BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.
En güzelini ‘Şampiyon’ dedi aslında: “Beni buraya neden getirdiniz? Bıraksaydınız da köyümde kalsaydım.” 18 yaşındaki Güney Afrikalı, Dünya Kadınlar 800 metre şampiyonu Caster Semenya birkaç gündür “medeni” dünyanın iğrençlikleriyle savaşıyor. Kendisini yeterince ‘kadınsı’ bulmayan Dünya Atletizm Federasyonu’nun faşist yöneticileri, Semenya’ya haksız bir cinsiyet testi dayatmakta. Ve tüm bu spekülasyonların odağında bırakılan 18 yaşındaki şampiyon, kendi deyimiyle bir cüzamlı gibi muamele gördüğü bu ‘modern’, ‘medeni’ dünyadan nefret etmiş vaziyette.
“Medeniyetiniz batsın” diyesi geliyor insanın ama neden şaşırıyoruz ki? Kadının spordaki yeri her zaman için taraflı ve ideolojik olmuştur. Hatta daha ileri gidip kapitalist toplumda sporun, toplumun erkek egemen unsurları tarafından kadına karşı bir baskı örgütü olarak kullanıldığını da rahatlıkla söyleyebiliriz. Tarihsel olarak baktığımızda ırkçılık ve cinsiyetçilik, sporları yöneten o çok bilmiş elit güruhun korumaya çalıştığı ilk tabular olarak göze çarpar.
Bir Yunan kadını olan Stamata Revithi, 1896 yılında Atina Olimpiyatları’na katılmak istediğinde yetkililer ne yapacaklarını dâhi bilemediler. Çünkü ‘kadın’, pederşahi spor dünyasında kabulü mümkün olmayan bir figürdü. Siyahların profesyonel olarak futbol oynama özgürlüğünü kazandığı ilk ülke olan Brezilya’da bu hakkın kabulü 1930’ları bulur. Burjuva medyasının “aristokrat spor” olarak yücelttiği golfün Tiger Woods’a rağmen günümüzde dahi elitist ve ırkçı bir spor olduğu rahatlıkla iddia edilip kanıtlanabilir. Revithi’den 50 sene sonra, olimpiyat sözcüsü Norman Cox, o dönem toplumsal ve uluslararası baskıları aşıp yeni yeni arenalara çıkmaya başlayan siyahi kadın sporcuların haksızlık yarattığı, dolayısıyla kendilerine ait bir alanda örneğin “hermafrodit kadınlar” alanında yarışmaları gerektiğini tüm fütursuzluğuyla söyleyebildiğinde tarih 1950’ydi.
Sporda bu gibi önyargılar her zaman için söz konusu elitlerin avam olarak nitelediği tabanın ilerici ve devrimci baskılarıyla yıkılmıştır. Bu açıdan baktığımızda sporun eşitlik uğruna bir mücadele alanı olması bakımından önemli bir yeri olduğunu söyleyebiliriz. Fakat kimi tabuları yıkmak da kolay olmuyor. Freud, Totem ve Tabu’da şöyle buyurur: “Tabular ilkel insanın korkularıdır ve insanlık geliştikçe yıkılmaya mahkûmdurlar.” Biz daha yeterince gelişememişiz ki, halen kadının spor dünyasındaki yeri mümkün olan en marjinal noktaya itilmeye çalışılıyor ve tabular yaşamaya devam ediyor.
Caster Semenya’ya dayatılan tüm bu test hikâyesi aslında bundan ibaret. İnsanları tek tipleştirmeye ve yaftalamaya bayılıyoruz. Spor da bunun için bulunmaz bir mekân. Özellikle mevzu kadın-erkek olunca, ezberimizi bozan hiçbir görüntüye tahammülümüz yok. “Erkek gibi vurdu”, “erkek gibi koştu”, “erkek gibi osurdu”. Kadının tüm üstün özelliklerini seksizme bağlayabilen kültürel kodlar arasında yaşıyoruz ve bu tutum spor çevrelerini ve medyayı ezelden beri domine etmiş vaziyette. Muhtemeldir ki çıkış yapan her kadın atletin, kadınsılığını kanıtlamak adına dergilere soyunması da bu sebeptendir. Seksiliği ve güzelliği kanıtlamak dişiliği onaylatmanın ilk şartı olarak görülüyor.
Semenya’nın başına gelenlere baksanıza; yeterince güzel ve kadınsı bulunmayan bir atlete cinsiyet testi dayatılıyor. Semenya, bir kadın dergisine çırılçıplak soyunsa hepimiz rahatlayacağız. “Oh be kadınmış” diyip dergiyle beraber lavabonun yolunu tutarken acaba 1986’da benzer bir durumda biyolojik olarak tamamen kadın olmasına rağmen erkek kromozomlarına(XY) sahip olduğu anlaşılan İspanyol atlet Maria Jose Martinez-Patino’yu hatırlayacak mıyız? Hayatı boyunca bir kadın olarak yaşayan, sevişen, koşan, aşık olan İspanyol sporcuya bilim, kadın olmadığını söylediğinde bu saçma karar ona kendi deyişiyle “arkadaşlarına, nişanlısına ve sporcu lisansına” mal olmuştu.
Semenya’ya dayatılan cinsiyet testi faşistçedir. Cinsiyetçidir, ayrımcıdır ve iğrençtir. Kadın olarak yaşayan, kadın kimliği taşıyan bir insanın ve her şeyden önce “Caster, benim kızım, onu ben doğurdum” diyen bir annenin tüm duyguları, samimiyeti ve özgürlüğü hiçe sayılarak Semenya’nın kişilik haklarına ve yaşam alanına tecavüz edilmektedir. Düşünün bir kere, diyelim ki bu test sonucu Semenya’nın hermafrodit olduğu anlaşıldı ya da kromozomları XX değil de XY çıktı. Genç sporcu, sahtekâr bir dopingliymişçesine muamele görecek, madalyası ve profesyonel olarak spor yapma hakkı elinden alınacak ve 18 yıllık yaşamının tüm emekleri gasp edilecektir.
Yere batsın biliminiz de, kromozomlarınız da, testleriniz de. Dünya Atletizm Federasyonu bir kez daha kanıtlamaktadır ki erkek egemen kapitalist toplumda spor, kadınlara ve eşcinsellere karşı kullanılan bir baskı örgütüdür. Semenya’nın arkasındayız ve son olarak “Altın kız erkek mi kadın mı? Fotoğraflarına bakın siz karar verin” diyen iğrenç Hürriyet gazeteciliğine de buradan en derin lanetlerimi kusuyorum.
Showing posts with label atletizm. Show all posts
Showing posts with label atletizm. Show all posts
Monday, August 24, 2009
Wednesday, September 3, 2008
9.59 Adına

Rekorlar atletizmin ana yakıtıdır ve Usain Bolt'un Beijing'de gerçekleştirdiği mucizeler son dönemde sporun hakettiği ilgiyi yeniden kazanmasını sağladı. Bolt'u şov yaptığı gerekçesiyle eleştiren Jacques Rogge'un bu açıdan Jamaikalı sprintere duacı olması lazım. Neyse rekorlar, spora heyecan getirdiği gibi sporcuların da önüne yeni hedefler koyar ve nihayetinde de yeni rekorları getirir. Powell'ın dün Lozan'da koştuğu 9.72 yeni rekorun ilk habercisiydi. Olimpiyatlarda Bolt'un kırdığı 9.69'luk rekorun uzun süre tedavülde kalmayacağı zaten kesin. Bolt, o yarışta son 20 metrede zaferini kutlamaya başlaması şu an 9.50'lerden söz ediyor olabilirdik. Zaten 100 metre rekorunda asıl merak uyandıran soru şu? Bolt dışında birisi bu rekoru geliştirebilir mi? Powell dünkü 9.72'siyle "bende varım" dedi. Yarış öncesi de hedefinin 9.59 olduğunu açıkça belirtmişti. Bu iddialı açıklamalar ve performanslar 1 hafta içinde gerçekleşecek 3 önemli yarışın öneminin daha da artmasını sağlıyor. Pazar günü Rieti'de ve sonrasında Brüksel ve Stuttgart'ta gerçekleşecek 100 metre yarışları müthiş bir heyecanla bekleniyor. Rieti'de sadece Powell'ı izleyeceğiz. Bolt yine ana branşı 200 metrede takılacak ama Cuma günü Brüksel'de bu ikiliye Tyson Gay'in de katılımıyla birlikte olimpiyatlarda yaşayamadığımız üçlü heyecanı yaşama imkanı bulacağız ve muhtemel bir rekoru da gözleyeceğiz.
Etiketler:
100 metre,
200 metre,
Asafa Powell,
atletizm,
IAAF,
rieti,
sprint,
Tyson Gay,
Usain Bolt
Wednesday, January 23, 2008
Ada'nın Yükselen Yıldızı : Harry Aikines-Aryeetey

Spora her zaman büyük önem veren İngilizler, son dönemlerde tüm ilgi ve yatırımlarına rağmen bekledikleri sonuçları alma konusunda büyük hayal kırıklıklarına uğradılar. Milli futbol takımları beklenen başarıları yakalayamadı ve son olarak Avrupa Kupası'na katılma hakkını bile elde edemedi. Teniste tek umutları Tim Henman, değil bir grand slam şampiyonluğu, final dahi göremedi ve sonunda da kronik sakatlıkları sonucu emekli olmak zorunda kaldı. Büyük başarılar bekledikleri atlet Christine Ohuruogu tarihin en büyük bayan 400 metrecisi olması ümit edilirken doping cezası aldı. Gerçi yazın dünya şampiyonasında kazandığı altınla kendisine yöneltilen eleştirileri biraz hafifletti ama yine de şüpheli gözler hep üzerinde.
Tüm bu hayal kırıklıklarına rağmen İngilizler hep sabırlı olmayı bildi. Fakat artık kum saati akmaya başladı. Malum 2012 Olimpiyatları Londra'da düzenlenecek ve evsahipleri atletizmin en prestijli alanlarında altın madalya alma konusunda son derece hevesli ve sabırsızlar. En büyük umutları ise 20 yaşında bir delikanlı. Harry-Aikines Aryeetey. Genç Harry, 2004'ten beri ulusal medyanın merceğinde. 16 yaşında 100 ve 200 metrede kazandığı altın madalyalar, 2005'te BBC'nin afilli "Yılın Genç Sportif Kişiliği" ödülünü kazanmasını ve IAAF tarafından Yılın Yükselen Yıldızı seçilmesini sağladı. 100 ve 200 metre yarışçısı olması ortodoks atletik görüşlere aykırı gelse de kanımca bu onun sıradışı bir atlet olduğunun kanıtından başka bir şey değil. Sadece 100 metreci ya da 200 ve 400 metrede yenilmez olan çok atlet gördük ama hem 100 hem de 200 metrede jenerasyonunun en iyisi olarak öne çıkması gerçekten çok etkileyici. Henüz 18 yaşında 200 metrede 21 saniyenin, 100 metrede ise 10.40'ın altında dereceler verebilmesi ise Adalılar'ın ona bağladığı büyük madalya umutlarını açıklamaya yetiyor.
Gana kökenli genç atlet, bir yandan başarılı bir lise hayatını geride bırakırken aynı zamanda 2006 Dünya Gençler Şampiyonası'nda da 100 metre şampiyonu oldu ve 10.37'lik derecesiyle bu alanda yine akranlarının en iyisi olduğunu kanıtladı. Geçtiğimiz sezonu sırt sakatlığı ve koçu Trevor Graham'la ilgili şüpheler yüzünden sıkıntılı geçiren sprinter, 2008 itibariyle yeniden pistlere döndü. Şimdilik Pekin Olimpiyatları'nda yarışıp yarışmayacağı kesinlik kazanmadı ama geçtiğimiz günlerde 60 metre kapalı alan yarışında erken kariyerinde pek de alışık olmadığı yenilgilerden birini aldı. Yarış sonrası son derece olgun bir şekilde yaptığı "Tek isteğim yarın bir daha yarışmak ve kazanmak. Atletler böyle olmalıdır, her zaman kazanmak benim tek düşüncem. Sırt sakatlığımı atlattığım için mutluyum ama kaybettiğim için kızgınım." açıklaması onun ne kadar rekabetçi bir yapıya sahip olduğunu kanıtlıyor. Harry Aikines Aryeetey'in yeteneği ve ateşli, hırslı yapısı da zaten 2012 Londra'ya büyük önem veren İngiliz Atletizmi'nin en çok ihtiyacı olan şey.
Saturday, October 6, 2007
Owens'tan Jones'a Sporda Erdemlilik

“Kazanmak, kazanmak, kazanmak. Günün sonunda önemli olan tek şey budur. Eğer kazanamadıysanız tüm emekleriniz koca bir hiçten başka bir şey değildir.” Bu sözü tırnak içine aldım. Kimin söylediğini hatırlamıyorum ama binlerce kez duyduğuma ve okuduğuma eminim. Türkçe, İngilizce, Almanca, İtalyanca, İspanyolca vs. bir şekilde çevirisini yapıp okuyabildiğim tüm dillerde bu cümlelere rastladığımdan da hiçbir şüphem yok. O yüzden günümüze ait anonim bir söz olarak tanımlamak en doğrusu olacaktır. Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, düzeneğin tüm dişlileri kullarını sadece tek bir amaca odaklıyor: Kazanmak. Kazanamazsan bir hiçsin. İkincilik nadiren takdir ediliyor, basamağın bir altındaysanız ise, saygı görmek için muhataplarınızın kibarlığına muhtaçsınız. Sistemin en büyük dayanağı rekabet, türünün en iyisini ortaya çıkarmak adına alabildiğine vahşi. Sadece ekonomik hayattan veya kariyer mücadelesinden bahsetmiyorum aslına bakarsanız bu yazıyı yazarken aklımda sadece spor dünyası var.
Atletizmin son utancı: Marion Jones
Cuma günü New York idari mahkemesinde, çok değil 6-7 sene öncesinin en büyük bayan atleti Marion Jones’ın günah çıkarma töreni vardı. Sydney 2000 Yaz Olimpiyatları’na 3 altın ve 2 bronz madalyayla damgasını vuran Birleşik Amerikalı atlet, başarısını turnuva süresince aldığı doping içeren maddelere borçlu olduğunu gözyaşları içerisinde itiraf etti. Kuşkusuz Jones, üzgün ve pişmandı. Fakat kim bilir kaçıncı gözbebeğinin kazanmak adına hile yaptığını öğrenen atletizm dünyası ondan daha hüzünlüydü. Ben Johnson’lar, Tim Montgomery’ler, Justin Gatlin’ler ve daha niceleri... Nice şampiyon, nice şampiyon olduğu için ayakta alkışlanan ve sevincini gözyaşlarına akıtan sporcu ruhunu bu en büyük olma bağımlılığı yüzünden şeytana satmıştı.
Rekabet acımasızdı ve bir şekilde kazanmak, ne olursa olsun kazanmak gerekti. Aslına bakarsanız belki de kimse Marion Jones’un bu geç gelen itirafına şaşırmadı ki bu, durumu sadece daha üzücü hale getiren bir detay. Maalesef, özellikle son 20 senede spor dünyasında rekabetin ve kazanmanın önemi o kadar arttı ki, en büyük isimlerin bile doping kullanmasına alışır hale geldik. Doping kelimesini sözcük dağarcığıma ne zaman kattım diye düşünüyorum da zihnim beni dünya tarihinin en iyi futbolcularından birine ve hayatımda izlediğim ilk dünya kupasına götürüyor. Diego Armando Maradona, 1994 A.B.D dünya kupası...
Rekabet, Kazanmak ve Michael Jordan
Spor dünyasında rekabet ve kazanmak diyince akla ilk gelen isim Michael Jordan’dır. Hayatı boyunca bu iki unsuru iyi bir sporcu olması adına en mükemmel şekilde kullanan majesteleri lakaplı basketbolcu, dünyanın gelmiş geçmiş en iyi sporcularından biri olarak kabul edilir. Kimse sorarsanız sorun, hepsi onun izleyenleri hayran bırakan hava harekatlarından, geriye çekilerek attığı durdurulamaz şutlardan ve hiç pes etmeyen müthiş azminden bahsedecektir. Ama Michael Jordan’ı türünün en iyisi yapan hiçbir zaman sadece olağanüstü yetenekli bir oyuncu olması değildir. O Amerikalılar’ın tabiriyle tam bir winner’dır. Hatta winner’ların şahıdır. Bir Amerikalı gazetecinin şu sözünü hatırlıyorum, “ Michael Jordan dünyanın en kötü takım arkadaşıdır ama onun takımındaysanız mutlusunuzdur, zira kazanan taraftasınızdır.” Rekabet etmek ve kazanmak onu tanımlayan en önemli sözcüklerdi ve bugün dünya spor çevrelerinde hangi atletle konuşursanız konuşun sanki Jordan’ı dinler gibi olursunuz. “Rekabet-kazanmak, rekabet-kazanmak...” Jordan tarihin en büyük basketbolcusuydu ama 90’ların o unutulmaz reklam sloganı “Be Like Mike”, Amerikan gençliği tarafından işine geldiği gibi algılanınca ortaya tonlarca dilini çıkararak Jordan gibi smaç yapan ama onun kusursuz fundamentalinden yoksun ve yine onun gibi kazanmak isteyen ama onun bünyesinde barındırdığı azimden bihaber tonlarca genç çıktı.
Sporun özünden nasibini almamış gençlerin içinde herkes Mike gibi olmak, hep kazanmak istiyordu. Ama günün sonunda sadece bir tane kazanan çıkar. Amerikan spor gazeteciliğinin yaydığı deyimle ya winner’sınız ya loser. Ve kaybetmenin zavallılık olarak damgalandığı bir dünyada kaybetmeyi ve kaybeden olarak anılmayı kim ister ki! Mutlaka kazanmalısınız! Etrafınızdaki herkesten iyi olmalı ve muzaffer duruşunuzu uzun yıllar muhafaza etmelisiniz. Eğer bunu tek başınıza yapamıyorsanız, kolayı var, Marion Jones ve diğer utanç abideleri gibi steroid kullanın!
Jesse Owens’ın Ayak İzleri
Her şeyin bu kadar kazanmak eksenli döndüğü bir dünyada 36 Berlin olimpiyatlarının efsane ismi Jesse Owens’ın kemikleri sızlıyor olmalı. Oysa o yüz bini aşkın Alman’ın müthiş tezahüratları eşliğinde birincilik kürsüsüne çıktığında sadece Hitler’in yüzünü kızartmakla kalmamış aynı zamanda sporun özünde tüm önyargıları yıkabilen ne kadar güler yüzlü bir enstrüman olduğunu da kanıtlamıştı. Owens, Berlin olimpiyatları sonrası spora devam edemedi. Hiçbir zaman Beyaz Saray’a davet edilmedi, Golden League’lere katılıp milyon dolarlar da kazanmadı ama yine de tarihin en saygın sporcularından biri olarak anılıyor.
Kanımca Machiavelli’nin fikir tanrısı olduğu modern dünyada kazanmaya programlı atletlerin birincil kovalamaları gereken erdem saygınlık olmalıdır. Zira dürüstçe kazanılmamış tüm başarılar eninde sonunda sizi bir hilekar olarak damgalıyor ve inanın bu, bir “kaybeden” olmaktan çok daha kötü bir sıfat. Ne yazık ki vahşi rekabet ve sürekli kazanma zorunluluğu, sporda erdemliliği yavaş yavaş ortadan kaldırırken gerçek sporculara, sağduyulu sporseverlere ve gazetecilere düşen, Okan Yüksel’in de dediği gibi “Kassandra Çaresizliği” içinde çırpınmak belki ama yanlış giden şeyleri değiştirebilmeyi de en azından umut etmek.
Subscribe to:
Posts (Atom)