BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.
Merkez-çevre sorunsalı modernizmin her aşamasında karşımıza çıkan problematik bir deneyim olarak sıkça cisim değiştiriyor belki ama özünden hiçbir şey kaybetmiyor. Hatta teknolojinin ilerlemesi ve ideolojikleşmesiyle altın çağını yaşıyor bile diyebiliriz. Artık sadece ekonomik-siyasal tabanlara dayanan bir merkez hegemonyasıyla yetinmiyor iktidarlar, aynı zamanda medyanın da desteğiyle müthiş bir kültürel kuşatma yaratıyorlar.
Geçtiğimiz hafta Saint-Etienne’de oynanan Fransa-Türkiye maçında çıkan olayların medyadaki yansımaları bize bu konuyu derinlemesine deşme imkanı doğurdu. Bilmeyenler için hatırlatalım karşılaşmanın 80.dakikasında tribündeki Türkiyeli seyirciler, memnuniyetsizliklerini sahaya “yabancı madde yağdırarak” göstermişler, çıkardıkları olaylarla tüm Turan dünyasını Avrupa’ya karşı mahcup etmişlerdi(!). Son 2 yüzyılda kökleri atılan ve yaratılan milli kültürün tamamı, kendini Avrupa’ya beğendirme ve eline imkan geçerse onu alaşağı etme (geçme değil direkt canına okuma manasında) üzerine kurulu olduğu için Türk iktidar aygıtları için katlanılması zor bir durumdu. Neyse ki bizim de bir “çevremiz” var. Suç asla Türk’ün olamayacağına göre; konjonktür değerlendirildi, zihin düzenleyiciler karar verdi, medya uyguladı. “Olağan Şüpheli 2” (Nomero 1 elbette Kürtler) devreye sokulacaktı.
Olumlu her hadisede “Türk’ten Avrupa’ya ders”, “Türk’ün Gücü”, “Türksün-Ürksün” başlıkları atan medya, Fransa maçında çıkan olaylar sonrası, “Gurbetçilerin Çirkinlikleri”, “Gurbetçilerin Çıkardıkları Olaylar” hatta “Avrupa’da Yaşamakla Avrupalı Olunmuyor” (hayır bu cümleyi Burhan Altıntop değil Mert Aydın gibi çok beğendiğimiz bir spor gazetecisi kurdu) ağızlarına döndü. İmam osurursa cemaat ne yapsın misali; okuyucu yorumları daha da korkunçtu. E böyle medyaya böyle okur, böyle zihniyete böyle yorum!
Cezayı, olayları çıkaran Türkiyelilerin gurbetçi oluşuna ve Avrupalı olamayışına bağlayan medya farkında mıydı ki aynı maçta Fransız seyirciler kendi oyuncularına karşı ırkçı saldırılarda bulundular. Cezayir asıllı golcü Karim Benzema’nın maç sonrasındaki isyanından haberdarlar mıydı? Olsalardı belki ezeli ve ebedi Avrupa komplekslerini gözden geçirmek isteyebilirlerdi. Avrupa’nın binlerce yıllık yerlileri öz be öz Fransızların ırkçı tezahüratları bana hiç de “medeni” bir davranış gibi gelmedi de o yüzden!
Sorun şu ki; Türk medyası kafasını etnoloji ve milliyetçilikle o kadar bozmuş ki toplumları şekillendiren birincil faktörün sınıf mücadelesi olduğunun bilincinde değil. Tersi söz konusu olsaydı merkez-çevre ilişkisini daha iyi çözümleyebilirlerdi. Ve etnik kökenine bakılmaksızın git gide daha da fakirleştirilen, dışlanan, marjinalize edilen “çevre”’nin kaderinin kapitalist dünyanın her yerinde aynı olduğunu görebilir, Fransız taraftarlarla, Türkiyeli taraftarların çıkardıkları olayları Avrupa’daki merkez sağın korkutucu yükselişiyle bağdaştırabilirlerdi.
Pazar günü gerçekleştirilen Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, sosyalistler tarihlerinin en ağır yenilgilerinden birini aldı. En güçlü olması gereken dönemde Fransız Sosyalist Partisi tepetakla vaziyette. Lenin’den Gramsci’den bu yana hiçbir şeyin değiştirilememiş olduğunu görmek can sıkıcı. Milliyetçilik ve merkezin hegemonyası, baskısı halen işçi sınıfının gözlerinin önüne bir perde gibi inmeye devam ediyor. Görmüyoruz, duymuyoruz, isyan etmiyoruz. Tek yaptığımız merkezin bize düşman bellettiği “çevreye” sövmek ve bir futbol maçını milliyetçi hezeyan şovuna dönüştürmek. Demek ki sermaye medyası, patronuna iyi hizmet ediyor. Demek ki kültürel hegemonya tam gaz altımızı oymaya devam ediyor.
Showing posts with label ntvspor. Show all posts
Showing posts with label ntvspor. Show all posts
Wednesday, June 10, 2009
Sunday, April 12, 2009
EĞLEN-ME, SAVAŞ!
Hayatı belli kalıplara sıkıştırmak, kurallara boğmak, gerekli ya da gereksiz bir resmiyete sokmak için bitmek tükenmek bilmez bir azmimiz var. Hep bir tabur intizamı, devlet dairesi sıkıcılığı ve kendimizi güvende hissetme konformistliğinin peşindeyiz. Sokakta yürürken kendi kendine gülenleri sevmiyoruz; dalga geçiyoruz onlarla. Hani Orhan Veli demiş ya "sokakta giderken, kendi kendime/ gülümsediğimin farkına vardığım zaman/beni deli zannedeceklerini düşünüp/gülümsüyorum..." Aynen öyle. Tek başına gülmek, ayıp ve saçma. Yahut şarkı söylemek, kendi kendine konuşmak. İnsan yalnız başınayken sıkıntılı sıkıntılı yürümeli ve susmalı! Bizlere bu öğretildi "sıkıcı ve emniyetli dünya 101" dersinin abc'sinde. Bu davranış geleneğinin bireysel olduğuna inanmıyorum. Genetik kodlarımızda sıkıcılık aşkı kazılı olamaz. Fakat otorite diye bir şeyin ruhu varsa eğer mutlaka sıkıcılık tanrısının emrindedir. Buna eminim.
"Devletin olduğu yerde baskı mevcuttur." Amin! Bu sebepten "sistem"'in otoriterliği dünyanın neresine gitseniz aynı. Yerleşik her yapıda, kurumda, organda bu sıkıcı ve otoriter sistemin ahtapot kollarına takılmak mümkün. Dünyanın en eğlenceli işini yapıyor yahut izliyor olalım, o aktivite bir kez sisteme entegre oldu mu kaçınılmaz "sıkıcılaştırma" mafyasının kontrolu altına girdi demektir. Cık cık'çı teyzeler, eli coplu polisler, linççi gençler, tükürgen orta yaşlılar... Sivili, resmisi hepsi kolluk kuvveti, hepsi emniyet sübabı. "Sıkıcılığı sağlayacağız, elimizden uçan, kaçan dahi kaçamaz." Bu, onların her sabah okulda okudukları kutsal ant gibi bir şey.
Spor da bu sistemin etki alanına dahil elbette. Saha içindeki mücadelenin bize git gide daha yapay gelmesi sadece nostaljisever oluşumuzdan mı? Yoksa bunca saha dışı elin etkisiyle sporlar, o en can alıcı özellikleri olan otantikliklerini mi kaybediyorlar?
Pazar günü iki büyük maç vardı. Biri "yüzyılın derbisi" Galatasaray-Fenerbahçe, biri NBA'de Doğu Konferansı'nın playoff'lar öncesi son "mesaj" maçı Cleveland Cavaliers-Boston Celtics. Bu 2 maçtan ve Pekin 2008 olimpiyatları'ndan farklı kareler, medya yorumları ve taraftar izlenimleri aktararak meramımı açıklamaya çalışacağım.
ARDA SEN METİN GİBİ OL AMA ÖNCE FENER'İ ...
Öncelikle bizim maç, yani koca derbimiz saha içi mücadele açısından tam bir rezaletti. Mücadeleden keyif almamızı sağlayabilecek tek bir an bile yoktu ama asıl merak ettiğim şu: Derbi heyecanıyla tribünleri ve ekranları dolduran milyonların öncelikli derdi maçtan keyif almak mıydı yoksa Emre Belözoğlu'na küfretmek mi? Cidden soruyorum ya niye taraftarız? Futbol takımlarıyla niye aşk yaşıyoruz? Eğlenmek yahut iyi vakit geçirmek için mi yoksa küfredip, kırıp dökmek için mi? Maçın son dakikasında kırmızı kartlar, yumruklar, küfürler gönlümüzü eyledi mi? Bir derbiyi büyük yapan öğeler nedir? Belli ki bizimkinin "dünya derbisi" olma sebebi içerdiği şiddet katsayısı. Arda Turan'a herkes kızgın. Böyle davranarak Metin Oktay olamazmış. Ne Metin Oktay'ı yahu? Adamın Metin Oktay olmasını istemiyorsunuz ki. Maça küfretmek için giden bir insan Metin Oktay üzerine edebiyat parçalama hakkını kendinde nasıl buluyor? Senin futbolu takip etme sebebin Metin Oktay tarzı sporcular değil ki! Ha bir de şu var, Metin Oktay bugün yaşasa Metin Oktay olabilir miydi acaba? Bir yanda, Lacan'cı konuşursak "Büyük Öteki" yani sistem, onun güdümünde sporcuları "entertainer" değil "warrior" olmaya sürükleyen medya, onun da yönlendirdiği taraftar kitleleri. Bu ortamda Metin Oktay'ın, Metin Oktay olmasına izin verilir miydi zannediyorsunuz? Futbol hala eğlenceyken Metin, Metin'di. Futbol bu haldeyken de kusura bakmayın ama Arda, Arda. Sabri'yi alkışlayan, "Sabri Emre'nin anasını ..." diyen hiç kimse ağzına Metin Oktay'ı alıp edebiyat parçalamasın, komik hatta iğrenç oluyorsunuz.
OLİMPİYAT ROBOTU
Daha önce de alıntılamıştım, Daniel Boorstin'e göre sporları seviyoruz çünkü 20.yüzyıl insanı ancak onda yüzde yüz gerçek, spontane ve tekrarı olamayacak anlara olan amansız açlığını tatmin edebiliyor. Bireysel olarak baktığımızda bu doğru fakat sistem, otorite, tekillerle ne kadar aynı fikirde orası tartışılır. Usain Bolt, Pekin'de insanoğlunun sınırlarını yeni bir boyuta çekerken yarışın son 10 metresinde profesyonelliği(ya da sıkıcılığı mı demeliyim) elden bırakıp sevinmeye başladığı için OLimpiyat komitesi başkanı Jacques Rogge tarafından kıyasıya eleştirilmişti. Bolt'u, sevincini, heyecanını gizleyemediği için eleştiren Rogge, onun rakiplerine ve "olimpiyat ruhu"'na saygı göstermediğini iddia etmişti. Hiçbir sporcudan böyle bir yakınma gelmezken olimpiyat komitesi başkanından bu sözlerin gelmesi şaşırtıcı mıydı? İnsanların eğlenmesi, gülmesi, iyi vakit geçirmesiyle tarihsel olarak problemleri olan totaliter bir kurumun başkanından böylesi bir yorumun gelmesi ben gibi düşünen insanlar için gayet normaldi. "Olimpiyat ruhu"'ymuş. Dünyanın en sıkıcı ruhu olsa gerek bu bahsedilen ruh. Oldu olacak olimpiyat robotu diyelim adına da.
SEKİZİNCİ GÜNAH: EĞLENME
Bizim dillere destan derbiden sonra sıra Cleveland-Boston maçındaydı. LeBron'un önderliğinde ligin tozunu atan Cavs, Garnett'ten yoksun Boston'ı 31 sayı farkla mağlup etti. Bu senenin saha içi ve dışında en eğlenceli takımı olan Cavaliers, her zaman olduğu gibi galibiyeti kenarda renkli davranışlarla kutladı. LeBron klasik gitar çalma rutinini yaptı, dans ettiler, hayali aile fotoğrafları çektirdiler. Eğlendiler yani. Cleveland maçlarını takip edenler için yeni görüntüler değildi bunlar. Evlerindeki her maçta aynı gösterileri yapıyorlar. Maçı NTVSPOR yayınlıyordu. Ve otorite bu kez de medya kılığında iş başındaydı. Murat Kosova ve Kaan Kural kızgındı. Bir takım galibiyetini nasıl böyle kutlayabilirdi? Rakibe saygısızlıktı, amatörceydi, ayıptı vs. Bir takımın eğlenmesini rakibe saygısızlık olarak okumamız öğütleniyor bize medya tarafından. Çünkü adamlar "savaşıyor", oyun oynamıyor. Savaşta eğlence olmaz. 2.Dünya savaşı'nda, Allah'ın Stalingrad'ında bile eğlence olur(bkz: enemy at the gates), spor savaşında olamaz. Cık cık cık büyük saygısızlık. Böyle yorumları dinlediğim zaman cık cık'çı teyzeler aklıma geliyor. Murat Kosova dün onların erkek versiyonu gibiydi. "Eğlenmek", ne büyük günah!
Kurumlar, medya ve hepsinin ötesindeki yüce otorite, spor gösterilerini yapaylaştırıp, otantikliğini öldürür başka bir deyişle onların bizi eğlendirme kapasitesini minimuma indirmeye çalışırken emek döktüğü ve para kazandığı işi hafife alabilen "entertainer"'lar çağımızın nadide elmasları haline dönüşüyorlar. O yüzden Usain Bolt'un 9.59 koşabilecekken 9.69'da kalmasını umursamadım hatta onun yarış henüz devam ederken başladığı sevinç gösterisi yüzünden fazladan bir heyecana bile kapıldım. Yine o yüzden dün Cleveland ve LeBron'un "zararsız" sevinç gösterilerini yadırgamadım ve "yüzyılın derbisinde" yaşanan her şeyden nefret ettim. Eğlencemizi öldürüp ondan Roma'daki gibi bir savaş yarattılar. Şimdi de savaşanları savaşarak izlememizi istiyorlar. Roma'da bile bu kadar ileri gidilmemişti.
"Devletin olduğu yerde baskı mevcuttur." Amin! Bu sebepten "sistem"'in otoriterliği dünyanın neresine gitseniz aynı. Yerleşik her yapıda, kurumda, organda bu sıkıcı ve otoriter sistemin ahtapot kollarına takılmak mümkün. Dünyanın en eğlenceli işini yapıyor yahut izliyor olalım, o aktivite bir kez sisteme entegre oldu mu kaçınılmaz "sıkıcılaştırma" mafyasının kontrolu altına girdi demektir. Cık cık'çı teyzeler, eli coplu polisler, linççi gençler, tükürgen orta yaşlılar... Sivili, resmisi hepsi kolluk kuvveti, hepsi emniyet sübabı. "Sıkıcılığı sağlayacağız, elimizden uçan, kaçan dahi kaçamaz." Bu, onların her sabah okulda okudukları kutsal ant gibi bir şey.
Spor da bu sistemin etki alanına dahil elbette. Saha içindeki mücadelenin bize git gide daha yapay gelmesi sadece nostaljisever oluşumuzdan mı? Yoksa bunca saha dışı elin etkisiyle sporlar, o en can alıcı özellikleri olan otantikliklerini mi kaybediyorlar?
Pazar günü iki büyük maç vardı. Biri "yüzyılın derbisi" Galatasaray-Fenerbahçe, biri NBA'de Doğu Konferansı'nın playoff'lar öncesi son "mesaj" maçı Cleveland Cavaliers-Boston Celtics. Bu 2 maçtan ve Pekin 2008 olimpiyatları'ndan farklı kareler, medya yorumları ve taraftar izlenimleri aktararak meramımı açıklamaya çalışacağım.
ARDA SEN METİN GİBİ OL AMA ÖNCE FENER'İ ...
Öncelikle bizim maç, yani koca derbimiz saha içi mücadele açısından tam bir rezaletti. Mücadeleden keyif almamızı sağlayabilecek tek bir an bile yoktu ama asıl merak ettiğim şu: Derbi heyecanıyla tribünleri ve ekranları dolduran milyonların öncelikli derdi maçtan keyif almak mıydı yoksa Emre Belözoğlu'na küfretmek mi? Cidden soruyorum ya niye taraftarız? Futbol takımlarıyla niye aşk yaşıyoruz? Eğlenmek yahut iyi vakit geçirmek için mi yoksa küfredip, kırıp dökmek için mi? Maçın son dakikasında kırmızı kartlar, yumruklar, küfürler gönlümüzü eyledi mi? Bir derbiyi büyük yapan öğeler nedir? Belli ki bizimkinin "dünya derbisi" olma sebebi içerdiği şiddet katsayısı. Arda Turan'a herkes kızgın. Böyle davranarak Metin Oktay olamazmış. Ne Metin Oktay'ı yahu? Adamın Metin Oktay olmasını istemiyorsunuz ki. Maça küfretmek için giden bir insan Metin Oktay üzerine edebiyat parçalama hakkını kendinde nasıl buluyor? Senin futbolu takip etme sebebin Metin Oktay tarzı sporcular değil ki! Ha bir de şu var, Metin Oktay bugün yaşasa Metin Oktay olabilir miydi acaba? Bir yanda, Lacan'cı konuşursak "Büyük Öteki" yani sistem, onun güdümünde sporcuları "entertainer" değil "warrior" olmaya sürükleyen medya, onun da yönlendirdiği taraftar kitleleri. Bu ortamda Metin Oktay'ın, Metin Oktay olmasına izin verilir miydi zannediyorsunuz? Futbol hala eğlenceyken Metin, Metin'di. Futbol bu haldeyken de kusura bakmayın ama Arda, Arda. Sabri'yi alkışlayan, "Sabri Emre'nin anasını ..." diyen hiç kimse ağzına Metin Oktay'ı alıp edebiyat parçalamasın, komik hatta iğrenç oluyorsunuz.
OLİMPİYAT ROBOTU
Daha önce de alıntılamıştım, Daniel Boorstin'e göre sporları seviyoruz çünkü 20.yüzyıl insanı ancak onda yüzde yüz gerçek, spontane ve tekrarı olamayacak anlara olan amansız açlığını tatmin edebiliyor. Bireysel olarak baktığımızda bu doğru fakat sistem, otorite, tekillerle ne kadar aynı fikirde orası tartışılır. Usain Bolt, Pekin'de insanoğlunun sınırlarını yeni bir boyuta çekerken yarışın son 10 metresinde profesyonelliği(ya da sıkıcılığı mı demeliyim) elden bırakıp sevinmeye başladığı için OLimpiyat komitesi başkanı Jacques Rogge tarafından kıyasıya eleştirilmişti. Bolt'u, sevincini, heyecanını gizleyemediği için eleştiren Rogge, onun rakiplerine ve "olimpiyat ruhu"'na saygı göstermediğini iddia etmişti. Hiçbir sporcudan böyle bir yakınma gelmezken olimpiyat komitesi başkanından bu sözlerin gelmesi şaşırtıcı mıydı? İnsanların eğlenmesi, gülmesi, iyi vakit geçirmesiyle tarihsel olarak problemleri olan totaliter bir kurumun başkanından böylesi bir yorumun gelmesi ben gibi düşünen insanlar için gayet normaldi. "Olimpiyat ruhu"'ymuş. Dünyanın en sıkıcı ruhu olsa gerek bu bahsedilen ruh. Oldu olacak olimpiyat robotu diyelim adına da.
SEKİZİNCİ GÜNAH: EĞLENME
Bizim dillere destan derbiden sonra sıra Cleveland-Boston maçındaydı. LeBron'un önderliğinde ligin tozunu atan Cavs, Garnett'ten yoksun Boston'ı 31 sayı farkla mağlup etti. Bu senenin saha içi ve dışında en eğlenceli takımı olan Cavaliers, her zaman olduğu gibi galibiyeti kenarda renkli davranışlarla kutladı. LeBron klasik gitar çalma rutinini yaptı, dans ettiler, hayali aile fotoğrafları çektirdiler. Eğlendiler yani. Cleveland maçlarını takip edenler için yeni görüntüler değildi bunlar. Evlerindeki her maçta aynı gösterileri yapıyorlar. Maçı NTVSPOR yayınlıyordu. Ve otorite bu kez de medya kılığında iş başındaydı. Murat Kosova ve Kaan Kural kızgındı. Bir takım galibiyetini nasıl böyle kutlayabilirdi? Rakibe saygısızlıktı, amatörceydi, ayıptı vs. Bir takımın eğlenmesini rakibe saygısızlık olarak okumamız öğütleniyor bize medya tarafından. Çünkü adamlar "savaşıyor", oyun oynamıyor. Savaşta eğlence olmaz. 2.Dünya savaşı'nda, Allah'ın Stalingrad'ında bile eğlence olur(bkz: enemy at the gates), spor savaşında olamaz. Cık cık cık büyük saygısızlık. Böyle yorumları dinlediğim zaman cık cık'çı teyzeler aklıma geliyor. Murat Kosova dün onların erkek versiyonu gibiydi. "Eğlenmek", ne büyük günah!
Kurumlar, medya ve hepsinin ötesindeki yüce otorite, spor gösterilerini yapaylaştırıp, otantikliğini öldürür başka bir deyişle onların bizi eğlendirme kapasitesini minimuma indirmeye çalışırken emek döktüğü ve para kazandığı işi hafife alabilen "entertainer"'lar çağımızın nadide elmasları haline dönüşüyorlar. O yüzden Usain Bolt'un 9.59 koşabilecekken 9.69'da kalmasını umursamadım hatta onun yarış henüz devam ederken başladığı sevinç gösterisi yüzünden fazladan bir heyecana bile kapıldım. Yine o yüzden dün Cleveland ve LeBron'un "zararsız" sevinç gösterilerini yadırgamadım ve "yüzyılın derbisinde" yaşanan her şeyden nefret ettim. Eğlencemizi öldürüp ondan Roma'daki gibi bir savaş yarattılar. Şimdi de savaşanları savaşarak izlememizi istiyorlar. Roma'da bile bu kadar ileri gidilmemişti.
Etiketler:
daniel boorstin,
fenerbahçe,
galatasaray,
kaan kural,
lacan,
lebron james,
murat kosova,
ntvspor,
Usain Bolt
Subscribe to:
Posts (Atom)