Showing posts with label lebron james. Show all posts
Showing posts with label lebron james. Show all posts

Sunday, October 31, 2010

Iverson’ın hâlâ bir cevabı var mı?


BU YAZI İLK OLARAK 31 EKİM 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.


“Michael Jordan benim için bir kahraman değil. Benim kahramanlarım hiçbir zaman takım elbise giymedi.”


Basketbolda yeni sezon başladı ve bu yazı yazılırken Beşiktaş, yukarıdaki sözlerin sahibini renklerine bağlamak üzereydi. 35 yaşındaki (eski) süperstar Allen Iverson son anda bir değişiklik olmazsa siyah-beyazlı formayı giyecek. Beşiktaşlı ya da değil Iverson önemli bir adam. Crossoverları ile Jordan’ın dahi başını döndürdüğü günler artık çok uzakta. Yine de “Cevap” lakaplı oyuncunun uzun süredir serbest düşüşte olan kariyeri ve karakterine dair yapılan eleştirilere karşı küçük bir itirazı olabilir.

Kendisine hala “Vahşi Çocuk” diye seslenen efsanevi Georgetownlı John Thompson’ın koçluğunda şaşaalı bir kolej kariyeri geçiren Iverson, 1996 yılında tarihte 1 numara seçilen en “ufak adam” titriyle NBA’e adım attığında lig hala Michael Jordan ve onun temsil ettiği değerlerin tahakkümü altındaydı. Iverson topyekûn halde varlığı ve tavırları ile Jordan önderliğinde “beyazlaşan” bu suretle düzene ayak uyduran ve toplumun kazananlarına(winner) dönüşen yeni dönem Afro-Amerikalı “rol modellere” karşı farklı bir akımın temsilcisi haline geldi.

Elbette Iverson’ın çıkışı, ülkede geniş bir nüfuza sahip olan hip-hop kültürünün de nihayet kendisine spor sayfalarının manşetlerinde yer bulabilmesi anlamına geliyordu. ABD’deki tüm politik ve toplumsal hayatı etkileyen Sivil Haklar Hareketi’nin kazanımları sonrası çoklukla yoz bir harsın yüceltilmesiyle Afro-Amerikalılar arasında kendine önemli bir yer edinen hip-hop kültürü toplumu etkilemeye başlayalı çok olmuştu. Fakat akım, NBA’in David Stern ve “Be Like Mike-Mike gibi ol” dönemi süresince kendine spor alanında önemli bir yer edinmeyi başaramadı. Geçer akçe, Michael Jordan’ın temsil ettiği; rekabetçiliğin, sıkı çalışmanın ve disiplinin yüceltildiği mikro-ideolojiydi.

AI, Jordan’a karşı

“Profesyonel sporlar, toplumumuzda 2 önemli rol oynamaktadır. Birincisi, disiplin, sıkı çalışma ve milliyetçilik gibi “değerlerin” yeniden üretimi, ikincisi ise ABD’nin para kaynağı “sağmal ineklerin” medyatik temsili. Michael Jordan gibi atletler ticari değerleri ve kârı kırmızı, beyaz ve maviden(ABD bayrağı) oluşan gülümseyen bir paket içerisinde bize sunar…”


Marksist spor yazarı Dave Zirin bu pasajda dönemin-ve aslında her dönemin- karakteristiğini başarılı bir şekilde tasvir ediyor. Fakat David Stern ve NBA’in ticari ortaklarının Jordan markası altında kişileştirdiği bu mikro-ideolojiye ters söylemlerle ortaya çıkan Allen Iverson’ın da kendi içinde muhalif olsa da kısa sürede piyasaya, “düzene” ayak uydurduğunu gözden kaçırmamak lazım(zaten onun derdi piyasa ile değildi). Aslında Iverson’ın isyanı da ehlileşmesi de bilinçli süreçler olmaktan uzaktı. Sporcunun temsil ettiği değerler metalaştırıldıkça tehlikeli olma özelliğini de yitirdi. Allen Iverson’ın dövmeleri, statükoya meydan okuyan hâl ve tavırları “devrimci”, “kontra-hegemonik” bir söylem içeremediği için kitleselleştiği ölçüde NBA’in pazarlama araçlarından biri haline geldi.

Öyle ki Allen Iverson’ın, David Stern’ün ırkçı olduğu kadar sosyal-ırkçı bir altyapısı bulunan kıyafet zorunluluğuna(NBA oyuncularının tüm maçlara takım elbiseyle gelmesi zorunluluğu) karşı muhalif bir konuşma yaparken söylediği “Japonya’ya gittim ve orada hiçbir hayranımı takım elbise giyerken görmedim. Herkes benim gibi giyiniyordu” sözleri onun kültürel önemini ve bir meta olarak etki alanını da özetliyor aslında. Yine de AI’ın varlığı ve muhalif duruşu önemliydi. Çünkü aynı cümlenin öncesinde şöyle muazzam bir eleştiri de vardı:
“Bir insanın smokin giyiyor olması onun iyi, başarılı, toplum için yararlı olduğu anlamlarına gelmez. Bu çocuklara iyi örnek olmak falan değildir tam tersine onlara, ‘Hey, eğer takım elbisen yoksa bir şeyleri yanlış yapıyorsun’ mesajı verir ve bu ülkede iyi bir insan olmasına rağmen smokin giyemeyecek olan milyonlar var…”


Zaman değişti, “Cevap” ehlileşti

Zaman değişti, köprünün altından çok sular aktı ve Iverson da popülaritesini kısmen yitirdi. Lig artık Jordan’ın karbon kopyası olan, her kelimesinde kazanmanın, rekabetçiliğin ve sıkı çalışmanın önemini vurgulayan Kobe Bryant’ın, en büyük amacını milyarder olmak olarak açıklayan LeBron James’in, son dönemde “hain” rolüne sokulan LeBron’un tam karşıtı olarak pazarlanan yeni altın çocuk, çalışkan, uyumlu, olgun Kevin Durant’in ligi. Allen Iverson bile 2-3 sene önce geçmişteki davranışlarını onaylamadığını belirten açıklamalarda bulunmuştu. Buna rağmen hâlâ hatırı sayılır bir hayran kitlesine sahip.

Senelerdir tepetaklak giden kariyerine rağmen bu durumu açıklayacak bir cevap var. Allen Iverson, tüm bu medyatik karakterlerin arasında yoz bile olsa sokağın kültürünü, derdini, dürüst bir şekilde ve sponsorların tamamen himayesi altına girmeden yansıtabilmiş bir adamdı. Sadece sahada değil yaşamın ta kendisinde yolunu bulmaya çalışan ama hiçbir zaman bir Michael Jordan olamayacak milyonlarca gence gerçek hayata dair bir cevap verebilmeyi başarıyordu. Kişisel olarak söyleyecek olursam, bir basketbolcu olarak Allen Iverson’ın oyununa hiçbir zaman hayran olmamışımdır. Fakat tüm bu sirkin ortasında kurulu şirket robotlarına dönüşmüş atletlerden farklı bir dil ve tavır geliştirmiş olması ona büyük saygı duymamı sağlıyordu.

Esasında tüm bu yazıya eşlik edecek bir şarkı var. Public Enemy’den He Got Game… Bulabilirseniz dinlemenizi isterim. Ne diyordu orada Chuck D:
“Ekranların kontrolündeki iblislerin arasında, tüm bu gördüklerimin ne anlamı var? 1 milyon vatandaştan biri muhalif olsun! O çok yetenekli, bu çok yetenekli, şu çok yetenekli! Oyun zevkli olabilir, bir anlamı da olabilir ama lanet olsun ona! Eğer hiçbir şey söylemiyorsa…”


Bir şeyler söyle bize Allen Iverson, eskiden olduğu gibi…

Sunday, July 18, 2010

LeBron Faust

BU YAZI İLK OLARAK 18 TEMMUZ 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.




Ne kararmış! Medya bizi senelerce bu ana hazırladı. New York Knicks gibi bir organizasyon tüm planlarını bunun üstüne kurdu. LeBron, transfer döneminde 6 takımı ayağına kadar çağırdı ve teklifleri dinledi. Nihayetinde yaz döneminin serbest kalan diğer yıldızları Dwyane Wade ve Chris Bosh’la birlikte Miami Heat’in yolunu tutarak modern NBA tarihinin en parıltılı üçlülerinden birini oluşturdu.

Aylar süren bekleyişin, onlarca senaryonun, röportajın, makalenin ardından LeBron James kararını 8 Temmuz akşamı ESPN ekranlarından canlı yayında açıkladı. “Karar” adlı programı 9.5 milyon kişinin seyrettiği tahmin ediliyor. “Yeteneklerimi alıp Güney Sahiline gitmeye karar verdim. Seneye Wade ve Bosh’la birlikte Miami Heat’te forma giyeceğim.” Bu sözler, ESPN’e tam 6 milyon dolarlık bir reklam geliri sağladı. Gerçi bu para bir hayır kurumuna bağışlandı ama zaten burada vurgulamak istediğim şey “Karar”ın topladığı ilgi.

“Karar”

Bu ilgi illa olumlu bir anlam taşımıyor elbette. LeBron kararını açıklar açıklamaz Cleveland Cavaliers taraftarları eski kahramanlarının formalarını yakmaya, billboardlarını taşlamaya başladı. Cleveland, ekonomik krizden hayli etkilenmiş mavi yakalı işçilerin kenti ve spor tarihinde isimleri başarısızlık ve şanssızlıklarla birlikte anılıyor. LeBron James onların belki de son şansıydı ve onun gidişiyle organizasyonun yaşadığı değer kaybı yaklaşık 100 milyon dolar olarak hesaplanıyor. 7 yıldır neredeyse her iç saha maçını kapalı gişe oynayan Cavaliers için bu müreffeh günler artık geride kaldı. Tüm bu ekonomik gerçeklerin ışığında takım sahibi Dan Gilbert’ın medyaya yazdığı ve LeBron’a hakaretlerle dolu olan mektubun sebebini de daha iyi anlayabiliriz. Dan Gilbert, sadece takımının en iyi oyuncusunu değil tüm basketbol dünyasının en önemli “mali varlığını” da kaybetmiş oldu ve artık sahibi olduğu şirket eskisi kadar değerli değil.

Tabii ki aylarca herkesi oyaladıktan sonra canlı yayında Miami’ye gideceğini açıklaması Cleveland taraftarlarını derinden yaraladı. Sadece kendilerini terk etmesi değil bunu yapış şekli de insanları zıvanadan çıkardı. Sevgilinizin sizden ayrıldığını ve artık başkasıyla beraber olduğunu bir cep telefonu mesajıyla bildirmesi gibi bir şey bu. Bu açıdan Clevelandlılar’ın öfkesini anlamak mümkün.

Fakat şunu da bilmek gerek ki LeBron James lige geldiği günden bu yana bir basketbolcudan çok daha fazlasıydı. Her şeyden önce LeBron, Nike gibi bir markanın ve NBA gibi koca bir organizasyonun yüzü. Kendisine yapılmış önemli yatırımlar var ve elbette bir insana daha 18 yaşındayken sağlanan bu imkânların hiçbirisi karşılıksız değil.

Neden Miami?

LeBron James, Miami Heat’e gitme kararı dâhil olmak üzere bugüne kadar aldığı hiçbir kararı tek başına almadı. Bu kadar önemli ve potansiyelli bir ticari varlık zaten kafasına estiği gibi davranamaz. İddia ediyorum, LeBron’un yaptığı her önemli açıklamada, aldığı her büyük kararda ilk sözler hep Nike, NBA başkanı David Stern ve ESPN’e aittir. Dolayısıyla Stern’ün geçtiğimiz günlerde yaptığı ve LeBron’a hafif eleştirel yaklaştığı açıklamayı da çok ciddiye aldığımı söyleyemem.

LeBron James, bu kurumların bir numaralı pazarlama aracı lakin spor piyasasında başarı her şeydir. LeBron James markasının küresel ölçekteki değerini arttırmanın bir numaralı yolu 25 yaşındaki yıldızın şampiyonluk kazanmasından geçiyor. Nike ve NBA de bunun bal gibi farkında! LeBron’un Miami tercihi ilk anda imajını olumsuz yönde etkilemiş olabilir. Fakat işler bekledikleri gibi gider ve şampiyonluk hatta şampiyonluklar kazanabilirlerse bugün LeBron’u eleştiren herkes 3 sene sonra medyanın da gazıyla onu yeniden Michael Jordan statüsüne çıkartacaktır. Clevelandlılar hariç!

Günümüz sporlarında “kahraman” olmak

LeBron’un henüz kararını açıklamadığı ve herkesin “alıcam LeBron’u vurucam kırbaçı” edasıyla yazılar yazdığı dönemde bir Cleveland taraftarının kaleme aldığı Working Class Hero(İşçi Sınıfı’nın Kahramanı) adlı yazıdaki şu sözler beni çok etkilemişti: “Cleveland, çok zor günler geçiren biz mavi yakalı işçilerin şehri. LeBron James sen de Ohiolusun Cleveland’a 30 km. uzaklıktaki Akron’da doğdun, büyüdün. Tüm bir şehir hatta Ohio eyaleti seni kahramanı olarak görüyor. Eğer kalırsan bütün bir şehri kurtaracaksın ve işçi sınıfının kahramanı(working class hero) olacaksın.”

Bu romantizmin bozulması uzun sürmedi. LeBron bir kahraman değil. LeBron bir basketbolcu ve iş adamı. İşçi sınıfının kahramanı olmak ne onun, ne Nike’ın, ne de David Stern’ün işine gelirdi ve nihayetinde ortaklık yaptığı şirketlerle birlikte ekonomik açıdan “doğru” bir karar verdi.

LeBron James, kişisel olarak sevdiğim sporcular içerisindedir. Fakat ona bakınca hep bir Faust görüyorum. Yeteneklerini, kişiliğini daha çok şöhret, daha çok para ve başarı uğruna Nike, David Stern ve ESPN’e ipotek etmiş bir doğa harikası. LeBron James onlarsız da kazanabilirdi ve onların yarattığı medya desteği olmadan çok daha sempatik bir figür, Clevelandlı taraftarın yazdığı gibi bir halk kahramanı olabilirdi eğer 17 yaşındayken kapısını çalan, Nike’a “Zavallı şeytan, sen bana ne verebilirsin ki?” diyebilseydi…

Ne yazık ki günümüzde endüstri sporları böyle seçimlere pek imkân tanımıyor. Leo Lowenthal’in dediği gibi geçmişte bir insan ancak ürettikleriyle kahraman olabilirdi, günümüzde ise ne kadar tüketilirseniz o kadar büyüksünüz. LeBron eninde sonunda bir şampiyon olacak ama hiçbir zaman bir Muhammed Ali, bir Bill Russell, bir Jesse Owens olamayacak. Ben de bunun için asla LeBron’u kabahatli bulmayacağım. Değil mi ki insan “yeryüzünün en tuhaf mahlukudur…”

Tuesday, December 1, 2009

Zydrunas-LeBron: Sıkı dostlar




Cumartesi akşamı Cleveland Cavaliers'ın 34 yaşındaki emektar pivotu Zydrunas Ilgauskas için tarihi bir gece olmalıydı.

Oldu da.

11.5 senelik meşakkatli bir kariyerin ve 723 normal sezon maçının ardından ilk ve büyük ihtimalle de son NBA takımı Cleveland Cavaliers'ın tüm zamanlarda en çok forma giyen oyuncusu olmaya hazırlandığı gece kariyerinin ilk DNPCD'sini yaşadı. DNPCD yani Did Not Play due to Coach's Decision. Bir başka deyişle kadroda olmasına ve herhangi bir sakatlığı bulunmamasına rağmen oyuna alınmayan oyuncu. Zydrunas'ın kariyerine ve yeteneklerine pek de uygun düşmeyen bir sıfat kısacası.

Ukraynalı pivot bunca yıllık emek, özveri ve sadakatinin ödüllendirilmesini beklediği akşam koçu Mike Brown tarafından aşağılandı. Oyuna alınmadı. Kariyerinin ilk DNPCD'sini yaşadı. Bu ana tanıklık etmeleri için özel olarak maça çağırdığı arkadaşları ve akrabalarına karşı düştüğü durumu düşünebiliyor musunuz? O akşam büründüğü ruh halini, karısıyla yaptığı konuşmaları, yatağa kafasını nasıl koyduğunu düşünmek dahi insanı geriyor.

Şurası kesin ki Z bunu kesinlikle hak etmemişti. NBA'deki ikinci ve üçüncü yıllarında yaşadığı talihsiz sakatlıklar ve bitmek bilmeyen uyku problemlerine rağmen büyük bir özveriyle devam ettiği kariyeri böyle bir tavırdan çok daha iyisine layıktı.

Koçu Mike Brown değil ama 7 senelik takım arkadaşı LeBron James bunun farkındaydı ve maç sonrası işte bu sözlerle koçunu eleştirdi:
"Zydrunas kesinlike oynamalıydı. Bazı maçlara sadece kazanmak için çıkılmaz. O gece Z'in tarihe geçeceği geceydi ve bu, rakibimiz Mavericks'e karşı alacağımız bir galibiyetten çok daha önemliydi."


LeBron James'i 16 yaşından beri takip eden biri olarak şunu kesinlikle söyleyebilirim ki kendisini şekillendirmeye çalışan Nike, David Stern gibi faktörlerden sıyrıldığı zaman oldukça güzel, örnek alınması gereken cümleler kurabilmektedir. Bu da onlardan biriydi ve benim için 2007 playoff'ları sırasında kız arkadaşı Savannah Brinson hamileyken söylediği "Basketbol herşey demek değildir. Hayatta basketboldan çok daha önemli şeyler var; aile gibi." cümlesinden sonra en makbul sözleri bunlardı. Sırf Nike ve NBA'in ticari kaygıları sebebiyle üzerine yüklenen 2.Michael Jordan olma yükünden ne kadar kurtulabilirse basketbol ve kendisi için o kadar iyi olacaktır. Zira kazanmayı hayatın yegane gayesi haline getiren, aşırı hırslı ve ölümüne apolitik ikinci bir basketbol ikonuna ihtiyacımız olduğu kanısında değilim.

Öncelikle Big Z'e bu harika kariyer için teşekkür edelim ve LeBron'u da takım arkadaşına sahip çıktığı için alkışlayalım.

Umarım koç Mike Brown bu ikiliden ders alır, tabii eğer işinin başında kalmaya devam ederse çünkü bu son hadise onun başını beklemediği kadar ağrıtacak.

Wednesday, October 28, 2009

Yavaş, yaşlı, demode




NBA'de sezon dün oynanan maçlarla açıldı. Günün en dikkat çekici maçındaysa Boston Celtics, Cleveland Cavaliers'ı deplasmanda 95-89 yenmeyi başardı.

Cleveland, geçtiğimiz sezon sahaya kazanmak için çıktığı 40 iç saha maçının sadece birini kaybetmişti.(1) Boston Celtics'i ise 2 maçta da silip süpürmüştü. Tabii, o maçlarda Boston'ın Kevin Garnett'siz oynadığını hatırlatmak lazım. Fakat elimizde şöyle de bir istatistik var ki Cavs, 2005/06 sezonundan beri Boston'a karşı sahasında oynadığı 11 maçı da kazanmış. Bu bakımdan dün alınan mağlubiyet önemli bir serinin ve psikolojik eşiğin de sonu olmuş oldu.

Kevin Garnett'in dönüşü, Rasheed Wallace, Marquis Daniels ve Sheldon Williams eklemeleri Boston'ı her zamankinden daha iyi bir takım yapmış, bu kesin.

Peki ya Cavs? Shaquille O'Neal, Anthony Parker ve Jamario Moon'un gelişi geçtiğimiz normal sezonda 66 galibiyet kazanan bu takımı nasıl etkileyecek?

Şunu belirtmek gerek ki Parker ve Moon burada sadece rol oyuncuları ve takıma kanatlarda önemli bir derinlik kazandıracaklardır. Fakat Shaq alelade bir oyuncu değil, 38 yaşında da olsa.

Elinizde Shaq varsa oyun sisteminizi Shaq'e göre ayarlamalısınız. Shaq'ten kendi sisteminize uyum sağlamasını bekleyemezsiniz. Çünkü O'Neal ne kadar iri ve dominant olursa olsun çok yönlü bir oyuncu değildir, olamaz da. Bu bakımdan Cavs için adaptasyon süreci elbette önemli. Mike Brown'ın dahiyane(!) derinlikteki hücum sistemine alışmak bile süre alabilir. Bu yüzden Cavs,dün Boston'a karşı oynadığından daha iyiye gidecektir. Bundan kuşkum yok. Ama işi sonuna kadar götürebilirler mi, şampiyon olabilirler mi derseniz? Ona cevabım açık ve net: imkansız!

Neden mi? Çünkü Cleveland Cavaliers tüm transferlere ve ligin en iyi oyuncusuna rağmen hala belirgin zaafları olan bir takım. Ve bu zaafların en büyüğü içerisine Shaq'in de dahil olduğu uzun rotasyonundan kaynaklanıyor.

Shaq/Ilgauskas/Anderson Varejao ve JJ Hickson. Bu 4'lü Cavs'in uzun rotasyonunda yer bulacak isimler. Cavs maça Shaq/Varejao ikilisiyle başlıyor ki bu çok sağlıksız. Zira ikisi de boyalı alan dışında etkisiz elemanlar. Şutları yok, bu da basketbolun en önemli kavramlarından 'spacing' yani oyunu yarı sahaya iyice yayıp boşluk yaratma imkanlarının en aza inmesi demek ki bu bir LeBron James takımı için kabul edilemez. Çünkü LeBron'un onlarca özelliği arasında belki de en öldürücü olanı içeriye drive'ları. Shaq ve Andy savunmacılarıyla birlikte boyalı alanı kapadıkları zaman bu imkan en aza indirgeniyor. Kaldı ki sahada sadece 2 şutör kaldığı için rakip savunma iyice rahatlıyor. Orlando Magic'in başarısının sırrını hatırlarsak günümüz basketbolunda spacing kavramını ve şutör oyunculara sahip olmanın önemini daha iyi anlarız.

Artık üst düzey basketbolda 2 tane şut atamayan uzunla oynamak diye bir şey söz konusu olamaz. En azından bir yüksek post şutuna sahip olan oyuncuya ihtiyaç var. Cavs sahaya Shaq ve Varejao'yla çıktığı zaman bu imkan yok oluyor. Yedek uzunlardan, Ilgauskas, 34 yaşında ve sene sonu emekli olacak. Big Z şutör bir oyuncu, evet ama onun zaafları da gözden kaçırılır gibi değil. Bir kere ligin belki de en yavaş oyuncusu. Pick&Roll savunmasında tıpkı Shaq gibi ligin en kötülerinden. Yine geçtiğimiz sezonki Magic serisinde izlediğimiz ve Cavs'in elenmesine sebep olan zilyon tane pick&roll, hadisenin açıklığını daha iyi gözler önüne serecektir.

JJ Hickson, genç ve gelecek vaat ediyor. Fakat Hickson'ın şu an için üst düzey arenada neler yapabileceğini kestiremiyoruz. Bir kere hala Cavs savunmasını öğrenebilmiş değil. Pre-season maçlarında da gördüğümüz gibi hata üstüne hata yapıyor. Önemli bir potansiyeli var ama basketbol IQ'su çok zayıf. Dolayısıyla şimdilik Cavs'in uzun rotasyonunda yaşadığı açıkları kapatabilecek biri değil.

Hastalığın adını koymak gerekirse; Cavs uzunları yaşlı, yavaş ve modası geçmiş isimlerden oluşmaktadır. Modası geçmişten kastım günümüz basketboluna uyum sağlayacak teknik ve atletik özelliklerden yoksun oluşları. Artık tüm dünya şutör uzunlarla, daha hızlı bir basketbol oynuyor ve sizin Shaq&Ilgauskas gibi zaaflarla dolu, kötü savunmacılarla en üst düzeyde, en üst seviye başarıya erişmeniz olanaksız.

Cavs'in şimdilik yapması gereken Shaq'i benchten getirip maçlara Ilgauskas'la başlamak. Bu, iç-dış hücumu olarak daha dengeli bir başlangıç yapılmasına imkan sağlayacaktır. Ayrıca LeBron, ikinci periyodun başında oyundan çıktığında takımın sudan çıkmış balığa dönmesinin de önü alınabilir. En azından ellerinde Shaq gibi güvenilir bir alçak post silahı olur. Kaldı ki Shaq'in mevcut savunma zaaflarını gidermek için Cavs'in yapacağı en iyi şey O'Neal sahadayken LeBron'u 4 numaraya çekmek ve takımı kısaltmak olacaktır. Böylece hem savunmadaki yavaşlık sorunu kısmen halledilir hem de hücumda geçen sene Suns'ın oynadığı '7 saniye ya da Shaq'(2)sistemine dönülür ki dünyada hızlı basketbolu en iyi oynayacak oyuncu var elinizde. LeBron James, basketbolun Magic Johnson'la birlikte en iyi transition hücumcusudur. Gelin görün ki hiçbir zaman bu özelliklerini maksimize edecek bir sistem altında oynayamadı.

Shaq'in benchten gelmeyi kabul edeceğine inanmıyorum. Bir Nostradamus'luk yapacak olursak bence Cavs sezona kötü bir başlangıç yapacak, Mike Brown değişikliğe gitmek için O'Neal'ı bench'e çekmek isteyecek. Shaq bunu kabul etmeyecek ve LeBron'la arası bozulacak. Şubat ayında da takas edilecek. Kısacası şampiyonluk Cavs için hala çok uzak ve LeBron'un 2010'da yuvadan uçması anlamına gelebilir. O zaman seyreyleyin gümbürtüyü. 2012'de Cleveland'da basketbol diye bir şeyin kalmadığına tanıklık edebiliriz.

(1) Kazanmak için çıktığı dedim zira evlerinde oynadıkları son maça Doğu birinciliğini garantiledikleri için yedeklerle çıkmışlardı.
(2) Hızlı basketboluyla tanıdığımız Steve Nash önderliğindeki Phoenix Suns'ın Shaq'li yeni hücum prensibi. Buna göre ilk 7 saniyede uygun şut pozisyonu bulunamazsa top içeriye, Shaq'e indirilecek ve half-court ofansa dönülecek.

Saturday, May 23, 2009

ŞUT 2





Dünyadan çok şey götüren 20.yüzyıl, insana "An"'ı hediye etti. Daha önce hiçbir çağda, hiçbir dönemde, hiçbir durumda birkaç saniye içerisinde olup biten hadiseler bu kadar öne çıkmamıştı, çıkamazdı da. Fakat çağımızın en büyük ozanı medya insanların o özel anlara olan zaafını ortaya çıkardı ve o anlar bizim "peygamberimiz" oldu...

Ernest Hemingway'in unutulmaz romanı "Çanlar Kimin İçin Çalıyor"'da şöyle bir pasaj vardır: "...Ah, şimdi, şimdi, şimdi, yalnızca şimdi, her şeyden önce şimdi ve şimdiki senden başka şimdi yok ve şimdi senin peygamberindir. Şimdi, sonsuza dek şimdi. Gel şimdi, şimdi, çünkü şimdiden başka şimdi yok..." Şimdi yani şu an yani tek bir an, tarihin hiçbir döneminde insanlık için bu kadar önemli olmayan bir zaman dilimi artık hayatı tanımlamaya yeterli. Ve insanoğlunun o özgün anlara olan sevdası 20.yüzyıl ve devamının ansiklopedik karşılığı belki de.

Daha önce çok tekrar ettim, yine edeceğim Daniel Boorstin'in o kıdemli sözünü: "Sporları seviyoruz çünkü ancak onun sağladığı imajlarla, spontane, tekrarı asla aynı olamayacak olan özgün anlara duyduğumuz amansız açlığı giderebiliyoruz." Bu anlar, bu enstantanelerle bir dönemi, bir başarıyı, bir olayı tanımlıyoruz.

Elbette her sonuç bir sürecin eseri ama "o an" işte herşeyi düğümünden söküp atan, bağımsızlığa kavuşturan o biricik anı yaşamak, ona tanıklık etmek...Tüm arzumuz bu ve bunun farkında olan medya da o anları efsaneleştirmek için elinden geleni yapıyor elbette.

Cleveland, Amerika'nın lanetli şehri olarak anılır. Kaybedenlerin kentidir. Büyük kenttir ama büyüklerin içinde sonuncudur. Tarih boyunca her alanda gölgede kalmış, alaylara maruz bırakılmıştır. "Cleveland Şakaları" diye bir gerçek vardır, American Splendor okuyan, izleyen herkesin gülümseyerek hatırlayağı gibi. Aynı makus talih, kentin spor tarihi için de geçerlidir. Beyzbol'dan basketbola Cleveland hep kaybetmiş, hep üzülmüş, hep dalga geçilmiştir.

Bugüne, yani 22 Mayıs 2009 tarihine kadar Cleveland'ın spor geçmişini özetleyen "an" Chicago Bulls'lu Michael Jordan'ın, 1989 Doğu Konferansı playoffları 1.turunda Craig Ehlo'nun üzerinden bulduğu mükemmel basketti. 3 saniye kala Brad Sellers'la topu oyuna sokan Bulls'un kaderi her zaman olduğu gibi Jordan'ın ellerine teslimdi. MJ topu aldı, sola doğru dripling yaptı havada topu Ehlo'dan kaçırdı ve 20 bin Cleveland'lıyı gözyaşlarına boğan o unutulmaz şutu soktu. Cavs 3-2 elenmişti ve Cleveland belki de tarihinin en iyi kadrosuyla bir kez daha hiçbir şey başaramamanın ezikliğini hissetmeye mahkum olmuştu. Bu sekans tarihe "The Shot" yani "Şut" olarak geçti ve senelerce Cleveland diyince akla gelen ilk şey bu oldu. Ta ki bugüne kadar...

Tanrının Cleveland şehrine adeta bir özür olarak yolladığı LeBron James, Cavaliers'a geldiği 2003 senesinden beri çok şey değiştirdi ama hiçbiri bugünkü kadar Jordanvari ve "Kazanan" özelliğinde değildi. Hidayet Türkoğlu Orlando Magic adına mükemmel bir geri dönüşü taçlandıran o enfes şutu soktuğunda Q Arena'da herkes "Cleveland'ın Laneti"'nden bahsetmeye başlamıştı ki, LeBron James, 0.5 saniye kala geriye doğru çekilerek mucizevi bir üçlük gönderdi ve takımını yeniden seriye dahil etti.

Artık Clevelandlılar'ın gülümseyerek anımsayabilecekleri, kendi "Şut"'ları var. Eğer LeBron takımını finale ve sonra şampiyonluğa taşıyabilirse bugünü, bu anı ve o şutu Cleveland'da yaşayan herkes hayatının sonuna kadar unutamayacak.

ŞUT 1: http://www.youtube.com/watch?v=p5WUOnTxwPw

ŞUT 2: http://www.youtube.com/watch?v=VkvTLOhm-TQ

Wednesday, May 20, 2009

Bacak arasından gol atanların peşinde

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL'DE YAYINLANMIŞTIR.

“Efsane olmak istiyorum.” Bu sözler Pekin 2008’in yıldızı, rekortmen atlet Usain Bolt’a ait. Geçtiğimiz hafta Manchester’da koşulan 150 metre sokak yarışını artık alışılageldiği üzere rekor kırarak 1.sırada bitiren Jamaikalı atletin 14.35’lik derecesi kimse için sürpriz değildi elbette. Eh, sporcu değil de insanüstü bir varlık gibi algılanmaya başladığınız zaman insanları etkilemek de zorlaşıyor.

Bolt, Olimpiyatlarda 100 metre rekorunu kırdığı zaman Amerikalı yayıncı kuruluşun spikeri şu sözleri sarf etmişti: “Dünyadaki herkes koşmayı biliyor ve bu adam en hızlımız. Bolt, 6 milyar kişilik bir piramidin en tepesinde duruyor.” Beğensek de beğenmesek de sporun böyle bir gücü var. Efsane, üstün-insan imajı yaratma yetisi bakımından Ortaçağ’da din ne kadar kuvvetliyse günümüzde de spor ona benzer bir işlev görüyor. Uçabilen, dünya dışı basketbolcularımız, “Allah vergisi” yeteneklerle donatılmış futbolcularımız, sualtında balıktan hızlı yüzücülerimiz var. Sporcular, insanın limitlerini zorluyorlar ve bunu her gün canlı yayında milyonlarca izleyiciye karşı bir meydan okuma şeklinde gerçekleştiriyorlar. Başarabilirlerse krallar ve Bolt’un da dediği gibi “efsane” olmamaları için hiçbir sebep yok.

ABD’li basketbolcu LeBron James henüz 20 yaşına gelmeden şu iki açıklamayı yapmıştı: “Tarihin ilk milyarder sporcusu olmak istiyorum.”, “En büyük hedefim Elvis Presley ya da Muhammed Ali gibi küresel bir ikon olabilmek.” Spor, artık birçok şey olmanızı sağlayabiliyor. Efsane, kahraman, milyarder… Milyonlarca insan sanki peygamberleriymiş gibi tuttukları takım ya da sporcunun başarıları, sözleri ya da hayat tarzına göre yaşamını şekillendiriyor. Müthiş bir güçten söz ediyoruz kısacası.
Bu müthiş gücü siyasi hegemonyaya karşı kanalize etmenin yollarını aramaksa bizim görevimiz olmalı. Sporcu dediğimiz bu “kudretli” güruhu bir sınıf olarak niteleyemeyiz tabii. Webervari bir “statü grubu” tanımı bile çok zorlama durabilir. Hal böyleyken onlara ortak devrimci bir misyon yüklenebileceği düşüncesi hayalcilik olur. Fakat tarih, Hitler’i renkten renge sokan Jesse Owens’ı, Nazi Almanyası’na karşı kanının son damlasına kadar savaşan devrimci güreşçi Uwe Seelenbinder’i, karizması ve Vietnam Savaşı’na karşı tavrıyla tüm dünyayı kendine hayran bırakan Muhammed Ali’yi, işten çıkarılan liman işçilerini destekleyen, bilerek penaltı kaçıran, ırkçılığa karşı savaşan Robbie Fowler gibi isimleri de yazdı. Spor, tüm manipülasyonlara karşı ilerici, devrimci düşünceleri halka taşıyabileceğini defalarca göstermiştir. Sistemin içinde görünüp ona bacak arasından gol atmış, atabilecek o kadar çok isim var ki bize düşen onların yaktığı ateşi yellemek olmalı.

Kariyeri boyunca otokratik İngiliz Federasyonu ve UEFA/FIFA kurallarına karşı savaşan Robbie Fowler hiçbir zaman dünyanın en iyi futbolcusu olmadı. Şu anda da Avustralya Ligi’nde adı sanı duyulmamış bir takımda forma giyiyor. Ama o hala Britanya’nın “God” yani “Tanrı” lakaplı gözbebeği. Efsane olmak isteyen sporculara ve sporun önemini göz ardı eden, küçümseyen “devrimcilere” duyurulur.

Sunday, April 12, 2009

EĞLEN-ME, SAVAŞ!

Hayatı belli kalıplara sıkıştırmak, kurallara boğmak, gerekli ya da gereksiz bir resmiyete sokmak için bitmek tükenmek bilmez bir azmimiz var. Hep bir tabur intizamı, devlet dairesi sıkıcılığı ve kendimizi güvende hissetme konformistliğinin peşindeyiz. Sokakta yürürken kendi kendine gülenleri sevmiyoruz; dalga geçiyoruz onlarla. Hani Orhan Veli demiş ya "sokakta giderken, kendi kendime/ gülümsediğimin farkına vardığım zaman/beni deli zannedeceklerini düşünüp/gülümsüyorum..." Aynen öyle. Tek başına gülmek, ayıp ve saçma. Yahut şarkı söylemek, kendi kendine konuşmak. İnsan yalnız başınayken sıkıntılı sıkıntılı yürümeli ve susmalı! Bizlere bu öğretildi "sıkıcı ve emniyetli dünya 101" dersinin abc'sinde. Bu davranış geleneğinin bireysel olduğuna inanmıyorum. Genetik kodlarımızda sıkıcılık aşkı kazılı olamaz. Fakat otorite diye bir şeyin ruhu varsa eğer mutlaka sıkıcılık tanrısının emrindedir. Buna eminim.

"Devletin olduğu yerde baskı mevcuttur." Amin! Bu sebepten "sistem"'in otoriterliği dünyanın neresine gitseniz aynı. Yerleşik her yapıda, kurumda, organda bu sıkıcı ve otoriter sistemin ahtapot kollarına takılmak mümkün. Dünyanın en eğlenceli işini yapıyor yahut izliyor olalım, o aktivite bir kez sisteme entegre oldu mu kaçınılmaz "sıkıcılaştırma" mafyasının kontrolu altına girdi demektir. Cık cık'çı teyzeler, eli coplu polisler, linççi gençler, tükürgen orta yaşlılar... Sivili, resmisi hepsi kolluk kuvveti, hepsi emniyet sübabı. "Sıkıcılığı sağlayacağız, elimizden uçan, kaçan dahi kaçamaz." Bu, onların her sabah okulda okudukları kutsal ant gibi bir şey.

Spor da bu sistemin etki alanına dahil elbette. Saha içindeki mücadelenin bize git gide daha yapay gelmesi sadece nostaljisever oluşumuzdan mı? Yoksa bunca saha dışı elin etkisiyle sporlar, o en can alıcı özellikleri olan otantikliklerini mi kaybediyorlar?

Pazar günü iki büyük maç vardı. Biri "yüzyılın derbisi" Galatasaray-Fenerbahçe, biri NBA'de Doğu Konferansı'nın playoff'lar öncesi son "mesaj" maçı Cleveland Cavaliers-Boston Celtics. Bu 2 maçtan ve Pekin 2008 olimpiyatları'ndan farklı kareler, medya yorumları ve taraftar izlenimleri aktararak meramımı açıklamaya çalışacağım.

ARDA SEN METİN GİBİ OL AMA ÖNCE FENER'İ ...

Öncelikle bizim maç, yani koca derbimiz saha içi mücadele açısından tam bir rezaletti. Mücadeleden keyif almamızı sağlayabilecek tek bir an bile yoktu ama asıl merak ettiğim şu: Derbi heyecanıyla tribünleri ve ekranları dolduran milyonların öncelikli derdi maçtan keyif almak mıydı yoksa Emre Belözoğlu'na küfretmek mi? Cidden soruyorum ya niye taraftarız? Futbol takımlarıyla niye aşk yaşıyoruz? Eğlenmek yahut iyi vakit geçirmek için mi yoksa küfredip, kırıp dökmek için mi? Maçın son dakikasında kırmızı kartlar, yumruklar, küfürler gönlümüzü eyledi mi? Bir derbiyi büyük yapan öğeler nedir? Belli ki bizimkinin "dünya derbisi" olma sebebi içerdiği şiddet katsayısı. Arda Turan'a herkes kızgın. Böyle davranarak Metin Oktay olamazmış. Ne Metin Oktay'ı yahu? Adamın Metin Oktay olmasını istemiyorsunuz ki. Maça küfretmek için giden bir insan Metin Oktay üzerine edebiyat parçalama hakkını kendinde nasıl buluyor? Senin futbolu takip etme sebebin Metin Oktay tarzı sporcular değil ki! Ha bir de şu var, Metin Oktay bugün yaşasa Metin Oktay olabilir miydi acaba? Bir yanda, Lacan'cı konuşursak "Büyük Öteki" yani sistem, onun güdümünde sporcuları "entertainer" değil "warrior" olmaya sürükleyen medya, onun da yönlendirdiği taraftar kitleleri. Bu ortamda Metin Oktay'ın, Metin Oktay olmasına izin verilir miydi zannediyorsunuz? Futbol hala eğlenceyken Metin, Metin'di. Futbol bu haldeyken de kusura bakmayın ama Arda, Arda. Sabri'yi alkışlayan, "Sabri Emre'nin anasını ..." diyen hiç kimse ağzına Metin Oktay'ı alıp edebiyat parçalamasın, komik hatta iğrenç oluyorsunuz.

OLİMPİYAT ROBOTU

Daha önce de alıntılamıştım, Daniel Boorstin'e göre sporları seviyoruz çünkü 20.yüzyıl insanı ancak onda yüzde yüz gerçek, spontane ve tekrarı olamayacak anlara olan amansız açlığını tatmin edebiliyor. Bireysel olarak baktığımızda bu doğru fakat sistem, otorite, tekillerle ne kadar aynı fikirde orası tartışılır. Usain Bolt, Pekin'de insanoğlunun sınırlarını yeni bir boyuta çekerken yarışın son 10 metresinde profesyonelliği(ya da sıkıcılığı mı demeliyim) elden bırakıp sevinmeye başladığı için OLimpiyat komitesi başkanı Jacques Rogge tarafından kıyasıya eleştirilmişti. Bolt'u, sevincini, heyecanını gizleyemediği için eleştiren Rogge, onun rakiplerine ve "olimpiyat ruhu"'na saygı göstermediğini iddia etmişti. Hiçbir sporcudan böyle bir yakınma gelmezken olimpiyat komitesi başkanından bu sözlerin gelmesi şaşırtıcı mıydı? İnsanların eğlenmesi, gülmesi, iyi vakit geçirmesiyle tarihsel olarak problemleri olan totaliter bir kurumun başkanından böylesi bir yorumun gelmesi ben gibi düşünen insanlar için gayet normaldi. "Olimpiyat ruhu"'ymuş. Dünyanın en sıkıcı ruhu olsa gerek bu bahsedilen ruh. Oldu olacak olimpiyat robotu diyelim adına da.

SEKİZİNCİ GÜNAH: EĞLENME

Bizim dillere destan derbiden sonra sıra Cleveland-Boston maçındaydı. LeBron'un önderliğinde ligin tozunu atan Cavs, Garnett'ten yoksun Boston'ı 31 sayı farkla mağlup etti. Bu senenin saha içi ve dışında en eğlenceli takımı olan Cavaliers, her zaman olduğu gibi galibiyeti kenarda renkli davranışlarla kutladı. LeBron klasik gitar çalma rutinini yaptı, dans ettiler, hayali aile fotoğrafları çektirdiler. Eğlendiler yani. Cleveland maçlarını takip edenler için yeni görüntüler değildi bunlar. Evlerindeki her maçta aynı gösterileri yapıyorlar. Maçı NTVSPOR yayınlıyordu. Ve otorite bu kez de medya kılığında iş başındaydı. Murat Kosova ve Kaan Kural kızgındı. Bir takım galibiyetini nasıl böyle kutlayabilirdi? Rakibe saygısızlıktı, amatörceydi, ayıptı vs. Bir takımın eğlenmesini rakibe saygısızlık olarak okumamız öğütleniyor bize medya tarafından. Çünkü adamlar "savaşıyor", oyun oynamıyor. Savaşta eğlence olmaz. 2.Dünya savaşı'nda, Allah'ın Stalingrad'ında bile eğlence olur(bkz: enemy at the gates), spor savaşında olamaz. Cık cık cık büyük saygısızlık. Böyle yorumları dinlediğim zaman cık cık'çı teyzeler aklıma geliyor. Murat Kosova dün onların erkek versiyonu gibiydi. "Eğlenmek", ne büyük günah!

Kurumlar, medya ve hepsinin ötesindeki yüce otorite, spor gösterilerini yapaylaştırıp, otantikliğini öldürür başka bir deyişle onların bizi eğlendirme kapasitesini minimuma indirmeye çalışırken emek döktüğü ve para kazandığı işi hafife alabilen "entertainer"'lar çağımızın nadide elmasları haline dönüşüyorlar. O yüzden Usain Bolt'un 9.59 koşabilecekken 9.69'da kalmasını umursamadım hatta onun yarış henüz devam ederken başladığı sevinç gösterisi yüzünden fazladan bir heyecana bile kapıldım. Yine o yüzden dün Cleveland ve LeBron'un "zararsız" sevinç gösterilerini yadırgamadım ve "yüzyılın derbisinde" yaşanan her şeyden nefret ettim. Eğlencemizi öldürüp ondan Roma'daki gibi bir savaş yarattılar. Şimdi de savaşanları savaşarak izlememizi istiyorlar. Roma'da bile bu kadar ileri gidilmemişti.

Sunday, February 22, 2009

Indiana, Hoosiers'ını Arıyor




“49 eyalette basketbol sadece bir oyundur; ama burası Indiana!” Eyalet derbisinde Mackey Arena’yı dolduran 14 bin küsür Purdue ve Indiana taraftarının genetik kodlarında işte bu kutsal veri kazılıydı. Kolej maçlarında alışık olduğumuzun ötesinde bir Avrupa derbisi havası vardı maçta ki bu coşku Indiana kolej basketbolunu tanımlayan hissiyat esasında. Peki Mackey’de, Edmund Joyce’da, Assembly Hall’da, eyaletin hemen hemen her basketbol salonunda süregelen bu basketbol coşkusu niye Conseco Fieldhouse’a yani Indiana’nın NBA takımı Pacers’ın salonuna uğramıyor?

ÖKSÜZ PACERS

Çeşitli veriler öne sunup farklı hipotezler geliştirebiliriz elbette. Öncelikle Conseco Fieldhouse’ın %75’lik doluluk oranıyla NBA’in en tenha salonlarından biri olduğunu belirtelim.(ki bu durum son 4 seneyi özetliyor)
http://sports.espn.go.com/nba/attendance Bu linkten de göreceğiniz gibi ortalama 13 bin kişiye oynayan NBA takımı Pacers, Indiana’nın en az ilgi çeken basketbol takımı.( Kolej ekipleri Purdue, Indiana ve Notre Dame doluluk oranında Pacers’a fark atıyor.)

Indiana Hoosiers, Assembly’de %97 doluluk oranıyla 16 bin kişiye oynarken, Purdue görece daha küçük salona sahip olmasına rağmen erkeklerde 12 bin kızlarda ise ortalama 9 bin kişiye oynuyor.(bayanlarda ilk 5’te) http://www.city-data.com/forum/general-u-s/481502-top-25-ncaa-basketball-schools-attendance.html . Keza Notre Dame de özel bir okul olmasına ve az öğrenci bulundurmasına rağmen %90’la her maçına ortalama 10 bin kişiyi çekebiliyor.

Ekonomik kriz, bilet fiyatları gibi faktörler aklınıza gelebilir. Öncelikle şunu açıklığa kavuşturalım: krizin hayaleti ortalıkta dolaşmıyorken de Pacers’ın doluluk oranları aynıydı. İkincisi (http://www.nwtix.com/Indiana_Hoosiers_Basketball_Tickets.html , http://www.ticketmaster.com/event/0500411CEC518942?artistid=805952&majorcatid=10004&minorcatid=7 )gibi linklerden de inceleyebileceğiniz gibi ABD’deki kolej maçlarıyla NBA maçları arasındaki bilet fiyat farkı yok denecek kadar az. Tek fark courtside dediğimiz saha dibindeki koltukların NBA’de 200-1000 dolar arası fiyatlara kadar yükselmesi ki o biletlerin müşterileri zaten bu yazının muhatabı değiller. Kısacası bayıldığımız kriz bahanesini çöpe gönderebiliriz.


Takım başarısı ve Pacers’ın oynadığı basketbolun izleyicileri tatmin edip etmemesi meselesi akla gelen bir diğer faktör. Maalesef başarı kelimesi Indiana eyaletine uzun zamandır uğramıyor.(en azından basketbol salonlarında) Pacers özellikle 2004’teki meşhur kavgadan sonra tepetaklak vaziyette. Peki ya salonları her maç tıklım tıklım dolan kolej takımları? Indiana Hoosiers’ın 2002’de sürpriz bir şekilde oynadığı finali çıkarırsak son 22 senede ne Purdue, ne Notre Dame, ne de Indiana’nın elle tutulur bir başarısı yok. Purdue son final four’unu 1980’de oynadı. Notre Dame 78’den beri ortalarda yok, NCAA’in en köklü programlarından Indiana Hoosiers ise son 22 senede sadece 3 final four heyecanı yaşabildi. Yani başarısızlıksa başarısızlık, hüsransa hüsran. Taraftar sadece Pacers’a küskün, Neden? Conseco Fieldhouse neden sadece LeBron James ya da Kobe Bryant geldiğinde doluyor? Bu kulüp “yahu tamam başarıyı geçtik bari sıkıcı basketbol oynamayalım da biraz taraftar gelsin” diyerek Rick Carlisle gibi savunma üstadı bir adamı kovup yerine hızlı basketbol gurusu Jim O’Brien’ı getirmedi mi? Indiana her akşam Speedy Gonzales kıvamındaki T.J Ford önderliğinde, run and gun basketbolunun limitlerini zorlamıyor mu? Indiana Pacers’ın ilk 5’te olduğu iki kategori var. Biri attıkları sayı, biri de yedikleri sayı! Yani Larry Bird ve ekibinin sadece ekonomik sebepler yüzünden denediği bu taktik de işe yaramadı. Takım hızlı ve heyecan verici bir basketbol oynuyor oynamasına ama ne başarı var ne de hasılat! Geçtiğimiz günlerde kulübün 80’lerden beri patronluğunu yapan Melvin ve Herb Simon kardeşler Pacers yüzünden 200 milyon dolar zarar ettiklerini açıkladılar. Basına verilen bu tip demeçler her zaman korkutucudur çünkü Simon’lar bu parayı kaybetmeye yeni başlamadılar ama NEDENSE bu kaybı açıklama kararını yeni aldılar. Şimdilerde basketbolun başkenti olmakla her zaman övünen Indiana’lıların aklında acaba Pacers bizi terk eder mi korkusu yer etmeye başladı ki belki de bu o kadar da umurlarında değildir. Ne de olsa maçları izlemeye dahi gitmiyorlar!

ÖKSÜZ NBA

Ekonomik sebepler değil, sportif başarı değil peki nedir Indiana gibi basketbol delisi bir eyalette Pacers’a duyulan bu ilgisizliğin sebebi? All Star arasından hemen önce Conseco Fieldhouse’da sezonun en heyecanlı maçlarından biri oynandı. Doğunun en güçlü takımlarından Cleveland Cavaliers, süper yıldızı LeBron James’le birlikte eyaleti şereflendirdi ve hayret ki Indiana’lılar bu sezon sadece 4.kez olmak üzere salonlarını tıka basa doldurdular. Maçın bitimine 0.8 saniye kala T.J Ford, Mo Williams’ın üzerinden temiz bir orta mesafe şut gönderdi ve Pacers 1 sayı öne geçti. Son hücum için hamlesini yapan Cavs, kenardan topu oyuna soktu ve LeBron James’e bir alley-oop pası gönderdiler. Danny Granger, LeBron’un topa ulaşmasını engellemek için zıpladı ve bir anda düdük çaldı. NBA’in o nefret ettiğimiz artık bıkkınlık getiren yüzü, hakemleri ve süperstar kollama mafyası yine ortaya çıkmıştı. Hayalet bir faul çalındı Cavs lehine. LeBron 2 faulu soktu, Cleveland 1 sayı öne geçti. Indiana tribünleri uğruna salonu doldurdukları süperstara çalınan faul sayesinde belki de Pacers’tan, NBA’den niye soğuduklarını hatırladılar. Herşeyin senaryoymuşçasına yaşandığı, süperstarların aşırı derecede kollandığı, zayıf olanın kazanmaması adına tüm imkanların seferber edildiği bir ligi izlediklerini anımsadılar o anda. Ve Pacers, 0.4 saniye kala son hücumu kullanmadan önce tribünlerdeki Hoosier’lar, gerçek basketbolseverler, basketbolun anayurdunun genetik kodlarına spor sevgisi kazınmış taraftarları NBA ve David Stern’e küfürler yağdırırken kenarda bir zeki adam bu kurulu düzeni alt etmenin yolunu bulmuştu. Jim O’Brien, tüm hinliğiyle Cavs’in oynadığı son hücumun aynısını çizdi. Pacers topu kenardan oyuna soktu, Granger’a bir alley-oop pası, LeBron zıpladı topu kaptı ve HOOP! Faul düdüğü! Hakemlerin aynı pozisyona verdikleri kararı 0.4 salise içinde değiştiremeyeceklerini bilen O’Brien, onları kendi silahıyla vurmuştu. Haksızlığın bu kadarını zalimin allahı gelse yapamazdı, hem de milyonların izlediği bir maç esnasında. Karar doğru muydu? HAYIR! Adil miydi? Sonuna kadar! Adaleti, adaletin düşmanlarının sağlaması da ironinin kralıydı ve bu sekansı, zeki bir adam Jim O’Brien yaratmıştı. 0.4 salise içinde bacak arasından gol atıvermişti NBA’e ve onu bu hale getirenlere. Macbeth’teki cadıların dediği gibi “Fair is foul, and foul is fair.” Nihayetinde Pacers, hak ettiği bir maçı kazandı. Indiana seyircisi ise aynı anda bir oyun olarak basketbolu neden sevdiğini hatırlarken, reel basketbola(NBA) niye küstüğünün de ayırdına vardı. (Maçın özeti: www.youtube.com/watch?v=AMN2-daeT48 )

HOOSİER RUHU

Bir coğrafya, bir halk, bir yurt bir sporu künyesine kazımış. Bir din gibi onu yüceltmiş ve hayatının tepesine yerleştirmiş. Nice başarı hikayeleri çıkartmış içerisinden. Milan Lisesi gibi bir peri masalı, Hoosiers gibi bir sinema başyapıtı, Larry Bird gibi bir spor efsanesi yaratmış. Ve bir gün sermayenin aşırıya kaçan, acımasız kuralları işlemeye başlayıp da herşey makineleşince, maç sonuçları oyun oynanmadan önce belirlenip, kurgulanmış imgeler birer meta olarak izleyicilere kakalanmaya çalışılınca “Hop” demiş bir halk! Bizim sevdiğimiz oyun bu değil! İşte Indiana’nın “makineye” karşı mücadelesinin kısa bir özeti! Ve başlığı: Indiana, Hoosiers’ını arıyor!

NBA’in ekonomik krizden önce çözmesi gereken sorunu işte bu! Oyunu kendi haline bırak David Stern! NBA, bize bir imge-meta pazarlıyorsa onun müşterisi olan bizler de bir emek gücü harcıyoruz aslında o ürünü tüketirken ve bu yersizyurtsuzlaşmış yapılar silsilesinin yersizyurtsuzlaşmasını sağlayanlar bizleriz. Indiana halkının farkında olmadan çözdüğü bu gerçeklik ve geliştirdiği devrimci tavır, NBA izleyicisinin tam da ihtiyacı olduğu tavırdır. Ancak biz bu çarktaki önemimizi kavrarsak bir şeyleri değiştirebiliriz. Çünkü belki size akıl almaz(ne de olsa bu sadece bir spor değil mi?) gelecek ama NBA izleyicileri bu oyunu belli bir ücret, zaman=emek gücü karşılığı izliyorlar! “Sömürünün olduğu yerde devrimci bilinç de vardır.” Sermaye yüzlerce şekile bürünmüştür günümüzde ve mücadelenin çeşidi bu şekillerin sayısıyla eş değerdir. Yenilmez olmadıklarını biliyoruz. "Bir zeki adam" Jim O'Brien ve boykotçu İndiana seyircisi bize bunu kanıtladı! Oyuncakçı dükkanından(spor basını) üstyapıya sevgilerle, kim demiş spor halkın afyonudur diye!

Sunday, December 7, 2008

Mart'ı Beklerken




Amerikan Kolej basketbolu dişe diş mücadele, amatör zevk ama herşeyden öte umut demek. "Umuda yolculuk" profesyonel olmak isteyen her basketbolcu için NCAA'in gayrı resmi adı olsa gerek. Bu yüzden sadece oyuncular açısından değil biz izleyenler açısından da bu gelecek vaat eden isimleri izlemek, onların kaderleri hakkında kehanetlerde bulunmak heyecan verici. NCAA'i NBA'den ayıran en önemli cazibe noktası da budur aslında. "Birşeyler" olmak, tarihe adını yazdırmak ya da en basitinden geçimini sağlayacak bir meslek edinmek isteyen atletler için erken kariyerlerinin telafi edilmesi zor dönüm noktalarını teşkil ediyor kolej yılları. 2008-09 sezonunda ilk ay geride kalırken manşetleri süsleyen renkli başlıkların ardında yine bu özverili emeklerin ürettikleri yatıyordu.

Ayın Oyuncusu: Stephen Curry

Blake Griffin, Demar DeRozan, Greg Monroe, B.J Mullens, James Harden, Hasheem Thabeet gibi önemli isimler scout'ların adım adım takibindeler. Fakat ligde ilk ayın oyuncusu kimdi derseniz Blake Griffin'in uyandırdığı tüm heyecana rağmen Stephen Curry diye otomatik olarak haykırasım gelir. 90'ların keskin şutörlerinden Dell Curry'nin oğlu olan Steph, özellikle geçtiğimiz seneki March Madness'ta oynadığı müthiş maçlarla tüm ülkenin dikkatini çekmişti. Öyle ki maçlarına LeBron James, Eli Manning gibi isimler konuk olmuş hatta genç şutör Conan O'Brien Show'a dahi katılma imkanını elde etmişti. NCAA'de patlama yapan ve profesyonel kariyerlerinde bunu devam ettiremeyen onlarca şutör gördük. En yakın örnekler J.J Redick ve Adam Morrison ama Curry'i onlardan ayıran bir özelliği var o da şu: "Müthiş bir şutör ama sadece o kadar değil, bu çocuk komple bir basketbolcu." Bu sözleri NC State'in koçu Sidney Lowe daha dün söyledi. Maçta ne mi olmuştu? Curry rakip potalara tam 44 sayıcık bırakmıştı. Fena değil! İşin asıl fena olan tarafı Curry için 40 atmak artık bir rutin haline geldi. Curry 1.89'luk önce atmayı düşünen bir oyun kurucu. İlerde bir NBA yıldızı olacağını iddia etmek zor. Ama ülkenin şu andaki en heyecan verici skorerlerinden biri olduğu kesin. Ve Davidson'ın onun sırtında Mart'a yürüdüğü de.

Curry'nin dışında Blake Griffin'e de bir parantez açmak lazım. Onun müthiş alçak post oyunları Oklahoma'yı her gece takip etmek için yeterli bir sebep. Şu ana kadar karşılaştığı tüm takımların pota altını yerle bir etti. 25 sayı 17 ribaunt! Toplam istatistikleri değil bunlar, ortalamaları. 2.08'lik oyuncu şimdilik 2009 draftının bir numarası olacak gibi duruyor. Boozer'ın daha uzun ve hızlı versiyonu desek sanırım yeterince merak uyandırmış oluruz. 2009 draftının diğer heyecan verici uzunları Greg Monroe ve B.J Mullens'ın şimdilik beklenenin altında kalmış olması ve Hasheem Thabeet'in göz boyayan istatistiklerine rağmen lanse edildiği gibi yeni Mutombo olmaktan uzak gözükmesi Griffin'e kariyerine memleketinde devam etme şansını veriyor. Oklahoma City Thunder'ın acınası NBA performansı ortadayken takımın draftta 1 numarayı almak için önemli bir şansı var. E iyi de bir uzuna ihtiyaçları olduğunu düşünürsek kader ağlarını örmüş diyebiliriz. David Stern'ün draft şaibeleri de malumunuz...

Budinger, Liggins, Green

Biraz da gözden kaçan yetenekleri irdeleyeyim. Başta Chase Budinger'dan bahsetmek lazım. Arizona'nın çok yönlü forveti, sezonun ilk ayı itibariyle keskin şutör tanımına yeni bir açılım getirdi. %62'yle üçlük atıyor 2.01'lik kanat oyuncusu. Gerçi 2 akşam önce Texas A&M maçında son şutu kaçırması takımına bir galibiyete mal oldu ama yine de performansı göz alıcı. Geçtiğimiz sezon Jerry Bayless'lı kadroyla ilk turda elenerek hayal kırıklığı yaşatan Arizona bu sene Budinger ve sezonun bir başka bomba Wildcat'i Jordan Hill'le yine izleyenlerini en azından oyun olarak memnun etmeyi başarıyor. Hill demişken bu müthiş atlet uzuna da draftta dikkat! Böyle devam ederse ilk 10'u zorlayabilir. Bir başka değinmek istediğim isim Kentucky'li DeAndre Liggins. Lamar'a karşı oynadığı kusursuz maçı izlediğim oyuncu(6'da 6 şut, 7ribaunt 4 asist 1tç 1 blok) bir sonraki maçta Miami'ye karşı 8'de 0 3'lük atıp 3 top kaybedince kenara çekilmiş ve koç Gillespie'yle takışıp oyuna bir daha girmeyi reddetmişti. Kuşkusuz genç oyuncu adına üzücü bir tavır ama adı üstünde genç. Eğer sakin kalmayı becerebilir ve bir skorerden çok benzetildiği Pippen gibi olmaya özenirse bir kaç sene içinde önemli bir yetenek olarak göze çarpabilir. Son bahsetmek istediğim yetenek de Alabama'nın freshman forveti JaMychal Green. Adından nedense fazla bahsedilmeyen Green, müthiş atletizmiyle oyun zekasını birleştirebilen nadir oyunculardan. Amerikalılar'ın "natural feel for the game" diye tabir ettikleri öğretilmesi imkansız yeteneklerden birine sahip genç power forvet. O da birkaç sene içinde gözardı edilemeyecek bir lottery oyuncusu haline gelebilir.

Jrue Holiday, Tyreke Evans, Nick Calathes... Adını şimdilik anamadığım önemli yetenekler var bu sene. Ve 2009'da süper yıldızlarla dolu değil ama derin bir drafta ve ondan daha önemlisi Mart'ta kıran kırana geçmesi beklenen bir turnuvaya hazır olun derim. Şampiyonluğun mutlak favorisi North Carolina Tar Heels'ten bahsetmeden bir 2008-09 NCAA yazısı tamamladığım için kendimle gurur duyuyorum.

Sunday, November 23, 2008

New York-LeBron: Aşkların En Sıkıcısı


New York Knicks organizasyonu Cuma günü 1 saat aralıklarla gerçekleştirdiği iki takasla tüm lige ve Cleveland Cavaliers'a LeBron James konusunda ne kadar ciddi olduğunu gösterdi. Takasların ilki Jamal Crawford'u Al Harrington karşılığında Golden State'e yolladı ikincisi ise Zach Randolph'ı Cuttino Mobley ve Tim Thomas karşılığında L.A Clippers'a. Sadece isimlere bakınca çok da parıltılı durmayan bu takasları tarihin en önemlileri arasına sokan özelliği organizasyonun, "Kutsal 2010 Planları"'nı mümkün kılabilmeleri için gerekli olan ücret boşluğunu(cap space) yaratması.

Amerikan medyasında 2010, Knicks ve LeBron James çılgınlığı akıl almaz boyutlarda. 2010! Daha 2 sene var. Fakat her gün bu konu hakkındaki yeni bir hikayenin manşetlere çıktığını görebilirsiniz. NBA ve medya, Knicks'in başarılı olmasına öyle muhtaç ki öngörülen transfer için tüm imkanlar seferber edilmiş durumda. Öyle bir organizasyon düşünün ki tüm kurtuluşunu tek bir oyuncuya bağlamış olsun! Koca Knicks! Koca New York!

Nisan 2008'de Donnie Walsh, Isiah Thomas'ın yerine genel menajer olarak kulübün başına getirildiğinde ağzından 2 şey çıkıyordu: 2010'da yaratılacak ücret boşluğu ve LeBron James. Mayıs 2008'de Mark D'Antoni kulübün yeni koçu olarak belirlendiğinde ağızlarda yine tek isim vardı: LeBron James. D'Antoni gelir gelmez kendine has smallball sisteminde LeBron'u nasıl da 4 numara olarak bir oyun kurucu forvet gibi kullanacağını açıkladı tüm medyaya. ESPN, LeBron adına hayali istatistikler geliştirdi ve hızlı basketbol oynanan bir sistemde LeBron'un amaçlarından biri olan triple double ortalamalar yakalamasının nasıl da mümkün olacağını ispatlamaya çalıştı. Adamlar hayali bir lig oynattı yahu bundan daha absürd bir şey olabilir mi? Bundan daha açgözlü, bundan daha tek yönlü, bundan daha New Yorker bir tavır gösterilebilir mi?

Allah'ı var Donnie Walsh ve Mark D'Antoni işlerini şu ana kadar kusursuz yaptılar. Walsh temizlenmez denen ücret boşluğunu şimdiden yarattı ve 2010 yazında Knicks'in sadece LeBron James değil Chris Bosh, Dwyane Wade gibi isimleri de alabilmesi mümkün durumda. Saha içinde de işler iyi gidiyor. D'Antoni'nin run and gun'ı Knicks'i bir playoff takımı haline getirdi bile. En azından 7 ya da 8. sırayı zorlayacakları kesin ama inanın New York'ta bu şu an için kimsenin umurunda bile değil. Knicks taraftarları Salı günü salonlarına gelecek olan LeBron James'i etkileyebilmek için nasıl tezahüratlar yapmaları gerektiğini tartışıyolar forumlarda. "LeBron Seni İstiyoruz" mu demeliler yoksa "Kral James New York'lu Ol" mu? Tam bir komedi!

Hatice'nin İnce Memed'i, Werther'in Charlotte'u, Maria'nın Robert Jordan'ı beklediği gibi heyecanla bekliyor Knicks taraftarları LeBron'u. Peki ya 2003'ten bu yana LeBron'un New York'a gitmesi bir kadermişçesine popmpalanırken LeBron tarafında işler ne alemde? James, geçtiğimiz hafta New Jersey'de çok net bir açıklama yaptı: "Kariyerim için en iyisi neyse onu yapacağım. Ben şampiyonluk kazanmak istiyorum. Bu kadar basit. Eğer bu Cleveland'da olursa kalırım başka bir yerde olacaksa oraya giderim". Ondan alıştığımız politik cevaplara hiç benzemiyor ama bir gerçek var ki, LeBron içinde bulunduğu hayatta tek başına karar alma lüksüne sahip olan bir adam değil. Ona 90 milyonluk bir anlaşma veren bir Nike faktörü de var ortada. O Nike ki; geçtiğimiz sezon LeBron'un Madison Square Garden'da oynadığı 50 sayı 8 ribaunt 10 asistlik unutulmaz performansın anısına ayakkabı üretti. O Nike ki; Yankees hayranlığını saklamayan LeBron'a özel New York Yankees ayakkabıları tasarladı. İşler akıl almayacak derecede ciddi durumda ve o hep konuşulan Nike sözleşmesinin hayali maddesi de cabası: Yani eğer LeBron New York, Los Angeles ya da Chicago gibi büyük marketlerden birine giderse Nike'ın ödemeyi taahhüt ettiği ekstra ücret. Bir şehir efsanesi ama gerçek olmadığını kim söyleyebilir ki bunca çılgınlığın ortasında.

New York Knicks, 1970 ve 73 yıllarında olmak üzere 2 kez NBA şampiyonu oldu. Nüvesini Wlat Frazier, Willis Reed, Dave DeBusscherre, Bill Bradley gibi isimlerin oluşturduğu bu takımın ortak özelliği aralarındaki müthiş dostluk, takım ruhu ve fedakarlıklarıydı. 1970 finalleri'nin yedinci maçında Reed'in koşacak durumda olmadığı halde sahaya çıkıp maçın ilk iki basketini atarak arkadaşlarını yüreklendirmesi, tarihin en iyi savunmacılarından Frazier'ın kendisinden önce her zaman takım arkadaşlarını düşünen liderliğini ve 2003 yılında vefat eden DeBusschere için tüm takım arkadaşlarının döktüğü gözyaşlarını unutmak mümkün değil. Knicks, tarihinde belki de ilk ve son defa bir kolej takımı havasına büründüğü sezonlarda şampiyonluğa ulaşabildi. Ne 1985 draftında Patrick Ewing'i elde etmelerini sağlayan meşhur draftın soğuk topu ne de bunca yıldır harcamayı göze aldıkları gelir vergisinin onlara bir hayrı dokundu. Bu açıdan neredeyse gerçekleşmemesi imkansızmış gibi gösterilmeye çalışan LeBron-New York ilişkisinin bunca zorlama medya haberi ve sponsorluk anlaşması eşliğinde ne derece hayır getirecek bir sinerji yaratacağı da benim gözümde bir soru işareti.

Doğrudur; New York, LeBron'u Hatice'nin Memed'i, Werther'in Lotte'yi, Maria'nın Robert'ı beklediği gibi bekliyor beklemesine ama başarıya aç Knicksliler'de ne Hatice'nin sahiciliğini, ne Werther'in kara sevdasını ne de Maria'nın saf beklentilerini görmek mümkün değil. Çünkü yaratılmaya çalışılan bağ en baştan zorlama ve en baştan maddiyatın gölgesi altında! Sırf medya ve dev holdingler öyle istiyor diye aşk mı olurmuş? Daniel Boorstin'in o cuk oturan tanımıyla: "yüzde yüz gerçek, spontane ve otantik" değil bu bağ. Belki de bu çağın sporlarında böylesi bir bağlılığın örneğini görmeyi beklemek bönlüğün daniskasıdır. Belki de Brooklyn Dodgers'lar ve Metin Oktay'lar; bir İnce Memed, bir Genç Werther gibi eski bir romandan ibarettir.

ps: Umarım LeBron, doğup büyüdüğü Akron'un yarım saat ötesindeki Cleveland'da kalır ve mirasını burada inşa eder.

Saturday, November 15, 2008

274




Günümüz toplumunun yarı açık algısına göre dünyanın en sıkıcı şeyi her zaman için "realizm" olsa gerek. Öyle değil mi ki; en çok güldüğümüz şeyler her zaman abartılı espriler, slapstick komediler, Burhan Altıntop'lar, Cem Yılmaz'lar ve Airplane!'ler'dir. Hayatı olduğu gibi yansıtma iddiasında olan her eseri sıkıcılıkla suçlarız ki bu zaman zaman hayatın meşakkatli yollarının hafife alınmasının da bir sonucudur. Çünkü o yollarda çoğu zaman "film gibi" sahnelere hakikaten rastlanır. Hayatta kalmak için yeni doğuran bir kadının sütünü içmek zorunda kalan bir adam hiç var olmadı, olamaz sanıyorsanız Rose of Sharon'ların merhametini, yoksulluğun sefaletini ve Steinbeck'in sosyal gerçekçiliğini hafife alıyorsunuz demektir. Ama yine de toz pembe dünyası içerisinde bunlar potansitel tüketici hedef kitleye inanması zor gelir ve bu yüzden dramatikliği ve etkisi 2 kat artar. Kısacası gerçekçiliğin ve mübalağanın tüm tartışmaya açık temsillerine ve algılanışlarına karşın hedef kitlenin nazarında kazanan her zaman din eksenli idealizmdir, romantizmdir, mübalağadır, Burhan Altıntop'tur.

İnsanoğlunun genlerine işlenmiştir adeta bu. Tarihin başından beri beşeriyetin yarattığı onca fikir ve hayal içerisinde en çok tutulanın hep mitoloji ve din olması da bundandır. Olağanüstü kelimesinin dayanılmaz çarpıcılığına karşı hepimizin bir zaafı vardır ve insanoğlu olanca güce taparlığıyla her zaman insanüstü olanı, tanrısal olanı kısacası kendisinden üstün olanı aramış ve ona anlaşılması güç bir itaat beslemiştir. Hegelyan efendi-köle diyalektiğini veya din-felsefe ilişkilerini inceleyecek olursak görürüz ki yabancılaşma kavramının dahi kökeninde bu yatar. İnsan her zaman mitolojik-efsanevi olanın çekiciliğine belki korkak olduğundan belki de sadece bundan hoşnut olduğu için kendi gerçekliğini emanet eder. Bunun sonucunda da maddesel dünyadan uzaklaşır ve bir nevi yanlış bilincin eseri olur. Yine Hegelci konuşursak bu yanlış bilinç aynı zamanda onun özgürlüğünü de kısıtlar. İnsan artık kendi yarattığı efsanelerin tutsağıdır ve hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde bu efsaneler her zaman hakimlerin denetimi altındadır.

Günümüz modernizminde de değişen hiçbir şey yoktur aslında. Din, eski önemini kaybetse de onun yerini alan baskın fikir ve ideolojiler yine hakimlerin emrindedir ve yine gerçek maddesel dünyanın yanlış bir tezahürü biçiminde öğretilir yığınlara. Bu bağlamda mit, efsane gibi kavramlarların sadece biçim ve özneleri değişmiştir. Hegelci Hıristiyan yabancılaşmasından, Marksist yabancılaşma teori ve gerçekliğine ulaşılmıştır ve tüm teknolojik bilimselliğimize rağmen halen en revaçta olan hikayeler sözde insanüstü alemlerden, freakshow'lardan ve mitolojik katmanlardan çıkar. "Spor ve Köşebaşı Kahramanları" yazımı tekrara girmek istemiyorum ama sporun ve spor medyasının bu efsane yaratma süreçlerinde geçmişin din ve ruhban sınıfı rolünü üstlendiği söylemek çok da abartılı olmayacaktır.

Spor ve "sevgili medyası"'nı zikretmeye başlayınca da nihayet konuma gelebildiğimi sizlere müjdeleyebilirim. Malum LeBron James, Nike ve Nba tarafından günümüz basketbolunun "kralı" ve "seçilmiş kişisi" ilan edileli çok oluyor ve bu bakımdan da en çok para getiren özne olarak onun etrafında döndürülen haberlerin ve oluşturulan efsanelerin de haddi hesabı yok. Lise yıllarından beri gelişimini takip ettiğim bu oyuncu hakkında büyük ihtimalle dünya çapında en çok veri toplamış, haber incelemiş ve analiz yapmış isimlerden biriyimdir. LeBron markası üzerinde Nike firmasının başından beri yürüttüğü reklam kampanyalarını inceleyecek olursak hep bir dinsel ve mitolojik temaya rastlayabiliriz. Book of Dimes reklamlarından, Witness serisine Nike elindeki bu hakikaten özel yeteneğin pazarlanmasında Hz.İsa modeli izlemiştir denebilir aslında. "Second Coming" yeryüzüne iner, basketbolun yeni kurtarıcısı olur ve bunları yaparken tabii ki insanüstü fiziğinden, başının arkasındaki gözünden ve bir Amerikan spor klişesi olan "winner" yani kazanan olma özelliklerinden faydalanır. Esasında bu "kazanan" olma özelliğine bir parantez açacak olursak özellikle 80'lerle birlikte spor literatüründeki hakimiyeti sağlanan bu yeti adeta Michael Jordan'la birlikte kapitalizmdeki rekabetin, spora ve dolayısıyla hayatın kendisine uyarlanmasından ibarettir. Piyasadaki vahşi rekabetin aynısı Jordan'ın rekabetçi kişiliğiyle birleştirilmiş ve spor arenalarının en büyük erdemi olarak pazarlanmıştır. Günümüzde "kaybeden" olarak anılan bir sporcu ne yaparsa yapsın iflah olmaz, olamaz ve sistem tarafından dışlanır. LeBron'a ve mitolojiye dönecek olursak; kapitalizmin kitleleri sürüklemek için ihtiyaç duyduğu efsane yaratma sürecinin bu haftaki son örneğini dillendirebiliriz artık.

Kapitalizm bir din ve LeBron James onun sözde Mesih'iyse eğer ESPN de hiç kuşkusuz İncil'dir. LeBron dahil olmak üzere hemen hemen tüm "kazanan" süperstarlarla ilgili klişe haberlere her gün rastlayabilirsiniz burada. Kobe Bryant şöyle rekabetçidir, Dwyane Wade öyle savaşçıdır, Dwight Howard böyle uçar; e ne var bunda LeBron da insan değildir. Oyuncunun hakkında çıkarılan son dedikodular, medyanın nasıl da efsane yarattığının güzel bir örneği. ESPN yorumcusu Jon Barry'nin çok yakın bir kaynaktan aldığını iddia ettiği bilgiye göre LeBron James 274 pound yani 130 kiloymuş. Eğer LeBron'u daha önce izlememiş biriyseniz "Ne olmuş yani" diyebilirsiniz ama onun oyununa aşina biri için bu hakikaten korkutucu bir rakam. Şöyle ki 130 kiloluk bir adamın bu kadar hızlı ve atletik olabilmesi şu ana kadar rastlanmış bir hadise değil. Yani ortada "insanüstü" olarak tanımlanan bir durum var ve tabii ki ESPN ve LeBron başrolde. Son 1 haftadır tüm Amerikan spor medyası ve forumları James'in 274 pound olmasını konuşuyor. Yürütülen tezler arasında LeBron'un Nike laboratuarlarında geliştirilmiş bir android olduğuna varan absürdlükte iddialar var ki işte tam da bu ve bunun gibi absürdlükler kapitalist medyanın efsane yaratma sürecini destekleyen olgular. Bu konuşmaların üstüne LeBron James'in salı günkü Milwaukee Bucks maçında faul çizgisinden zıplayarak bastığı smaç da denk gelince ortalık tam bir LeBron kazanına dönüştü. LeBron'un konu hakkında yaptığı "270 mi? Hayır bu bir dedikodu" açıklaması kulak arkası edildi. İşin komik tarafı LeBron James geçtiğimiz sezonun sonunda girdiği testlerde 262 pound çıkmıştı. Yani ortada çok da yeni bir durum yok. Vücuduna eklediği iddia edilen 12 pound yani 5 kilo bir adamı birden insan üstü yapmaz ama başta da söylediğim gibi verilerin sunuluşu yarattığı algıyı etkilemesi açısından çok önemli bir etkiye sahiptir. Ve zaten tanrısal olana karşı doğuştan bir zihinsel esaret besleyen insanoğluna bir şeyin olağanütü olduğunu inandırabilirseniz istediğiniz esareti yaratabildiniz demektir. Bu da otomatik olarak modern dünyada halkın afyonu olarak dinin yerini medyanın aldığının göstergelerinden biridir. Çünkü bir insan istediği kadar materyalist olsun kendinden üstün olana karşın dayanılmaz bir hayranlık besler. Bunu LeBron'un en iddialı hayranlarından biri olarak en iyi kendimden bildiğim için bu kadar rahat konuşuyorum.

İtiraf ediyorum: LeBron'un 274 pound olduğu yönündeki haberler ve akabinde gelen faul çizgisi smacı beni de çok heyecanlandırdı. Hatta söz konusu smacın videosunu dahi facebook aracılığıyla yayınladım. Bu yazıyla smacın görüntülerini üst üste koyarak kendi günah çıkarma işlemimi de aradan çıkarmayı umuyorum. LeBron'un faul çizgisinden smaç basabileceğini bilmiyor muydum? Elbette biliyordum. LeBron'un en az 120 kilo olduğunu ve basketbol tarihinin en atletik oyuncularından biri olduğuu bilmiyor muydum? Elbette ki biliyordum ama dedim ya insanoğlu kendinden üstün bir varlığı görmeyedursun hemen onu efsaneleştirir ve nedenlerini maddi hayatın dışında aramaya koyulur. Bu gerçek genlerimize tarih öncesinden işlenen bir güce tapma ve Tanrı'yı arama saplantısının kalıntılarından ileri gelmektedir.

Ve Hz.İsa suyun üzerinde yürürken Kral'ların ve ruhban sınıfının onun adına sömürdüğü halkın yerini günümüzde fabrikada LeBron James ayakkabısı yapımında çalışan işçiler almıştır. Muhtemelen 11 yaşında bir Çinli, favori oyuncusunun hiçbir zaman elde edemeyeceği ayakkabısını yapmak için haftada 2.5 dolara çalışırken ve ona duyduğu hayranlığın kendisine kaybettirdiği şeyleri göremezken ondan çok uzaklarda bir yerlerde "şov" devam etmektedir. İşin en ilginç tarafı ilerleyen teknolojiyle göya gerçekliğe erişimimiz kolaylaşırken tam tersine efsanelere ve yanılsamalara daha çok bağlandırılmamız belki de. Nasıl ki Hz.Musa, Kızıldeniz'i ortadan ikiye yardı, nasıl ki 2.13'lük Wilt Chamberlain faul çizgisinden zıplayıp smaç bastı, nasıl ki Earl Manigault potanın en tepesine yerleştirdiği bozuk parayı tek hamlede kapıverdi, LeBron James de elimizdeki tüm video görüntülerine rağmen bundan 30 sene sonra zıpladığı zaman kıçıyla smaç basabilen bir aldatıcı ilüzyon olarak anılacak. 2038'de görüşmek üzere. Ne o, yoksa biri sosyal gerçekçilikten ve romantizmden, sömürüden ve yabancılaşmadan, efsanelerden ve yanılsamalardan mı bahsetti?

Saturday, October 11, 2008

Çinliler Ne Marka Spor Ayakkabı Giyiyor?



Az önce BBC Türkiye'nin NTV'de yayınladığı haber bülteninde izlediğim "Amerikan Seçimleri" paketindeki Ohio vurgusu, çok önceden yazmış olmam gereken bir yazıyı yazmam için beni dürtüverdi. Haberde, Ohio eyaletinin ABD'deki yakın giden seçimlerde ne kadar kilit bir rol oynadığı ve eyaletin sosyo-ekonomik yapısının ülkenin genelini ne kadar isabetli yansıtabildiği belirtiliyordu. Bu gerçek bana LeBron James ve onun demokrat aday Barack Obama'ya verdiği desteğin aslında ne kadar önemli ve bir o kadar da karmaşık ilişkilerin sonucu olduğunu yeniden hatırlattı.

NBA, özerk bir kurum olarak politikadan hep uzak durmuştur. Michael Jordan dönemi ve sonrasında yaşadığı ağır endüstriyelleşme safhalarında da bu özellik had safhaya çıkmıştır. Yüklü sponsorluk anlaşmaları imzalayan sporcuların ortaklık yaptığı firmaların da telkiniyle politikadan kendini soyutladığı gerçeğini en iyi Michael Jordan örneğinde görebiliriz. Harvey Gantt, siyahi bir demokrat olarak 1990 yılında Kuzey Carolina eyaleti Senato seçimlerinde Michael Jordan'dan destek istediğinde tarihin gelmiş geçmiş en iyi basketbolcusundan şu cevabı almıştı : "Olmaz Harvey, Cumhuriyetçiler de spor ayakkabı alıyor." Michael Jordan'ın bu cevabı "endüstriyel spor" dönemini en iyi özetleyen cümleydi aslında. Ekonominin spor ve sporcular üzerinde sağladığı hakimiyet o kadar baskındı ki büyük firmalarla anlaşması bulunan herhangi bir atletin politik bir fikri olamaz, olsa bile bunu açıklayamazdı. Jordan'dan günümüze hem çok şey değişti hem de hiçbir şey değişmedi. Michael Jordan şu anda bir sporcu olarak değil ama bir spor kulübü ve markasının sahibi olarak halen sektörde önemli söz sahibi. "Majesteleri", Businessweek'in geçen hafta yayınladığı araştırmaya göre dünya sporunun en etkili dokuzuncu ismi.(1) Halen Nike bünyesindeki Air-Jordan markası da Nike'ın en önemli ürünlerinden...

Aynı Nike'ın günümüzdeki yüzü ise başka bir isim: LeBron James. 23 genç yaşındaki genç basketbolcu sadece saha içi başarıları ile değil iş alanında yaptıklarıyla da hayli profesyonel bir görüntü çiziyor. Lige ilk geldiği andan itibaren NBA ve Nike'ın altın çocuğu olarak kabul edilip pazarlanan Cleveland Cavaliers'ın forveti, Jordan sonrası sektörün yeni kurtarıcısı olarak görülüyor. Kariyerinin başından beri önüne "Jordan" örneği konulan ve onun gibi olması öğütlenen LeBron sadece oyun stiliyle değil farklı karakteri ve politik tercihleriyle de örnek aldığı efsaneden ayrılıyor. LeBron James, Ağustos ayında Barack Obama'nın kampanyasına 20 bin dolarlık bir bağış yaparak "Cumhuriyetçiler de spor ayakkabısı satın alıyor" zihniyetini pek umursamadığını gösterdi ve geçtiğimiz hafta da Demokrat Parti'nin Cleveland, Ohio propagandasında önemli bir rol üstlendi. Hemen belirtelim 23 yaşındaki süperstar aynı zamanda Jordan'ın 9. olduğu Businessweek "sporun en etkili 100 figürü" listesinde de 17.sırada yer alıyor(2) ve bu özelliğiyle de aktif basketbolcular içerisinde birinci sırada. Peki nasıl oluyor da olmazsa olmaz apolitikliğiyle tanıdığımız Nike, NBA, Coca-Cola gibi büyük şirketlerin yüzü olan bu genç adamın kendi politik görüşünü açıklamasına izin veriliyor? Jordan döneminden bugüne değişen nedir? Ya da LeBron ve takipçilerini(Carmelo Anthony de Demokratlar'a destek verdiğini açıkladı) bir değişimin öncüsü olarak nitelemek ne kadar doğru?

Şunu hemen belirteyim LeBron James daha önce herhangi bir siyasi konu hakkında yorum yapmaktan tamamen uzak duran bir kimseydi. Olimpiyatlar öncesi Kobe Bryant'la birlikte Darfur Sorunu'nu ve Çin'i eleştiren ufak yorumlarda bulunduysa da olimpiyatlar başladığı zaman o da Kobe de bu konuda sessiz kalmayı yeğlediklerini ve işlerinin sadece basketbol olduğunu açıkladılar. Belli ki Çin'de önemli yatırımları bulunan Nike ve NBA'den daha ileri gitmeleri için izin çıkmamıştı. İşin ilginçliğini arttıran nokta da bu işte. Çin'i kızdıracak bir mevzuda konuşmasına izin verilmeyen LeBron James nasıl oluyor da açıkça cumhuriyetçileri karşısına alabiliyor? Yoksa Nike artık cumhuriyetçilerin spor ayakkabısı almadığını mı düşünüyor? Tabii ki hayır! Peki o zaman nedir bu ani U dönüşünün sebebi? Belli ki Nike, cumhuriyetçi kesimden gelecek eleştirileri pek de kaale almıyor. Burada çok daha iddialı bir sav öne sürülebilir: Nike ürünlerini pazarladığı bir market olarak Çin'i çok daha fazla önemsiyor. Başka bir deyişle de artık Amerikalılar'ın değil Çinliler'in ne marka ayakkabı giydiği önemli! Benzer şeyleri Warren Buffett ve onun şirketleri için de düşünebiliriz. Aynı zamanda LeBron'un akıl hocası olan dünyanın en zengin adamlarından Buffett'nin en önemli iş ortaklıkları Çin'le ve emin olun eğer Buffett, "dünyanın ilk milyarder sporcusu olmak istiyorum" diyen LeBron James'e cumhuriyetçileri kızdırmamasını öğütleseydi bugün bu tartışmaları yapıyor olamazdık. İşin bir diğer boyutu da Warren Buffett'nin olası bir Barack Obama hükümetinde Maliye Bakanı olma ihtimali ki bu olayın sosu gibi adeta.

Dünya hızla değişiyor. Halen kapitalizmle ve onun labirentleriyle boğuşsak da son günlerde yaşanan bu tartışmaları yorumlamaya kalktığımızda ABD'nin en güçlü kapitalistleri dahil birçok gücün kendi halkından(!) önce Çin marketini memnun etmeye çalıştığını görüyoruz. Ve bu da bize Çin'in yaklaştığı bilinen hegemonyasını net bir şekilde ispatlıyor. İspatladığı bir başka şey de küresel ekonominin yerel öncelikleri ne kadar ikinci plana itebildiği. Burada tabii bir başka soru işareti ortaya çıkıyor o da yerel önceliklerin piyasa tarafından umursanmadığı bu ortamda bir ideoloji olarak milliyetçilik nasıl gücünü koruyor ve nasıl halen devlet destekli meşruluğunu üretebiliyor? Buna verilecek en iddialı ama gerçekçi yanıt da kriz dönemlerinde mutlak bir savaş yaratan(bkz:corrective war, creative destruction teorileri) kapitalizmin bu savaşlarını meşrulaştırmak ve desteklemek için devlet ve halk destekli bir milliyetçiliğe ihtiyacı olduğu gerçeği. İlişkiler karmaşık ama iyice düşünüldüğünde son derece mantıklı ve bir o kadar da "günahkar".

Özetlemek gerekirse LeBron James'in bu çıkışı belki "süperstarların apolitik olması" ilkesinin yıkılması açısından kayda değer gibi gözükebilir ama gerçekleri derinlemesine deştiğimizde bu durumun da mevcudiyetini sponsorların iznine borçlu olduğunu anlayabiliriz. Nike istemese ya da Warren Buffett desteklemese, LeBron James de "cumhuriyetçiler de ayakkabı satın alıyor" diyerek apolitikliğini koruyabilirdi(tıpkı Darfur olayında olduğu gibi). Eğer Warren Buffett açıkça Obama'yı desteklediğini açıklayabiliyorsa bunu onun gibi bir kapitalist olan LeBron James neden yapamasın? Sonuç olarak ne LeBron kahraman ne de Jordan hain, sadece kapitalizm pragmatist!

Not: Nihayetinde bir spor yazısı olduğu için "hater" eleştirilerini başlamadan kesmek adına şu gerçekleri ekleyeyim: Michael Jordan basketbolcu olarak en sevdiğim isimdir. LeBron James ise aktif basketblcular arasında en favori oyuncum.

1)http://images.businessweek.com/ss/08/10/1002_power100/9.htm
2)http://images.businessweek.com/ss/08/10/1002_power100/17.htm

Tuesday, August 19, 2008

Beijing'in Kahramanları 3: Dara Torres



41 yaşındaki rekortmen yüzücü... Yanlış duymadınız 41! Evet, o kadar oldu. Eğer 1984 yılında Torres'in Los Angeles'ta altın madalya kazandığı yarışı izlemiş biriyseniz eminim size birisi gelip "bu kız 24 sene sonra yine olimpiyatlara katılacak ve madalya kazanacak" dese en kibar şekilde küfrü basardınız. Ama işte o halen karşınızda ve ben halen 41 kere maşallah klişesini tekrarlamamak için çırpınıyorum!

Torres sadece 41 yaşında değil aynı zamanda da bir anne! Bir sporcu hele ki yüzücü için ne kadar zor bir işin altından kalktığının bir başka göstergesi bu. Yüzme gibi vücudu çok hızlı tüketen, çok meşakkatli bir sporda halen nasıl olur da madalya kazandığını(dopingi yok tüm testleri tamam) açıklayabilecek bir fizyonom ya da biyolog varsa önce Phelps'i, sonra Bolt'u ha el atmışken bir de LeBron James'i incelesin sonra da bu kadına bir görünsün.

Dara Torres, kendi deyişiyle kızı Tessa'yı emzirdikten hemen sonra katıldığı Amerika elemelerinde başarılı olarak buralara kadar geldi ve 50 metre serbestte ikinci olarak zaten madalya ve rekorlarla olimpiyat tarihine kazımış olduğu isminin ömrünü biz balık hafızalı modern çağ veletleri için biraz daha uzattı. Biraz derken 200-300 yıldan bahsediyorum. 41 yaşıma geldiğim gün, hantal olacağına emin olduğum fiziğime bakıp Dara Torres'in önünde bir kez daha saygıyla eğileceğim.

Beijing'in Kahramanları 2: Michael Phelps




Resme aldanmayın! Michael Phelps, Vanilla Ice'ın kayıp solisti olamayacak kadar genç ve artık sokağa atlet-slip don-kösele ayakkabı üçlüsüyle dahi çıkma hakkına sahip! İstediği kadar kötü giyinebilir. O artık havuzların, yüzme tarihinin ve belki de olimpiyatların en büyüğü! Olimpiyatların track&field(pist ve saha)'dan ibaret olduğunu düşünen hocalarımız kusura bakmasın ama işte bu 23 yaşındaki rüküş delikanlı Mark Spitz'in "KIRILABİLEMEZ" rekorunu yenileyerek belki de çağın en uzun ömürlü başarısına imza attı. LeBron James, Phelps için "Olimpiyat tarihinin gelmiş geçmiş en iyisi" sıfatını kullandı. Tabii ki o Carl Lewis, Los Angeles'ta, Seul'de, Barcelona'da ya da Atlanta'da altınları kazanırken çok küçüktü ama artık Carl Lewis'i izlemiş isimler için bile Phelps'in yaptıkları bir mucize anlamını taşıyor ve kesinlikle "tarihin en iyisi" olarak adlandırılmayı hakediyor.

Daha önce "Spitz'in İzinde Bir Madalya Avcısı" yazımda da belirttiğim gibi Spitz'in deyimiyle Phelps, aya ayak bastı ve bununla da yetinmedi. Baltimore Kurşunu artık Mars'a ayak basan ilk insan! Müjde olimpiyat tarihi! En az 50 sene kırılamayacak yepyeni, taptaze bir rekorun var!

Wednesday, July 23, 2008

Childress Şoku: Paha Biçilemez!




David Stern, NBA'in gerçek anlamda global bir lig olması adına tarihi Avrupa Kulüplerini NBA sistemine dahil etme hayalini kuradursun; yaşlı kıtanın güçlü ve zengin takımları Stern'ün tahayyüllerini umursamadıkları gibi "dünyanın en büyük ligi"'nin önde gelen atletlerine de gözlerini dikmiş durumdalar. Atlanta Hawks'un restricted(kısıtlı) free agent(serbest) oyuncusu Josh Childress, bugün itibariyle Yunan kulübü Olympiakos'a attığı imzayla basketbol tarihinde bir miladı belirlemiş oldu. Artık NBA takımları serbest oyuncularını ellerinde tutabilmek için sadece Amerikalı rakipleriyle değil Avrupalı takımlarla da mücadele etmek zorunda. Peki bu noktaya nasıl gelindi?

Aslında yanıt tamamen NBA'in üzerine kurulduğu ve beslendiği sistemde gizli. Kapitalizm! Parayı veren düdüğü çalar ve NBA'de sarsılmaz sandığı hakimiyetini korumak adına bundan sonra daha radikal değişikliklere gitmek zorunda. Ve bu noktada tüm adresler salary cap ve draft kurallarını gösteriyor. Çünkü işler böyle devam ederse günün birinde gerçek bir NBA yıldızının ABD yerine Avrupa'da oynamayı tercih ettiğine de tanık olabiliriz.

JOSH CHİLDRESS VAKASI

Josh Childress'in Olympiakos'la imzaladığı anlaşma 3 yıllık ve toplam 20 milyon dolar; ki bu senelik 6.5 milyon dolara tekabül ediyor. NBA'deki salary cap sistemi gereği her kulübün belli bir bütçesi var bu bütçe yüzde 10'dan fazla aşılırsa fahiş gelir vergileri ödenmek durumunda. 2008-09 sezonu için ligin belirlediği salary cap 58 küsür milyon dolar. Atlanta Hawks'un şu andaki ücret bordrosu ise kısıtlı serbest oyuncuları Josh Smith ve Josh Childress hariç 49 milyon dolar. Bu durumda Hawks her iki oyuncusuna da salary cap'i aşsa dahi Bird Exception(*1) kuralı sayesinde hak ettikleri sözleşmeleri önerebilir ama Hawks genel menajeri Rick Sund'ın da daha önceden belirttiği gibi Atlanta'nın önceliği Josh Smith'e tanıyacağı zaten biliniyor. Josh Smith'e büyük ihtimalle 4 sene 50 milyon dolar civarı bir teklif önerilecek. Bu, ilk sene itibariyle en az 11 milyon dolar ve salary cap'in dolması demek. Bu durumda Hawks, Josh Childress'a sadece mid-level exception* sözleşmesi önerilebilir ki bu da 5.5 milyon dolar'a eşit oluyor.(zaten 6 yıl 33 milyon dolarlık bir teklif yapılmıştı) %30 vergiyi de düşersek Childress'ın senelik kazanacağı miktar yaklaşık 4 milyon dolara kadar düşüyor. Eh, Olympiakos'tan alacağı vergileri düşülmüş 6.5 milyon doların yanında sönük bir rakam. Ayrıca 25 yaşındaki oyuncu Yunanistan'da maaşını da Euro üzerinden alacak ki Euro'nun Dolar karşısındaki önlenemez yükselişi Avrupa takımlarının tekliflerini daha güçlü kılan bir başka sebep.

AVRUPA'NIN AYAK SESLERİ

Daha önceki Brandon Jennings yazımda da belirttiğim gibi bu yaz Avrupa takımları tamamen çıldırmış durumda. Her gün bir başka astronomik fiyatlı transfer dedikodusu başları döndürüyor. Daha geçen hafta Carlos Delfino, Rus Khimki kulübüyle 3 yıl 30 milyon dolarlık inanılmaz bir sözleşme imzaladı ki takımın 8., 9. oyuncusu olarak Delfino'nun NBA'de kazanacağı maksimum ücret 3-4 milyon dolar. Primoz Brezec, Juan Carlos Navarro, Bostjan Nachbar gibi isimler de bu yaz hem daha fazla para kazanmak hem de eskiden sahip oldukları yıldız statüsüne yeniden kavuşmak için Avrupa'ya dönmüş diğer oyuncular. Tabii ki bu isimler NBA yıldızı değillerdi ama hepsi de önemli rol oyuncuları olarak bu ligde kendilerine bir yer edinebilecek durumda olan isimlerdi. Ve hepsi de daha fazla para kazanmak adına çocukluk hayalleri olan NBA'i rahatlıkla bir kenara itebildiler. Önemli olan nokta aslında daha çok para kazanmak değil zira bu isimler daha fazla para için NBA yerine Avrupa'yı tercih eden ilk oyuncular değiller. Önemli olan nokta gitgide daha büyük, daha yıldız oyuncuların çok daha önemli miktarlar için Avrupa'yı tercih etmesi. Yani 2.turdan draft edilip garanti kontrat alamayan bir çaylağın Avrupa'ya gitmesi gibi bir durumdan bahsetmiyoruz. Josh Childress örneği belki de bu açıdan çok önemli. Yakın gelecekte salary cap derdi olmayan sınırsız bütçeli Avrupa kulüplerinin NBA yıldızlarını senelik 30-40 milyon dolarlık sözleşmelerle kadrolarını kattıklarını görürsek hangimiz şaşırırız? Misal Roman Abramovich tarzı multimilyarder işadamlarının bunu yapmasına kim engel olabilir ki? Çok değil 7 yıl sonrasını düşünelim: 30 yaşına gelmiş, NBA şampiyonluğu ve MVP ödülleri tatmış bir LeBron James'in kendi küresel marka değerini daha yukarı taşımak ve bunu yaparken de senede 40 milyon dolar kazanmak adına Avrupa'da oynaması fikri kulağa artık o kadar da abes gelmiyor.

Bu noktada gelmesi muhtemel bir kontra görüşü de değerlendirmeye çalışacağım. Bilindiği üzere David Beckham geçtiğimiz sezon MLS takımlarından Los Angeles Galaxy'ye tranfer oldu ve halen dünyanın en iyi 30 futbolcusundan biriyken yaptı bunu. Tabii ki en formda döneminde değildi ama yaşını başını da almamıştı hani. Üst düzey top oynayabilecek 3-4 senesi varken o daha fazla para kazanmak ve küresel bir ikona olarak değerini arttırmak için Hollywood'a gitmeyi tercih etti. Bu tranfer gerçekleştikten sonra Avrupa'da bir allahın kulu çıkıp "MLS güçleniyor" , "yakında mali güçleri sayesinde tüm yıldızları kapacaklar", "UEFA'nın radikal değişikliklere gitmesi lazım" falan demedi. Çünkü biliniyordu ki: 1-UEFA'nın bünyesine dahil kulüplerin ekonomik gücü MLS'ten kat kat fazla. 2-Altyapı ve endüstriyel olarak Amerika'daki futbol Avrupa'yı tehdit edecek düzeyde değil 3-Avrupa'nın dünya futbolundaki hakimiyetiyle NBA'in mutlak hakimiyeti arasında dağlar kadar fark var. Bugün Freddy Adu gibi ABD futbolunun geleceği olarak görülen bir yetenek bile yedek kalma pahasına Avrupa kulüplerinde oynamayı tercih edebiliyor. Fakat Childress örneğinde bambaşka bir durum var. Bir manada NBA ilk defa ihtiyaç duyduğu bir yeteneği ihraç etmiş oldu hem de bedavaya!

'Brandon Jennings Hadisesi' adlı yazımda da belirttiğim gibi Avrupa kulüplerinin NBA ve hatta NCAA için gerçek bir tehdit haline dönüşmesi sürecine resmi olarak adım atmış bulunuyoruz. NBA'in bu gidişatı yavaşlatmak ya da tersine çevirmek için en kısa zamanda salary cap ve draft sisteminde değişikliklere gidebileceğini öngörmek artık hayalcilik değil. Bundan kastım tabii ki salary cap'in kaldırılması değil ama vergi eşiğinin çok daha yukarılara çekilmesi. 2008-09 için belirlenen 58 milyon dolarlık sınırı 2010-11'de 70-80 milyon olarak görürsek hiç de şaşırmayacağım. Çok değil 10 sene önce Amerikan basketbolunun yenilmez olduğuna gözü kapalı inanıyorken 2002'de yaşanan şoku düşününce Avrupa-ABD arasındaki rekabetin bu noktalara gelmesi bir kehanetin yavaş yavaş gerçeğe dönmesi gibi. Kapitalizmin tüm vahşiliğiyle ABD'yi vurduğunu görmenin ironisi ise o ünlü reklamın dediği gibi "paha biçilemez".

*1: Larry Bird Exception: Salary-cap'i aşmış takımların serbest kalan oyuncularına yeniden sözleşme önerebilmesi kuralı. Bir oyuncunun bu kategoriye girebilmesi için 3 sezon boyunca takım değiştirmemiş ve sözleşmesi feshedilmemiş olmalıdır.

*2: Mid-Level Exception: Her takımın salary cap'i aşsa dahi kadrosunda en fazla 1 tane MLE sözleşmeli oyuncu bulundurabilmesi hakkı. MLE, NBA'deki ortalama maaş miktarına göre belirlenir. 07-08 sezonunda bu rakam 5.5 milyon dolardı.

Monday, June 30, 2008

Brandon Jennings Hadisesi



Brandon Jennings...Kenny Anderson kadar hızlı, Allen Iverson kadar gösterişli, Magic Johnson kadar iyi bir pasör(e biraz da abartalım) ve-evet- saçlardan da anlayacağınız gibi MC Hammer kadar da rüküş. Onun basketbolda yeni bir akımın öncüsü olacağı söyleniyor. Merak etmeyin saç kesimiyle değil.

Henüz 18 yaşındaki 1.85'lik guard eğer Arizona için girdiği SAT sınavını geçemezse 1 sezonluğuna Avrupa'da forma giyeceğini ve NBA Draftı'na kolej oynamadan gireceğini açıkladı. Eğer dediğini yaparsa bunu gerçekleştiren ilk Amerikalı basketbolcu olacak. NBA, 2006'da aldığı kararla liseden draft olmayı yasaklamış ve seçmelere katılabilmek için atletlere yaş sınırı getirmişti(19). Bu yolla hem NCAA basketboluna katkıda bulunmayı hem de ligi talan eden yetenekli ama altyapısı zayıf gençlerden kurtulmayı hedefliyorlardı. Fakat şöyle de bir gerçek var ki: her basketbolcu adayı Allan Houston ya da Grant Hill değil. Çoğu fakir ailelerden geliyorlar ve yine kurallar gereği profesyonel olmadan hiçbir sponsordan hediye ya da para kabul edemezler. Kolejde geçirilecek bir yıl ailelerine 1 sene daha masraf olmaları demek ve bu da Brandon Jennings gibi birçok ismin kaldıramayacağı bir yük.

Lise sonrası Avrupa'da 1 sene profesyonel basketbol oynama fikri, basketbolun pazarlama dehası Sonny Vaccaro'dan çıkmıştı. Michael Jordan, Kobe Bryant ve LeBron James gibi yıldız isimlere ilk büyük kontratlarını imzalatan isim olan Vaccaro'nun bu fikri 2009 Draftı'nda ilk 5 sıradan seçilmesine kesin gözüyle bakılan Brandon Jennings'in aklını fazlasıyla çelmiş gözüküyor.

Peki eğer Jennings dediğini yapar ve başarılı bir örnek oluşturursa uzun vadede bunun basketbola ne gibi getirileri ya da götürüleri olacaktır? Büyük bir geçmişe sahip olan NCAA basketbolunun ilk aşamada büyük yaralar alacağı kesin ama muhafazakarlığı bir tarafa bırakıp profesyonel basketbola daha uygun yeniliklere imza atarlarsa bu hem lig hem de genç oyuncular için daha iyi bir gelecek anlamına da gelebilir. Hücum süresinin 35 saniye olduğu ve üçlük çizgisinin NBA ölçülerinden yakın olduğu bir ligde oynanan amatör basketbolun ne kadar eğitici olduğunu ilk sorgulayan ben değilim elbette. Yazının kahramanı Brandon Jennings'in de bu konuda şüpheleri var ve geleceklerini sadece basketbol üzerine kuran gençlerin konsantrasyonunun derslerle bozulmasının pek de iyi bir şey olmadığını da düşünüyor genç yıldız adayı.

Peki ya Avrupa basketbolu ve NBA? Son senelerde CSKA, Olympiakos, Panathinaikos gibi takımlar bütçe olarak NBA salary cap'ine yaklaşmaya başladılar. Toronto Raptors'da bir rol oyuncusu olarak senede 4.5 milyon dolar kazanan yaşayan Euroleague efsanesi Anthony Parker'a Olympiakos'un geçtiğimiz günlerde yaptığı 3 yıllığına 30 milyon dolarlık teklif dudak uçuklatıcıydı. Parker'ın salary cap nedeniyle NBA'de bu paraları kazanması imkansız. Dolar'ın Euro karşısındaki önlenemez düşüşü ve Avrupa'da herhangi bir parasal limitin olmaması yakın gelecekte kimi NBA yıldızlarının Avrupa'ya kaymasına sebep olabilir. Tüm bu gelişmelerin üstüne Brandon Jennings tarzı oyuncular, ilk senelerini Avrupa'da geçirdikten sonra NBA'e geçmek isterlerse çaylak kontratına kanaat etmeleri gerekeceği için Euroleague'de kalmayı da yeğleyebilirler. Gerçi bu ilk 14 sıradan seçilen oyuncular için bu büyük dert yaratmaz sonuçta senelik 2 ila 4 milyon dolar arası bir para kazanacaklar ama NBA yıldızlarının hepsinin de lottery oyuncusu olarak lige adım attığı söylenemez. Euroleague takımları mali bakımdan NBA'i zorlamaya devam ederlerse yakında NBA'deki yıldız oyuncu kalitesinin aşağılara indiğini buna karşılık Avrupa liginin hızla geliştiğini görebiliriz. Bu da kuşkusuz NBA'i salary cap ve çaylak kontratı gibi konularda radikal değişiklere gitmeye itebilir.

Gördüğünüz üzere genç bir yıldız adayının "ne kolej derdi çekeceğim giderim Avrupa'da paramı kazanırım" demesi nice değişikliklere ve belki de devrimlere yol açabilir. Eğer Jennings seneye Avrupa'da oynarsa bu tarihi bir maceranın başlangıcı olacaktır. Umarım 2008/09 sezonu NBA 09 Draftı'nın en iyi 2 guard adayı Ricky Rubio ile Brandon Jennings'i aynı ligde gördüğümüz ilk sezon olur.

Thursday, March 20, 2008

Vogue'nun Sevimsiz Kapağı



LeBron James, “Seçilmiş Kişi”, “Kurtarıcı”, “NBA’in Altın Çocuğu”…Henüz profesyonel yaşama adım atmadığı günlerde Ohio’nun küçük bir şehri olan Akron’dan ülke gündemine oturmayı becermiş bu süper yeteneğin adı 16 yaşından beri yani 7 senedir Amerikan medyasının manşetlerinden hiç eksik olmadı. Michael Jordan’ın emekliliği sonrası popülaritesini ve reytinglerini kaybetmeye başlayan NBA’in imdadına hızır gibi yetişen genç adam sadece saha içi başarılarıyla değil çektiği reklamlar, kamuoyunda çizdiği imaj, sponsorları ve dünyanın en zengin adamı Warren Buffett’i bile etkilemeyi başaran zekasıyla kısa zamanda dünyanın en önemli simalarından biri haline geldi. Kırdığı rekorlar ve gerçekleştirdiği ilklerin ismiyle yan yana anılmasına alıştığımız süperstar son olarak dünyaca ünlü kadın ve moda dergisi Vogue’ya kapak olan 3.erkek olarak tarihe geçti. (diğer ikisi Richard Gere, George Clooney) Bir diğer deyişle Vogue’ya kapak olan ilk siyahi erkek de diyebiliriz. Sevenlerinin deyişiyle “Kral”’ın yaş tahtaya basmasına pek alışık değiliz ama bu sefer işler onun zekasının dahi algılayamayacağı kadar derin ve kötü niyetli olabilir.

Annie Leibovitz’in Vogue için çektiği kapak resmi, ilginç, bir o kadar da tanıdık ve rahatsız edici. Dünyaca ünlü top model Gisele Bündchen, fiziğiyle Yunan heykellerini andıran 2.05 118 kiloluk(sadece %3’ü yağ) LeBron tarafından sıkıca kavranmış. Manşet gayet masum: “Secrets of Best Bodies” yani Kusursuz Bedenlerin Sırrı. Gelin görün ki fotoğrafta bir iticilik var. LeBron’a verdirilen poz, Gisele’i tutuş biçimi-ki fotomontaj olma ihtimali çok yüksek-… Söylemesi sinir bozuyor ama semiyotikler aşkına beyaz kadın siyahi vahşi görünümli bir “canavar” tarafından sıkıca kavranmış ve sanki canavar onu alıp birazdan ormanın derinliklerine götürecek. Birkaç sanat blogcusunun da belirttiği üzere Fransız heykeltraş Emmanuel Fremiet’nin 1887’de yaptığı “Kız kaçıran Goril” figürünü yahut göstergebilimciler tarafından pek de masumane yorumlanmayan ünlü Hollywood filmi King Kong’u hatırlatan bir simgesellik var. Bilindiği üzere maymun, “medeni” beyazların siyahilere uygun gördüğü aşağılık aşağılama metaforlarından biridir. Bir iletişim öğrencisi olarak göstergebilim alanında uzman olmamam bir eksiklik olarak değerlendirebilir ama birçok göstergebilimcinin de işaret ettiği gibi esasında bu kavram, farkında olduğumuz gerçekliklerin bilmediğimiz diller ve şekiller yoluyla zihnimize kazınmasından başka bir şey değildir.

LeBron ve Gisele’li bu kapak resmine bakıp estetik diyebilmek kanımca pek mümkün değil. Peki Vogue gibi bir dergi ve Annie Leibovitz gibi bir fotoğrafçı, gayet güzel fizikli bu iki insandan neden pek de estetik gözükmeyen bir kapak yaratmayı seçer? Pek mantıklı gelmiyor. Öyle değil mi? Yani, elimizde Helenistik dönemin heykellerini kıskandıracak fizikli bir adam ve dünyanın en güzel kadınlarından biri olduğu hiç şüphe götürmeyen bir kadın var! Leibovitz’in de alanında ne kadar uzman olduğunu biliyoruz. O zaman ortaya niye bu her tarafı falso kapak çıktı? Resmin yarattığı şaşkınlık ilk günlerde o kadar fazlaydı ki, kimsenin dilinin varmadığı “LeBron biraz canavara benzetilmiş” tarzı yorumlar nihayet bu hafta dile getirilmeye başlandı(kapak geçen hafta medyaya sızdırıldı ve Nisan ayının kapağı). En azından son günlerde günümüzde büyük medya kuruluşlarına göre çok daha demokratik ve özgür bir söylem içeren forum ve blog seviyesinde bu eleştirilere rastlayabiliyoruz. Fotoğrafın alt metninde “siyahi canavar” vurgusunun şiddeti ne yazık ki çok hissedilir.

Göstergebilim uzmanı olmaya gerek yok. Az çok medyayla içli dışlı olan herkes, herşeyin bir mesaj iletmekten ibaret olduğunun farkında. Bu açıdan ileticiler her zaman güçlü olmuştur, bir başka deyişle güçlülerin elinde yer almıştır. Roland Barthes’ın dediği gibi her fotoğraf, kodsuz bir mesajı içinde barındırır ve medyanın ’güçlü’lerinin kodladıkları mesajlar genelde iyi niyetli değildir. Helen’lerden miras alınan Ari ırkın üstünlüğü(medeniliği) fikri bugüne kadar çok can yaktı. Yine de modern Batı Medeniyetinin her santimetrekaresinde imzası bulunan yüce Helen medeniyetinin bu sevimsiz kalıntısı alt metinler halinde kitlelerin kulağına fısıldanmaya devam ediyor. Belki de ben ve içeriği itibariyle tarihte bir ilk olan bu fotoğrafı rahatsızlık verici bulan kişiler azınlıktır ama siyahi süperstar LeBron James kullanılarak Vogue ve Annie Leibovitz’in pek de masum bir iş çıkarmadığı düşüncesindeyim. Ayrıca dünyanın güzel bir yer olmadığı ve insanoğlunun büyük kesimin kötü niyetli olduğunu da düşünüyorum. Umarım bunlar sadece benim karamsar gözlemlerimden ibarettir.