Wednesday, July 29, 2009

Bir garip efsane

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

“Mufassal kıssa başlarsın garip efsane söylersin.” Yusuf Atılgan’ın her cümlesi altın romanı ‘Aylak Adam’, Bâki’nin bu cümlesiyle başlar. Biz gösteri toplumunun izleyicileri farkında değilizdir ama spor sezonları da aynen böyle başlar. Önce her şey medyanın çiziktirdiği birkaç alengirli laftan ibarettir sonra onlar taraftarın gönlünde umuda dönüşür ve “matematiksel olarak şans” sürdükçe sporseverin/taraftarın efsanesi şekillenmeye devam eder. Hoş, şampiyonluk kaçtığında seyrin sona erdiğini hangi ukala söylemiş? Düzeltmek lazım; seyir değil efsanemiz sona erer, bir sonraki sezonun hudutlarına girene kadar.

“Umut arzulayan bellektir” der Balzac. Oysa günümüzde ‘Umudumuz Şaban’ değil ‘Umudumuz Ecevit’ hiç değil(Toprakları bol olsun). Tek umudumuz taraftarı olduğumuz takımın zenginliği çünkü bir mevsimlik efsanemizi başlatacak medya kıssalarını ancak pahalı ve havalı transferler şişirebilir. Ve Umberto Eco’nun belki de yerinde bir şekilde “dikizciler” olarak aşağıladığı biz taraftarların maddi olarak hiçbir şekilde müdahil olamadığı bu oyundaki tek iktidar bölgesi olan tribünleri bu umudun yedirdiği ekmek ayakta tutar. Ondandır ki Diyarbakırspor’un taaa Budapeşteler’den getirdiği delişmen kanat oyuncusu Gabor Bori’yi hiç izlemeyen bir Diyarbakırlı “Türkiye’de bu kadar adam varken Macaristan’dan bunu getirdilerse vardır bir hikmeti” diyebilmektedir. Transferlerin futbol pazarındaki yazgısı serbest piyasanın diğer metalarından farksızdır. Guy Debord’un dediği gibi: “Tüketim sayesinde mutlu bir şekilde birleşmiş toplum imajında, gerçek bölünmeye ancak bir sonraki tüketim başarısızlığına kadar ara verilmiştir.” Gabor Bori’nin Amed macerası 1 hafta bile sürmedi. Diyarbakırspor yönetimi Bori’nin kulübüyle ödemeler konusunda anlaşamayınca yıkılan umutlar, forvete yapılan Andres Mendoza ve Erhan Şentürk transferleriyle yeniden yeşertildi. Hele bir ‘Herne Peş’ söyletemesinler, görürüm ben o zaman “mufassal kıssa”’yı da, “tüketim sayesinde mutlu bir şekilde birleşmiş toplum imajını da”… Ziya Doğan haklı olarak isyanlarda; 14 futbolcuyla yeni sezona hazırlanmaya çalıştıklarından şikâyet ediyor. Sezonun ilk haftası Diyarbakır’dayım ama Ziya Doğan hala orada olur mu? Emin değilim!

29 yıllık kısacık ömründe yazdıklarıyla koca bir 19.yüzyıla damgasını vurmuş muhteşem bir şairdir İngiliz Percy Bysshe Shelley. Ve onun şu dizeleri hiç aklımdan çıkmaz: “Issız bucaksız çölde yol alan gezgin, yarısı kuma gömülmüş bir heykelin kaidesiyle karşılaşır. Üzerinde şöyle yazmaktadır; “Ben, Ozymandias/Kralların kralı/Sen,Ey yüce varlık/Eserlerime bak ki/Haddini bilesin”. İnsanoğlu tarihöncesinden bu yana adını, iktidarını, kendisinde haiz olduğuna inandığı şanını kanıtlamak ve onu ölümsüz kılmak için büyük eserler inşa ettirmiştir. Piramitler, Babil’in Asma Bahçeleri, Parthenon… Ozymandias(2.Ramses) de olduğu gibi eserler kendini yaptıranın ismini yaşatır, peki ya onları vücuda getirenler? Geçmişin zincirli, günümüzün zincirsiz köleleri? “Ne yapıp edip Seyrantepe Projesi’ni 2010/11 sezonuna yetiştireceğiz” diyor ya Adnan Polat, benim de aklıma bu şiir ve geçmişin devasa eserleri geliyor ister istemez. Nasıl bitireceksiniz 2 senelik işi 1 senede? İşçileri gece gündüz, güvenliksiz bir şekilde çalıştırarak mı? Bizim tanıdığımız kapitalizm başka bir çözüm üretmeye pek yanaşmaz. Şundan eminim ki; Evrensel, spor endüstrimizin son dev(!) eseri Seyrantepe Projesi’nin inşasındaki çalışma koşullarını yakından takip edecek, peki ya medyanın geri kalanının umrunda olacak mı bu? Hiç sanmıyorum! Onlar sadece proje bittiğinde Ozymandias’in ihtişamına boyun eğen o gezgin gibi “mufassal kıssa başlatıp, bir garip efsane" söyleyecekler.

Wednesday, July 22, 2009

'Ölümden öte ne var'

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Güzel haberler almıyoruz bu aralar. Bir yandan sevdiğimiz, tanıdık yüzlerin vefat haberleri geliyor arka arkaya. Öte yandan tanımasak da yiğitliklerini düşmanlarının pervasızlığından anladığımız yüreklerin milyonların gözü önünde idama mahkum edilişine tanık bırakılıyoruz. İstedim ki önce kısa bir haber-yorum potpurisi yapalım sonra ölümsüzleşen bu güzel insanları analım.

G.SARAY’IN HÂL-İ AHVALİ

Galatasaray, perşembe günü UEFA Avrupa Ligi 2. ön eleme turu rövanşında Kazak ekibi Tobol’la oynayacağı karşılaşmayla bir anlamda sezonu açacak. Ali Sami Yen’deki son sezonun ilk maçı olacak bu müsabaka. İlk maçta bir hayli eksik bir kadroyla mücadele eden ‘cimbom’un genç ve yedek oyuncuları pek tat vermemişti. Hatta Arda ve Baros oyuna girene kadar “zayıf” rakibi karşısında hiçbir varlık gösteremediler desek abartmış olmayız. Gerçi takım revire dönmedikçe bu kadroyu bir daha sahada görmeyeceğiz ama yine de eksikliği şimdiden hissedilen bazı noktaları dillendirmekte fayda var. Öncelikle Rıdvan Dilmen’in çok beğendiği Servet-Gökhan Zan ikilisi tam bir saatli bomba. Hele ki 4-3-3 gibi ofansif bir sistemde bu kadar ağır ve oyun kuramayan stoperlerle Galatasaray çok sıkıntı yaşar. Bunu Tobol’un Türkiye 3. Ligi seviyesindeki hücum hattına karşı bile hissettik. Dilmen, 07/08 sezonu öncesi Fenerbahçe için de “15 gol yemez bu takım” yorumunu yapmış sezon sonunda sarı lacivertli takım ligi 37 gol yiyerek tamamlamıştı. Galatasaray, defansını hızlı, atletik bir oyuncuyla takviyelendirmezse benzer bir sona hazırlıklı olmalı. Sarı-kırmızılı ekibin bir diğer büyük sorunu da orta alanda. Rijkaard, 4-3-3 oynatmak istiyor ama elinde Barcelona’daki Xavi ve Iniesta gibi iki virtüöz yok. Galatasaray’ın kısmen çift yönlü ama her iki sahada da sınırlı ve en önemlisi teknik özellikleri yetersiz Barış Özbek-Mehmet Topal-Mustafa Sarp-Tobias Linderoth-Ayhan Akman ve Mehmet Güven’li orta sahasının bu sistemin gerektirdiği hızlı ve isabetli pas trafiğini yaratması imkansız. Bu da Arda-Kewell-Keita gibi ofansif kanat oyuncularının topla oynama imkanlarını minimuma indirecek çok sağlıksız bir durum. Kısacası Rijkaard, 4-3-3 oynamak istiyor ama elindeki malzeme buna ne kadar uygun orası ciddi bir soru işareti. Geçtiğimiz hafta Bayern München’in yeni teknik direktörü Louis Van Gaal’in elindeki kadro uygun olmadığı için 4-3-3 sisteminden vazgeçeceğini açıkladığını da bir dipnot olarak düşelim.

KRİZİN DEĞİŞTİRDİĞİ DENGELER


Ekonomik krizlerden güçlenerek çıkan kesimler her zaman için piyasanın devleri olmuştur. Futbolda da durum aynı. Bir yanda Real Madrid, diğer yanda Arap sermayesinin el attığı Manchester City şu ana kadar harcadıkları 400 milyon avroyu aşkın parayla futbol endüstrisinin tüm dengelerini alt üst etmiş durumdalar. Öyle ki Vatikan’daki Papa’dan, UEFA başkanı Michel Platini’ye kadar herkes bu durumdan şikayetçi. Son olarak OECD yani İktisadi Kalkınma ve İşbirliği Örgütü de futboldaki bu aşırı ve dengesiz para akışının sporu organize suç örgütleri için cazip bir alan haline getirdiğinden dem vurdu. Eh, bizler yani sporun emekten yana sosyalist seslerinin yıllardır parmak bastığı gerçekleri kapitalist kalkınma(!) örgütlerinden geç de olsa duyuyor olmak güzel olmasına güzel de, çözüm var mı? “Laissez faire, Laissez passer” yani “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”ci liberal tavır aynen devam ediyor. Bu ortamın doğurduğu bir başka sonuç da, dünya futbolunda son 10 seneye damgasını vuran İngiliz Premier Ligi’nin kulüplere ve futbolculara uyguladığı yeni yüksek vergili sistem nedeniyle cazibe merkezi olma özelliğini İspanyol Birinci ligi La Liga’ya kaptırması. Yeni yürürlüğe girecek kanuna göre nisan 2010’dan itibaren İngiliz kulüpleri İspanyollara göre %70 daha fazla vergi öder hale gelecek. Bu da kaliteli futbolcuların yavaş yavaş İspanya’ya kaymasına neden olacak (zaten örneklerini şimdiden görmeye başladık). Şimdilik pek de temiz olmayan yabancı sermayenin aşırı harcamalarıyla ayakta duran Premier Lig’in değişen dengelere karşı lider pozisyonunu geri elde etmek için ne gibi hamleler yapacağını ise ileride göreceğiz. Şu bir gerçek ki özellikle bu seneden itibaren İspanya, futbolun bir numaralı adresi olacak.

TENİSTE İSTANBUL KUPASI


Bu yıl 5.si düzenlenecek olan İstanbul Cup, 27 Temmuz-3 Ağustos tarihleri arasında oynanacak. 400 bin dolara yakın bir harcama yapılarak yenilenen Enka Arena’da düzenlenecek olan turnuvadaki en büyük yenilik artık maçların toprak değil de sert zeminde oynanacak olması. Daha önce Maria Sharapova, Venus Williams, Elena Dementieva gibi yıldızlara ev sahipliği yapan turnuvanın katılımcıları bu sene biraz daha mütevazı. Avustralya Açık 2009’da sert zeminde yarı final oynayarak dikkatleri üzerine çeken dünya 7 numarası Rus Vero Zvonareva, turnuvanın en büyük favorisi. İsviçreli Patty Schnyder ve 2007 İstanbul Cup’ta aldığı sürpriz sonuçlarla dikkat çeken İran asıllı Fransız Aravane Rezai turnuvanın diğer öne çıkan isimleri olarak göze çarpıyor. Bilet fiyatlarına gelince; tenisi belli bir zümrenin izleyebilmesi konusunda İstanbul Cup yöneticileri de dünyadaki benzerlerinden farklı düşünmüyor. İlk tur maçları nispeten uygun fiyatlı olsa da son 8’den itibaren fiyatlar 100 TL’nin üzerinde seyrediyor. Kısacası “bu spor bizim, parası olmayanlar otursun evinde izlesin” mesajı veriyor tenisin elitleri yine.

‘İNSANDIR ÖLÜNCE YAŞAR’

Çok gevezelik ettim… Bu hafta, spor ve medya dünyasından iki sevilen Beşiktaşlıyı, iki beyefendiyi, iki delikanlıyı uğurladık ölümsüzlüğe. Eski milli futbolcu/spor yazarı Vedat Okyar ve televizyoncu Orhan Şengürbüz vefatlarıyla sadece Beşiktaşlıları değil takım ayırt etmeksizin tüm spor sevdalılarını hüzne boğdular. “İnsandır ölünce, ölür/İnsandır, yaşarken ölür, İnsandır ölünce yaşar” Ne mutlu Vedat Okyar ve Orhan Şengürbüz’e ki onlar ölünce yaşamaya devam edenlere dahiller.
Bir de yaşarken ölüme mahkum edilenlerimiz var. Kanser hastası olmasına rağmen canı candan sayılmayarak tedavi olmasına izin verilmeyen İsmet Ablak yaşamını yeni yitirdi. Şimdi de tek suçu tanımadığı insanların kurtuluşu için mücadele etmek olan Güler Zere’yi göz göre göre ölüme terk ediyor Türkiye Cumhuriyeti’nin kokuşmuş adaleti. “Ölüm, böyle altı okka koymaz adama/Susmak ve beklemek, müthiş” demiş ya benzersiz şairimiz Ahmed Arif; susmayalım artık, göz göre göre insan harcayan bu zulüm çarkına sessiz kalmayalım. Kanserden muzdarip Güler Zere’nin 70 milyonla dalga geçercesine ölüme mahkum edilmesine en hırçın haykırışlarımızla engel olalım: GÜLER ZERE’YE ÖZGÜRLÜK!..

Wednesday, July 15, 2009

Metin gibi olabilmek

BU YAZI EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Galatasaray yönetimi geçtiğimiz hafta çok anlamlı ve bir o kadar da riskli bir işe imza attı. 22 yaşındaki Arda Turan’a kaptanlığı ama ondan da önemlisi 10 numaralı formayı verdiler ve dediler ki: “Arda artık Lincoln’ün değil Metin Oktay’ın 10 numaralı formasını giyecek.”Lincoln/Metin Oktay tezatı kuşkusuz çok çarpıcı ama ben bunu biraz daha ileri götüreceğim. Arda’ya verilen 10 numara Tanju’nun, Hakan Şükür’ün (2003-2004 sezonunda 10 numara giymişti) hatta Hagi’nin giydiği 10 numaradan bile çok farklı. Üstüne basa basa söylüyorum: Arda’ya, Metin Oktay’ın 10 numarası verildi. Bunun getirdiği sorumluluk bambaşka ve eğer bu formanın hakkını verebilirse edineceği saygınlık o pek antipatik Mastercard reklamında da söylendiği gibi “paha biçilemez.”

Pekiyi, 22 yaşındaki Arda Turan bu sorumluluğu taşıyabilir mi? Bakın geçtiğimiz sezonki Galatasaray-Fenerbahçe rezaletinden sonra neler yazmışım: “Arda Turan’a herkes kızgın. Böyle davranarak Metin Oktay olamazmış. Ne Metin Oktay’ı yahu? Adamın Metin Oktay olmasını istemiyorsunuz ki. Maça küfretmek için giden bir insan Metin Oktay üzerine edebiyat parçalama hakkını kendinde nasıl buluyor? Senin futbolu takip etme sebebin Metin Oktay tarzı sporcular değil bir kere! Ha bir de şu var, Metin Oktay bugün yaşasa Metin Oktay olabilir miydi acaba? Bir yanda, Lacan’cı konuşursak “Büyük Öteki” yani sistem, onun güdümünde sporcuları “eğlendirici” değil “savaşçı” olmaya sürükleyen medya, onun da yönlendirdiği taraftar kitleleri. Bu ortamda Metin Oktay’ın, Metin Oktay olmasına izin verilir miydi zannediyorsunuz? Futbol hala eğlenceyken Metin, Metin’di. Futbol bu haldeyken de kusura bakmayın ama Arda, Arda. Sabri’yi alkışlayan, “Sabri Emre’nin anasını ...” diyen hiç kimse ağzına Metin Oktay’ı alıp edebiyat parçalamasın, komik hatta iğrenç oluyorsunuz…”

Bordeaux maçında rakibine kafa atan, Fenerbahçe derbisini liseli kavgasına dönüştüren Arda, elbette ki bu sorumluluğu taşıyamaz ama unutmayalım ki o hala çok genç ve bu gibi birkaç hatasını görmezden gelirsek Türk futbolundaki sayılı “efendi”, “aklı başında” isimden biri. Kaptanlığının açıklandığı basın toplantısındaki gururlu, mağrur ama utangaç halleri bunun en güzel kanıtıydı.

Metin Oktay, Galatasaray’ın ve Türk futbolunun en büyük şanslarından biriydi ve yarattığı muazzam saygınlığı futbolculuk yetenekleri kadar insanlığına da borçluydu. Bizler, onu ve hikâyelerini birer masal gibi dinleyebildik ancak. Kuşkusuz başka bir zamana, başka bir dünyaya aitti. “Bizi sevenleri üzmeyelim baba” diyerek tomarla parayı reddedebilecek yürekte bir insandı. Metin Oktay’ların, “Ser verip sır vermeyen” yiğitlerin, hiç tanımadığı insanlar uğruna gözü kapalı ölüme gidebilen “namlı masal sevdalılarının” yetişebildiği topraklar değil artık buralar. Toprağımız bulandırıldı, mayamızla oynandı. Öyle yiğitlerin çıkmasına artık izin verilmiyor…

Kendisini hasta Galatasaraylı olarak tanımlayan bir arkadaşım bir kere bana şöyle demişti: “Bu Metin Oktay nedir ya? Bence fazla abartılıyor!” İşte Arda Turan’ın “Metin gibi olabilme” mücadelesinde karşısına çıkacak en büyük engel bu gibi “taraftarlar”. O insanlar daha ligin ilk haftası “Arda, Fener’in anasını …” diye tezahüratlar yapacaklar buna eminim. Ve Arda’nın buna göstereceği tepki onun gerçekten Metin Oktay gibi olup olamayacağını gösterecek.

22 yaşındaki delikanlının sırtında ağır ama bir o kadar da kutsal bir emanet var. Yolu zorlu; “dâhilî ve harici bedhahları” olacak Arda’nın. Kendi taraftarları, rakip takım taraftarları, sürekli savaş isteyen medya, holigan yöneticiler… Hepsi Arda’nın Metin gibi olmasına engel olmak isteyecek. Gönül ister ki “Futbol bu haldeyken Arda, Metin gibi olamaz” diyen ben dâhil herkesi haksız çıkarsın genç kaptan ve Metin Oktay’ın şerefli mirasını bu kaypak zamana taşıyabilsin.

“Metin gibi ol Arda!” İnan, Türkiye futbolunun en çok ihtiyacı olan şey bu!

Wednesday, July 8, 2009

Wimbledon'ın ardından

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Bismillah demeden önce, Wimbledon keyfimizin içine ettiği için CNN Türk’e ve Doğan Grubu’na sevgilerimizi iletelim. Zaten pek bir sevişirdik kendileriyle, bu da kreması oldu. Hayır, doğru dürüst yayınlamayacağınız maç yayınlarını neden satın alırsınız ki? Senelerdir aynı sıkıntıları çekiyoruz. Çeyrek finale kadar olan maçların tamamını uydu üzerinden şifreli kanaldan yayınladı D-Spor ekibi. Final maçını dahi kablolu yayından takip edemeyen, şifre engeliyle karşılaşan onlarca insanın protestosunu bizzat ben işittim. Sporsever mağdur; Eurosport’u çok aradık.

Turnuvaya gelince 2 hafta önce ne yazdıysak hemen hemen hepsi gerçek oldu. Bayanlarda, formsuz üçlü Ana Ivanovic, Jelena Jankovic ve Maria Sharapova erken havlu atarken erkeklerde Novak Djokovic kötü gidişini burada da sürdürdü. Britanyalılar’ın umudu Andy Murray ise yarı finalde turnuvanın en güzel maçlarından birinde Birleşik Amerikalı adaşı Roddick’e kaybederek Ada’yı hayal kırıklığına uğrattı.

Kadınlar finali beklendiği gibi Serena Williams ve Venus Williams arasında oynandı. Abla Venus’un kendisinden beklenmeyecek derecede pasif ve çekingen oynadığı karşılaşmada Serena’nın gücü tüm kortu domine etti desek abartmış olmayız. Nihayetinde Amerikalı raket 10. grand slam şampiyonluğunu iki setlik kolay bir finalin ardından kazanarak adını Açık Tenis Tarihi’nin efsaneleri arasına yazdırdı.

Kadınlardaki tekdüzelik ve sürpriz eksikliği erkekler finalinde de devam etti. Evet, 4 saatten fazla süren ve son seti 16-14 biten, birçoklarına göre epik olarak nitelenen finalin bence hiçbir “epik” tarafı yoktu. Hele hele son 2 senedeki Nadal-Federer finallerinin yanına dahi yaklaşamayacak bir mücadeleydi. Andy Roddick kariyerinin en iyi maçlarından birini oynadı. Akıl almaz servis performansı çok küçük -ama kritik- anlar dışında hiç düşmedi. Hatta 2. setin tie-break’inde 6-2 öndeyken üst üste 6 puan kaybederek seti vermese belki de şimdi Federer’in ne kadar insanüstü olduğunu değil de Roddick’in tüm dünyayı nasıl şok ettiğini konuşuyor olacaktık. Roddick’in harika servis performansından bahsedip de Federer’i es geçmek olmaz. Tam 50 ace attı süper yıldız (Wimbledon rekoru 51’le Ivo Karlovic’e ait). 107 winner vuruşuna karşılıksa sadece 38 basit hata yaptı. Gerçekten Roddick’in de Federer’in de hücum performanslarına diyecek yoktu. Fakat savunmada aynı agresifliği gösteremediler ve rakibin hata yapmasını bekleyen oyunları maçın sonsuzluğa doğru uzamasına neden oldu. Neredeyse hiç ralli izlemedik ki tüm bu özellikleriyle aslında tipik bir Wimbledon finali oldu da diyebiliriz. Gelin görün ki 3-4 vuruşta tamamlanan oyunlar karşılaşmayı monoton bir görüntüye soktu. Bill Murray’nin Groundhog Day (Bugün Aslında Dündü) filmi gibi her set aynı sahneleri tekrar tekrar izledik sanki. Bilemiyorum belki de Rafael Nadal’ın çim kort klasiklerini bozan enerjisi bizi biraz şımartmıştır.

Nihayetinde burası Wimbledon yani Federer’in mekânıydı. Korta spor-takım ceketiyle tam bir aristokrat havasında ev sahibi gibi çıkan İsviçreli raket, Wimbledon’da 6., toplamda ise 15. grand slam şampiyonluğunu kazanarak “erkekler tenis tarihinin en büyüğü benim” dedi. Karşılaşmayı tribünden izleyen eski rekortmen Pete Sampras’a da emekli haliyle bunu onaylamak düştü.

Tüm rekorlarına ve yeniliklerine rağmen ateşi eksik bir Wimbledon izledik. Benim için turnuvamın en renkli anı ise Michael Llodra’yla oynadığı maç rakibinin sakatlığı sebebiyle yarım kalan Tommy Haas’ın 15 yaşındaki top toplayıcı kız Chloe Chambers’la yaptığı 10 dakikalık gösteri maçıydı.

Wednesday, July 1, 2009

Sosyal adaletsizlik ve spor

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Piyasanın tarihsel evrimi otoriteye yarı görünmez, sinsi, acımasız ve bir o kadar da kuvvetli bir silah kazandırdı. Kapitalizm öncesi insanoğlunun zorbalığı şeffaftı. Egemenliği elinde bulunduran her devlet/topluluk/aşiret gücünü dışarıda kanlı fetihler, içerideyse asilere karşı acımasız cezalarla gösteriyordu. Kapitalizm ve nihayetinde modern devletlerin ortaya çıkışından sonra ise sistemin kılıcı büyürken gözden kayboldu, keskinleşirken zihinlerden silindi. Ve nihayetinde zorbalık kanıksandı. Herkesin sözde eşit olduğu burjuva demokrasilerinde, egemen güçler artık şiddet kullanmadan insan öldürebilir hale geldi. Ve hafızası silinen, dili peltekleştirilen insanlığın hak arama yolları kapatıldı. Sosyal adalet piyasanın insafına bırakıldı.

Cristiano Ronaldo 94 milyon avroymuş. Kaka, 70 milyon, Eto’o 50 milyon. Real Madrid ve Manchester City’nin toplam transfer bütçesi 600 milyon avroymuş. Orlando Magic’in yeni salonu 500 milyon dolara mal olmuş. Devlet destekli Aslantepe Stad projesinin yerine bilmem kaç hastane, okul yapılabilirmiş. Wimbledon Tenis Turnuvası’nın oynandığı kortlara yapılan açılır kapanır tavanların maliyeti 80 milyon poundmuş.
Öyle buyuruyor pek muhterem piyasa.

Piyasanın olduğu yerde bir malın gerçek değerini bilebilmek imkânsız, hatta böyle bir gerçek değer kavramı yok denebilir. Para-mal-kâr biçiminde işleyen sistemin içerisinde Marx’ın da dediği gibi tüm değerler spekülatiftir. Gerçek değerden sapmalar kaçınılmazdır ve bunu arz-talep dengesi belirler. Tüm bu denklemin asıl yaratıcısı olan “emek” ise yok sayılır, küçümsenir ve adaletsizliği doğuran faktörlerden biri de budur.

“Yüce” arz-talep dengesi, kimlerin talebi ve ihtiyaçlarının karşılanması adına fiyat dikte ediyor bilinmez ama muhatabının Giorgio Agambe’nin deyimiyle Homo Sacer yani Kutsal İnsan olmadığı kesin.

Doğal kaynakların, ihtiyaç maddelerinin, yaşama hakkının, hukukun bu kadar adaletsiz dağıtıldığı bir dünyada piyasanın ve onun aygıtı “devletin” şımarıklığıdır harcanan bu paralar. Açıkça adını koymak gerekirse spor, gereksiz giderleri, abartılan önemi, “işlevsiz işlevliliği” ve sınıflılaştırılmasıyla sosyal adaletsizliğin kalelerinden biri haline getirilmiştir.

ABD’li muhalif spor yazarı Dave Zirin geçtiğimiz hafta “Canın mı stadyumun mu” başlıklı bir yazı kaleme almıştı. Sözde halkın hizmetkârı olan devletin halk sayesinde biriktirdiği sermayeyi iş adamlarına, “spor kompleksi inşası” adı altında peşkeş çekmesini eleştiriyor ve son dönemlerde altyapı eksikliği nedeniyle tahribatı artan doğal ve beşeri yollu felaketlerin etkisinin bu kaynaklar doğru yerlere aktarılsa -yani lüks stadyum yapımına değil de altyapı geliştirmelerine harcanmış olsa- ne kadar azaltılabileceğini sorguluyordu.

Bir sonraki felakette aynı soruları bizler de sormaya başlayacağız merak etmeyin. Fakat piyasanın, çoğunluğun hayatını ve haklarını açgözlü bir azınlığın şımarıklıkları uğruna ipotek altına alıp yok sayması nasıl bu kadar doğal karşılanabiliyor? İşte bunun cevabı da yazımın başındaki cümlede yani kapitalizmin zorbalığı görünmezleştirirken, doğallaştırdığı gerçeğinde gizli. Spor dünyasında dönen rakamların azameti altında ezilmeden, bu paraların spora değil piyasaya ve iş adamlarına daha çok kâr yaratmak için aktarıldığının bilincinde olalım. Ve sporun sosyal adaletsizliğin kalelerinden biri haline getirilmesine “Hayır” diyelim.