Saturday, October 6, 2007

Owens'tan Jones'a Sporda Erdemlilik


“Kazanmak, kazanmak, kazanmak. Günün sonunda önemli olan tek şey budur. Eğer kazanamadıysanız tüm emekleriniz koca bir hiçten başka bir şey değildir.” Bu sözü tırnak içine aldım. Kimin söylediğini hatırlamıyorum ama binlerce kez duyduğuma ve okuduğuma eminim. Türkçe, İngilizce, Almanca, İtalyanca, İspanyolca vs. bir şekilde çevirisini yapıp okuyabildiğim tüm dillerde bu cümlelere rastladığımdan da hiçbir şüphem yok. O yüzden günümüze ait anonim bir söz olarak tanımlamak en doğrusu olacaktır. Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, düzeneğin tüm dişlileri kullarını sadece tek bir amaca odaklıyor: Kazanmak. Kazanamazsan bir hiçsin. İkincilik nadiren takdir ediliyor, basamağın bir altındaysanız ise, saygı görmek için muhataplarınızın kibarlığına muhtaçsınız. Sistemin en büyük dayanağı rekabet, türünün en iyisini ortaya çıkarmak adına alabildiğine vahşi. Sadece ekonomik hayattan veya kariyer mücadelesinden bahsetmiyorum aslına bakarsanız bu yazıyı yazarken aklımda sadece spor dünyası var.

Atletizmin son utancı: Marion Jones

Cuma günü New York idari mahkemesinde, çok değil 6-7 sene öncesinin en büyük bayan atleti Marion Jones’ın günah çıkarma töreni vardı. Sydney 2000 Yaz Olimpiyatları’na 3 altın ve 2 bronz madalyayla damgasını vuran Birleşik Amerikalı atlet, başarısını turnuva süresince aldığı doping içeren maddelere borçlu olduğunu gözyaşları içerisinde itiraf etti. Kuşkusuz Jones, üzgün ve pişmandı. Fakat kim bilir kaçıncı gözbebeğinin kazanmak adına hile yaptığını öğrenen atletizm dünyası ondan daha hüzünlüydü. Ben Johnson’lar, Tim Montgomery’ler, Justin Gatlin’ler ve daha niceleri... Nice şampiyon, nice şampiyon olduğu için ayakta alkışlanan ve sevincini gözyaşlarına akıtan sporcu ruhunu bu en büyük olma bağımlılığı yüzünden şeytana satmıştı.

Rekabet acımasızdı ve bir şekilde kazanmak, ne olursa olsun kazanmak gerekti. Aslına bakarsanız belki de kimse Marion Jones’un bu geç gelen itirafına şaşırmadı ki bu, durumu sadece daha üzücü hale getiren bir detay. Maalesef, özellikle son 20 senede spor dünyasında rekabetin ve kazanmanın önemi o kadar arttı ki, en büyük isimlerin bile doping kullanmasına alışır hale geldik. Doping kelimesini sözcük dağarcığıma ne zaman kattım diye düşünüyorum da zihnim beni dünya tarihinin en iyi futbolcularından birine ve hayatımda izlediğim ilk dünya kupasına götürüyor. Diego Armando Maradona, 1994 A.B.D dünya kupası...

Rekabet, Kazanmak ve Michael Jordan

Spor dünyasında rekabet ve kazanmak diyince akla ilk gelen isim Michael Jordan’dır. Hayatı boyunca bu iki unsuru iyi bir sporcu olması adına en mükemmel şekilde kullanan majesteleri lakaplı basketbolcu, dünyanın gelmiş geçmiş en iyi sporcularından biri olarak kabul edilir. Kimse sorarsanız sorun, hepsi onun izleyenleri hayran bırakan hava harekatlarından, geriye çekilerek attığı durdurulamaz şutlardan ve hiç pes etmeyen müthiş azminden bahsedecektir. Ama Michael Jordan’ı türünün en iyisi yapan hiçbir zaman sadece olağanüstü yetenekli bir oyuncu olması değildir. O Amerikalılar’ın tabiriyle tam bir winner’dır. Hatta winner’ların şahıdır. Bir Amerikalı gazetecinin şu sözünü hatırlıyorum, “ Michael Jordan dünyanın en kötü takım arkadaşıdır ama onun takımındaysanız mutlusunuzdur, zira kazanan taraftasınızdır.” Rekabet etmek ve kazanmak onu tanımlayan en önemli sözcüklerdi ve bugün dünya spor çevrelerinde hangi atletle konuşursanız konuşun sanki Jordan’ı dinler gibi olursunuz. “Rekabet-kazanmak, rekabet-kazanmak...” Jordan tarihin en büyük basketbolcusuydu ama 90’ların o unutulmaz reklam sloganı “Be Like Mike”, Amerikan gençliği tarafından işine geldiği gibi algılanınca ortaya tonlarca dilini çıkararak Jordan gibi smaç yapan ama onun kusursuz fundamentalinden yoksun ve yine onun gibi kazanmak isteyen ama onun bünyesinde barındırdığı azimden bihaber tonlarca genç çıktı.

Sporun özünden nasibini almamış gençlerin içinde herkes Mike gibi olmak, hep kazanmak istiyordu. Ama günün sonunda sadece bir tane kazanan çıkar. Amerikan spor gazeteciliğinin yaydığı deyimle ya winner’sınız ya loser. Ve kaybetmenin zavallılık olarak damgalandığı bir dünyada kaybetmeyi ve kaybeden olarak anılmayı kim ister ki! Mutlaka kazanmalısınız! Etrafınızdaki herkesten iyi olmalı ve muzaffer duruşunuzu uzun yıllar muhafaza etmelisiniz. Eğer bunu tek başınıza yapamıyorsanız, kolayı var, Marion Jones ve diğer utanç abideleri gibi steroid kullanın!

Jesse Owens’ın Ayak İzleri

Her şeyin bu kadar kazanmak eksenli döndüğü bir dünyada 36 Berlin olimpiyatlarının efsane ismi Jesse Owens’ın kemikleri sızlıyor olmalı. Oysa o yüz bini aşkın Alman’ın müthiş tezahüratları eşliğinde birincilik kürsüsüne çıktığında sadece Hitler’in yüzünü kızartmakla kalmamış aynı zamanda sporun özünde tüm önyargıları yıkabilen ne kadar güler yüzlü bir enstrüman olduğunu da kanıtlamıştı. Owens, Berlin olimpiyatları sonrası spora devam edemedi. Hiçbir zaman Beyaz Saray’a davet edilmedi, Golden League’lere katılıp milyon dolarlar da kazanmadı ama yine de tarihin en saygın sporcularından biri olarak anılıyor.

Kanımca Machiavelli’nin fikir tanrısı olduğu modern dünyada kazanmaya programlı atletlerin birincil kovalamaları gereken erdem saygınlık olmalıdır. Zira dürüstçe kazanılmamış tüm başarılar eninde sonunda sizi bir hilekar olarak damgalıyor ve inanın bu, bir “kaybeden” olmaktan çok daha kötü bir sıfat. Ne yazık ki vahşi rekabet ve sürekli kazanma zorunluluğu, sporda erdemliliği yavaş yavaş ortadan kaldırırken gerçek sporculara, sağduyulu sporseverlere ve gazetecilere düşen, Okan Yüksel’in de dediği gibi “Kassandra Çaresizliği” içinde çırpınmak belki ama yanlış giden şeyleri değiştirebilmeyi de en azından umut etmek.

Tuesday, October 2, 2007

Ah Zeke Vah Zeke


Nasıl olur da 33 yaşına kadar hayatını tam anlamıyla bir "winner" olarak mutlu mesut geçiren bir insan daha sonrasında elini attığı her işte ama istisnasız her işte çuvallamayı becerir? Cidden soruyorum, bunu klasik bir makaleye başlangıç yazısı olarak tasarladığımı sanmayın. Aklım, mantığım, önyargılarım ve ömrümde bugüne kadar öğrendiğim tüm gerçekler Isiah Thomas'ın aktif basketbolculuk kariyeri sonrası bulaştığı her işte başarısız olmasını açıklamıyor. Ve birilerinden yardım bekliyorum! Nasıl olur?

WİNNER ZEKE

Bir adam düşünün ki boyu sadece 1.85 olmasına rağmen muazzam bir basketbol yeteneğine sahip. Lisede all-american olmuş, Indiana Üniversitesi'nden burs kazanmış ve kolej kariyeriyle Amerikan olimpik takımına kadar yükselmiş. Hoosiers'a 81'de NCAA şampiyonluğunu hem de North Carolina karşısında kazandırmış(ray tolbert ve tabii ki efsane koç Bobby Knight'ın da yardımlarıyla) ayrıca final four'un MOP(most outstanding player)'si yani en iyi oyuncusu seçilmiş. 1981'de 2.sıradan Detroit tarafından draft edilmiş . 80'lere damgasını vuran Chuck Daly Bad Boys'unun lideri olmuş ve 2 Nba şampiyonluğu bir de Nba finaller MVP'si ödülü kazanmış. Hall of Famer bir sporcu, zeki bir atlet ve korkusuz bir savaşçı, evet nasıl olur da tüm bu başarılara imzasını atmış bir adam ömrünün devamında incir ağacı misali kök saldığı her yeri kurutur? Cevap verecek biri var mı?

LOSER ZEKE

Zeke 94'te basketbolu bıraktı. O sıralar yeni kurulma aşamasında olan Toronto Raptors organizasyonuna genel menajer oldu ve kolej oyuncularına yasak olduğu halde çeşitli yardımlarda bulunduğu söylentileri ayyuka çıkınca görevinden ayrılmak zorunda kaldı. Ardından senelerdir kendi yağıyla kavrulan, ne inen ne de çıkan ama halinden de memnun olan CBA ligini satın aldı ve bu mazbut ligi 2 sene gibi kısa bir sürede batırdı. 2000'de dönemin en iddialı takımlarından Indiana Pacers'ın koçluğunu yapmaya başladı ama basketbol eyaleti İndianalılar'ın beklediği şampiyonluk bir türlü gelmeyince 2003'te Larry Bird tarafından görevinden alındı. Daha sonra hangi akla hizmetse New York Knicks namı diğer, "para-şan ve şöhret içinde yüzüyoruz ama başarısız olmak gibi bir tutkumuz varspor"'un başına hem de genel menajer olarak getirildi. Kısa zamanda zaten karışık olan camiayı aşureye çevirdi. Meydanda ne kadar "overrated" adam varsa hepsini ekibine yüklü kontratlarla doldurdu ve New York Knicks o günden beri değil play-off'a kalmak 40 galibiyet barajını bile aşamadı. Takım her sene daha da kötüye gitti. Nihayetinde Knicks'in sahibi James Dolan, "yarattığın pisliği temizle" dedi ve Isiah'yı takıma koç yaptı. Sonuç değişmedi, yine Zeke, yine hüsran.

ENOUGH IS ENOUGH ZEKE!

Ve geldik 2007 yazına. Aslında Madison Square Garden'da bir tedirginlik yok değildi. Isiah iyi draft seçimleri ve takaslar yapmış, tutup da free agent olan Anderson Varejao tarzı bir adamı zengin etmeye de uğraşmamış, medya tarafından hatta Spike Lee tarafından bile desteklenen hamlelerini yapıp köşesine çekilmişti. Taa ki eski kulüp yöneticisi Anucha Brown Sanders'ın Isiah Thomas ve Madison Square Garden aleyhine açtığı cinsel taciz davasının sonuçlanmasına kadar. Aslında 2006 aralık ayında açılan dava bu yaza kadar pek dikkate alınmamış ve nasıl olduysa tüm medya Isiah'nın masumiyetine inanmıştı. Öyle ki Bill Simmons dahi Anucha Sanders'la dalga geçen yazılar yazabilmişti. Gelin görün ki kazın ayağı öyle çıkmadı ve New York Knicks organizasyonu bugün verilen kararla Anucha Brown Sanders'a 11.6 milyon dolar ödemeye mahkum edildi. Yapılan açıklamaya göre Isiah Thomas, Anucha Brown Sanders'a cinsel tacizlerde bulunmuştu hatta kulübün ponpon kızlarını dahi oyuncuları ve tanıdıklarıyla seks yapmaları konusunda zorlamıştı. Açıkçası ben de Isiah Thomas'ın bu kadar ileri gidebileceğine ihtimal vermiyordum. Hala da aklımda şüpheler var ama ponpon kızlardan bazılarının itirafları çok net ve kafamda da kocaman bir kötü ZEKE imajı var. Mahkemede de Isiah'nın aleyhine karar verdiğine göre konu yüksek mahkemeden dönene kadar İsiah Thomas suçludur ve Knicks Sanders'a tam 11.6 milyon dolar borçludur. Kısacası Isiah organizasyonu 12 milyon dolar daha zarara soktu. Bu yeni bir şey değil James Dolan'ın şu anki soğukkanlılığını da buna bağlıyorum.

Peki şimdi ne olacak? Tamam Isiah yine herşeyi berbat etti buna artık hepimiz alıştık ama olaya etik açıdan bakarsak, önümüzdeki günlerde Knicks'in Isiah Thomas'ı kovması gerekli midir? Ya da suçlu olduğunu kabul etmese de Thomas, adı temize çıkana kadar görevinden kendisi mi ayrılmalıdır? Ha bir de senelerdir Zeke'nin yanlış transfer politikaları yüzünden tomarla luxury tax ödemeye alışkın olan James Dolan bu 11.6 milyon dolarcık! sürprizi de ödeyecek mi ya da bunu Isiah'ya yıkmak için bir hamlede bulunacak mı? Ekim ayı New York Knicks için hareketli günlere gebe ama benim aklımda halen cevaplanmamış bir soru var! Nasıl, Isiah nasıl olurda hayatında herşey mükemmel giderken bir anda yaşamına roller coaster inşa etmişçesine en yukarıdan tepetaklak düşüşe geçebilirsin? Cidden saha içinde olağanüstü basketbol oynamak dışında hiçbir yeteneğin yok mu ya da Space Jam benzeri bir dünyadışı operasyonla tüm zekan ve yeteneklerin elinden mi alındı? Yüzlerce vuruşluk bu yazıyı okuduktan sonra umarım birileri mantıklı bir izahla bu merakımı giderebilir.

Friday, September 28, 2007

Bitmeyen Senfoni: Endüstriyel Futbol ve Arsenal'in Akıbeti


Arsenal, senelerce İngiltere'nin en çirkin, en düz, en sağlamcı futbolunu oynamakla eleştirildi. Yıldız oyuncuları yoktu varsa da hiçbiri ne George Best kadar yakışıklı ne Glenn Hoddle kadar zeki, ne Lineker kadar efendi, ne de Keegan kadar havalıydı(Liam Brady beni affetsin, o hep bambaşkaydı). Taraftarları avamdı, çoğu işçi semtlerinden geliyordu, "ah o kokuşmuş serseriler ve göçmen zenciler asil İngiliz futbolundan ne anlardı ki."
Hiçbir zaman sevilmediler. Chelsea'nin elitliği, Tottenham'ın senelerce İngiliz futbolunu besleyen yıldız oyuncuları, Manchester United'ın Best-Charlton-Law'lu Bermuda şeytan üçgeni ve tabii ki Liverpool'un tüm Avrupa'yı kendine hayran bırakan asi ve şampiyon geleneği onlarda yoktu. Her nasılsa Londra'nın göbeğine kapağı atmışlardı. Nereden geldiği belli olmayan kocaman pis bir taraftarı, Highbury adında köhne bir stadları ve en kötüsü o sıkıcı 0-0'ları vardı.
Evet, 1990'lara kadar Arsenal'in sözlük karşılığı sadece can sıkıcıydı. George Graham 90'lara doğru takımı devraldığında kulüp yavaş yavaş kıpırdanmaya başladı. 20 sene sonra kazanılan 2 şampiyonluk küskün taraftarı takımıyla barıştırmış, ardarda yapılan yıldız oyuncu transferleri ve sağlam altyapı hamleleri kulübün, yeni yeni filizlenen ama henüz adı konmamış endüstriyel futbola adaptasyonunu kolaylaştırmıştı. Yine de, 1996'da Japonya'dan Highbury'ye bir Fransız getirildiğinde kimse o adamın Arsenal'i 21.yüzyılın en renkli takımı yapacağına ihtimal vermiyordu. Peki ya o Fransız? Yani Arsene Wenger.. Kuşkusuz o da tıpkı Prekazi'nin Köln'de Ettori'yi 40 metreden avlayacağını ve bir Türk takımının çıkıp Weah'lı Hoddle'lı Fransa şampiyonu armadasını kupa dışına iteceğini öngöremediği gibi burada da şansının zayıf olduğunu düşünüyordu. "Arsenal'in beni istediğini duyduğumda çok şaşırdım, Japonya'da erken emekliliği düşünen bir adamı niye istiyorlardı ki?" Ama hayat hele ki futbol dünyanın en klişe tabiriyle sürprizlerle doludur ve bunu hiçbir sevimsiz ideolojik klişe değiştiremez. Tabii ki Wenger gibi bir futbol aklına, eğitime ve imkanlara sahip olmak, size inanmayanlara bacak arasından gol atmak için birebirdir. Wenger yönetiminde futbolun belki de en güzel buluşu total futbol, 74 Hollanda'sı, Cruijff Barcelona'sı ve Tele Santana Sao Paulo'su sonrası adada hayat buldu. Havadan oynama meraklısı İngilizler, tıpkı Brian Clough'ın "Tanrı futbolu havadan oynamamızı isteseydi çimleri bulutların tepesine koyardı" deyişi gibi bu yeni tarza ve onun getirdiği güzelliklere kapıldılar ve nihayetinde lejyonerlerle dolu Arsenal 10 senede kazandığı 3 lig şampiyonluğu ama daha da önemlisi oynadığı harika futbolla geçmiş yılların o soğuk, sıkıcı ve sevimsiz imajını silmeyi başardı. Bugün eğer geçmişe ait bir futbol kitabı okumadıysanız Arsenal ve sıkıcı kelimelerini yanyana getirmeyi aklınızın ucundan dahi geçiremezsiniz.

2007 yılındayız, oyunun adı Futbol ama başrolünde futbolculardan ziyade holdingler ve sermayeler yer alıyor. Yüzyıllık kulüpler zengin baronların oyuncağı haline gelmiş durumda ve bu adamlar gerekirse Jose Mourinho gibi bir dehayı bile kapının önüne koyabiliyor. Bugün dünyanın en çok izlenen ligi Premier Lig'de 20 takımın 9'u yabancı holdinglere ait ve tıpkı Arsene Wenger'in dediği gibi kulüpler taraftar başkanlar tarafından değil de işadamı başkanlar tarafından yönetiliyor. Stadlar gittikçe boşalıyor ve medyanın oyun üzerindeki gücü artıyor. İnsanlar yine kulüp forması satın alıyor ama onları stada giderken değil evde plazma televizyonlarından 16 açılı kameralar eşliğinde maç izlerken giyiyorlar. Yani futbol endüstrisi bir şekilde genişliyor ama futbolun ruhu zedeleniyor. Bu ve benzeri sözleri sadece benim gibi basit bir insan söylese önemsemeyebilirsiniz ama Arsene Wenger gibi futbolun çok önemli şeyler borçlu olduğu bir adam da söylüyorsa buna kayıtsız kalmanız saygısızlık olur. Peki bu sakin Fransız'ı aniden böyle demeçler vermeye iten olaylar neydi? Çok basit.. Haftabaşında kulübün ortaklarından Özbek asıllı Rus milyarder Alisher Usmanov, başkan Hill-Wood'un tüm muhalefetine rağmen hisselerini %23'e çıkardı ve dün yaptığı açıklamada hedefinin kulübün en büyük hissedarı olmak olduğunu söyledi. Arsenal, Forbes dergisine göre 600 milyon pound'u aşan market ederiyle dünyanın en değerli 3.kulübü ve bu da hayatında kaç kere futbol maçı izlediğini merak ettiğim Usmanov'un Arsenal aşkını açıklıyor.
Son günlerde Arsenal dünya üzerindeki en güzel futbolu oynuyor, Henry'i satmasına rağmen ne kadar başarılı bir sistem takımı olduğunu sağda solda aldığı 5'lik 3'lük 4'lük skorlarla ispat ediyor ama ne kadar acıdır ki İngiliz ve dünya medyasında son 1 haftada çıkan haber ve incelemelerin yüzde 90'ı sahadaki oyunla değil Arsenal'in ne kadar değerli bir mal haline geldiğiyle ilgili. Kendi kendime bazen düşünüyorum, endüstriyel futbol terimini ne kadar çok kullanıyoruz ve artık klişe haline gelen bu söz ne kadar itici oldu. Fakat gelin görün ki artık yeşil sahalarda atılan her gol, her çalım ve pas parayla ilişkilendiriliyor. Maalesef buna 21.yüzyılın en güzel sanat eserlerinden Wenger Arsenal'i de dahil. Fransız'ın dediği gibi "belki de artık futbol için kaygılanmanın vakti gelmiştir."

Saturday, September 15, 2007

84'un Laneti


Huznun mevsimi guz, bu sene en erken Oregon'a ugradi. Yeni nesil Bill Russell; Greg Oden tam bir sene yok! Koca bir sezon.. Boylece 2007-08 sezonuna tarihin en derin draftlarindan birinde ilk sirayi kaparak talihli bir baslangic yapan Portland Trail Blazers organizasyonu da en amiyane ve alaturka tabirle kiclarini kasimamalarinin cezasini cekmis oldu. Ya da sadece kor talihlerinin. Kor talih demisken son 20 senede bir Nba takimini bu kadar fazla ziyaret eden baska bir kismetsizlik kusu var midir? Hic sanmiyorum. Hatta eminim, Yok!

Amerikan spor cevrelerinde sayisiz lanet hikayesi vardir. En meshuru kuskusuz efsanevi beyzbol oyuncusu Babe Ruth ve onu NY Yankees'e satan Boston Red Sox'un yasadigi tam 86 yillik Bambino Laneti. Nba'de ise ornegin Cleveland Cavaliers kendi taraftarlarinca bile lanetli takim olarak anilir. Bu lanetin dugumu 2003'te Lebron James'in takima gelisiyle buyuk olcude cozuldu gerci. Neyse bati yakasindan bir lanet hikayesi yaratmak gerekse hic suphesiz kuzeybati'ya Portland'a ugramak yeterli olacaktir. 70'lerde cicek cocuk Bill Walton'la kazandigi sampiyonluktan sonra genellikle dengeli bir performans tutturan ve kafaya oynayan Trail Blazers, 84 draftinda yaptigi secimle Nba ve kendi tarihini direkt etkilemistir. Olayi bilmeyenler icin kisaca ozetleyeyim: 1984 draftinda Akeem Olajuwon, jenerasyonunun en parlak yetenegi olarak Houston Rockets tarafindan ilk sirada secilir. 2. secme sirasi Portland'a aittir ve onlerinde iki secenek vardir, Sam Bowie, ya da Michael Jordan. Portlandlilar'in halen nefretle andigi o gunde Blazers yetkilileri koc Jack Ramsay'nin israrlariyla Sam Bowie'yi secerler. Ve, tarih sekillenir. Michael Jordan ruzgarli sehir Chicago'ya tam 6 sampiyonluk kazandirir ve antik Yunan'dan beri arenalarin gordugu en basarili sporculardan biri olarak tarihe gecer. Sam Bowie mi? Sakatliklarla gecen kabus gibi 10 sezon, MJ'in onunde secilmenin yaratttigi acimasiz baski ve onun inanilmaz performansinin altinda golgelenen bir kariyer, son olarak bir sporcu icin belki de en acisi, bitmek tukenmek bilmeyen asagilamalar. Peki ya Portland? Guclu kadrolara ragmen bir turlu gelmeyen sampiyonluk, finallerde kaybedilen yuzukler, bekleneni veremeyen sayisiz yildiz adayi, kisaca hayal kirikligi. Acikcasi oturup adam akilli dusununce Portland ve Jack Ramsay'nin Sam Bowie secimlerinde kendilerince hakli olduklarini soylemek mumkun. Ellerinde Cylde Drexler gibi bir swingman zaten vardi, Kiki Vandeweghe gibi bir skorer de cabasi. Onlarin eksigi pota altini karartacak etkili bir uzundu ve onlar da gayet makul bir sekilde Sam Bowie'yi sectiler. Ve inanin simdi bu secime milyon kere pisman olsalar da o donemde hic kimse Michael Jordan'in bu kadar buyuk bir oyuncu olacagina ihtimal vermiyordu. Mukadderat! Basketbol tanrisi dunyaya sessiz sedasiz yolladigi Kara Mesih Jordan'a yapilan haksizligi kabul etmedi ve Portland'i deyim yerindeyse lanetledi. 93 finallerinde Majesteleri Portland'i finallerde ezerek gecerken, 2000'de Bati finalinde Lakers'a 20 sayi geriden maci, turu ve sampiyonlugu verirken hep bu lanetin izleri batil inancli taraftarlari rahatsiz etti. Basketbol tanrisinin ogluna bir haksizlik yapilmisti ve birileri bunun cezasini cekmeliydi. Aradan 23 sene gecti, 2007 draftinda Portland lottery secimindeki yuzde 1'lik sansina ragmen inanilmaz bir sekilde ilk sirayi elde etti. Herkes lanetin kirildigindan bahsediyordu. Trail Blazers elindeki genc, yetenekli ve gelecek vaat eden kadroya 07 neslinin en gozde uzunu, lige 10 senede bir ugrayan o ozel pivotlardan biri olan Greg Oden'i ABD basininin safest pick olarak adlandirdigi bir secimle gelecegin en buyuk skorerlerinden Kevin Durant'in onunde secti. Baslarda hersey yolundaydi. Birkac catlak sese ragmen basin da Oden secimini hakli buluyordu. Yaz liginde Oden 10 top kaybi 10 faul 3 ribauntlu maclar oynamasina ragmen bunlar fazla onemsenmedi. Ufak tefek sakatliklari oldugu duyumlari dikkate alinmadi ve nihayet lanet Oregon'u terk etmedigini eylul ayinda ispatladi. Greg Oden bir basketbolcu icin en kritik bolgelerden biri olan dizinden sakatlanmisti ve tam bir sezon forma giyemeyecekti. Ustelik diz sakatliklari sporcu uzerinde en cok hasar birakan sakatliklardan biri olarak bilinir. Inanmiyorsaniz fazla uzaga gitmeye gerek yok. Sam Bowie'ye sorun!

Bundan 15 sene sonra Kevin Durant, Jordan misali ligi domine edip sampiyonluklar kazanir ve Greg Oden tipki Bowie gibi hicbir sey kazanamadan kariyerini sonlandirirsa basketbol tanrisinin varligini ciddi ciddi dusunmeye ve MJ'in onun elcisi olarak dunyaya geldigine kesin olarak inanmaya baslayabilirim. Ne diyeyim, Tyche, az da Oregon'a ugra.

Saturday, August 18, 2007

Kim Gerçek Manchester'lı??


"you see me standing alone
without a dream in my heart
with out a love of my own." (*1)

Manchester, Güneş batmayan imparatorluk Britanya'nın uçsuz bucaksız tarihinde çok da hatırı sayılır bir maziye sahip değildir. İsyankar İskoçlar'ı kontrol altında tutmak için Newcastle, Blackpool, Liverpool gibi liman şehirleri ön plandayken adanın kalbinde Hastings, Nottingham, Birmingham gibi merkezler mutlak hakim Londra'nın en büyük güvenceleriydi. Sanayi devrimiyle birlikte kentin kaderi de değişmeye başladı. Lancashire'ın pamuk devi haline gelen vilayet, peşisıra açılan fabrikaları sayesinde aldığı göçle bir anda Kuzey Britanya'nın başkenti ve tarihin ilk endüstri kenti olarak ön plana çıktı. Bu açıdan sosyalist enternasyonal'in ve Britanya Fabiancı'larının dikkatini çeken Manchester, Engels ve Marx'a da işçi sınıfı gözlemlerini yapabilmeleri için eşsiz bir sosyal laboratuar oldu. Gelgelelim şehrin modern dünyanın en meşhur kentlerinden biri olmasının bu mazisiyle hiçbir alakası yok. Bugün 3.dünyadan, yeni dünyaya futbolun ulaştığı her yörede Manchester şehri tanınıyorsa bunun tek nedeni var: Futbol.

Manchester United, kuşkusuz, futbol tarihinde bir devrimin(karşı devrim!!?) bayraktarıdır. 60'ların sonu 70'lerin başında adalıların hayranlıkla izlediği Best-Law-Charlton üçlüsüyle değil ama 80'ler ve sonrasında hem saha içi başarıları hem de saha dışındaki müthiş ekonomik ataklarıyla futbol endüstrisinin gelecekte nasıl bir hal alacağını adeta tüm dünyaya uygulamalı olarak öğretmişlerdir. Bu kusursuz planın sonuçlarını uzun zamandır izliyoruz. Kendi şehrinde bile azınlıkta olan bir takım, bugün dünyanın en geniş taraftar kitlesine sahip. Uzakdoğudan, Kuzey Amerika'ya, Güney Afrika'dan Avustralya'ya milyonlarca "glory hunter" taraftarın gözbebeği haline gelmiş vaziyette. Öyle bir durum ki 90'ların sonunda MIRC sayesinde muhabbet ettiğim Bahreynli, Singapurlu, Hintli Manchester United'lı fanatiklerin benzerlerine ancak Milwall'da rastlanabilir. Futbolun yeni yeni geliştiği tüm ülkelerde hatırı sayılır bir sempatiye sahip olan kırmızı şeytanların bu başarısı tesadüfi değildi ve bu lejyoner desteği Manchester United'a üzerinde güneş batmayan futbol imparatorluğu kimliğini kazandırdı.

Kulübe olan dünya çapındaki büyük ilgi beraberinde nefreti de getirdi. Bugün adanın en nefret edilen kulüpleri arasında United başa güreşmektedir lakin kısmen yeni yeni filizlenen bu nefretin asıl sahibi kentin hakimi olma fiyakasını üzerinden bırakmaya hiç niyetli olmayan Manchester City'liler, ya da kendilerinin deyimiyle Mancunianlar(*2.).

Şehrin mavi beyazlı ekibi 70'lerde kazandığı Kupa Galipleri Kupası ve 1-2 küçük kupa zaferinin dışında sportif açıdan Manchesterlı dahi kabul etmedikleri kırmızı şeytanların çok gerisindedir. Dolayısıyla onlar için farazi bir tribün dalaşında ağızlardan çıkan ilk söz "Siz, United'lı pislikler, siz Manchesterlı değilsiniz Salfordlu'sunuz." olur. Hakikaten de öyledir. Glory Hunter'ların önlenemez United aşkına rağmen muhafazakar İngilizler halen kent merkezindeki City hakimiyetini korumaktadırlar. Yine de ortada büyük bir farktan söz etmek imkansız. Zira United, görkemli stadı Old Trafford'da her sezon zaferlerine yenisini eklerken bu başarıların her birine 75 bin taraftarı tanıklık ediyor. Manchester United, İngiltere'nin en çok taraftar çeken kulübü(15 senedir) ve bu durum artık adada bir hegemonya haline geldi.

Yine de Mancunian'nın "Gerçek Maviler'i" mavilikte olduğu gibi Manchesterlılıkta'da birinciliği kimseye bırakmaya niyetli değil ve bu pazar(19 ağustos 2007) Stadium of Manchester'ı dolduracak 50 bine yakın City taraftarı o meşhur tezahüratlarını yine söyleyecekler: "Oh City City, The only football team to come from Manchester, Who the fuck are United"

Bakalım eski Tayland başbakanı Thaksin Shinawatra'nın devrilmeden önce memleketinden hortumladığı kirli paralar sayesinde 100 milyon euro'ya yakın bir transfer harcaması yapan ve Elano, Bojinov, Bianchi, Petrov, Geovanni gibi yıldızları Maine Road'a getiren City, Sven Goran Eriksson yönetiminde ezeli rakiplerini Salford'a eli boş yollayabilecek mi?

Derbiyle ilgili notlar: *United'ın efsanevi kalecisi, bir dönem City'de de forma giyen Peter Schmeichel'ın oğlu Kasper Schmeichel maça ilk 11'de çıkacak.

* Sakat Rooney ve cezalı Ronaldo maçta forma giyemeyecek.

*1- Manchester City taraftarlarıyla özdeşleşen ünlü şarkı Blue Moon'un nakaratı
*2-Mancunian:Manchester şehrine Keltlerce verilen ilk isim. Latince'dir.

Saturday, August 11, 2007

this WAS anfield


"This is Anfield"..Liverpool'un mistik semti Anfield'ın herhangi bir köşesinde öylesine bir tabelada yazılı olsa hiçbir etkisi olmayacak olan bu cümle, yörenin en meşhur mekanı Anfield Stadyumu'nun sahaya giriş holunda yazılı olunca müthiş bir ikaz ve göz korkutma aracına dönüşüveriyor. 1892'den beri kentin gözbebeği Liverpool FC'ye evsahipliği yapan bu stad, kuşkusuz adada Wembley'den sonra en geniş maziye sahip olan futbol arenasıdır. Ve adanın holiganizmle özdeşleşmiş taraftar grupları arasında en yüksek kıdeme sahip Kop ahalisi de Anfield'ın sahip olduğu benzersiz tarih ve göz korkutucu atmosferde önemli rol oynayan aktörlerin başında gelir.

İngiliz futbolu, stadyum, taraftarlık ritüeli ve sosyolojisini etkileyen üç önemli evre geçirmiştir. 70'lerde tv yayınlarının ufak tefek başlaması ve stadyumların koltuklandırılması, 80'lerde Heysel ve Hillsborough felaketleri sonrası(ikisinde de Liverpool taraftarları başroldeydi) sahayı holiganlardan koruma amaçlı inşa edilen tellerin kaldırılması ve kombine biletlerin yaygınlaştırılması ve nihayetinde de 90'lar ve 2000'lerde iyice sporu egemenliği altına alan akıl almaz sermaye, medya ilgisi ve endüstriyelleşme süreciyle pahalılaşan futbol izleme keyfi.(bilet fiyatları, kombine biletlerin hegemonyası, tv yayınlarındaki müthiş artış) Bu üç dönemin sonunda da futbol stadyumlarının ve taraftarlık olgusunun ruhunu oluşturan işçi sınıfı arenalardan dışlanmış ve futbol izleme profili baştan aşağı değişmiştir. Birbiriyle bağıntılı bunun gibi birçok etmen de nihayetinde kulüpleri daha modern stadyumlar inşa etmeye ya da mevcut stadlarını geliştirmeye itmiştir.(ör: Old Trafford, Emirates Stadium, kısmen Wembley vs.) Kaçınılmaz son nihayet futbolun belki de tüm İngiliz kentlerinden daha fazla bir coşkuyla yaşandığı Liverpool, Anfield ve Kop tribünlerini de vurdu ve kulübün Amerikalı yeni sahipleri Stanley Park adıyla yeni bir stadyumun inşa edileceğini açıkladı. Yeni arena 2009-10 sezonuna hazır olacak. Yani Kop'un o efsanevi tezahüratı, ne tezahüratı şarkısı hatta baladı You'll never Walk Alone'u esas mekanında söyleyeyecek yalnızca 2 sezonu daha kaldı. Hoş, Kop tribünü tüyleri diken diken eden balatlarını İstanbul'dan Roma'ya, Paris'ten Bruges'e kıta'nın tüm futbol mabetlerinde dinleyenlerini hayran bırakırcasına seslendirdi. Yani onlar için yeni bir stadyum, coşkunun ve sevdanın azalması anlamına asla gelmeyecektir ama aşklarını olması gerekenden fazla bir meşkle yaşayan her duygusal adamda olduğu gibi Koper'lar da evleri Anfield'ın burukluğunu her zaman içlerinde yaşayacaklardır. Nasıl olmasın ki, Merseyside'da kırmızıları mavilere(everton) egemen kılan bir mazinin evi tarihe karışacak. O mazi ki Bill Shankly, Bob Paisley gibi efsane teknik adamlara, Kevin Keegan, Kenny Dalglish, Ian Rush, John Barnes ve yeni kuşaktan Robbie Fowler, Michael Owen, Steven Gerrard gibi futbolculara tanıklık etmiş ve mabedi Anfield da adım adım, tuğla tuğla inşa edilen bir başarı hikayesinin, 18 İngiltere lig şampiyonluğu ve Famous Five(Liverpool'un 5 avrupa kupası)'ın kalesi olmuştur.

This is Anfield...Liverpool denince akla ilk gelen isim Shankly'nin dediği gibi " It’s there to remind our lads who they’re playing for and to remind the opposition who they’re playing against!"-(this is anfield, bizim çocuklarımıza ne için oynadıklarını ve rakibe de kime karşı oynadıklarını hatırlatmak içindir) Bu vaziyette Anfield'ın tarihe karışacağını bilmek kadar bu efsanevi sloganın geçerliliğini yitireceği gerçeği de iç burkar nitelikte.

Wednesday, August 8, 2007

Davydenko Vakası

Mevsim itibariyle en sakin günlerini geçirmesi beklenen spor dünyası bahis ve şike skandallarıyla dünya gündemini sarsmış vaziyette. Öyle ki bu yaz hemen hemen her sporda bir skandala rastlamak olası. Amerikan futbolu oyuncusu Michael Vick'in köpek kavgalarına, Nba'in emektar hakemlerinden Tim Donaughy'nin senelerdir kendi yönettiği maçlara bahis oynadığının ortaya çıkmasının ardından çok daha organize ve can sıkıcı bir vaka da kıt'a Avrupası'nda, hem de bu tip olayları en az görmek istediğimiz sahalar olan tenis kortlarında vuku buldu.

Olayı duymayanlar için kısaca özetleyelim: kahramanımız Rus(sürpriz!) tenisçi Nikolay Davydenko ve Polonya'da düzenlenen bir turnuvada Arjantinli adı sanı duyulmamış rakibi Arguello'yla yaptığı müsabakaya her ne hikmetse fırtına gibi başlıyor, 2. sette birden duruluyor ve nihayet 3.sette sakatlığını bahane ederek maçtan çekiliyor. Ha bu arada sadece betfair bahis sitesinden yüzde 95'i Arjantinli oyuncunun 2-1 galibiyetine yatırılmış 7 milyon doları aşkın bir paradan da söz etmek meseleyi zihinlerinizde daha açık bir hale getirecektir. Sıradan bir tenis müsabakasına 7 milyon dolar yani normal miktarın 10 katı para yatırılıyorsa bu neredeyse açık bir ihbardır. Nitekim Betfair şirketi bu maçla ilgili müşterilerine ödeme yapmayacağını da açıkladı. Olayın son hukuki durumunu bilemiyorum ama gayet masum bir çağrışımla akıllarımıza şu müthiş üçlü geliyor: Para, şike, bahis.

Nba başkanı David Stern Tim Donaughy'nin bahis skandalı sonrası "bu münferit bir olaydır" açıklamasını yapmıştı. Kuşkusuz haklıdır, Nba tarihinde şike ya da bahis skandalı gibi hadiselere rastlamak pek mümkün değildir. Fakat Davydenko'nun bu olayında aynı şeyden söz etmek mümkün değil zira işin içine Rus mafyası girdiği zaman organize bir suça da balıklama atlamış oluyorsunuz. Zaten biri çıkıp bu münferit bir olaydır dese buna ömründe suç görmemiş Lüksemburg polisi dahi inanmaz.

Boris Yeltsin, yeni Rusya'yı dünyaya tanıttığı zaman tüm dünya rahat bir nefes almıştı. Nihayet komunizm yıkılmış, soğuk savaş sona ermiş ve nükleer savaş tehlikesi en azından bir süre için Batı dünyasının öcüsü olmaktan çıkmıştı. Yeni Rusya'nın kapitalist dünyaya ayak uydurması lazımdı ve bunun için büyük sermayeye ihtiyaç duyuluyordu. Boris Berezovsky, Roman Abramovich, Mikhail Khodorovsky gibi oligarklar bu dönemde devlet eliyle yaratılmış ve nihayet ileride tüm Avrupa'nın başına da bela olacak büyük Rus mafyası filizlenmeye başlamıştı. Evet, Yeltsin, Rusya'yı demokrasiyle tanıştırdın, ülke tarihinin gördüğü en sempatik başkan oldun, Clinton'la karşılıklı oturup big mac bile yedin ama ortaya çıkan bu Frankenstein'ı da istemeden de olsa sen yarattın.

Rus mafyası, önderleri oligarkların Avrupa'da kurduğu saygın ağlar sayesinde istediği her alana elini atabiliyor. Nasıl atmasın ki en önemli liderlerinden Roman Abramovich, Londra'nın yani Avrupa'nın en seçkin şehrinin bir numaralı adamı. Bahis skandalları, uyuşturucu-silah kaçakçılıkları, faili meçhul cinayetler, satın alınan ve şikeye zorlanan sporcular... Tıpkı Nikolay Davydenko gibi. Aksinin ispatlanması imkansız gibi olsa da dünyadaki hiçbir mahkeme ve hukuk sistemi işlendiği aşikar olan bu şike suçunda Davydenko'nun bir numaralı aktör olduğuna beni inandıramaz. Büyük ihtimalle kolları her yere uzanan Rus mafyası, Niko'yla bir anlaşma yaptı(şike yapmazsan anneni unut vs.) ve onu şikeye zorladı. Karşılığında da kuşkusuz ona da ufak bir ödül vaat etmişlerdir ama yine de kendi ve sevdiklerinin canı tehlikede olan bir adam tiranlara boyun eğdi diye suçlamaya gönlüm razı olmuyor.

Maalesef dönüp dolaşıp yine aynı yere geliyoruz. Evet, sporu seviyoruz, onun aktörlerini de. Hatta sporların sermaye akışları sayesinde dünya çapında popülariteye ulaşıp gelişmesini de. Ama paranın hakim olduğu her alanda olduğu gibi sporun da mafya eksenli suistimallerle kirletilmesinden nefret ediyoruz, bunu engellemek için yapabileceğimiz hiçbir şeyin olmamasından ise 2 kat daha fazla.

Friday, July 6, 2007

Grant Hill'in hikayesi, Milyon Dolarlık Endüstri ve Spor Etiği

Milyon Dolarlık Bebekler Kazandıkları Paralar oranında hayranlarına(müşterilerine) ve işverenlerine(sahiplerine) borçlular mıdır?

15 yılı aşkın bir süredir spor tarihini hayat memat meselesiymişçesine inceleyen bir spor sapkını olarak şahit olduğum, okuduğum ve izlediğim atletler arasında en hüzünlü kariyere sahip olan isim kuşkusuz Grant Hill'dir. Birçok meslektaşının aksine gettolarda değil malikanelerde büyüyen, geçim kaynağı olan sporu zincirli sokak potalarında değil evinin arka kısmındaki özel parke sahada öğrenen bir isim olarak Hill'in hayata 1-0 hatta 4-0 önde başladığını biraz da imrenerek iddia etmek doğru olabilir ama hayatın ona çizdiği bu çetrefilli yolun, maçın başında avans olarak aldığı tüm golleri hakem kararıyla iptal ettiğini söylemek de hiç yanlış olmaz.

Duke'te başlayan kolej kariyerinin 1. senesinden itibaren medyanın aşırı ilgisi(Lebron'dan sonra en çok konuşulan pre-Nba oyuncusu olduğu kesin) ve halkın inanılmaz sempatisiyle ülke kamuoyunda hatırı sayılır bir yer işgal eden Hill, paraya ihtiyacı olmayan tuzu kuru bir süper yetenek olarak 4 sene boyunca ACC ligini ve Mart çılgınlığını domine edip 2 şampiyonluk kazandıktan ve diplomasını cebine attıktan sonra 1994'te çok da kritik bir dönemde Nba'e adım atmıştı. Kritik, zira 94-95 senesi aynı zamanda lig tarihinin gelmiş geçmiş en büyük ismi Michael Jordan'ın(en azından yarım sezon) yokluğunun 2. senesine denk gelir ki bunun Nba'in reytingini bir anda yarıya indiren bir gelişme olarak nitelemek hiç de abartı değil. Ligin, ABD'nin hatta tüm dünyanın bir numaralı atleti Michael Jordan'ın ani emekliliği sonrası halkın yeni gözbebeği haline gelen 2.04'lük bu çok yönlü oyuncu tıpkı Lebron'ın lige gelişinde olduğu gibi inanılmaz bir ilgiyle karşılanmış ve ligin kurtarıcısı olarak adlandırılmıştı. Mütevazi tavrı ve alçak gönüllülüğü sebebiyle hiçbir zaman kral ya da seçilmiş kişi(chosen one-Lebron) gibi lakaplarla anılmadı ama henüz çaylak senesinde halk tarafından oylanan all-star seçiminde birinci gelerek lig tarihinde bir ilke imza attı ve halkın ona olan müthiş sevgisi ispatlandı. Öyle ki ertesi sene Majesteleri Jordan'ın 95/96'daki muhteşem sezonuna (72-10'luk rekor) rağmen all-star oylamasında yine birinci gelerek efsanelerin efsanesinden bile çok sevildiği ortaya çıkınca Sports Illustrated gibi dergiler, onun Mike'tan bile daha iyi olacağını iddia etmeye başladı.

Evet, Grant Hill müthiş bir basketbolcuydu, Oscar Robertson'dan sonra ligin gördüğü en all-around oyuncuydu ve Scottie Pippen'lı üçgen Bulls hücumu sonrası şekillenen Point Forvet pozisyonunun en iyisiydi. Harika bir savunmacı ve takım oyuncusuydu ama kesinlikle Jordan kadar skorer bir isim değildi ve Amerikalılar'ın o bayıldığı tabirle "winner" da değildi. 7 senelik Detroit kariyeri boyunca hiçbir kalburüstü play-off başarısı kazanamadı ve nihayet milenyumun eşiğinde mavi yakalı şehirden Florida'nın üvey evladı Orlando'ya takas oldu. Herkes Hill'in, ligin yeni Jordan adaylarından Tracy McGrady'le doğuyu domine etmesini beklerken hiç de hesaba katılmayan bir talihsizlik yaşandı. Sakatlık.. Milli takım kampında bileğinden sakatlanan ve ameliyat olan Hill, 2000 senesinden bugüne kadar sadece 200 (iki yüz) lig maçına çıkabildi ve 93 milyon dolarlık kontratına göre bir hesap yaparsak maç başına yaklaşık 500 bin dolar kazandı. Hmm, inanın Orlando taraftarı olsanız değil Grant Hill Hz. İsa'ya bile kızgınlık duyarsınız. İzlemek için kendi hesabınıza göre önemli bir miktar para ve mesai harcadığınız yıldız ismin size borçlu olduğunu hissedersiniz, hissetmekle kalmaz buna yüzde yüz inanır ve dile getirirsiniz. Orlando'lular da öyle yaptı tabii ki bir numaralı halk dostuna hiçbir zaman fazla kızamadılar ta ki kontratının şartlı sona erdiği bu sezon sonuna kadar. ..

Grant Hill, 5 Temmuz günü Phoenix Suns'la anlaştığını açıkladı ve o günden beri Amerikan medyasında ve taraftar forumlarında spor etiği açısından çooook önemli yer işgal eden bir mevzu tartışılmaya başlandı. "Acaba Grant Hill, Orlando şehrine ve Magic organizasyonuna borçlu muydu? Borçluysa herşeye rağmen takımla yeniden en düşük ücret karşılığı anlaşmalı ve şanssız kariyerini mutsuz ama "borçsuz" mu sonlandırmalıydı?" Milyon dolarlık bir soru ve cevabı yazısız spor etiği kanunlarına emsal teşkil edecek mahiyette.

Kişisel fikrim, Grant Hill'in Orlando'ya bir sent dahi borcu olmadığı yönünde, ne manevi ne maddi. Evet, her iş sahasında maksimum sömürünün mübah olduğu bir sistemde sporcuların kazandıkları paralar kağıt üstünde inanılmaz ama bunu hangi şartlarda yaptıklarını iyi irdelemek lazım. Hill, canı sıkıldığı ya da kariyerindeki monoton istikrardan! sıkıldığı için sakatlanmadı. Kötü antrenman yaptığı için de sakatlanmadı. Sadece yılların birikimi belki de kazandığı paraların sebebi olarak sakatlandı zira senede 82 normal sezon maçı oynamak ve 2-3 aylık tatil dışında devamlı seyahat edip tamamen işine konsantre olmak belki de ağır işçiliğin yenilenmesi gereken bir tanımıdır. Müthiş kamuoyu baskı ve ilgisi de cabası. Bu kadar stresli ve ağır bir ortamda sakatlandı diye hiç kimse suçlanamaz. Hele ki Grant Hill gibi spor ahlakına sahip bir isim asla. O sadece şanssızdı ve sakatlandı, daha da şanssızdı ve sakatlığı devamlı nüksetti. Kariyerindeki bu inişi o istemedi ve geri dönüp eskisi gibi olabilmek için elinden geleni yaptı ama olmadı. Bu kadar basit. Bunu kabullenmek zor geliyorsa spora, sporcuya ve insan haklarına olan bakışımızı gözden geçirmeliyiz. Tabii ki sporcuların kazandıkları paranın hakkını vermeleri önemli ama bu konuda kızgın olunacak birileri varsa onlar da Latrell Sprewell ya da Ron Artest tarzı gangsta-basketbolcularıdır. Grant Hill, gibi bir şanssızlık abidesi değil.

Son nokta bir temenni: Phoenix'e, Arizona'ya yani çöle giden Hill'in şanssızlıklarının burada lütfen sona ermesi..Malum, Bahtsız Bedevi, Çöl, Kutup Ayısı vs vs...

Thursday, July 5, 2007

Wimbledon'07-Superstar Atletlerin ve Sermayenin Gelenekle Çatışması

Wimbledon, malum tenisseverlerin gözbebeği, ilk aşkı, world series'i, dünya kupası, grand slam'lerin kraliçesi...İngilizler, sanayi devriminin öncüsü, kapitalizmin babası, bir yandan da kanla yazılan 19 ve 20.yüzyıl dünya tarihinin başrol oyuncusu. Tüm bu çağ değiştiren atılımlara evsahipliği yapan ada da 19.yüzyıl itibariyle desporte yani sporu(boş zaman öldürme aygıtı) günlük hayata adapte eden ve sonrasında kitlelere yayılmasında büyük rol oynayan burjuva sınıfının doruk noktasına ulaştığı coğrafya.. Bu bakımdan, futboldan, Wimbledon'dan, polo'dan, kriketten, şundan ondan bundan birçok sporseverin gönlünde yer eden bir spor mazisine sahip olan bir ülke..

Bu ikili tarih boyunca takipçilerinden çokça övgü almıştır ama bilhassa Wimbledon hep tabu kelimesinin eş anlamı gibi algılanmıştır. Öyle ki olumsuz eleştiri ve Wimbledon kelimelerinin yan yana geldiğine şahit olmak için kortların asi çocuğu Andre Agassi'nin ilk yıllarına ya da Mr.Trash Talk John McEnroe'ya kadar dönmek gerekiyor.

Totem ve Tabu'da şöyle der Freud: "Tabular ilkel insanın korkularıdır ve insanlık geliştikçe yıkılmaya mahkumdurlar" Hayır, ben Wimbledon'ım hakkında bu kadar acımasız olamam ama Rafael Nadal başta olmak üzere Nikolay Davydenko, Marat Safin ve Serena Williams gibi ünlü raketler turnuvayı yerden yere vurmakta bir sakınca görmüyorlar. Hava şartları, yağmur gibi tehditler çatısız Wimbledon kortları için her zaman sorun olmuştur ama 82'den beri Londra'nın bu küçük banliyösü böyle uygunsuz hava şartlarına maruz kalmamıştı ve yağmurun defalarca ertelediği müsabakalar günümüzün milyoner tenisçilerini canından bezdirmişe benziyor.

"Yetkililer, oyuncuları düşünmüyor", "Wimbledon dünyanın en sıkıcı turnuvası" bu yorumlar Roland Garros'un kralı Rafael Nadal ve Rus Nikolay Davydenko'ya ait. Maçı yağmur muhalefeti sebebiyle defalarca ertelenen Nadal, kuşkusuz Wimbledon'ın bir numaralı hayranı değil ama acaba benzer terslikler başına Paris'te gelmiş olsa veya çok zorlandığı çim kort yerine Wimbledon toprak kort olsa aynı eleştirileri yapar mıydı bilinmez.. Teoriye yer bırakmayan bir gerçek var ki durmak bilmeyen yağmurların ve ertelemelerin canını sıktığı tek isimler sporcular değil. Yayıncı kuruluşlar için de her erteleme mali zarar ve program akışının alt üst olması demek ve spor tarihi boyunca hiçbir güç medyayla ters düşmeye cesaret edememiştir.

Sonucu tahmin etmek kolay, her zaman olduğu gibi bu konuda da sermayenin itirazı geleneği yıkmaya yetti ve 2009'dan itibaren Wimbledon Merkez Kortu yeni çatısıyla hizmet vermeye başlayacak. Böylece belki de benim gibi uslanmaz birkaç Wimbledon faşisti! değişimin karşı konulmaz devinimine yenik düşmüş olacak. Biz, eski kafalılar ise muhtemelen 20 sene sonra mantıklı yeniliklere karşı çıkmanın aslında ne büyük bir aptallık olduğunu kendimize dahi itiraf edemeden Wimbledon'ın keyfini sürmeye devam edeceğiz. Neyse ben galiba yarım bir itirafla içimi biraz rahatlattım.Darısı diğer muhafazakarların başına(her alanda).

"Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir."- Herakleitos

Sunday, February 4, 2007

Davut Goliath'ı devirdi!

Dün Ncaaseverler için manidar bir rekabetin yaşandığı akşamlardandı. North Carolina'nın esasoğlanları her zaman için NC Tar Heels ve Duke Blue Devils'tir ama bizim Engin Atsür'ün takımı-okulu NC State Wolfpack de en azından coğrafi olarak bu rekabete ortak olmaya çalışır. Tarihte de sık sık sürpriz zaferlere imza atarak mağrur ağabeylerini şaşırttıkları olmuştur. Tıpkı dün olduğu gibi. Hani futbol terminolojisinden çok aşina olduğumuz bir söyleyiş vardır ya "Derbilerin havası farklı olur" diye. Aynen öyle. Israrla March Madness ve hatta şampiyonluk kovalayan Tar Heels bu sezon ACC'de fazla zorlanmayacak gibi görünüyor. En büyük rakipleri Duke'un da bu sezon tüm dış desteklere rağmen şansı yok denecek kadar az ama dedik ya bu maçların havası farklı. Wolfpack dün takım olarak çok özverili bir oyun oynadı ve bunda oyun kurucusu Engin Atsür'ün büyük payı vardı. 10 asist ve 3 top çalmasının yanına kattığı kritik dakikalarda gelen 12 sayısıyla ekibin ağabeyi ve saha içi lideri görevini kusursuz yerine getirdi ve bu epik galibiyette büyük rol oynadı. Maç sonu atmosfer Wolfpack lehine o kadar olumluydu ki oyunculardan Gavin Grant "bu büyük bir olay, yarın derse bile girmemize gerek olmayabilir" diyebildi. Sonuç olarak maç öncesi yerel yayınların "Davut Goliath'a karşı" diyerek biraz da alaycı yaklaştığı derbiyi Davut kazandı ama durun bir dakika hikayenin aslında da öyle olmamış mıydı!

Saturday, February 3, 2007

Kobe vs Arenas-Anında Görüntü

Kobe ve Arenas..Nba'de sezonun en acımasız düellosunu kuşkusuz bu iki adam sayesinde izliyoruz. Geçtiğimiz sezon bu paye, ligin gelecekteki 10 yılının en büyük iki ismi olmasına kesin gözüyle bakılan Lebron ve D-Wade'e aitti. Öyle ki King James'in 47 sayıyla taçlandırdığı triple-double'ı ve Wade'in 44 sayılık performansı bizzat Miami'li süperstar tarafından "instant classic" olarak nitelendirilmişti. Aynı draftın çocukları, Nba'in gözbebekleri, yeni süperstarlar vs. gibi sıfatlarla anılan bu kısmen dostane rekabetin yerini bu sene iki patavatsız, dobra ve vahşi skorerin çatışması aldı.
İsimleri MVP adayları arasında da en yukarılarda geçen bu birbirinden Narcissus iki adam, aralarındaki sona erecekmiş gibi gözükmeyen rekabetin tohumlarını 17 Aralık 2006'da Staples Center'da atmıştı. 2 uzatmaya giden maçın-düellonun galibi ise 60 sayıyla kariyer ve kulüp rekorunu kıran Gilbert Arenas'tı. Kobe mi? 45 sayı ve ucundan kaçırılmış bir triple double. Tabii, Kobe gibi bir ego havzası bu mağlubiyetin altında sessizce kalamazdı ve zaten yeterince renkli olan bu maç bir de maç sonu demeçleriyle iyice şenlendi. Kobe'nin başlattığı sataşmalar, küçük görmeler, eleştiriler vs. Kısacası o günden bu akşama kadar kara mamba'nın belki de en büyük kamçısı Arenas'a karşı alınması farz olan bir intikamdı. Sonuç mu? Görev tamamlandı!
Ligin sahasında en iyi oynayan takımlarından Wizards, başrol oyuncusunun nispeten tutuk bir performans sergilediği maçta(29'da 9 saha içi isabetiyle 37 sayı!) Kobe ve intikam timine karşı son periyotta pes etti. Bilinçaltının Re-Ven-Ge Re-Ven-Ge tamtamları eşliğinde 39 sayı üretip 6 ribaund 6 da asist yapan şampiyon apoletli Kobe Bryant da son gülen iyi güler misali "ben hala en büyük skorerim" mesajını verdi. Hemen belirteyim, Jordan'dan sonra ligin gördüğü en azimli oyuncu olduğuna dair hiçbir şüphe taşımadığım Agent Zero lakaplı Arenas'ın beyni şu an Kobe'den tamtamları ödün almış durumda. Bu sebeple bir dahaki randevuyu bütüüüün çıkar gruplarının(basketbolseverinden reklamcısına, tv'sinden David Stern'üne) da dört gözle beklediğine eminim. Neyse benim birincil derdim keyifle, bu canavarlar ne kadar rekabetçi olurlarsa ortaya o kadar kaliteli sonuçlar çıkacaktır. Ha unutmadan bu rekabeti merakla bekleyenlerin gelecek sezona kadar dişlerini sıkmaları gerekecek zira kahpe takvim (ya da coğrafya mı demeliydim) normal sezonda farklı konferans takımlarının 2 maç yapmasına izin veriyor. El mahkum bekleyeceğiz, görüşmek üzere...

Ps: L.A Lakers 118-102 kazandı. Her iki oyuncu da ilk 35 dakika hiç dinlenmeden oynadı. Kobe 2.periyotta bomboş bir pozisyona smaç kaçırdı akabinde 360'la alaycı tezahüratlare cevap verdi. Kobe'nin azalan ya da yavaşlayan atletizmine de sonra bir parantez açarız.