BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR
Yaşadığımız çağ anın çağıdır. Enstantanelerin, imajların, birkaç saniyelik o biricik ve tekrarı mümkün olamayacak anların milyonların zihnini yönettiği bir çağ. Ve bu anların yaratılmasında başrolü oynayan o spor serüvencileri! Doğaya karşı, zamana karşı insan! Günümüz, tüm beşeriyet adına insanlığın limitlerini zorlayan “üstün insanların”, kazananların altın çağıdır. Başka türlü söyleyecek olursak da ikincilerin, kaybedenlerin hak ettikleri değeri göremedikleri bir dönemde yaşamaktayız.
ABD’li uzun atlamacı Bob Beamon, 1968 Mexico City Olimpiyatları’nda bir atlayış yaptı. Ama ne atlayış! Hiç düşmemecesine havalandı, mesafe 8 metre 90 santime eriştiğinde kimi gazetecilerce, “Beamon bulutlara dek yükseldi ve sonra biz fanilerin arasına döndü” biçiminde yorumlar yapıldı. Beamon, döndü dönmesine ama artık o 23 sene boyunca yani erişilmez sanılan rekoru kırılana kadar insanlar arasında gezinen bir tanrıydı. İnsanoğlunun limitlerini paramparça eden yaşayan bir efsaneydi artık. Beamon, Meksika’nın başkentinde 8.90 atlamadan önceki rekor 8.35’le Sovyet sporcu Igor Ter-Ovanesyan’a aitti. Akranı olan Ovanesyan bu rekoru Beamon’dan sadece 1 sene önce gerçekleştirmişti. Tam 55 santim geliştirdi yani rekoru Beamon! Sanırım hadisenin neden bu kadar efsanevi olduğunu şimdi daha iyi anlamışsınızdır.
Tyson Gay, bundan bir ay önce Independent’a yaptığı açıklamada Usain Bolt’un apayrı bir seviyede olduğunu belirterek o izin vermediği sürece kimsenin onu geçemeyeceğini belirtmişti. “Bolt gibi adamları çalışamazsınız. O ya da LeBron James gibi adamlar doğanın harikalarıdır. Benim onun koştuğu dereceleri geçmeme imkân yok çünkü şu an Bolt’un zihni 9.40’lara inebiliyor. Bense bunu hayal bile edemem. Ama elimden geleni yapacağım ve Bolt’u zorlayabildiğim kadar zorlayacağım. En azından 9.69’u geçebileceğime inanmalıyım.”
Jamaikalı olduğu iddia edilen Kriptonlu Usain Bolt, tıpkı Beamon gibi insanoğlunun limitlerini tuzla buz etmiş bir doğa harikasıdır. Onun hem olimpiyatlardaki koşusunu, hem de pazar akşamki muhteşem rekorunu (9.58) hayatımız boyunca unutamayacağımız muhakkak. Beamon’un atlayışı, Julius Erving’in faul çizgisinden bastığı smaç, Maradona’nın 86 Dünya Kupası’ndaki golü, Jordan’ın havada el değiştirerek attığı turnike, Phelps’in arka arkaya kırdığı rekorlar gibi Bolt’un bu performansları da tarihteki ölümsüz yerini ve zihinlerdeki efsanevi imajını perçinlemiştir.
Bolt’u daha önce çok yazdım o yüzden Tyson Gay üzerine iki çift laf etmek istiyorum. Yarışmacı ruha sahip bir sporcunun nasıl olması gerektiğinin dersini veriyor Gay cümle âleme. Bolt’u geçemeyeceğini biliyor belki ama yine de deniyor, Samuel Beckett’ın dediği gibi kaybediyor belki ama yılmıyor bir dahaki sefere daha iyi yeniliyor. Bolt’u daha iyi olmaya zorluyor, yalnızca işini yapıyor. Kaybettiği zaman da 1.95’lik fenomen rakibinin hakkını vermesini biliyor. Yarış sonrası Gay’in bir görüntüsü ekranlara yansıdı. Amerikalı sprinter hırsla ellerini birbirine vuruyor ve belli ki bir şeylerden şikayet ediyordu. Okuduğum ve dinlediğim bazı yorumlarda bunun sebebini Gay’in aşırı hırsına, Bolt tarafından devamlı madara edilmeyi kendisine yedirememesine vs. bağlayanlar olmuş. Gay’in amacı elbette kazanmaktı. Zaten öyle olmasa o piste adım atmazdı. Fakat kendisinin de dediği gibi asıl hedefi Bolt’u zorlayabildiği kadar zorlamak ve en azından eski rekor olan 9.69’u geçmekti. Ve bu hedefinden geri kaldığı için yarış sonrası dövündü, şikayet etti (9.71 koştu Gay, ki bu tarihin en iyi 3. derecesidir).
Doğrudur, Tyson Gay 2000’lerin Frankie Fredericks’idir. Frankie Fredericks de 200’de Michael Johnson ve 100 metrede Donovan Bailey’nin arkasında kalmaya mecbur olmuş müthiş bir atletti. Johnson gibi bir canavarın arkasındaki müzmin ikinciydi ama bu onun “pistlerin centilmeni” ve her şeyden öte harika bir atlet olmasına engel olmadı. Tıpkı Tyson Gay gibi. Spor dünyasının Bolt gibi efsanelere elbette ihtiyacı var. Fakat Gay gibi centilmen müsabıklara da en az onun kadar gereksinimimiz var (ah bir de bu kadar sık sakatlanmasa). Gay, dünyanın en iyisi değil ve Bolt izin vermediği sürece de olamayacak. Ama elinizden geleni yaptıysanız ikinci olmak da o kadar fena olmasa gerek!..
Showing posts with label Usain Bolt. Show all posts
Showing posts with label Usain Bolt. Show all posts
Wednesday, August 19, 2009
Wednesday, May 20, 2009
Bacak arasından gol atanların peşinde
BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL'DE YAYINLANMIŞTIR.
“Efsane olmak istiyorum.” Bu sözler Pekin 2008’in yıldızı, rekortmen atlet Usain Bolt’a ait. Geçtiğimiz hafta Manchester’da koşulan 150 metre sokak yarışını artık alışılageldiği üzere rekor kırarak 1.sırada bitiren Jamaikalı atletin 14.35’lik derecesi kimse için sürpriz değildi elbette. Eh, sporcu değil de insanüstü bir varlık gibi algılanmaya başladığınız zaman insanları etkilemek de zorlaşıyor.
Bolt, Olimpiyatlarda 100 metre rekorunu kırdığı zaman Amerikalı yayıncı kuruluşun spikeri şu sözleri sarf etmişti: “Dünyadaki herkes koşmayı biliyor ve bu adam en hızlımız. Bolt, 6 milyar kişilik bir piramidin en tepesinde duruyor.” Beğensek de beğenmesek de sporun böyle bir gücü var. Efsane, üstün-insan imajı yaratma yetisi bakımından Ortaçağ’da din ne kadar kuvvetliyse günümüzde de spor ona benzer bir işlev görüyor. Uçabilen, dünya dışı basketbolcularımız, “Allah vergisi” yeteneklerle donatılmış futbolcularımız, sualtında balıktan hızlı yüzücülerimiz var. Sporcular, insanın limitlerini zorluyorlar ve bunu her gün canlı yayında milyonlarca izleyiciye karşı bir meydan okuma şeklinde gerçekleştiriyorlar. Başarabilirlerse krallar ve Bolt’un da dediği gibi “efsane” olmamaları için hiçbir sebep yok.
ABD’li basketbolcu LeBron James henüz 20 yaşına gelmeden şu iki açıklamayı yapmıştı: “Tarihin ilk milyarder sporcusu olmak istiyorum.”, “En büyük hedefim Elvis Presley ya da Muhammed Ali gibi küresel bir ikon olabilmek.” Spor, artık birçok şey olmanızı sağlayabiliyor. Efsane, kahraman, milyarder… Milyonlarca insan sanki peygamberleriymiş gibi tuttukları takım ya da sporcunun başarıları, sözleri ya da hayat tarzına göre yaşamını şekillendiriyor. Müthiş bir güçten söz ediyoruz kısacası.
Bu müthiş gücü siyasi hegemonyaya karşı kanalize etmenin yollarını aramaksa bizim görevimiz olmalı. Sporcu dediğimiz bu “kudretli” güruhu bir sınıf olarak niteleyemeyiz tabii. Webervari bir “statü grubu” tanımı bile çok zorlama durabilir. Hal böyleyken onlara ortak devrimci bir misyon yüklenebileceği düşüncesi hayalcilik olur. Fakat tarih, Hitler’i renkten renge sokan Jesse Owens’ı, Nazi Almanyası’na karşı kanının son damlasına kadar savaşan devrimci güreşçi Uwe Seelenbinder’i, karizması ve Vietnam Savaşı’na karşı tavrıyla tüm dünyayı kendine hayran bırakan Muhammed Ali’yi, işten çıkarılan liman işçilerini destekleyen, bilerek penaltı kaçıran, ırkçılığa karşı savaşan Robbie Fowler gibi isimleri de yazdı. Spor, tüm manipülasyonlara karşı ilerici, devrimci düşünceleri halka taşıyabileceğini defalarca göstermiştir. Sistemin içinde görünüp ona bacak arasından gol atmış, atabilecek o kadar çok isim var ki bize düşen onların yaktığı ateşi yellemek olmalı.
Kariyeri boyunca otokratik İngiliz Federasyonu ve UEFA/FIFA kurallarına karşı savaşan Robbie Fowler hiçbir zaman dünyanın en iyi futbolcusu olmadı. Şu anda da Avustralya Ligi’nde adı sanı duyulmamış bir takımda forma giyiyor. Ama o hala Britanya’nın “God” yani “Tanrı” lakaplı gözbebeği. Efsane olmak isteyen sporculara ve sporun önemini göz ardı eden, küçümseyen “devrimcilere” duyurulur.
“Efsane olmak istiyorum.” Bu sözler Pekin 2008’in yıldızı, rekortmen atlet Usain Bolt’a ait. Geçtiğimiz hafta Manchester’da koşulan 150 metre sokak yarışını artık alışılageldiği üzere rekor kırarak 1.sırada bitiren Jamaikalı atletin 14.35’lik derecesi kimse için sürpriz değildi elbette. Eh, sporcu değil de insanüstü bir varlık gibi algılanmaya başladığınız zaman insanları etkilemek de zorlaşıyor.
Bolt, Olimpiyatlarda 100 metre rekorunu kırdığı zaman Amerikalı yayıncı kuruluşun spikeri şu sözleri sarf etmişti: “Dünyadaki herkes koşmayı biliyor ve bu adam en hızlımız. Bolt, 6 milyar kişilik bir piramidin en tepesinde duruyor.” Beğensek de beğenmesek de sporun böyle bir gücü var. Efsane, üstün-insan imajı yaratma yetisi bakımından Ortaçağ’da din ne kadar kuvvetliyse günümüzde de spor ona benzer bir işlev görüyor. Uçabilen, dünya dışı basketbolcularımız, “Allah vergisi” yeteneklerle donatılmış futbolcularımız, sualtında balıktan hızlı yüzücülerimiz var. Sporcular, insanın limitlerini zorluyorlar ve bunu her gün canlı yayında milyonlarca izleyiciye karşı bir meydan okuma şeklinde gerçekleştiriyorlar. Başarabilirlerse krallar ve Bolt’un da dediği gibi “efsane” olmamaları için hiçbir sebep yok.
ABD’li basketbolcu LeBron James henüz 20 yaşına gelmeden şu iki açıklamayı yapmıştı: “Tarihin ilk milyarder sporcusu olmak istiyorum.”, “En büyük hedefim Elvis Presley ya da Muhammed Ali gibi küresel bir ikon olabilmek.” Spor, artık birçok şey olmanızı sağlayabiliyor. Efsane, kahraman, milyarder… Milyonlarca insan sanki peygamberleriymiş gibi tuttukları takım ya da sporcunun başarıları, sözleri ya da hayat tarzına göre yaşamını şekillendiriyor. Müthiş bir güçten söz ediyoruz kısacası.
Bu müthiş gücü siyasi hegemonyaya karşı kanalize etmenin yollarını aramaksa bizim görevimiz olmalı. Sporcu dediğimiz bu “kudretli” güruhu bir sınıf olarak niteleyemeyiz tabii. Webervari bir “statü grubu” tanımı bile çok zorlama durabilir. Hal böyleyken onlara ortak devrimci bir misyon yüklenebileceği düşüncesi hayalcilik olur. Fakat tarih, Hitler’i renkten renge sokan Jesse Owens’ı, Nazi Almanyası’na karşı kanının son damlasına kadar savaşan devrimci güreşçi Uwe Seelenbinder’i, karizması ve Vietnam Savaşı’na karşı tavrıyla tüm dünyayı kendine hayran bırakan Muhammed Ali’yi, işten çıkarılan liman işçilerini destekleyen, bilerek penaltı kaçıran, ırkçılığa karşı savaşan Robbie Fowler gibi isimleri de yazdı. Spor, tüm manipülasyonlara karşı ilerici, devrimci düşünceleri halka taşıyabileceğini defalarca göstermiştir. Sistemin içinde görünüp ona bacak arasından gol atmış, atabilecek o kadar çok isim var ki bize düşen onların yaktığı ateşi yellemek olmalı.
Kariyeri boyunca otokratik İngiliz Federasyonu ve UEFA/FIFA kurallarına karşı savaşan Robbie Fowler hiçbir zaman dünyanın en iyi futbolcusu olmadı. Şu anda da Avustralya Ligi’nde adı sanı duyulmamış bir takımda forma giyiyor. Ama o hala Britanya’nın “God” yani “Tanrı” lakaplı gözbebeği. Efsane olmak isteyen sporculara ve sporun önemini göz ardı eden, küçümseyen “devrimcilere” duyurulur.
Etiketler:
Evrensel,
lebron james,
mithat fabian sozmen,
robbie fowler,
Usain Bolt
Sunday, April 12, 2009
EĞLEN-ME, SAVAŞ!
Hayatı belli kalıplara sıkıştırmak, kurallara boğmak, gerekli ya da gereksiz bir resmiyete sokmak için bitmek tükenmek bilmez bir azmimiz var. Hep bir tabur intizamı, devlet dairesi sıkıcılığı ve kendimizi güvende hissetme konformistliğinin peşindeyiz. Sokakta yürürken kendi kendine gülenleri sevmiyoruz; dalga geçiyoruz onlarla. Hani Orhan Veli demiş ya "sokakta giderken, kendi kendime/ gülümsediğimin farkına vardığım zaman/beni deli zannedeceklerini düşünüp/gülümsüyorum..." Aynen öyle. Tek başına gülmek, ayıp ve saçma. Yahut şarkı söylemek, kendi kendine konuşmak. İnsan yalnız başınayken sıkıntılı sıkıntılı yürümeli ve susmalı! Bizlere bu öğretildi "sıkıcı ve emniyetli dünya 101" dersinin abc'sinde. Bu davranış geleneğinin bireysel olduğuna inanmıyorum. Genetik kodlarımızda sıkıcılık aşkı kazılı olamaz. Fakat otorite diye bir şeyin ruhu varsa eğer mutlaka sıkıcılık tanrısının emrindedir. Buna eminim.
"Devletin olduğu yerde baskı mevcuttur." Amin! Bu sebepten "sistem"'in otoriterliği dünyanın neresine gitseniz aynı. Yerleşik her yapıda, kurumda, organda bu sıkıcı ve otoriter sistemin ahtapot kollarına takılmak mümkün. Dünyanın en eğlenceli işini yapıyor yahut izliyor olalım, o aktivite bir kez sisteme entegre oldu mu kaçınılmaz "sıkıcılaştırma" mafyasının kontrolu altına girdi demektir. Cık cık'çı teyzeler, eli coplu polisler, linççi gençler, tükürgen orta yaşlılar... Sivili, resmisi hepsi kolluk kuvveti, hepsi emniyet sübabı. "Sıkıcılığı sağlayacağız, elimizden uçan, kaçan dahi kaçamaz." Bu, onların her sabah okulda okudukları kutsal ant gibi bir şey.
Spor da bu sistemin etki alanına dahil elbette. Saha içindeki mücadelenin bize git gide daha yapay gelmesi sadece nostaljisever oluşumuzdan mı? Yoksa bunca saha dışı elin etkisiyle sporlar, o en can alıcı özellikleri olan otantikliklerini mi kaybediyorlar?
Pazar günü iki büyük maç vardı. Biri "yüzyılın derbisi" Galatasaray-Fenerbahçe, biri NBA'de Doğu Konferansı'nın playoff'lar öncesi son "mesaj" maçı Cleveland Cavaliers-Boston Celtics. Bu 2 maçtan ve Pekin 2008 olimpiyatları'ndan farklı kareler, medya yorumları ve taraftar izlenimleri aktararak meramımı açıklamaya çalışacağım.
ARDA SEN METİN GİBİ OL AMA ÖNCE FENER'İ ...
Öncelikle bizim maç, yani koca derbimiz saha içi mücadele açısından tam bir rezaletti. Mücadeleden keyif almamızı sağlayabilecek tek bir an bile yoktu ama asıl merak ettiğim şu: Derbi heyecanıyla tribünleri ve ekranları dolduran milyonların öncelikli derdi maçtan keyif almak mıydı yoksa Emre Belözoğlu'na küfretmek mi? Cidden soruyorum ya niye taraftarız? Futbol takımlarıyla niye aşk yaşıyoruz? Eğlenmek yahut iyi vakit geçirmek için mi yoksa küfredip, kırıp dökmek için mi? Maçın son dakikasında kırmızı kartlar, yumruklar, küfürler gönlümüzü eyledi mi? Bir derbiyi büyük yapan öğeler nedir? Belli ki bizimkinin "dünya derbisi" olma sebebi içerdiği şiddet katsayısı. Arda Turan'a herkes kızgın. Böyle davranarak Metin Oktay olamazmış. Ne Metin Oktay'ı yahu? Adamın Metin Oktay olmasını istemiyorsunuz ki. Maça küfretmek için giden bir insan Metin Oktay üzerine edebiyat parçalama hakkını kendinde nasıl buluyor? Senin futbolu takip etme sebebin Metin Oktay tarzı sporcular değil ki! Ha bir de şu var, Metin Oktay bugün yaşasa Metin Oktay olabilir miydi acaba? Bir yanda, Lacan'cı konuşursak "Büyük Öteki" yani sistem, onun güdümünde sporcuları "entertainer" değil "warrior" olmaya sürükleyen medya, onun da yönlendirdiği taraftar kitleleri. Bu ortamda Metin Oktay'ın, Metin Oktay olmasına izin verilir miydi zannediyorsunuz? Futbol hala eğlenceyken Metin, Metin'di. Futbol bu haldeyken de kusura bakmayın ama Arda, Arda. Sabri'yi alkışlayan, "Sabri Emre'nin anasını ..." diyen hiç kimse ağzına Metin Oktay'ı alıp edebiyat parçalamasın, komik hatta iğrenç oluyorsunuz.
OLİMPİYAT ROBOTU
Daha önce de alıntılamıştım, Daniel Boorstin'e göre sporları seviyoruz çünkü 20.yüzyıl insanı ancak onda yüzde yüz gerçek, spontane ve tekrarı olamayacak anlara olan amansız açlığını tatmin edebiliyor. Bireysel olarak baktığımızda bu doğru fakat sistem, otorite, tekillerle ne kadar aynı fikirde orası tartışılır. Usain Bolt, Pekin'de insanoğlunun sınırlarını yeni bir boyuta çekerken yarışın son 10 metresinde profesyonelliği(ya da sıkıcılığı mı demeliyim) elden bırakıp sevinmeye başladığı için OLimpiyat komitesi başkanı Jacques Rogge tarafından kıyasıya eleştirilmişti. Bolt'u, sevincini, heyecanını gizleyemediği için eleştiren Rogge, onun rakiplerine ve "olimpiyat ruhu"'na saygı göstermediğini iddia etmişti. Hiçbir sporcudan böyle bir yakınma gelmezken olimpiyat komitesi başkanından bu sözlerin gelmesi şaşırtıcı mıydı? İnsanların eğlenmesi, gülmesi, iyi vakit geçirmesiyle tarihsel olarak problemleri olan totaliter bir kurumun başkanından böylesi bir yorumun gelmesi ben gibi düşünen insanlar için gayet normaldi. "Olimpiyat ruhu"'ymuş. Dünyanın en sıkıcı ruhu olsa gerek bu bahsedilen ruh. Oldu olacak olimpiyat robotu diyelim adına da.
SEKİZİNCİ GÜNAH: EĞLENME
Bizim dillere destan derbiden sonra sıra Cleveland-Boston maçındaydı. LeBron'un önderliğinde ligin tozunu atan Cavs, Garnett'ten yoksun Boston'ı 31 sayı farkla mağlup etti. Bu senenin saha içi ve dışında en eğlenceli takımı olan Cavaliers, her zaman olduğu gibi galibiyeti kenarda renkli davranışlarla kutladı. LeBron klasik gitar çalma rutinini yaptı, dans ettiler, hayali aile fotoğrafları çektirdiler. Eğlendiler yani. Cleveland maçlarını takip edenler için yeni görüntüler değildi bunlar. Evlerindeki her maçta aynı gösterileri yapıyorlar. Maçı NTVSPOR yayınlıyordu. Ve otorite bu kez de medya kılığında iş başındaydı. Murat Kosova ve Kaan Kural kızgındı. Bir takım galibiyetini nasıl böyle kutlayabilirdi? Rakibe saygısızlıktı, amatörceydi, ayıptı vs. Bir takımın eğlenmesini rakibe saygısızlık olarak okumamız öğütleniyor bize medya tarafından. Çünkü adamlar "savaşıyor", oyun oynamıyor. Savaşta eğlence olmaz. 2.Dünya savaşı'nda, Allah'ın Stalingrad'ında bile eğlence olur(bkz: enemy at the gates), spor savaşında olamaz. Cık cık cık büyük saygısızlık. Böyle yorumları dinlediğim zaman cık cık'çı teyzeler aklıma geliyor. Murat Kosova dün onların erkek versiyonu gibiydi. "Eğlenmek", ne büyük günah!
Kurumlar, medya ve hepsinin ötesindeki yüce otorite, spor gösterilerini yapaylaştırıp, otantikliğini öldürür başka bir deyişle onların bizi eğlendirme kapasitesini minimuma indirmeye çalışırken emek döktüğü ve para kazandığı işi hafife alabilen "entertainer"'lar çağımızın nadide elmasları haline dönüşüyorlar. O yüzden Usain Bolt'un 9.59 koşabilecekken 9.69'da kalmasını umursamadım hatta onun yarış henüz devam ederken başladığı sevinç gösterisi yüzünden fazladan bir heyecana bile kapıldım. Yine o yüzden dün Cleveland ve LeBron'un "zararsız" sevinç gösterilerini yadırgamadım ve "yüzyılın derbisinde" yaşanan her şeyden nefret ettim. Eğlencemizi öldürüp ondan Roma'daki gibi bir savaş yarattılar. Şimdi de savaşanları savaşarak izlememizi istiyorlar. Roma'da bile bu kadar ileri gidilmemişti.
"Devletin olduğu yerde baskı mevcuttur." Amin! Bu sebepten "sistem"'in otoriterliği dünyanın neresine gitseniz aynı. Yerleşik her yapıda, kurumda, organda bu sıkıcı ve otoriter sistemin ahtapot kollarına takılmak mümkün. Dünyanın en eğlenceli işini yapıyor yahut izliyor olalım, o aktivite bir kez sisteme entegre oldu mu kaçınılmaz "sıkıcılaştırma" mafyasının kontrolu altına girdi demektir. Cık cık'çı teyzeler, eli coplu polisler, linççi gençler, tükürgen orta yaşlılar... Sivili, resmisi hepsi kolluk kuvveti, hepsi emniyet sübabı. "Sıkıcılığı sağlayacağız, elimizden uçan, kaçan dahi kaçamaz." Bu, onların her sabah okulda okudukları kutsal ant gibi bir şey.
Spor da bu sistemin etki alanına dahil elbette. Saha içindeki mücadelenin bize git gide daha yapay gelmesi sadece nostaljisever oluşumuzdan mı? Yoksa bunca saha dışı elin etkisiyle sporlar, o en can alıcı özellikleri olan otantikliklerini mi kaybediyorlar?
Pazar günü iki büyük maç vardı. Biri "yüzyılın derbisi" Galatasaray-Fenerbahçe, biri NBA'de Doğu Konferansı'nın playoff'lar öncesi son "mesaj" maçı Cleveland Cavaliers-Boston Celtics. Bu 2 maçtan ve Pekin 2008 olimpiyatları'ndan farklı kareler, medya yorumları ve taraftar izlenimleri aktararak meramımı açıklamaya çalışacağım.
ARDA SEN METİN GİBİ OL AMA ÖNCE FENER'İ ...
Öncelikle bizim maç, yani koca derbimiz saha içi mücadele açısından tam bir rezaletti. Mücadeleden keyif almamızı sağlayabilecek tek bir an bile yoktu ama asıl merak ettiğim şu: Derbi heyecanıyla tribünleri ve ekranları dolduran milyonların öncelikli derdi maçtan keyif almak mıydı yoksa Emre Belözoğlu'na küfretmek mi? Cidden soruyorum ya niye taraftarız? Futbol takımlarıyla niye aşk yaşıyoruz? Eğlenmek yahut iyi vakit geçirmek için mi yoksa küfredip, kırıp dökmek için mi? Maçın son dakikasında kırmızı kartlar, yumruklar, küfürler gönlümüzü eyledi mi? Bir derbiyi büyük yapan öğeler nedir? Belli ki bizimkinin "dünya derbisi" olma sebebi içerdiği şiddet katsayısı. Arda Turan'a herkes kızgın. Böyle davranarak Metin Oktay olamazmış. Ne Metin Oktay'ı yahu? Adamın Metin Oktay olmasını istemiyorsunuz ki. Maça küfretmek için giden bir insan Metin Oktay üzerine edebiyat parçalama hakkını kendinde nasıl buluyor? Senin futbolu takip etme sebebin Metin Oktay tarzı sporcular değil ki! Ha bir de şu var, Metin Oktay bugün yaşasa Metin Oktay olabilir miydi acaba? Bir yanda, Lacan'cı konuşursak "Büyük Öteki" yani sistem, onun güdümünde sporcuları "entertainer" değil "warrior" olmaya sürükleyen medya, onun da yönlendirdiği taraftar kitleleri. Bu ortamda Metin Oktay'ın, Metin Oktay olmasına izin verilir miydi zannediyorsunuz? Futbol hala eğlenceyken Metin, Metin'di. Futbol bu haldeyken de kusura bakmayın ama Arda, Arda. Sabri'yi alkışlayan, "Sabri Emre'nin anasını ..." diyen hiç kimse ağzına Metin Oktay'ı alıp edebiyat parçalamasın, komik hatta iğrenç oluyorsunuz.
OLİMPİYAT ROBOTU
Daha önce de alıntılamıştım, Daniel Boorstin'e göre sporları seviyoruz çünkü 20.yüzyıl insanı ancak onda yüzde yüz gerçek, spontane ve tekrarı olamayacak anlara olan amansız açlığını tatmin edebiliyor. Bireysel olarak baktığımızda bu doğru fakat sistem, otorite, tekillerle ne kadar aynı fikirde orası tartışılır. Usain Bolt, Pekin'de insanoğlunun sınırlarını yeni bir boyuta çekerken yarışın son 10 metresinde profesyonelliği(ya da sıkıcılığı mı demeliyim) elden bırakıp sevinmeye başladığı için OLimpiyat komitesi başkanı Jacques Rogge tarafından kıyasıya eleştirilmişti. Bolt'u, sevincini, heyecanını gizleyemediği için eleştiren Rogge, onun rakiplerine ve "olimpiyat ruhu"'na saygı göstermediğini iddia etmişti. Hiçbir sporcudan böyle bir yakınma gelmezken olimpiyat komitesi başkanından bu sözlerin gelmesi şaşırtıcı mıydı? İnsanların eğlenmesi, gülmesi, iyi vakit geçirmesiyle tarihsel olarak problemleri olan totaliter bir kurumun başkanından böylesi bir yorumun gelmesi ben gibi düşünen insanlar için gayet normaldi. "Olimpiyat ruhu"'ymuş. Dünyanın en sıkıcı ruhu olsa gerek bu bahsedilen ruh. Oldu olacak olimpiyat robotu diyelim adına da.
SEKİZİNCİ GÜNAH: EĞLENME
Bizim dillere destan derbiden sonra sıra Cleveland-Boston maçındaydı. LeBron'un önderliğinde ligin tozunu atan Cavs, Garnett'ten yoksun Boston'ı 31 sayı farkla mağlup etti. Bu senenin saha içi ve dışında en eğlenceli takımı olan Cavaliers, her zaman olduğu gibi galibiyeti kenarda renkli davranışlarla kutladı. LeBron klasik gitar çalma rutinini yaptı, dans ettiler, hayali aile fotoğrafları çektirdiler. Eğlendiler yani. Cleveland maçlarını takip edenler için yeni görüntüler değildi bunlar. Evlerindeki her maçta aynı gösterileri yapıyorlar. Maçı NTVSPOR yayınlıyordu. Ve otorite bu kez de medya kılığında iş başındaydı. Murat Kosova ve Kaan Kural kızgındı. Bir takım galibiyetini nasıl böyle kutlayabilirdi? Rakibe saygısızlıktı, amatörceydi, ayıptı vs. Bir takımın eğlenmesini rakibe saygısızlık olarak okumamız öğütleniyor bize medya tarafından. Çünkü adamlar "savaşıyor", oyun oynamıyor. Savaşta eğlence olmaz. 2.Dünya savaşı'nda, Allah'ın Stalingrad'ında bile eğlence olur(bkz: enemy at the gates), spor savaşında olamaz. Cık cık cık büyük saygısızlık. Böyle yorumları dinlediğim zaman cık cık'çı teyzeler aklıma geliyor. Murat Kosova dün onların erkek versiyonu gibiydi. "Eğlenmek", ne büyük günah!
Kurumlar, medya ve hepsinin ötesindeki yüce otorite, spor gösterilerini yapaylaştırıp, otantikliğini öldürür başka bir deyişle onların bizi eğlendirme kapasitesini minimuma indirmeye çalışırken emek döktüğü ve para kazandığı işi hafife alabilen "entertainer"'lar çağımızın nadide elmasları haline dönüşüyorlar. O yüzden Usain Bolt'un 9.59 koşabilecekken 9.69'da kalmasını umursamadım hatta onun yarış henüz devam ederken başladığı sevinç gösterisi yüzünden fazladan bir heyecana bile kapıldım. Yine o yüzden dün Cleveland ve LeBron'un "zararsız" sevinç gösterilerini yadırgamadım ve "yüzyılın derbisinde" yaşanan her şeyden nefret ettim. Eğlencemizi öldürüp ondan Roma'daki gibi bir savaş yarattılar. Şimdi de savaşanları savaşarak izlememizi istiyorlar. Roma'da bile bu kadar ileri gidilmemişti.
Etiketler:
daniel boorstin,
fenerbahçe,
galatasaray,
kaan kural,
lacan,
lebron james,
murat kosova,
ntvspor,
Usain Bolt
Wednesday, September 3, 2008
9.59 Adına

Rekorlar atletizmin ana yakıtıdır ve Usain Bolt'un Beijing'de gerçekleştirdiği mucizeler son dönemde sporun hakettiği ilgiyi yeniden kazanmasını sağladı. Bolt'u şov yaptığı gerekçesiyle eleştiren Jacques Rogge'un bu açıdan Jamaikalı sprintere duacı olması lazım. Neyse rekorlar, spora heyecan getirdiği gibi sporcuların da önüne yeni hedefler koyar ve nihayetinde de yeni rekorları getirir. Powell'ın dün Lozan'da koştuğu 9.72 yeni rekorun ilk habercisiydi. Olimpiyatlarda Bolt'un kırdığı 9.69'luk rekorun uzun süre tedavülde kalmayacağı zaten kesin. Bolt, o yarışta son 20 metrede zaferini kutlamaya başlaması şu an 9.50'lerden söz ediyor olabilirdik. Zaten 100 metre rekorunda asıl merak uyandıran soru şu? Bolt dışında birisi bu rekoru geliştirebilir mi? Powell dünkü 9.72'siyle "bende varım" dedi. Yarış öncesi de hedefinin 9.59 olduğunu açıkça belirtmişti. Bu iddialı açıklamalar ve performanslar 1 hafta içinde gerçekleşecek 3 önemli yarışın öneminin daha da artmasını sağlıyor. Pazar günü Rieti'de ve sonrasında Brüksel ve Stuttgart'ta gerçekleşecek 100 metre yarışları müthiş bir heyecanla bekleniyor. Rieti'de sadece Powell'ı izleyeceğiz. Bolt yine ana branşı 200 metrede takılacak ama Cuma günü Brüksel'de bu ikiliye Tyson Gay'in de katılımıyla birlikte olimpiyatlarda yaşayamadığımız üçlü heyecanı yaşama imkanı bulacağız ve muhtemel bir rekoru da gözleyeceğiz.
Etiketler:
100 metre,
200 metre,
Asafa Powell,
atletizm,
IAAF,
rieti,
sprint,
Tyson Gay,
Usain Bolt
Monday, August 25, 2008
Evrimin Çocukları: Usain Bolt ve Michael Phelps

Beijing 2008, sporların ulaştığı seviye ve atletlerin kalitesi göz önüne alındığında insanoğlunun fiziksel beceriler bakımından tavan yaptığı bir olimpiyat olarak tarihe geçecek. Ben hiçbir zaman “ah o eski atletler, ah o eski topçular” diye moruk nostaljisi yapanlardan olmamışımdır. Pele’nin de, Rod Laver’ın da, Wilt Chamberlain’in de, Jesse Owens’ın da günümüze ışınlansalar vasat sporcular olarak görüleceklerini bilirim. Çünkü insanoğlu eğer çok ekstrem durumlar olmadıysa her zaman daha ileriye gider. Bu rasyonalite sporlar için de geçerli. Bu bakımdan Rod Laver’ın günümüz tenis kortlarını 60’lardaki gibi domine edeceğini iddia etmek 40 yıldır tenisin hiç gelişmediğini iddia etmekle aynı şeydir.
Halbuki insanoglu sistemli olarak icra ettiği her aktivite de olduğu gibi sporda da kolektif birikimi arttıkça ileriye gider ve sınırlarını zorlamaya başlar. İşte bu noktada bir sonraki seviyeye geçişi hızlandırmak için bir “übermensch”’e yani sonraki kuşağa örnek olacak bir süper yeteneğe ihtiyaç duyulur. Çağına göre daha hızlı, daha büyük, daha güçlü ya da daha zeki olan bu atletler her devirde illaki ortaya çıkar ve kendisinden sonraki kuşağa öncülük ederler.
Sayısız örnekleri var bu tezin. 1960’larda Wilt Chamberlain 2.16’lık bir dev olarak basketbol sahalarında boy göstermeye başladığında 2 metreye zor ulaşan rakiplere karşı mücadele ediyordu. Chamberlain sadece döneminin en uzunu değil aynı zamanda en atletik ve en hızlısıydı da. Yani çağının basketbolcuları için bir doruk noktasıydı. Wilt, kendi dönemini domine etti etmesine ama bununla da kalmadı. Bu adam nasıl yürür, nasıl zıplar diye dudak bükülen 2.20’lik adamların atletik koordinasyonlarının gelişmiş bir eğitim sistemiyle(hatta bazen buna hiç gerek duymadan) sağlanabileceği Wilt’le ispatlanınca bir sonraki nesil de beraberinde Kareem Abdul-Jabbar’ı getirdi. Ve evrim, doğal seleksiyonu içinde gelişerek devam etti. Hakeem Olajuwon, David Robinson, Shaquille O’Neal gibi isimler basketboldaki pivot evriminin modern zirveleri olarak görülür ki bu üçlüyü Chamberlain ve Abdul-Jabbar’ın bir üst seviye versiyonları olarak da tanımlayabiliriz.
Bunun gibi örnekleri çoğaltmak mümkün tabii ama ben 2008 Beijing’in bize müjdelediği yeni nesil atletlerden bahsetmek istiyorum. Mesela 1.96’lık Usain Bolt’un öncülük ettiği yeni dev sprinterler dönemi ya da Michael Phelps’le tanıştığımız yeni balıkadam nesli.
Ferrari Hızında Bir Cip
Usain Bolt’un 100 ve 200 metrelerde kırdığı rekorların anlamı tabii ki çok büyük. Maksimum 10 saniye süren bir yarışın son 20 metresini jog atarak ve göğsünü yumruklayarak geçebilmek ve yine de rekor kırabilmek için önceki 80 metreyi aslandan kaçan bir gazel gibi koşmak lazım. Ya da 200 metreyi 19.30’da koşmak için hiç durmadan koşulan 2 100 metre yarışında iki rekor birden kırmak! Usain Bolt, tüm dünyayı kendine hayran ederken bunların hepsini aynı anda becerdi. Hem de 1.96’lık bir dev olarak. Geleneksel olarak sprinterler için 1.90 üstü boy dezavantaj kabul edilir. Journal of Sports, Science&Medicine’den aldığım bilimsel verilere(Newton’ın fizik kanunları no:2) göre insan vücudunun ivmelenmesi vücudun ürettiği güçle doğru orantılıdır ama aynı zamanda vücudun hacmiyle de ters orantılıdır. Yani Usain Bolt gibi bir devin 100 metre koşarken ürettiği güçle 1.80’lik diğer atletlerin ürettiği güç arasında dağlar kadar fark var. Bir başka deyişle bilim bize diyor ki: Usain Bolt, Ferrari’den daha hızlı gidebilen bir cip. E bu noktada da bana şunu sormak düşüyor: Bunun adı devrim değildir de nedir? Usain Bolt, Beijing’deki şavuyla tarihin en iyi sprinteri olduğunu kanıtladı ama bunu sadece en hızlı olarak değil aynı zamanda en büyük olarak yaptı. Devasa fiziği ve uzun bacaklarıyla sprint yarışını bambaşka bir boyuta taşıdı. Bundan sonra Bolt’la mücadele edebilmek için onun gibi uzun bacaklı ve fuleli dev atletlere ihtiyaç var çünkü Beijing 2008’de açıkça görüldü ki şu andaki rakipleri onun seviyesinden kilometrelerce uzakta. Bu da insan ırkının atletik kalıtım bağlamında otomatik olarak gelişmesi demek.
Havuz Mekiği
Bir başka örnek de Michael Phelps. Fiziğine baktığımızda insanoğlunun balık olmak için yaratabileceği en iyi prototipmiş gibi duruyor Amerikalı yüzücü. Uzun vücudu, kısa ve güçlü bacakları, büyük ayakları, esnek bilekleri ve devasa kanat açıklığıyla(2.01 cm) Michael Phelps havuz mekiği lakabını sonuna kadar hakeden bir isim. Şöyle diyelim: Eğer bugün köpekbalıkları insanoğluna savaş açsa güvenilecek ilk isim Michael Phelps. Yüzücünün hakimiyetini pekiştirmek için şunu ekleyebiliriz: Phelps, kazandığı 8 altın madalyayla tek başına bir ülke olsa altın sıralamasında ilk 10’a girer. Kazandığı yarışların hepsinde rekor kırdı ki 3 tanesi bayrak yarışıydı yani onla birlikte yüzenler de tarihin görmediği hızda yüzücüler olarak Phelps olmasa bayağı bir sükse yapabilirlerdi. Zaten 2008 Beijing’de yüzme dalında kırılan toplam dünya rekoru sayısı 28 ki bu daha önce görülmemiş bir durum. Çok değil birkaç sene önce Ian Thorpe’un dünyanın gelmiş geçmiş en iyi yüzücüsü olarak kabul edildiğini ve şu an yüzme tarihinde Thorpe’a ait sadece tek bir rekorun kaldığını düşününce yüzme sporunun ne denli hızla geliştiği ve sporcuların evriminin ne kadar korkutucu olduğunu daha net anlayabiliyoruz.
Phelps, Beijing 2008’deki unutulmaz performansıyla hem Mark Spitz’in bir olimpiyatta 7 altın madalya kazanma rekorunu kırdı hem de insanoğlunun sınırlarını tıpkı 1972’de Spitz’in yaptığı gibi yeni bir seviyeye çıkardı. Spitz, 7 altın madalya kazandığında kendini “aya çıkan ilk insan” olarak tanımlamıştı. Phelps, 8 altın kazanınca ise onu “Mars’a çıkan ilk insan” olarak değerlendirdi. Antik Yunan’da Olimpos, atletlerin zirvesiydi ama artık sınırlar ve hayaller çok daha uçuk. İnsanoğlunun daha iyiye doğru olan evrimi ile tanrısallık-uzaylılık metaforları hep çakışmıştır zaten. Bakalım Bollt ve Phelps’in tetiklediği evrimin bir sonraki ürünleri uzayın ne kadar derinlerine gidebilecek.
* Bu yazı www.gunlukhayat.com sitesinde de yayınlanmıştır.
Etiketler:
Beijing 2008,
mark spitz,
michael phelps,
Usain Bolt
Tuesday, August 19, 2008
Beijing'in Kahramanları 3: Dara Torres

41 yaşındaki rekortmen yüzücü... Yanlış duymadınız 41! Evet, o kadar oldu. Eğer 1984 yılında Torres'in Los Angeles'ta altın madalya kazandığı yarışı izlemiş biriyseniz eminim size birisi gelip "bu kız 24 sene sonra yine olimpiyatlara katılacak ve madalya kazanacak" dese en kibar şekilde küfrü basardınız. Ama işte o halen karşınızda ve ben halen 41 kere maşallah klişesini tekrarlamamak için çırpınıyorum!
Torres sadece 41 yaşında değil aynı zamanda da bir anne! Bir sporcu hele ki yüzücü için ne kadar zor bir işin altından kalktığının bir başka göstergesi bu. Yüzme gibi vücudu çok hızlı tüketen, çok meşakkatli bir sporda halen nasıl olur da madalya kazandığını(dopingi yok tüm testleri tamam) açıklayabilecek bir fizyonom ya da biyolog varsa önce Phelps'i, sonra Bolt'u ha el atmışken bir de LeBron James'i incelesin sonra da bu kadına bir görünsün.
Dara Torres, kendi deyişiyle kızı Tessa'yı emzirdikten hemen sonra katıldığı Amerika elemelerinde başarılı olarak buralara kadar geldi ve 50 metre serbestte ikinci olarak zaten madalya ve rekorlarla olimpiyat tarihine kazımış olduğu isminin ömrünü biz balık hafızalı modern çağ veletleri için biraz daha uzattı. Biraz derken 200-300 yıldan bahsediyorum. 41 yaşıma geldiğim gün, hantal olacağına emin olduğum fiziğime bakıp Dara Torres'in önünde bir kez daha saygıyla eğileceğim.
Etiketler:
dara torres,
lebron james,
michael phelps,
Usain Bolt,
yüzme
Beijing'in Kahramanları 1: Usain Bolt

1.96'lık doğa harikası Jamaikalı Usain Bolt, Beijing Kuş Yuvası Stadyumunda olimpiyat tarihinin en unutulmaz performanslarından birine imza atıp 100 metre rekorunu kırdığı anda sadece sprinterlerin en iyisi değil aynı zamanda en karizmatiği olduğunu da kanıtladı. Yarışın son 20 metresini jog atarak ve göğsünü yumruklayarak geçen Bolt'un bu hali kimi kılkuyruklar tarafından rakiplerini küçümsemek ve olimpiyat ruhunu hiçe saymak olarak değerlendirilince benim için de bu yazıyı yazmak farz oldu.
Önce birkaç eleştiriyi antipatiyle hatırlayıp cevaplandıralım:
Eleştiri 1: "Bolt, son 20 metrede zafer sarhoşluğuna kapılmasa 9.60 gibi inanılmaz bir dünya rekoru kırabilirdi." Evet, belki 9.60'a inemedi ama "Hey, elimizde 9.69 var." 9.70'in altında koşabilecek başka bir atlet(insan olmak kaydıyla) tanıyorsanız anti-sportmen Bolt'un tahtına oturtun.
Eleştiri 2: "Bitiş çizgisini göğsünü yumruklayarak geçti. Rakiplerine, olimpiyatlara ve olimpiyat ruhuna saygı göstermedi." Tam tersi! Bolt, yarış sonrasında açıklamalarında da belirttiği gibi rekor için değil olimpiyat şampiyonu olmak için koştu ve yarış bittiğinde rekor kırdığının dahi farkında olamayacak kadar zafer sarhoşluğu içindeydi. Olimpiyat şampiyonu olmayı; kırdığı rekoru önemsemeyecek kadar değerli gören bir sporcunun olimpiyatlara saygı göstermediğini iddia etmek eleştirmen işgüzarlığı değil mi sizce de? Adam kortta uçtu, altını kaptı ve zaten kendisine ait olan rekoru kırıp kırmadığını kontrol bile etmeden çılgınlar gibi sevinmeye başladı. Eğer o çok değer verdiğiniz amatör ruhu gerçekten özlediyseniz olimpiyat ruhuna saygı göstermemekle suçladığınız Bolt'u göklere çıkarmanız gerekmez miydi? Yani bundan daha otantik ve doğal bir ruh hali yansıması daha yakalayabileceğinize inanıyor musunuz? Adam rekoru paramparça etti ve daha yarışı bile bitirmeden bir amatör gibi sevinmeye başladı! Emprovize şov diye buna denmez de neye denir!
Bu satırlarda daha önce defalarca yaptığım gibi: Teşekkürler Usain Bolt! Müthiş eğlenceli bir adam olduğun , ama daha da önemlisi biz sporseverlere hayatımız boyunca unutamayacağımız bir yarış izlettiğin için!
ps: Eğer 200 metrede Michael Johnson'un rekorunu da kırarsa ne yazacağımı hakikaten bilemiyorum.
Etiketler:
100 metre erkekler,
9.69,
Beijing 2008,
Usain Bolt
Sunday, July 6, 2008
Tyson Gay 200 Metre'de Yok

"Maalesef bu iş böyle, dünyanın en iyi atleti de olsanız eğer eleme günü şans sizden yana değilse yarışları evinizden izlemek zorunda kalabilirsiniz." Bu sözler Birleşik Amerika'nın altın madalyalı atleti Wallace Spearmon'a ait ve rakibi Tyson Gay'in üzücü sakatlığı sonrası söylendi.
Oregon'da devam eden Amerika Birleşik Devletleri Olimpiyat elemelerinde 200 metre çeyrek final yarışlarına sakatlığı sebebiyle veda etti Tyson Gay. Böylece bu alanda dünya şampiyonu ünvanını elinde bulunduran atlet, olimpiyatlarda ülkesi adına 200 metre'yi koşamayacak. Dünya şampiyonunun en iddialı olduğu arenada yarışamayacak olması tabii ki çok üzücü. Fakat insanı asıl hayıflandıran aynı zamanda 100 metre dünya şampiyonu olan atletin, hem 100 hem de 200 metre'de altın madalya alarak bir tarih yazma fırsatını da bu şanssız sakatlıkla kaçırmış olması. Eğer o lanet kramp Gay'in bacağına formalite bir çeyrek final elemesi öncesi girmemiş olsaydı önümüzdeki ağustos ayında rekortmen sprinter, adını Jesse Owens ve Carl Lewis gibi iki efsanenin yanına yazdırabilirdi.
Hem 100 hem de 200'de bu kadar başarılı olabilen atlet sayısı fazla değildir. Gay'in en büyük rakibi Jamaikalı Usain Bolt, Ato Boldon, efsane Jesse Owens ve tüm zamanların en iyi atletlerinden kabul edilen Carl Lewis dışında bu kategoriye girebilen üst düzey atlet bulmak pek de kolay değil. Bu bakımdan Amerikalı atletin kaçırdığı fırsat çok önemli.
Bu noktada Amerikan Olimpiyat Eleme Sistemi'ne de ciddi eleştiriler yöneltebiliriz. Spearmon'un dediği gibi dünyanın en iyi atleti olabilirsiniz ama bu olayda olduğu gibi yaşadığınız ufak bir talihsizlik sizi kariyerinizin en önemli fırsatından edebilir. Birleşik Devletler dışında bu kadar katı bir eleme sistemiyle olimpiyata atlet seçen bir ülke daha bulmak zor. Sonuçta bu hata-şanssızlık-iltimas kabul etmeyen sistemden zararlı çıkan yine Amerikan atletizmi oluyor. Eğer Gay'in en büyük rakibi Usain Bolt 100 ve 200'de altın madalyaya ulaşarak şampiyon olursa mevcut sisteme yöneltilecek eleştirilerin şiddeti daha da artabilir.
Sonuç olarak 2008 Pekin Olimpiyatları 200 metre yarışlarında Tyson Gay'i şanssız bir sakatlık ama daha önemlisi gereksiz katı bir Amerikan Eleme Formasyonu sebebiyle izleyemeyeceğiz. Böylece örselenen Bolt-Gay rekabeti de 100 metreyle sınırlı kalacak.
Etiketler:
200 metre,
Carl Lewis,
jesse owens,
mithat fabian sozmen,
Pekin 2008,
Tyson Gay,
Usain Bolt
Subscribe to:
Posts (Atom)