalkarsanız cezalandırılıyorsunuz. Usain Bolt (ki kendisi günümüz sporunun sayılı özgün karakterlerindendir) gibi yarış esnasında duyguları dışa vurmak bizzat federasyon başkanı tarafından sporun ruhuna aykırı olarak damgalanabiliyor. Veyahut son örnekte olduğu gibi “müşteriler” maçı rahatça izleyebilsin diye oyuncular, yedek bankında ayağa kalkmaktan men edilebiliyor. Hal-i hazırda tepeden tırnağa metalaştırılmış olan atletler böylece mekanik bir fabrika/ofis çalışanına dönüştürülüyor; başka bir deyişle emek alanlarına yabancılaştırılıyorlar.

ROBOTLAŞTIRILMAK İSTENEN SPORCULAR

Tüm hikâye aslında yabancılaştırma kelimesinde gizli. Spor gibi yüksek bireysel yetenek ve doğaçlama isteyen bir alanda bunu gerçekleştirmek zor gibi görünebilir ama geldiğimiz noktaya bir baksanıza! Senede 100 küsur maça çıkıyorsunuz ama yedek bankında ayağa kalkmak yok, seyirciye tepki vermek yok, seyirciyle fiziksel temas yok, siyasi mesaj vermek zinhar yasak. Maçlara geleceğiniz kıyafet bile lig yönetimi (NBA) tarafından belirlenmiş. “Hip-hop” tarzı giyinemezsiniz, takım elbiseyle geleceksiniz (tabii burada ırkçılık da işin içinde).

Üretimde emekçinin vasıflarını ve emeğini profesyonellik adı altında mekanikleştiren bu sistem tıpkı Fordizm’de olduğu gibi emekçilerine yüksek gelir sağlıyor ve bu da işçinin kendisini memnun hissetmesine yol açıyor. Fakat bu “nispi refahın” belirsizliğinin arkasında profesyonellik kisvesi altında robotlaştırılmaya çalışılan bireyler var. Nispi refah ve Fordizm gibi tanımları indirgemeci bir yaklaşımla kullandığımı düşünebilirsiniz nihayetinde bu akademik bir makale değil ama bence durum tam da budur.

Toparlayacak olursak; dünya spor endüstrisi, tüketicilerini memnun etmek ve daha çok tüketmelerini sağlamak üzerine kuruludur ve bunun da yolu sporcuların mümkün olduğunca sömürülmesinden geçer (Senede 100 maç). Tıpkı Fordizm’de olduğu gibi bu sömürüyü gizlemenin ise iki yolu vardır. 1-Yüksek gelir, 2-Yabancılaştırma. Dolayısıyla spor sahalarında “profesyonellik” adı altında geçen mekanikleştirmenin birinci önceliği sporcuları emek alanlarına yabancılaştırmaktır. Gerisi zaten kendiliğinden gelir.

Sunday, October 4, 2009

İki şehrin hikayesi

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Size bugün iki şehrin hikayesinden bahsedeceğim. Charles Dickens’ın klasik romanında olduğu gibi Paris ve Londra değil bu kentler. Biri Diyarbakır nam-i diğer Amed, diğeriyse Chicago nam-ı diğer Shikaakwa (Kızılderili dilinde). Kağıt üstünde, atlas üstünde ne üstünde olursa olsun birbirine kilometrelerce, millerce uzak bu iki şehri aynı spor yazısına konu eden bir ortaklık var. O da endüstrileşmiş sporların yan etkileri.

Milyarlarca insanı ve doları peşinden sürükleyen çok işlevli bir endüstriden bahsettiğimize göre bu endüstri, kapitalizmin diğer iş kollarından farklı bir önem arz etmektedir. Günümüzde spor, Louis Althusser’in din, medya, eğitim kurumları, askeriye, polis ve hukuk gibi kurumlarla formüle ettiği ikna ve baskı örgütleri kadar etkili bir figür olarak devletin dolayısıyla kapitalizmin ideolojik hedeflerini kollar, gözetir.

Çağımızın endüstriyel sporlarının kan kardeşi burjuva medyasıyla birlikte hamiliğini yaptığı ve yeniden ürettiği bu kapitalist nifakları şöyle sıralayabiliriz: 1- Irkçılık/Milliyetçilik 2- Cinsiyetçilik: Toplumun ataerkil yani erkek egemen unsurları lehine yaratılan ve beslenen cinsi ayrım. 3- Sporun sınıflılaştırılması: İşçi sınıfının ve emekçilerin spor yapma fırsat ve hakkının en aza indirilmesi 4- Sporun sosyal adaletsizliğin kalesi haline getirilmesi: Ezilen ve emek gücü gasbedilen halkın yarattığı maddi değerlerin milyonlarca dolarlık spor komplekslerine, kulüplere ve “süperstar” sporculara aktarılması, dolayısıyla hem iş gücünün sömürülmesi hem de kapitalist spor endüstrisinin güçlendirilmesi. 5- Sporcuların çalışma haklarının yok sayılması, kısıtlanması: Kısa ömürlü mesleklerinden sadece karın doyuracak kadar para kazanan sporcuların sendikal haklarının engellenmesi. (Bugün Türkiye’de halen bir sporcu sendikası yok).
Sporların endüstri haline geldiği her toplumda, egemen sınıfın ve kapitalist devletin işine gelen bu 5 unsurun varlığını ve gücünü hissedebiliriz. Şu aralar bu iki şehrin insanları bahsettiğim yan etkilerden fazlasıyla muzdaripler.

DİYARBAKIR

Devletin faşist ve ırkçı politikaları sonucu yaratılan bir savaşın tarafı ve suçlusu olarak mimlenmeye çalışılan Diyarbakırlılara karşı olan son ırkçı saldırılar Bursa Atatürk Stadı’nda gerçekleşti. “En iyi Kürt ölü Kürttür” gibi Hitler’i dahi kıskandıran bir pankartın stada sokulabildiği ve utanmadan sergilenebildiği bir toplumda barışı hayal etmek ne kadar gerçekçi bilemiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da şudur ki; 365 gün Türk milliyetçiliği pompalayan holding gazetelerinin bu gibi ırkçı olaylar yaşandığında barışçı melekler kesilmesi ikiyüzlülüğün daniskasıdır. Gerçi bu tavır daha önceki yazılarımda da eleştirdiğim gibi ırkçılığı öcü, milliyetçiliği ise cici gibi pazarlamaya çalışan düzenin tavrına bire bir uygun. Dolayısıyla şaşırtıcı bir şey yok. Zaten öyle bir ülkede yaşıyoruz ki artık adamakıllı şaşırılacak derecede sansasyonel olay tipi kalmadı elimizde. Sizi bilmem ama bu durum beni fazlasıyla korkutuyor. O denli hafızasızlaştık ki, 12 Eylül vahşetini yaşayan eski solcuları bile darbecilerle aynı saflarda görmek mümkün. Varın gerisini siz düşünün! Neymiş? En iyi Kürt ölü Kürt’müş! Şu pankartın asılabilmesinden çok asılmış olmasına şaşıramamak insanın kanını donduruyor.

CHİCAGO

Kuşkusuz bir spor izleyicisi için olimpiyatlardan büyük eğlence yok. Fakat madalyonun bir de öteki yüzü var. Olimpiyatlar ve aslında tüm uluslararası spor müsabakaları beynelmilel bir milliyetçi sidik yarışı olarak algılandığı ve pompalandığı için egemen düzenin tüm isteklerine mükemmel bir tedarikçi pozisyonu almış durumdadırlar. 1936 Berlin Olimpiyatları’nın Nazi, 1978 Futbol Dünya Kupası’nın ise Arjantinli cuntacıların ellerinde nasıl ideolojik silahlara dönüştürüldüğünü henüz unutmadık. Bunları yalnızca en vahim örnekler olarak verişim ise olayın vahametini daha da artıran bir unsur. Atina 1896’sından, Pekin 2008’ine, tarihte organize edilen tüm olimpiyatlar, kapitalist dünyanın rekabetçi, milliyetçi ve cinsiyetçi özelliklerini yeniden üretmek için kullanılmıştır.

Yazının başında bahsettiğim “Sporun sosyal adaletsizliğin kalesi haline getirilmesi” öğesini unuttuğumu sanmayın. Şimdi oraya geliyorum.

Dünyanın önde gelen finans merkezlerinden olan Chicago, Amerika’da krizi derinden hisseden şehirlerden biri. Ağustos sonu itibariyle hesaplanan işsizlik oranı yüzde 10.7 ki bu, 1930’daki “Büyük Buhran”dan sonraki en yüksek rakam. İşsizlik had safhada, halk hiç olmadığı kadar zor durumda ve suç oranları yükselmeye devam ediyor. Tüm bunlara rağmen Chicago Olimpiyat Komitesi yetkilileri vergi yükümlülerinin sırtına yani halka tam 2 milyar dolarlık bir “Olimpiyat Vergisi” yüklemiş durumda. Kaldı ki Atlanta ‘96, Sydney ‘00, Atina ‘04 gibi organizasyonların tamamı olimpiyat oyunlarından zarar etmiş vaziyetteler ki Londra 2012’nin de akıbetinin aynı olacağı kesin. Anlayacağınız yaygın kanının aksine, bir kentin olimpiyat düzenlemesi eşittir ekonomik getiri diye bir denklem söz konusu değil. Hatta tam tersi bir durumdan bahsedebiliriz. Ortaya çıkacak zararın da şehir halkına eşit şekilde ödettirildiği düşünülürse tıpkı her türlü ekonomik krizde olduğu gibi burada da asıl mağdurun işsizlikle, hastalıklarla, eğitimsizlikle, suçla boğuşan emekçi halk olacağını söylersek abartmış olmayız. Üstelik Chicago 2016’nın ajandası, Pekin 2008’de olduğu gibi beraberinde acımasız bir kentsel dönüşüm projesini de getiriyor ki bu, binlerce emekçinin evlerinden zorla tahliye edilmesi anlamına geliyor.

Chicagolu Obama bu haftayı yoğun geçirdi. En son memleketinin olimpiyat kampanyasına destek vermek için Kopenhag’daydı. Direniş evrenseldir. Chicagolu bir emekçi olduğumu varsayın ve isyana katılın: Chicago’nun daha iyi işlere, okullara, evlere, hastanelere ihtiyacı var! Olimpiyatlara değil!

Sunday, September 27, 2009

Spora Güz Geldi

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Güz pek karakterli mevsim; teşrif ettiğini ille de belli ediyor insana. Ben buradayım diyor, geldim diyor, ayağını denk al sana kötü haberlerim var diyor. Üstelik yaprakların sararması, bitkilerin ölmesi, havanın bozması kötü haberlerinin yanında pek bir masum kalıyorlar.

Benim güzüm salı günü teşrif etti. Sabah yazıyı Mehmet Özyazanlar’a göndermeye hazırlanırken “Acele etme” dedi Mehmet abi her zamanki kibarlığıyla. “Spor sayfası gazeteden kaldırıldı.” Mehmet abinin sükunetinden olsa gerek olayın vahametini hemen kavrayamadım. Öyle rahat söyledi ki sanırsınız 12 yıldır o sayfaya emek veren kendisi değil… Sonra sonra dank etti.

Sonuçta karar ekonomik. Zor günlerden geçildiği muhakkak, elbette sporsuz bir Evrensel’in ekonomik muhakemesini yapmıştır bu kararı verenler. Fakat bence epey yanılmış bulunmaktalar. Üstelik bu durumdan tek etkilenen gazetenin kendisi olmayacak. Evrensel’in muhalif sesinden yoksun kalan spor dünyası da bir sesini kaybetmiş bulunuyor.

Sporsuz bir Evrensel kulağa ne kadar kötü geliyorsa Evrensel’siz bir spor için de aynı şey geçerli.

Evrensel için yazdığım ilk yazıda bakın ne demişim: “Bir üstyapı kurumu olarak spor, bu kadar dallanıp budaklanmış ve egemenlerin mutlak kontrolüne girmişken ona, muhalif düşüncelerin sokulması ‘büyüklerin’ işine gelmez. Oysaki ilerici, devrimci fikirlerin hayatın ta kendisi olan sporda var olamaması için hiçbir sebep yoktur. Bu fikirlerin oluşması ve geliştirilmesinde en önemli rol ise spor gazetecilerine ve bağımsız medya organlarına düşmektedir. Winston Churchill’e atfedilen bir söz vardır: ‘Savaş generallere, ekonomi ise akademisyenlere bırakılmayacak kadar ciddi işlerdir.’ Spor dünyasını bugün ne savaşlardan, ne siyasetten, ne de ekonomiden (pardon üçü de aynı şeydi değil mi?) soyutlayabiliriz. Öyleyse ‘Spor gazeteciliği holding medyalarına bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir’ desek hiç de abartmış olmayız. Tarih, içinde yaşadığımız haksız düzene kafa tutan sayısız sporcuyla doluyken onların mücadelesini yazmak elbette spor gazetecilerine düşer. Oyuncakçı dükkânında değişim zamanıdır.”

Evrensel’siz bir spor, spor gibi devasa bir mücadele alanının holding medyalarına bırakılması demek.

Evrensel’siz bir spor, yüzde 90’ı hiçbir güvencesi olmadan, karın tokluğuna çalışan sporcularımızın 30 senedir esamisi okunmayan sendikal hakları uğruna seslerini duyurabilecekleri bir mecra bulamamaları demek.

Evrensel’siz bir spor, milliyetçiliğin, şovenizmin rahatça kol gezdiği bir spor medyası demek.

Evrensel’siz bir spor, sporda cinsiyetçiliğin, “galibiyete giden yolda her şey mubahtır” diyen Makyavelist anlayışın burjuva medyalarının öncülüğünde karşısında hiçbir ciddi muhalefet bulamadan yükselişi demek.

Evrensel’siz bir spor, bir üstyapı kurumu olarak sporun sermayenin vahşiliğine peşkeş çekilmesi, sporun sosyal adaletsizliğin kalesi haline getirilmesine ses çıkaramamak, sporun sınıflılaştırılmasına seyirci kalmak demek…

Bugüne kadar yazılarımda hep yukarıda bahsettiğim sorunları temel aldım. Zira Evrensel Spor’un tavrı buydu. Mehmet Özyazanlar bana ilk kez Evrensel için yazmamı teklif ettiğinde uçarak kabul etmemin sebebi de buydu. Yine ilk yazımda yazdığım gibi “palto tutan değil kafa tutan” gazetecilerin arasında, her biri daha güzel, eşit ve özgür bir dünya için umutlanan okuyuculara yazmanın verdiği heyecandı bu. Başka hiçbir gazetede özgürce dile getiremeyeceğim konuları gündeme taşıyabilecek olmanın verdiği heyecan…

Maalesef artık spor Evrensel’siz kaldı. Sporun vicdanı, kardeşliği, eşitliği, emekçileri yara aldı. Demek bu kararı alanlar tüm bunları göze alabildiler, belki de hâlâ “futbol halkın afyonudur” diye düşünüyorlardır bilemiyorum…
Spora güz geldi artık, kar boran da yakındır.

Tuesday, September 22, 2009

Tayyip'in eli

BU YAZI EVRENSEL'E YAZILMIŞTI FAKAT GAZETENİN ANİ BİR KARARLA SPOR SAYFALARINI KALDIRMASINDAN SONRA BURAYA KISMET OLDU.

89’da Nonda’nın golü neleri değiştirdi neleri! Spor sayfalarının manşetlerini, köşe yazarlarının komplo teorileriyle dolu yazılarını, İlker Meral’in hakemlik kariyerini, lig liderini… Milletçe şark kurnazlarını severiz. “Çalıyor ama çalışıyor da” kamu görevlilerini değerlendirmede ilk koşulumuzdur. 80 sonrası yerleştirilen bir kültür müdür bilemiyorum ama üst düzeyde çalışan yetkililerin “çalma”, “torpil yapma”, “adam kayırma” gibi sahtekârlıkları Allah’ın emri olarak gerçekleştirebileceklerini kabullenmişizdir. “Benim memurum işini bilir” zihniyetinin bunda etkisi var elbette.

Bu sebeplerden İlker Meral’in Kasımpaşa-Galatasaray maçındaki şovu başladığında herkesin aklına tribündeki Tayyip Erdoğan’ın etkisi geldi. Açık konuşayım benim de zihnime düşen ilk manşet: “Tayyip’in Eli” idi. Elano’nun vuruşuna Ali Güneş’in yaptığı plonjon ve elle kurtarış o kadar aleniydi ki bunu görememek için ya ileri derecede miyop ya da çok kötü bir hakem olmak lazım. Diğer bir seçenek de üst düzey yetkililerin baskısı. Maradona, 86 Dünya Kupası’nda İngiltere’ye eliyle attığı golden sonra “o benim değil Tanrı’nın eli” demişti. Galatasaray, Pazartesi akşamki maçı kazanamasaydı Ali Güneş’in eli de “Tayyip’in Eli” olarak literatüre geçecekti.

Robot sporcular, müşteri seyirciler

Salı sabahı ajanslara ilginç bir haber düştü. İsviçre’nin önde gelen hakemlerinden Massimo Busacca, Baden-Young Boys maçında aleyhinde tezahürat yapan taraftarları aşağıladığı gerekçesiyle 3 maç cezaya çarptırıldı. Aşağılamaktan kasıt tribünlere orta parmak göstermek onu da belirtelim. Yetkililer, saha içi aktörlerin “müşterilerle” hiçbir olumsuz temasa girmemesini istiyor ve “müşteri her zaman haklıdır” söylemini sahalara yerleştirmeye çalışıyor. Fakat FIFA ve UEFA’nın futbolcu ve hakemlere robot, seyirciye ise müşteri muamelesi yapması epey can sıkar bir hâl almaya başladı. Müthiş baskı altında ve olağanüstü adrenalin dolu bir ortamda mücadele eden sporcu ve hakemlerin bir de “müşterilerin” aşağılama ve sataşmalarına kayıtsız kalabilmeleri ne kadar mümkün, ne kadar insan doğasına uygun? Eduardo Galeano’nun “Biz Hayır Diyoruz”’cu hayat felsefesini benimsediğim için sporcuyu ve hakemi robot, seyirciyi ise müşteriye çevirmek isteyen bu mekanik dayatmalara “Hayır” diyorum.

Gay, Gebrselassie, Semenya

Artık bu köşede bir klasik haline gelen atletizm haberlerini de sizinle paylaşarak yazımı sonlandıracağım. Usain Bolt’un amansız ama umutsuz takipçisi Tyson Gay, Şangay’da 9.69(tarihin en iyi ikinci derecesi) koşarak ne kadar kaliteli bir atlet olduğunu yeniden gösterdi. Usain Bolt gibi 9.60’ın altına inmesi şimdilik zor gözüküyor ama Gay’in bu inatçı performansları ve rekabeti Bolt’un da rahatını kaçıracak ve onu daha iyi dereceler üretmeye itecektir. Berlin’de ise maratonun efsane ismi 35 yaşındaki Haile Gebrselassie, rekor kıramadı belki ama 2:06:08’lik derecesiyle birinciliği elde etti.

Son olarak Türkiye’deki yaygın basında Caster Semenya hadisesini eleştirel bir gözle işleyen tek yayının Evrensel olduğunu belirtmek lazım. Bunu olumlu mu telakki edersiniz olumsuz mu bilemiyorum ama ana akım medyada(başta Ntvspor) özellikle Güney Afrikalı yetkililerden gelen “test sonuçlarını Semenya’dan sakladık, onun çift cinsiyetli olduğunu biliyorduk” itirafından sonra “Oh işte pis çift cinsiyetli, gerçekler ortaya çıktı” gibi bir tavır oluştu. Oysa elitlerin kafasıyla düşünen kukla habercilerin anlamadıkları şey şu: Semenya’nın çift cinsiyetli olup olmaması bu konunun muhaliflerinin hiçbir zaman umrunda olmadı. Bizlerin karşı çıktığı şey bu kıza dayatılan cinsiyet testi, erkeğin kadına karşı sahip olduğu iddia edilen “fiziksel avantajların” cinsiyetçi yeniden üretimi ve Semenya’nın ve benzer tüm atletlerin elinden alınmaya çalışılan spor yapma hakkıdır. Spora, resmi ağızlardan değil muhalif yüreklerden bakmayı öğrendiğiniz zaman bu farkı siz de anlayacaksınız.

Wednesday, September 16, 2009

'Kahrolsun İstanbul Belediyesi!'

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Spor sahaları hareketli bir haftayı geride bıraktı. Futbolda önce milli maç arkasından derbi heyecanı, teniste Amerika Açık, basketbolda Avrupa Şampiyonası ve Selanik’te düzenlenen atletizm finalleri sporseverlere dolu dolu bir hafta yaşattı. Bunca güzel heyecanın yanında saha dışı çirkinlikler de mevcuttu ne yazık ki.

BARBAR SPOR ELİTİ SEMENYA’YA KARŞI

Dünya Atletizm Federasyonu’nun nezdinde faşist bir baskı örgütü olarak karanlık yüzünü gösteren spor eliti amacına ulaşmak üzere. Caster Semenya’ya dayatılan cinsiyet testi sonucunda Güney Afrikalı atletin “hermafrodit” yani çift cinsiyetli olduğu raporu basına sızdırıldı. İddialara göre Semenya’nın vücudunda kadın yumurtalığı yerine erkek yumurtalığı (iç organ olarak) var.

Şimdi bu light-Mengeleler, durumun Semenya’ya hormonsal bir katkı sağlayıp sağlamadığını tespit edecek. Kuşkusuz bu tavır IAAF’in nazarında “Erkeğin kadından fiziksel olarak daha güçlü” olduğunun da bir itirafı. Oysaki sosyal antropoloji derslerini can kulağıyla dinlemiş biri olarak birçok örnekle ileri sürebileceğim üzere erkeğe ve kadına toplumun biçtiği roller biyolojik olmaktan ziyade kültüreldir. 3 yaşındaki bir kız çocuğu dişi üreme organlarına sahip olduğu için değil ailesi öyle uygun gördüğü ve farkında olmadan dayattığı için Barbie’lerle oynar. Bunun tersi de elbette erkekler için geçerli. Kadınların avlandığı, erkeklerinse evde beklediği kimi ilkel kabilelere mi dönmek lazım bu ayrımcı önyargıları aşabilmek için?

Meramımı tam olarak açıklayabildiysem, Semenya hadisesiyle ilgili 2 hafta önce yazdığım yazıdan bir alıntı aktarmak istiyorum: “Düşünün bir kere, diyelim ki bu test sonucu Semenya’nın hermafrodit olduğu anlaşıldı ya da kromozomları XX değil de XY çıktı. Genç sporcu, sahtekâr bir dopingliymişçesine muamele görecek, madalyası ve profesyonel olarak spor yapma hakkı elinden alınacak ve 18 yıllık yaşamının tüm emekleri gasp edilecektir.”

18 yaşındaki gencecik bir kıza sırf şampiyon olduğu fakat bunu yaparken yeterince kadınsı olmadığı üstüne bir de siyahi ve Afrikalı olduğu için bir cinsiyet testi dayatıldı. Sonucunda şampiyon atlet sanki bir suçmuşçasına “hermafrodit” olarak damgalandı. Ötesi özel hayatına tecavüz edildi, kişilik hakları hiçe sayıldı ve şimdi de yoksul hayatının belki de tek oyuncağı olan spor yapma hakkı elinden alınmak üzere. İşte kapitalist kurumların “adaleti, eşitliği, özgürlüğü”... Umarım herkes şunun farkındadır ki Batı medyası ve IAAF tarafından çift cinsiyetli olarak tanılanan Caster Semenya’nın başını derde sokan şey sahip olduğu erkek yumurtalığı değil kadınlığıdır.

CLIJSTERS VE DEL POTRO İHTİLALİ

Derisinin rengi ve milliyeti itibariyle Caster Semenya’ya yaşatılan rezilliklere maruz kalmama şansına sahip olan Belçikalı Kim Clijsters ise 2 yıl aradan sonra anne olarak döndüğü tenis kortlarında fırtınalar estirdi. Venus Williams ve Serena Williams gibi iki devi eleyerek şampiyon olan 26 yaşındaki raket, 70’lerin efsane ismi Hollandalı Evonne Goolagong’dan sonra “anne” olarak Grand slam kazanan ilk bayan tenisçi olarak da tarihe adını yazdırdı. Turnuvanın favorisi Serena Williams ise Clijsters’a elenirken sinirlerine hâkim olamadı ve çizgi hakemini ağzına raket sokmakla tehdit etti. Yanlıştı elbette, yakışmadı kendisine. İnsanın aklınaysa şu soru geliyor: Serena’nın ne kadar yapılı, kuvvetli ve atletik bir hatun olduğu malum. Eğer ABD değil de bir Afrika ülkesinin vatandaşı olsa şimdiye kadar kendisine kaç kere cinsiyet testi dayatılırdı?

Erkeklerde ise perdede Arjantinli Juan Martin Del Potro’nun tek kişilik ihtilali vardı. Yarı finalde Rafael Nadal’ı, finalde de Roger Federer’i deviren 21 yaşındaki genç yıldız soğukkanlılığı, korkutucu fiziği ve oyun tarzıyla unutulmaz Çek raket (o zamanlar Çekoslovakya’ydı) Ivan Lendl’ı fena halde andırıyor. Hele ki running-forehand’leri (koşarak yapılan elönü vuruşu) Lendl’ın karbon kopyası gibi. Del Potro, bu şampiyonlukla Federer’in 5 yıllık Amerika Açık hegemonyasına da son vermiş oldu.

Son olarak biraz da Galatasaray-Beşiktaş derbisinden bahsetmek isterdim. Tabii, İbrahim Altınsay’ın dediği gibi derbi fare doğurmamış olsa bahsedecek çok şey olurdu. Tribündeydim ve rahatlıkla söyleyebilirim ki karşılaşmanın en güzel anı maç öncesi saygı duruşunu militarizm şovuna çeviren tribünlere inat bir kısım Beşiktaş taraftarının “Kahrolsun İstanbul Belediyesi” diyerek bağırmasıydı. Sel felaketinde ve dağlarda emekçiler, emekçi çocukları ufak bir azınlığın kirli oyunlarına, para hırsına, siyasetine kurban edilirken böylesi bir kontra ses duymak acımızı hafifletmedi belki ama dudaklarımıza ufak da olsa bir tebessüm kondurdu. (Beşiktaş tribünlerinin Metin Oktay ve Ali Sami Yen’e küfrettikleri de söylendi. Maç heyecanından olsa gerek duymadım. Eğer doğruysa bu güzel protestolarını da anlamsızlaştırmışlar demektir.)

Wednesday, September 9, 2009

Menotti-Blazevic vs Bilardo-Terim





23.5 yıllık yaşamıma dair doğru dürüst anımsadığım ilk anılar futbola aittir. Yani uzun süreli ve sadık bir futbol izleyicisiyim. Ve tüm tecrübelerime dayanarak rahatlıkla söyleyebilirim ki bu akşamki Bosna Hersek-Türkiye maçı hayatımda izlediğim en garip, en kaotik, en sistem dışı karşılaşmaydı. Özellikle Türkiye açısından...

Bir ara tribünde olup Terim'in takımının sahaya nasıl dizildiğini gözlemlemek istedim çünkü öylesine dağınık bir görüntü vardı ki kimin ne oynadığı anlaşılamıyordu. Arkadiev'in Dinamo Moskova'sı gibi rakibi sıkıntıya sokan ve olumlu işler üreten organize bir düzensizlik silsilesinden söz etmiyorum. Tamamen sistemsizlik, başıboşluk ve konsantrasyonsuzluktan kaynaklanan bir futbol keşmekeşi icra etti bugün Türkiye tarafı. Oysa ki bunun olmaması için tüm şartlar mevcuttu. Maçın başında gol bulunmuş, rakip istenilen kıvama getirilmişti. Ne zaman ki Terim kenarda hakem dahil herkesi irrite eden stresli tavırlarını sergilemeye başladı, takım da o andan itibaren düşmeler gözlendi. Yenilen golden sonra artık bir Fatih Terim klasiği olarak hakemin üzerine çullanması ve tribüne yollanması da bu duruma tuz biber ekti.

Kenarda Terim bu anlaşılması güç haleti ruhiyeyi yansıtırken kameralara Blazevic'in dudaklara tebessüm konduran kareleri yansıyordu. Boşnak asıllı Hırvat teknik adam, senelerdir bir türlü vazgeçemediği sigarasını kulübede tüttüredursun benim aklıma da direk Arjantinli meslektaşı Cesar Luis Menotti geldi. Eee, rakibi de Fatih Terim olunca bir Menotti/Bilardo benzetmesi yapmak kaçınılmazdı tabii.

Arjantin, 78'de Menotti ve 86'da Bilardo'yla olmak üzere iki dünya kupası kazanmıştır. Bu 2 şampiyonluk da kısmen hileyle elde edilmiştir. 78'deki Arjantin takımı, askeri cuntanın desteği ve gölgesi altında maç satın almaları ve dopingli oyuncularıyla meşhurdu. 6-0 kazanılan Peru karşılaşması Dünya Kupaları tarihinin şike yapılan ilk maçı olarak gayrı resmi tarihe geçmiştir.

Cunta desteğiyle kazanılan dünya kupasından utandığı için midir nedir bilinmez, dilinden düşürmediği sol söylemler ve ağzından eksik olmayan sigarası Menotti'nin en önemli özellikleriydi. Bir diğer özelliği de Carlos Bilardo'yu sağ-futbolun tipik bir temsilcisi olarak görmesi ve 86-90 Dünya kupalarında 2 final oynayıp birini kazanan sıkıcı ama Maradonalı Arjantin takımını ülke futbolu için bir utanç olarak nitelemesiydi.

Hakikaten de Menotti neyse Bilardo tam tersidir. Menotti hücum futbolu demektir, Bilardo savunma. Menotti için futbol bir felsefedir ve her zaman için özgürlüğü yansıtmalıdır, bu sebepten de: "Güzel futbol oynayan takım stadları her zaman doldurur." der. Bilardo'ya göreyse "futbol, futboldur ve sadece kazanmak önemlidir." Menotti kendisine göre ısrarla "solcudur", Bilardo ise bu toplara girmeyecek kadar apolitik bir muhafazakar.

Menotti de Blazevic de birer futbol gezginiydi. Buna karşılık Bilardo ile Terim daha tutucu ve sadık bir görüntütedirler. Bilardo ile Terim kazanmak için her yolun mübah olduğuna inanırlar; kariyerleri Menotti'den de Blazevic'ten de daha başarılıdır. Menotti ile Blazevic saha içindeki streslerini ardı ardına yaktıkları sigaralarla söndürmeye çalışırlar. Terim ve Bilardo ise işler kötü gitmeye başlayınca öğrencilerini "rakip oyuncuları tekmeleyin"(bkz. Türkiye-İsviçre maçı) talimatlarıyla hizaya sokarlar.

Bu akşam oynanan "garip" Bosna Hersek-Türkiye maçını bu zoraki benzetmelerim ve Blazevic'in ağzındaki sigarayla hatırlayacağım. Çok değişik bir futbol akşamıydı, Bosna Hersek'e dünya kupasında başarılar. 9 Eylül 2009, 17 senelik bu genç ve kısmetsiz ülkenin en mutlu günlerinden biri olarak tarihe geçecektir.

Tenis ve cinsiyetçilik

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Spor dünyasında maddi zenginlik ve saha içi kazancın her tür kolektif sorumluluğun önünde yer aldığını söylemek artık marifet değil. Marifet; kapitalist düzenin bir yansıması olan bu sonucun hangi yollarla kendini kabul ettirdiğini ve çarkları nasıl işlettiğini teşhir etmekte. Nasıl ki sistem, günlük hayatımıza milliyetçilik, sınıfsal ayrımcılık ve cinsiyetçilik gibi sorunları sokuyor ve onları normalleştiriyorsa aynısı spor dünyası için de geçerli.

Tenis kortlarında cinsiyetçilik artık öylesine ayyuka çıktı ki üst düzey yetkililer dâhi bunu itiraf etmekten çekinmiyor. Bu sebepten, tenis dünyasının en prestijli grand slam’i Wimbledon’ın üst düzey yetkililerinden Johnny Perkins, televizyon yayınları ve kortların seçimi konularında atletlerin fiziksel görünüşünün bir faktör olduğunu kabul ettiğinde kimse buna şaşırmadı. Yanlış okumadınız; tenisin en yüce makamı açık açık cinsiyetçi bir tutum sergilediklerini belirtiyor ve kimseden adamakıllı bir tepki işitmiyor. Dahası ESPN’den L.Z Granderson gibi gay bir gazeteci (yani cinsiyetçiliğe en çok karşı çıkması gereken isim) çıkıp “bunda kötü bir niyet göremiyorum” diyebiliyor. Bu bir Kürt’ün “Türkiye Türklerindir” ibaresini zararsız bulması ya da bir işçinin sigortasız da olsa 3 kuruşa çalıştırılmayı şükranla karşılaması gibi sakat bir durum. Fakat maalesef sistemin istediği de bu. Alenen haksız ve piyasa çıkarına olan tüm tutumları (ki burjuva demokrasisi yola eşitlik-kardeşlik-özgürlük diye çıkmıştı!!!) normalize etmek ve kabul görmesini sağlamak.

Cinsiyetçiliğin böylesi bir aşamaya eriştiği kadın tenisinde bugünün milyon dolarlık sorusu şu: Kadın tenisi mi seks satıyor yoksa seks mi kadın tenisini satıyor? Kulağa yumurta-tavuk hikâyesi gibi gelebilir. Hakikaten de öyle. Günümüz spor dünyasında akademik çevrelerce de kabul gören bir gerçek vardır. Sporu kârlı kılmakla görevli olan aygıtların önceliğinde fanatik taraftarlar ve sadık sporseverler değil, “gündelik” ya da “rastgele” olarak adlandırılan medya tüketicisi tipi vardır. Sadık sporseverleri memnun etmek kolaydır çünkü onlar zaten oyunun aşığıdırlar ve ne olursa olsun sevdikleri sporu takip etmek için gazete, dergi, maç bileti, forma satın alacaklardır. Önemli olan “rastgele” izleyicileri cezbedebilmek. Bunun da yolu alanlarında başarılı olan ve belli fiziksel ve sosyal özellikleri barındıran sporcuları sistemin çıkarına uyacak şekilde sporcu kimliğinden çok ötelere taşımaktan geçer. Bunun için sistem sporculardan kahramanlar, insanüstü figürler, efsaneler ve seks objeleri yaratır. Ne yazık ki günümüzde seks objesine dönüştürülme işinin ana muhatabı da kadınlar tenisidir. (Hedef kitle orta sınıf hetero-erkekler olduğu için)

Wimbledon yetkilisi Johnny Perkins’in itirafı ışığında, devam etmekte olan Amerika Açık’ı analiz edecek olursak tenis sporunun ülkedeki geleneğe ve geçmişine aykırı bir tutumun sergilendiğini görebiliriz. Tenis, Amerikan spor sahalarındaki direnişin en önemli arenalarından biridir. Öyle ki bugün Amerika Açık kortlarına adını veren Billie Jean King teniste kadın ve lezbiyen hakları, Arthur Ashe ise siyâhi sporcuların hakları konusunda önemli çalışmalar yürütmüş ve kazanımlar elde etmişlerdir. 70’lerde söke söke alınan bu hakların devamı gelmediği gibi etkileri de korta isim vermekle sınırlı kalmış anlaşılan.

Amerika Açık Kadınlar’da çeyrek final mücadelesi dün başladı. Tüm bu gerçekler ışığında, Venus Williams, Maria Sharapova, Elena Dementieva, Ana Ivanovic, Jelena Jankovic, Nadia Petrova gibi Perkins’in deyimiyle “göze hoş gelen” favori atletleri eleyen sürpriz isimlerin ülkenin en büyük medya kuruluşu ESPN tarafından “gişe katilleri” başlığıyla duyurulması da sürpriz değil elbette.

Billie Jean King, Martina Navratilova, Arthur Ashe gibi asi figürlerle anmaktan hoşlandığımız tenis dünyasının bugün sporda cinsiyetçiliğin kalesine dönüştüğünü görmek üzücü. Fakat asıl tedirgin edici olan Caster Semenya hadisesinde de gözlemlediğimiz gibi cinsiyetçiliğin tıpkı milliyetçilik ve sınıfsal ayrımcılık gibi gitgide normalleştirilmesi.

Saturday, September 5, 2009

Van Basten misin be Kaladze!




Son haftalarda jenerikleri kendi kalesine atılan harika goller süslüyor. Abu Diaby'nin Arsenal-Manchester United mücadelesine damgasını vuran enfes(!) kendi kalesine golden sonra yeni eğlencemiz bu gece attığı 2 ters golle Kakha Kaladze.

Bir oyuncunun kendi kalesine gol atması futbolun paralel evreni normal hayatta kalabalık içerisinde yürüyen bir insanın aniden düşüşüne denk geliyor. İkisi de alabildiğine istem dışı, komik, utanç verici ve ilerisi için unutulmaz bir hatıra demek.

Beşiktaşlı Recep Çetin'in Malmö maçında kendi kalesine attığı enfes golü, pozisyon anında spikerin tepkisine kadar ezbere hatırlıyoruz. "Receeeep ve inanılmaz bir pozisyon!" Levent Özçelik insan değil TRT spikeri olduğu için eksik söylemiş; inanılmaz bir pozisyon değil, inanılmaz komik bir pozisyon.

Gelelim Kaladze'ye.

Öncelikle bu akşamki marifetleri!

Dakika 57!

Dakika 67!

Allah'ı var güzel goller. 10 dakika arayla atılmaları olayı daha da ilginç ve dolayısıyla komik kılıyor. Neyse ki gollerin bu denli güzel olması beraberinde "bilerek attı" şüphelerini de kaldırıyor. Eee, kendi kalesine gol atmanın da böyle bir dinamiği var işte.

Guardian'ın Fiver ekibi Pazartesi'ne ayrıntılı ve eğlenceli bir liste çıkarır ama ben yakın tarihten aklımda kalan birkaç "ters golü" ve bahtsız adamı sizlerle paylaşayım dedim. Kriter olarak da bir maçta birden fazla kendi kalesine gol atma becerisini gösteren sakarları seçtim.

Jamie Carragher: Kop'un sevgilisi tecrübeli defans oyuncusunun 13 yıllık kariyerine sığdırdığı tam 6 kendi kalesine gol var ki bunların 2'si 1999'daki 3-2 kaybedilen Manchester United maçında geldi. Bu kadar sakar olup bu kadar sevilmek de ancak Carragher'a has bir özellik olsa gerek.

Stan Van Den Buys: Belçikalı bu arkadaşı "Futbolun Beceriksizleri Ansiklopedisi" sayesinde tanıyorum. Kendi kalesine hat trick yapabilme becerisini göstermiş nadide stoperlerden kendisi. Efsane performansı ise 1985'teki 2-3'lük Germinal Beerschot-Anderlecht maçında gelmiş.

Bizim ligimizden Emre Toraman geçtiğimiz sezonki Eskişehir-Bursa maçında attığı 2 ters ve hakikaten güzel golle Es-Es'lere maçı kaybettirmişti.

Pazartesi Guardian hayli eğlenceli olacak. Kaladze'ye takılacak lakapları merak ediyorum. Benim önerim "Van Basten". Hatta Öztürk Pekin'in sesiyle "Van Basten misin be Kaladze?"

Wednesday, September 2, 2009

'Allah'ına kurban' Demirspor

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

“Bir ufka vardık ki artık/Yalnız değiliz sevgilim/Gerçi gece uzun, gece karanlık/Ama bütün korkulardan uzak/Bir sevdadır böylesine yaşamak/Tek başına/Ölüme bir soluk kala/Tek başına/Zindanda yatarken bile/Asla yalnız kalmamak…”

Adana Demirspor-Livorno maçının kesinleştiği haberi ajanslara düştüğünde aklıma direkt Ahmed Arif’in “Yalnız Değiliz” şiiri geldi. Livorno nere, Adana nere! İtalya’da sezon başlamış, Akdeniz’in en doğusundaki bir 3. lig takımından hazırlık maçı teklifi geliyor ve siz bunu kabul ediyorsunuz. “Endüstriyel futbol” (inanın en çok ben bıktım bu tabirden) normlarına göre bayağı anormal bir durum. Eh, bu camiaları da anormal oldukları için sevmiyor muyuz zaten?

Yalnız değiliz biliyoruz. Adalete, özgürlüğe, emeğe olan saygının kardeş eylediği bu iki camianın 4 Eylül günü dosta düşmana vereceği mesaj bu olacaktır. Bu haksız düzen devam ettiği sürece bir yerlerde “Hayır” diyebilen yürekli, güzel insanlar var olacaktır. Bunca hayal kırıklığına rağmen bizleri umutlu kılabilen de zaten bu değil midir? Şairin dediği gibi bir sevdadır böylesine yaşamak!

Bir başka sevda da Demirspor’dur, Adanalıların gönlünde.

Kim ne derse desin Adana dünyanın en ilginç memleketlerinden biridir. Nev-i şahsına münhasır sıfatını anlamsızlaştıracak kadar çok nev-i şahsına münhasır adama ev sahipliği yapar Çukurova’nın bu sıcak kenti. Bir karakteristiği vardır. İyi ya da kötü bir duruşu yansıtır. Canlı olduğunu hissedersiniz. Sayısız romana, şiire, türküye mekân olmuştur. Bir o kadar da sanatçı, sporcu yetiştirmiştir. İşte Demirspor bu yaşayan hiperaktif organizmanın spor sahalarındaki yansımasıdır.

Türkiye gibi solun çok zayıf kaldığı ve her saniye müthiş bir milliyetçilik bombardımanının altında yaşadığımız bir toplumda koca bir şehre mal olmuş bir kulübe “solcu” demek pek de gerçekçi değil. Bu açıdan bakıldığında Demirspor’u bir Livorno, bir St.Pauli olarak düşünmek iyimserlik olur. Livorno kentinin sahip olduğu sol gelenek Adana’da elbette mevcut değil. Fakat şunu söyleyebiliriz ki Yaşar Kemal, Yılmaz Güney gibi efsanelerin kente aşıladığı sol eğilim, “Şimşekler” tarafından Demirspor tribünlerinde devam ettirilmektedir. Adana gibi büyük bir kentin çoğunluğu tarafından desteklenen bir kulübün kendisini işçi sınıfının takımı olarak adlandırması ve tüm stada hâkim olan tribünlerinin ‘solcu’ bir duruş sergilemesi az şey midir? Türkiye’de böyle kaç camia var?

Solcu dediysek onu da kendi karakteristiğine uydurmayı bilir Adanalılar. Her şeyi olduğu gibi solculuklarını da kendi meşreplerince yaşarlar. Bu sebepten sinirlenip de herkese sövmeye başladıklarında, ya da kavga çıkardıklarında onları hoş görmek en doğrusu olacaktır.

Sözü yine Ahmed Arif’e ve “Yalnız Değiliz” şiirine bırakacak olursak: “… Külhan, kavgacıdır delikanlısı/Ünlü mahpushanelerinde Anadolumun/En çok Çukurovalılar mahpustur/Dostuna yarasını gösterir gibi/Bir salkım söğüde su verir gibi/Öyle içten öyle derin/Türkü söylemek, küfretmek/Çukurova yiğidine mahsustur.”

4 Eylül günü Adana 5 Ocak Stadyumu’nda sezonun en önemli maçı oynanacak. Spor kulüplerinin sahaya “Güçlü ordu, güçlü Türkiye” gibi pankartlarla çıktığı 1930’lar İtalyası ya da Almanyası’nı (ya da Türkiyesi) andıran bir ortamda böyle bir güzelliği yaşatan, bize yalnız olmadığımızı hissettiren Demirspor ve Livorno camialarına sonsuz teşekkürler.

Senelerdir tribünlerinde asılı pankartın dediği gibi: Allah’ına kurban Demirspor!

Not 1: Muharrem Gülergin’siz bir Demirspor yazısı eksik oldu elbette ama zaten Gülergin’i kısaca anmakla yetinmek olmazdı, ona koca bir köşeyi ayırmak gerek.
Not 2: Bu satırların yazarı Mersinlidir.