Showing posts with label Caster Semenya. Show all posts
Showing posts with label Caster Semenya. Show all posts

Sunday, October 3, 2010

Commonwealth Oyunları pislik içinde başlıyor



BU YAZI İLK OLARAK 3 EKİM 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

Commonwealth Oyunları bugün Delhi’de başlıyor. Kentte şu aralar “talihli” bir katchi abadi (gecekonducu) sayılmak için başınızı sokacak bir barakanızın olması yeterli. Ya da günde 3 dolara çalıştığınız stadyum inşaatlarında hâlâ can vermediyseniz ve hatta 4 yaşındaki oğlunuzu da günde 1 dolara kendinize meslektaş edebildiyseniz yatıp kalkıp halinize dua edebilirsiniz.

Çok mu iddialı konuştum? Dahası var, resmi rakamlara göre nüfusu 19 milyon olan Delhi’de en az 10 milyon gecekondu sakini yaşıyor ve kente her yıl göç eden 500 bin kişiden 400 bini soluğu gecekondu mahallelerinde alıyor. Bayağı kalabalık ve gittikçe de artan bir nüfustan söz ediyoruz anlayacağınız.

22 Ağustos’ta bu köşede yazdığım “Delhi 2010: Spor, spor endüstrisinin neresinde?” başlıklı yazıda tüm dünyada konuşulmakta olan ve Commonwealth 2010’un defolu yanlarını -bu noktada “Defolu olmayan bir yanı var mı?” iyi bir sorudur- faş eden gerçekleri sizlerle paylaşmıştım. O günden itibaren işler daha da kötüye gitti. İnşaatlarda yaşamını yitiren işçi sayısı 70’den 100’e yükseldi örneğin.

ŞİKAYETİ BIRAKIP EĞLENMENİN ZAMANI MI?

23 Eylül günü, “Modern Hindistan’ın mimarı” olarak anılan Cevahir Lal Nehru’nun ismini taşıyan yeni stadyumun inşasında 1 gün içinde 2. ölümcül kaza gerçekleştiğinde Batı medyasının bütün ağababaları (CNN, BBC vs.) kameralarını ülkeye doğru yöneltti. Ne de olsa kendilerine önemli bir organizasyonu düzenleme görevi verilmişti ve “sirki” tehlikeye atacak hiçbir beceriksizlik kabul edilemezdi.

Konuyu yakından takip ediyorum. Haliyle o 2-3 günlük süreç içerisinde yaratılan “Oyunlar tehlikede”, “Bu stadyum size hazırmış gibi gözüküyor mu”, “Hindistan bu işi beceremeyecek” temalı haberlerin sadece bir gözdağından ve kürek mahkumuna vurulan “kamçı”dan ibaret olduğunu anlamam kolay oldu.

Son birkaç günde yani artık geri dönüşün mümkün olmadığı günlerde servise konulan haberleri de buna göre okumak doğru olacaktır. Aslında İngiliz gazetesi Guardian, takınmamız gereken tavrı bizim için özetlemiş: “Artık şikayet etmeyi bırakıp eğlenmenin zamanı.”

4 YAŞINDAKİ ÇOCUK İŞÇİLER…

Tabii, eğlenelim, fotoğraflarla kayıt altına alındığı üzere 4 yaşındaki çocukların dahi gasbedilmiş emeklerinin üzerinde yükselen bu Babil kepazeliğinde eğlenmenize bakın siz! İnsan kaçakçılığı konusunda uzman araştırmacılardan, “Seks İşçiliği: Modern Kölelik Endüstrisinin İçinden” isimli kitabıyla tanınan Siddharth Kara’nın bölgede yaptığı çalışmalarda sadece birkaç günde 32 “zorla istihdam” ve 14 “çocuk işçiliği” vakası belgelendi. Kara’nın sözleriyle: “Bu koşullar insanlık dışı. 6, 7, 8 yaşlarında çocuklar kirin, batağın içinde çalışıyor ve tuvaletlerini ulu orta yerlerde gidermek zorunda kalıyor.” Kara’nın aktardıkları önemli çünkü sadece birkaç gün önce medya ve sporcular tüm bu sefil ortama tezat 5 yıldızlı Sporcular Köyü’nde sağda solda insan dışkıları bulunmasından şikayet ediyordu.

Günaydın “eski” sömürgecinin medyası ve onun tahakkümü altındaki dünya! 1990’da Delhi’de Susan Chaplin’in 1100 gecekondu üzerinde yaptığı bir araştırma şu verileri ortaya koymuştu: “480 bin ailenin yalnızca 160 klozete ve 110 seyyar tuvalete erişimi var.” Bu noktada meşhur tuvalet belgeseli “Bumbay”ı çeken Yönetmen Prahlad Kakkar’ı anmamak ne mümkün: “Nüfusun yarısı içine sıçacağı bir tuvaleti olmadığı için dışarıya sıçıyor. Beş milyon kişi yani. Her biri yarım kilo sıçsa, her sabah toplam iki buçuk milyon kilo bok eder.” Bu kentlerdeki (Delhi, Mumbai) altyapı-nüfus dengesinin her geçen yıl kötüye gittiğini göz önünde tutarsak günlük üretilen ve ortalığa saçılan pislik miktarındaki artışı da öngörebiliriz.

ENGELS DELHİ’DE

Bu yazının yayınlandığı gün Oyunlar başlamış olacak. Ben yazarken de inşaat alanlarından “kaza” haberleri gelmeye devam ediyordu. Turnuva, kazadan kazaya koşar, altyapı rezaletlerine her gün bir yenisi eklenirken sömürge günlerinin o “şirin” hatıralarını yaşatan bu barış dolu turnuvanın huzurunda Beyaz Adam’ın kendi yarattığı boklardan şikayet ediyor olması aslında hoşuma da gitmedi değil. Bu ironik durum bana Friedrich Engels’in Konut Sorunu’nda yazdıklarını hatırlattı: “Modern doğa bilimi, bütün emekçilerin doluştuğu, ‘yoksul mahalleler’ diye adlandırılan şeyin, zaman zaman kentlerimizi etkileyen salgınların ürediği yer olduğunu kanıtlamıştır… Kapitalist düzen, emekçi sınıf arasında bulaşıcı hastalık yaratma zevkine, cezasını çekmeden sahip olamaz; sonuçları ona da ulaşır…” İşte bu yüzden İngilizlerin ve Hindistan’a gelmekte olan diğer tuzu kuruların bacak kadar çocuk işçilerin boklarından şikayet ediyor olmasını gayet eğlenceli buluyorum. Merak etmeyin yarattığınız bu pisliğin içinde boğulacağınız günler de gelecek…

Tüm bu pisliğin ortasında halkı sefalet içerisinde yüzen Hindistan, 2 milyar dolar harcadı (Bu resmi rakam, Nalin Mehta ve Boria Majumdar’ın kitabına göre rakam 10 milyar dolar). 4 yaşında çocukları dahi çalıştırarak lüks spor kompleksleri inşa etti. Yüz binlerce gecekonduyu yıktı. 100’ün üzerinde işçi inşaat sahalarında can verdi ve bu kanlı, kan emici organizasyon mümkün kılındı. Böyle zamanlarda Güney Afrika’daki Dünya Kupası sürecine benzer biçimde, bu tip mega spor organizasyonlarını takip etmenin ne kadar rahatsız edici olabileceğine tekrar şahit oluyorum.

2 hafta önceki yazımda Seyrantepe inşaatında göz göre göre can veren işçilerimiz için yeni yapılacak stadı boykot edeceğimi belirtmiştim. Pek yankı uyandırmadı tabii.
Fakat hazır Favori Sporcum Caster Semenya da turnuvaya katılmayacağını açıklamışken Hindistanlı Yazar Kapil Komireddi’nin önerisini dinleyip Commonwealth Oyunları’nı da boykot etsem mi diye düşünüyorum. Üstelik bu sefer yalnız kalmayacağım. Koca koca Jhuggiler (Gecekondu mahalleleri) benimle birlikte olacak…

Sunday, July 11, 2010

Johannesburg’da final, Pretoria’da zafer!

BU YAZI İLK OLARAK 12 TEMMUZ 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

The Guardian’ın deneyimli Spor Yazarı Richard Williams’ın dediği gibi “2010, Afrika’nın turnuvası olarak başladı, Güney Amerikalıların şovu olarak devam etti, Avrupa’nın kupası olarak sonlanıyor.”

Turnuvaya katılan 6 Afrika takımından Gana haricinde kalanlar göz doldurmaktan uzaktı. Fire vermeden 5 takımla gruplardan çıkan Güney Amerikalılar, Avrupalı rakiplerine karşı sönük ve çaresiz kaldılar. Avrupa ise göze hoş gelen futbolları ve sistemleriyle öne çıkan İspanya, Almanya ve Hollanda gibi ekolleriyle turnuvanın final resmini çizdi. Ve bu akşam Johannesburg’da Dünya Kupası tarihinde ilk kez finale çıkan İspanya ve Hollanda’nın randevusuyla turnuvayı sonlandıracağız

Avrupa’nın taktiksel hakimiyeti

Yarı finalde belki de şampiyonanın en iyi iki takımını, Almanya ve İspanya’yı karşı karşıya izledik. Öncelikli olarak topa hakim olmayı hedefleyen oyun yapıları (possession football) ve benzer sistemleriyle iki takımın mücadelesi beklenen çekişmeden uzaktı. Bir başka deyişle her şey tıpkı 2008 Avrupa Kupası Finali gibiydi. Almanya turnuva boyunca olduğu gibi pozitif futbolunu sürdürdü ve elinden geleni yaptı ama klasik tabirle gücü yetmedi.

Burada bir parantez açmak isterim. Her iki takım da top hakimiyetini ön plana alsa da Almanya topu ayakta daha az tutarak, daha hızlı oynamayı hedefleyen ve direkt paslarla rakibin boşluklarından yararlanmak suretiyle sonuca giden bir futbol oynuyor. Bu özelliğiyle saf topa hakim olmaya dayalı futbol (possession football) oynayan İspanyollardan biraz daha farklılar.

Vicente Del Bosque ve ekibi Almanya’nın özelliklerini çok iyi tetkik ederek yarı final öncesi santrfor özellikli iki oyuncudan Torres’i 11’den çıkardı ve yerine ön alanda daha iyi baskı yapabilecek sağ açık Pedro’yu yerleştirdi. Bunun sonucunda o güne kadar turnuvada sol açık oynayan Villa da asıl mevkii olan santrfor bölgesinde sahaya çıkma imkanı buldu. Bu değişiklikler çok olumlu neticelendi. Almanya, kalabalık ve top alışverişinde becerikli İspanya orta sahasına karşı nefes alamadı, topa sahip olamadı ve nihayetinde karşılaşma süresince mahkum oynayarak kaybetti.

Öte yanda artık eskisi gibi göze hoş gelen futbol oynamadığı iddiasıyla eleştirilen Hollanda makus talihini kırarak finale yükseldi. Üstelik oynadığı 6 maçın 6’sını da kazanarak. Bu noktada “total futbol” nostaljiklerine şöyle bir hatırlatma yapmak makul olacaktır. Evet, Hollanda eskisi kadar hücumcu bir takım değil. Ama eskiden kastım ‘70’ler değil, örneğin 2008. ‘74’teki total futbol efsanesi zaten 1980’lerden itibaren ortadan kayboldu. Hollanda hep 3 forvetli hücum futbolunu sürdürdü ama bunun adı total futbol değildi. Dolayısıyla başta Johan Cruijff’un 3-4 senedir sürdürdüğü “Hollanda tek santrfor oynamaz” eleştirileri olmak üzere Portakallar üzerinden döndürülen klişelerin çok da gerçekleri yansıtmadığı kanısındayım. Evet, Hollanda daha sert ve kontrollü oynayan bir takım ve Van Marwijk’in 4-2-3-1’i Van Basten’inkinden çok daha temkinli ama bunun adı total futbola ihanet değil. Zira Hollanda, total futbolu bırakalı 30 sene oldu.

UEFA Başkanı Michel Platini, yarı finale kalan Avrupa takımlarıyla ilgili çok doğru bir noktayı vurguladı: “Bu 3 takım son 4 senede en fazla Gençler Şampiyonası kazanan takımlar. Bu bir tesadüf mü? Bence değil, bu oturmuş altyapıların, iyi organizasyonun ve teknik eğitim programlarının bir sonucu.” Platini haklı. Bu turnuvanın öne çıkan bir özelliği varsa o da taktiksel beceri ve takım oyununu ön plana çıkaran ekiplerin bireysel yeteneklere dayanan sistemleri geride bıraktığıdır. Sizi bilmem ama ben bu durumdan hiç de şikayetçi değilim. İspanya, Almanya gibi takımları izlemek tek başına Lionel Messi ve Cristiano Ronaldo’yu izlemekten çok daha keyifli çünkü.

SEMENYA’NIN ZAFERİ

Caster Semenya’nın pistlere dönebileceği haberi ajanslara düşünce oturdum saydım. Son 10 ayda tam 7 Semenya yazısı yazmışım. Semenya’nın cinsiyetçi ve ırkçı IAAF’e (Dünya Atletizm Federasyonu) karşı olan mücadelesini ana akım saptırmalardan uzak, doğru argümanlarla sizlerle ulaştırmak çok önemliydi. Çünkü Türk medyasında çıkan Semenya haberleri “Altın kız erkek çıktı” gibi itham ve iftiralardan ibaretti. Bu da 8. yazı olsun, Semenya’nın zaferi şerefine…

Tam olarak bilmeyenler için hadiseyi kısaca özetleyeyim. Caster Semenya, 2009 Berlin’de 800 metre Kadınlar Dünya Şampiyonu oldu ve akabinde IAAF, hakkında çıkartılan “Semenya aslında erkek” iddialarını ihbar kabul ederek insanlık dışı bir cinsiyet testini genç atlete dayattı. Semenya’nın cinsiyetini mevzubahis ederek özel hayatına ve kişilik haklarına tecavüz edenlerin cinsiyetçi ve ırkçı dayanakları vardı : “Kadın gibi gözükmüyor, çok kaslı, sakalları var…”

Semenya ilk günden itibaren başını dik tuttu hatta mayıs ayında “Sizin vereceğiniz karar da atletizm de umurumda değil” diyerek IAAF’ye açıkça rest çekti. Ve hiçbir kusuru olmamasına rağmen sadece mesnetsiz ırkçı ve cinsiyetçi dayanakları olan iddialar yüzünden 11 ay spor yapması engellenen Semenya, geçtiğimiz hafta içinden açıklanan raporla nihayet zafere ulaştı.

IAAF, 11 ay sonra Semenya’nın kadın olduğundan emin olabildi de ona yeniden pistlere dönme iznini verdi ama daha önce de yazdığım gibi bu saatten sonra IAAF’in verdiği kararın hiçbir önemi yok. Semenya çoktan kazanmıştı çünkü hep haklıydı. Artık Dünya Kupası’yla yüzü gülmeyen Güney Afrikalı yoksulların, o gecekonduların içinden çıkan Caster Semenya’nın memleketi Pretoria’nın ve tüm Semenya destekçilerinin zafer vaktidir. Zulme karşı zaferin tadı da başka olur ha!..

Saturday, May 1, 2010

Semenya barbar spor elitine karşı!


BU YAZI İLK OLARAK emekdunyasi.net SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR. Orjinal link: http://www.emekdunyasi.net/spor/yorum-analiz/7481-semenya-barbar-spor-elitine-karsi

19 Ağustos 2009…

Caster Semenya’nın Berlin’de düzenlenen Dünya Atletizm Şampiyonası’nda 800 metre Bayanlar şampiyonu olduğu gün.

Yarışı kazanan Semenya, o günden beri sporun cinsiyetçi statükosuna karşı direniyor.

Müsabakadan sonra özellikle Avustralyalı yetkililerin şikâyeti ve medyanın çığırtkanlığı üzerine Uluslararası Olimpiyat Federasyonu(IAAF), genç sporcuya bir cinsiyet testi dayattı. Bu testin dayatılış biçimi tamamen cinsiyetçi ve ayrımcı temeller üzerine kuruluydu.

“Semenya bir kadın için çok güçlü gözüküyor.”, “Çok kaslı”, “Sakalları mı var?”, “Hiç seksi değil, çok erkeksi”, “Bir kadın bu kadar iyi koşamaz.”

IAAF, medyada çıkan bu gibi safsataları adeta bir ihbar gibi kabul etti ve genç şampiyonu, tüm kişilik haklarını hiçe sayarak cinsiyet testine tabi tuttu. Bu aynı zamanda Semenya’nın aktif spor yaşantısının da askıya alınması anlamına geliyordu. Eylül ayında yapılan cinsiyet testinin üzerinden 8 ay geçti. Sonuç hala açıklanmadı, Caster Semenya hala yarışamıyor.

Semenya’nın siyahi bir Afrikalı olması onu tüm bu ırkçı ve cinsiyetçi saldırılara karşı daha savunmasız kılıyor elbette. Bugün WTA’in çıkıp ABD’li tenis yıldızı Serena Williams’a “bir kadın için çok güçlü” olduğu gerekçesiyle cinsiyet testi dayatabileceğini aklınız alıyor mu?

Tabii ki medya, bu süre zarfında Caster’in kişilik haklarını zedelemeye devam etti. Absürd makyaj ve kıyafetlerle dergilere kapak yapıldı, “Kadın mı erkek mi?” tarzı başlıklar manşetlerden eksik olmadı. Bizimkiler de boş durmadı. Seksi fotoğrafları için tıklayınız gazeteciliğini “erkeksi” fotoğrafları için tıklayınız gazeteciliğine çeviren anlı şanlı medyamız, “Fotoğraflarına bakın, erkek mi kadın mı siz karar verin!” gibi rezil başlıklarla tıynetini belli etti.

CİNSİYETÇİ BİR BASKI ÖRGÜTÜ OLARAK SPOR

Spor, tüm kurumsallaşmış yapısıyla bir endüstri olarak belli çıkar gruplarının hizmetindedir. Bu elit gruplar, sporu toplumsal bir hegemonya aracı olarak kullanırlar. Bunun için de hâkim siyasi yapının tüm ideolojik özelliklerini başta burjuva medyaları aracılığıyla olmak üzere topluma benimsetirler. Erkeklerin lehine cinsiyetçilik bu alanlardan biridir. Erkek egemen kapitalist toplumda spor, erkeğin var olduğu kabul ettirilmeye çalışılan üstünlüğünün yeniden üretildiği ve topluma kabul ettirildiği bir alandır.

Bu bilgiler ışığında Semenya’ya IAAF tarafından dayatılan cinsiyet testini ve uygulanan medya baskısının sakat yönlerini irdeleyelim.

Caster Semenya olayı bir kez daha göstermektedir ki egemen düşünce yapısının “cinsiyet” algısındaki statükocu yaklaşım artık arkeolojik hale gelmiştir. Bugün modern tıp ve yapılan araştırmaların ışığında şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: “İnterseks” olan insan sayısı bu hadiseyi biyolojik bir anomali olarak tanımlanmaktan çıkaracak kadar fazla. İnterseks insanların toplum baskısı sebebiyle şimdilik sessiz kalıyor oluşu bu gerçeği değiştirmez. Amerika Birleşik Devletleri’nde doğan her 1,666 bebekten biri interseks kromozomlara sahip olarak doğuyor. Tıbbi önlemler ve hormonal takviyelerle bu durum sıkça “düzeltilse” de insan cinsiyetinin kadın ve erkek olarak bıçak gibi ayrılmasının ne kadar yanlış olduğu dünyadaki gay-lezbiyen ve cinsiyetçilik karşıtı hareket güçlendikçe daha da ortaya çıkıyor.

Semenya’ya uygulanan cinsiyet testi sonrası ilk olarak Avustralya medyasına sızdırılan raporlar genç atletin interseks olabileceği yönündeydi. Sonuçlar hala açıklanmadığı için kesin bir şey söyleyemiyoruz ama diyelim ki Semenya, Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki her 500 insandan biri gibi interseks olarak dünyaya geldi, bu onun spor yapmasının önünde bir engel midir? Bu, interseks insan sayısı bu kadar fazlayken, baskın erkek hormonlarına sahip olduğu için diğer kadınlara karşı avantajlı olduğu iddia edilen Semenya’ya karşı bir haksızlık olmaz mı? Eğer bundan sonra prosedür böyle işleyecekse, IAAF kendi standartlarını belirlesin ve buna göre yeterince kadınsı gözükmeyen(ne demekse) tüm kadın sporculara cinsiyet testi dayatsın?!

Burada hadisedeki ikinci sakat noktaya geliyoruz. Bir kadının, -bu güruhun fosilleşmiş tanımlamalarıyla konuşacak olursak-“tam kadın olmaması”, “yarı erkek olması”, erkek kromozomları taşıması ya da vücudunda erkek hormonlarının baskın olması IAAF’e göre sporcuya avantaj sağlayan bir durum. Yani IAAF, erkeğin kadından üstün olduğunu kabul ediyor. Ne hakla?

Ataerkil toplum yapısında kadının sporla uğraşması her daim kısıtlansa da eşit koşullar altında çalışan erkek ve kadın atletler arasındaki fark bize kültürel olarak aşılanandan çok daha azdır. 1936 Berlin Olimpiyatları’nda erkek olduğu halde Nazi Almanya’sı adına kadınlar arasında yarıştığı ortaya çıkan Hermann Artjen’in Kadınlar Yüksek Atlama’da ancak dördüncü gelebildiğini hatırlatalım. İddia, erkeklerin kadınlardan atletik olarak çok daha üstün olduğuysa her iki “cins” için eşit koşullar sağlanmadan bu konuda ahkâm kesmek o kadar da doğru değildir.

Kaldı ki, toplumsal cinsiyet dediğimiz kavramın muğlâklığı ve bir realiteden çok statükonun belirlediği normlardan ibaret olması bu tartışmayı geçersiz kılmaya yetiyor. “Erkek” ve “kadın” bu kadar inşa edilmiş kimliklerken kimin erkek kimin kadın olacağına bir takım testlerle karar vermek faşizmin dik alasıdır. Hadise belli bir genetik özelliğin avantaj sağlamasıysa siyahîlerle beyazları da ayrı kategorilere koyun olsun bitsin.

SEMENYA DİRENİYOR

Kesin olarak bildiğimiz iki şey var. Birincisi, Caster Semenya, bir “kız” olarak doğdu, öyle büyütüldü ve öyle yarıştı. İkincisi, IAAF bu konuda taraftır. Erkek-kadın ayrımcılığının, heteroseksüelliğin ve erkek lehine cinsiyetçiliğin tarafı. IAAF’in tavrı açısından bakıldığında aynı organizasyonun eski başkanı Norman Cox’un 1960’ta siyahî kadın atletler için kurduğu şu rezil cümleyi hatırlamakta fayda var: “Komite, onlar için yeni bir kategori oluşturmalı: Gayrı adil derecede avantajlı hermafroditler.”

50 yılda zihniyette çok da radikal değişiklikler olmadığını görüyoruz. Spor halen erkek egemen toplumun hegemonyasında cinsiyetçiliğin yeniden üretildiği ve cinsiyet ayrımının bıçak kadar keskin olduğu bir alan.

Caster Semenya, interseks yahut değil her halükarda müthiş bir ayrımcılığa uğramakta ve ne yazık ki spor kamuoyu IAAF’in bu barbarlığına yeterince tepki göster(e)miyor. Semenya’nın tüm direnişine rağmen birkaç sosyalist spor yazarı ve cinsiyetçilikle mücadele eden grup dışında ana akım medya her zaman olduğu gibi o dillere destan tarafsızlığını korumakta. Spor basının tam da egemenlerin istediği gibi “oyuncakçı dükkânı” kıvamında kaldığı bu vakada sporda erkek egemen kültürün yarattığı cinsiyetçilikle mücadele konusunda da önemli bir fırsat kaçırılıyor böylece.

Medya ayak uyduramasa da Semenya’nın mücadelesi tam gaz devam ediyor. Caster Semenya, henüz 19 yaşında ama direne direne büyüdü, olgunlaştı. Onun savaşı birçok kişiye miras kalacak ve Caster Semenya adı ileride Babe Zaharias, Billie Jean King, Martina Navratilova gibi efsanelerle birlikte alınacak.

Saturday, April 24, 2010

Bir otokratın ölümü ve bir kahramanın doğuşu


BU YAZI İLK OLARAK 25 NİSAN 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.



“Samaranch, General Franco’nun diktatörlüğü zamanında mavi üniforma giyen, sağ elini havaya kaldırarak selam veren biri olarak tanınıyordu; 1980’den sonra dünya sporunda bir kral olarak tahta çıktı. Her ikisi(Joao Havelange) de çok büyük miktarlara varan paralarla oynamaktadırlar; sakın bu paraların ne kadar olduğunu kendilerine sormaya kalkmayın; bu konuda son derecede ketum olduklarından bir şey söylemezler.”

Eduardo Galeano, geçtiğimiz Çarşamba günü hayata gözlerini yuman eski Olimpiyat komitesi başkanı(diktatörü) Juan Antonio Samaranch için 1990’larda bu satırları kaleme almıştı. Palto değil kafa tutan gazetecilerin, yazarların güzelliği burada işte. Ana akım medyada hakkında düzülen methiyelerden sonra Samaranch’ı daha önce duymamış birisi kendisini evliya belleyebilirdi. Neyse ki dünyada utanmazları utandırmak için yazan Galeano gibi büyük yazarlar da var.

Bir spor otokratı: Samaranch

Samaranch, zengin bir fabrikatörün oğlu olarak 1920’de Barcelona’da doğdu. Sınıfının bilincineydi ve çıkarlarını kim daha iyi koruyacaksa onun yanında yer almayı adet edindi. İspanyol İç Savaşı’nda Falanjist’lere katılıp General Franco’nun safında savaştı. Franco ölene kadar da kendi deyimiyle onun sadık bir hizmetçisi olarak kaldı. 1980’de Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC)’nin başına geçtiğinde dünyanın içine girdiği neo-liberal değişimi spor alanında en iyi uygulayacak kişi olduğu gayet iyi biliniyordu.

Spor, Soğuk Savaş’ın denge ve propaganda aracı olmaktan post-ideolojik dönemin neo-liberal baskı aracına dönüşürken en büyük yardımı Samaranch ve FIFA başkanı Joao Havelange’dan aldı. John Pilger’ın bu haftaki yazısında belirttiği gibi bugün FIFA ve IOC, Wall Street’le Pentagon’un tek vücutta birleşmiş haline dönüştüyse bunda en büyük pay bu ikiliye aittir.

Günümüzde endüstri sporlarında küfrettiğimiz ne varsa büyük kısmını merhum Samaranch’a borçluyuz. Samaranch’ın görev başına gelmesi ve özellikle de 1988 Seul Olimpiyatları’yla birlikte uluslararası spor organizasyonları kentsel baskılama aracı olarak kapitalizmin önemli silahlarından biri haline geldi. Dünyanın dört bir yanındaki metropoller, kendilerini seçici komitelere beğendirebilmek ve kriterlere uyabilmek için bu etkinlikleri bir “kentsel dönüşüm” bahanesi olarak kullandılar. O tarihten bugüne mevzubahis şehirlerde 3.5 milyonun üzerinde kent yoksulu evleri yıkılmak suretiyle kent çeperlerine sürgün edildi.

Yine Samaranch’la birlikte amatör ruhun son kırıntıları da spor çevrelerinden uzaklaştırıldı. Spor, sosyal adaletsizliğin kalelerinden biri haline getirildi ve etrafında anlamsız paralar döndürülmeye başlandı. Tüm bu aşırı ticarileşmenin kaçınılmaz sonucu olarak rüşvet, şike ve bahis skandalları en büyük organizasyonların(2002 Salt Lake Kış Olimpiyatları) dahi tepesinden eksik olmadı.

Samaranch, büyük bir imparatorluk kurdu ve gözü arkada gitmiyor. Başta, şu anki olimpiyat komitesi başkanı Jacques Rogge olmak üzere spor elitleri onun mirasını yaşatmaya kararlılar ve bunun için de hiçbir gözü karalıktan kaçınmıyorlar. Pekin’de milyonlarca insanın evi yıkılırken, Vancouver’da ormanlar katledilirken ve elbette Caster Semenya’nın atletik kariyeri uçurumun kenarına itilirken Samaranch’ı ve onun şekillendirdiği olimpik endüstri mirasını unutmak mümkün mü?

Cesur kızın resti

Her ne hikmetse bir türlü cinsiyet testinin sonuçları açıklanmayan Caster Semenya direnmeye devam ettiği sürece yazacağım. Bilinsin ki, bir yerlerde Samaranch’ların, Havelange’ların otokratlığında semiren spor imparatorluğuna direnen yürekler atmaya devam ediyor.

Hafta içinde Semenya, Pretoria’da(Güney Afrika Cumhuriyeti) zor koşullar altında çalışan atletlere yardımcı olmak için açtığı spor akademisi sebebiyle bir basın toplantısı düzenledi. 19 yaşında, spor kariyerinin devam edip etmeyeceği belirsiz ve bugüne kadar kazandığı para miktarı cüzi olan bir atlet için “hayırseverliğin” çok ötesinde bir davranış ama Semenya’nın övülecek daha önemli özellikleri var.

Basın toplantısında Semenya’nın IAAF’e bir çift sözü vardı: “Samimiyetle söylüyorum atletizm benim umurumda bile değil, koşmak her şey demek değildir. Onlar(IAAF) istedikleri kararı alsınlar. Atletizme muhtaç değilim, üniversiteye gidiyorum, akademim var, iyi durumdayım. Artık umurumda bile değil fakat şu bilinsin: Atletizme devam edip etmeyeceğime sadece ben karar verebilirim, onlar değil.”

Ne denebilir ki bu sözlerin üstüne? Caster Semenya’yı ilk günden beri yazıyorum. Önceleri benim için tek zafer Semenya’nın pistlere geri dönmesiydi. Bu açıklamadan sonraysa şunu görüyorum ki, Semenya bu mücadeleyi çoktan kazanmış. Cesur kızın dediği gibi IAAF ne karar verirse versin, kazanan Semenya olacak.

Postasını koydu, restini gördü üstünü getirmek bize düşüyor. Mücadeleye devam!

Saturday, April 3, 2010

Oyuncakçı dükkânında kadının yeri

BU YAZI İLK OLARAK 4 NİSAN 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Kadınlar voleybolu bu ülkenin katı, erkek egemen medyasında kendine az da olsa yer bulabilen sayılı “karşı cins” sporundan biri. Özellikle “Karşı cins” diyorum zira spor endüstrisi ve medyasının yazısız kurallarından biri sporun eril bir faaliyet olmasıdır. Buralarda kadının spor yapmasına ancak “izin verilir” ve kadınlara spor sayfalarında lütfen “yer ayrılır”. Ayrılan ufak kısımların da mümkün olduğunca cinsiyetçi bir içerikte olmasına özen gösterilir. Bu yüzden de Türk spor medyasında kadının yeri %90 oranında “seksi fotoğrafları için tıklayınız” haberciliğindedir.

2 sezondur ligde fırtına gibi esen ve bu hafta sonu da Indesit Şampiyonlar Ligi Dörtlü Finali’nde mücadele ederek taraftarlarını sevince boğan Fenerbahçe Acıbadem’in bunca başarısına rağmen ülke gündeminde kendisine yer edinebilmesi bile büyük şanssa varın gerisini siz düşün.

Fakat sanmayın ki kadın sporlarının medyadaki temsilinde yaşanan ayrımcılık sadece ülkemize has bir durum. Kapitalist düzende spor endüstrisi sanılandan çok daha sistematik ve kemikleşmiş bir ajandaya göre hareket eder. Spor, sistemin nazarında bir kültürel hegemonya aracıdır. Bu yüzden hayatın ta kendisini spor sahalarında görünce şaşmayız. Milliyetçilik sporda da vardır. Cinsiyetçilik sporda da vardır. Sınıfsal ayrım sporda da vardır.

Kadın, nasıl sistem tarafından erkeğin bir adım gerisine itiliyorsa sporda da aynı şey söz konusudur. Bu yüzden ilk modern olimpiyatlara kadınların katılması yasaktı. Ve yine aynı sebepten spor halen önceliğin ve egemenliğin erkekte olduğu, düpedüz maço bir alan.

Bir devin doğuşu: Brittney Griner

Şu sıralar ABD’li sporseverlerin gözü kulağı Üniversitelerarası Basketbol Turnuvası’nda(NCAA). Erkekler ve Kadınlar’da eş zamanlı olarak oynanan şampiyonada medya ilgisi ağırlıklı olarak erkeklerin üzerinde. Fakat Erkekler turnuvasının tüm heyecanına karşın asıl fırtına Kadınlar’da kopuyor.

Her şeyden önce Kadınlar Turnuvası’nı izleyenler Brittney Griner adında bir devin doğuşuna tanıklık ediyorlar. 2.04’lük Griner, birçok otoriteye göre bayan basketbol tarihinin gördüğü en yetenekli oyuncu. Lisa Leslie’den de Candace Parker’dan da daha yüksek bir potansiyeli olduğu söylenen genç yıldız adayının bu sezonki istatistikleri bu cesur iddiaları güçlendiriyor: 18.8 sayı 8.6 ribaunt 6.9 blok!

Baylor Üniversitesi’nin formasını giyen Griner, Dörtlü Final’de bu gece sadece bu sezonun değil tarihin en iyi kadın kolej takımlarından biri olarak gösterilen Connecticut’a karşı mücadele edecek. Bayanlar Basketbolunun tarihine geçmeye aday maçlardan biri. İnternet erişiminiz varsa www.atdhe.net sitesi üzerinden TSİ ile sabaha karşı 4’te yayınlanacak olan bu karşılaşmayı izleyebilirsiniz.

Semenya kavgaya devam ediyor

“Karşı cinsin” spor âlemindeki diğer önemli gelişmeler daha önce defalarca yazdığım Caster Semenya cephesinde cereyan ediyor. 2009 Dünya Şampiyonası Bayanlar 800 Metre yarışında altın madalyaya ulaşan Semenya aleyhine yürütülen cinsiyetçi ve ırkçı kampanya halen devam ediyor. Yarışma sonrası Semenya’nın kişilik haklarını ayaklar altına alırcasına kopartılan medya vaveylası sonucunda cinsiyet testine tabi tutulan Güney Afrikalı atletin spor yapma hakkı halen askıda. Hafta içi Nisan ayında spora dönmeyi planladığını açıklayan atlete, IAAF’in nemrut cevabı gecikmedi: “Test sonuçları en erken Haziran’da belli olacak. O zamana kadar yarışamazsın.”

Geçtiğimiz aylarda medyaya sızdırılan öncü raporlarda Semenya’nın vücudundaki testosteron-erkek hormonu-seviyesinin anormal miktarlarda olduğu ve genç atlette kadın yumurtalığı yerine erkek yumurtalığı(iç organ olarak) saptandığı iddia edilmişti. Bu dedikodular ilk ortaya çıktığında yazdığım yazıda şöyle demiştim: “Umarım herkes şunun farkındadır ki Batı medyası ve IAAF tarafından çift cinsiyetli olarak tanılanan Caster Semenya’nın başını derde sokan şey sahip olduğu erkek yumurtalığı değil kadınlığıdır.“

Bunun hala arkasındayım ve tek başına Caster Semenya örneği bile sporun kadına karşı bir baskı örgütü olarak kullanıldığının kanıtıdır. IAAF’in dayattığı “erkek kadından üstündür” içsesli propagandayı bir anlık kenara bıraksak bile şurası açıktır ki Caster Semenya, kendisi çıkıp aksini söylemediği sürece kadındır ve bizlerin bunu tartışmak zorunda olmamız bile utanç vericidir. Annesinin gözyaşları içinde verdiği bir röportajda söylediği gibi: “Caster’in kız olduğundan elbette eminim, onu ben doğurdum ben büyüttüm.” Ötesi var mı?

Not: Geçtiğimiz hafta kaybettiğimiz BirGün Gazetesi spor müdürü Alp Can’a rahmet, ailesine ve sevenlerine sabır diliyorum.

Tuesday, September 22, 2009

Tayyip'in eli

BU YAZI EVRENSEL'E YAZILMIŞTI FAKAT GAZETENİN ANİ BİR KARARLA SPOR SAYFALARINI KALDIRMASINDAN SONRA BURAYA KISMET OLDU.

89’da Nonda’nın golü neleri değiştirdi neleri! Spor sayfalarının manşetlerini, köşe yazarlarının komplo teorileriyle dolu yazılarını, İlker Meral’in hakemlik kariyerini, lig liderini… Milletçe şark kurnazlarını severiz. “Çalıyor ama çalışıyor da” kamu görevlilerini değerlendirmede ilk koşulumuzdur. 80 sonrası yerleştirilen bir kültür müdür bilemiyorum ama üst düzeyde çalışan yetkililerin “çalma”, “torpil yapma”, “adam kayırma” gibi sahtekârlıkları Allah’ın emri olarak gerçekleştirebileceklerini kabullenmişizdir. “Benim memurum işini bilir” zihniyetinin bunda etkisi var elbette.

Bu sebeplerden İlker Meral’in Kasımpaşa-Galatasaray maçındaki şovu başladığında herkesin aklına tribündeki Tayyip Erdoğan’ın etkisi geldi. Açık konuşayım benim de zihnime düşen ilk manşet: “Tayyip’in Eli” idi. Elano’nun vuruşuna Ali Güneş’in yaptığı plonjon ve elle kurtarış o kadar aleniydi ki bunu görememek için ya ileri derecede miyop ya da çok kötü bir hakem olmak lazım. Diğer bir seçenek de üst düzey yetkililerin baskısı. Maradona, 86 Dünya Kupası’nda İngiltere’ye eliyle attığı golden sonra “o benim değil Tanrı’nın eli” demişti. Galatasaray, Pazartesi akşamki maçı kazanamasaydı Ali Güneş’in eli de “Tayyip’in Eli” olarak literatüre geçecekti.

Robot sporcular, müşteri seyirciler

Salı sabahı ajanslara ilginç bir haber düştü. İsviçre’nin önde gelen hakemlerinden Massimo Busacca, Baden-Young Boys maçında aleyhinde tezahürat yapan taraftarları aşağıladığı gerekçesiyle 3 maç cezaya çarptırıldı. Aşağılamaktan kasıt tribünlere orta parmak göstermek onu da belirtelim. Yetkililer, saha içi aktörlerin “müşterilerle” hiçbir olumsuz temasa girmemesini istiyor ve “müşteri her zaman haklıdır” söylemini sahalara yerleştirmeye çalışıyor. Fakat FIFA ve UEFA’nın futbolcu ve hakemlere robot, seyirciye ise müşteri muamelesi yapması epey can sıkar bir hâl almaya başladı. Müthiş baskı altında ve olağanüstü adrenalin dolu bir ortamda mücadele eden sporcu ve hakemlerin bir de “müşterilerin” aşağılama ve sataşmalarına kayıtsız kalabilmeleri ne kadar mümkün, ne kadar insan doğasına uygun? Eduardo Galeano’nun “Biz Hayır Diyoruz”’cu hayat felsefesini benimsediğim için sporcuyu ve hakemi robot, seyirciyi ise müşteriye çevirmek isteyen bu mekanik dayatmalara “Hayır” diyorum.

Gay, Gebrselassie, Semenya

Artık bu köşede bir klasik haline gelen atletizm haberlerini de sizinle paylaşarak yazımı sonlandıracağım. Usain Bolt’un amansız ama umutsuz takipçisi Tyson Gay, Şangay’da 9.69(tarihin en iyi ikinci derecesi) koşarak ne kadar kaliteli bir atlet olduğunu yeniden gösterdi. Usain Bolt gibi 9.60’ın altına inmesi şimdilik zor gözüküyor ama Gay’in bu inatçı performansları ve rekabeti Bolt’un da rahatını kaçıracak ve onu daha iyi dereceler üretmeye itecektir. Berlin’de ise maratonun efsane ismi 35 yaşındaki Haile Gebrselassie, rekor kıramadı belki ama 2:06:08’lik derecesiyle birinciliği elde etti.

Son olarak Türkiye’deki yaygın basında Caster Semenya hadisesini eleştirel bir gözle işleyen tek yayının Evrensel olduğunu belirtmek lazım. Bunu olumlu mu telakki edersiniz olumsuz mu bilemiyorum ama ana akım medyada(başta Ntvspor) özellikle Güney Afrikalı yetkililerden gelen “test sonuçlarını Semenya’dan sakladık, onun çift cinsiyetli olduğunu biliyorduk” itirafından sonra “Oh işte pis çift cinsiyetli, gerçekler ortaya çıktı” gibi bir tavır oluştu. Oysa elitlerin kafasıyla düşünen kukla habercilerin anlamadıkları şey şu: Semenya’nın çift cinsiyetli olup olmaması bu konunun muhaliflerinin hiçbir zaman umrunda olmadı. Bizlerin karşı çıktığı şey bu kıza dayatılan cinsiyet testi, erkeğin kadına karşı sahip olduğu iddia edilen “fiziksel avantajların” cinsiyetçi yeniden üretimi ve Semenya’nın ve benzer tüm atletlerin elinden alınmaya çalışılan spor yapma hakkıdır. Spora, resmi ağızlardan değil muhalif yüreklerden bakmayı öğrendiğiniz zaman bu farkı siz de anlayacaksınız.

Wednesday, September 16, 2009

'Kahrolsun İstanbul Belediyesi!'

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Spor sahaları hareketli bir haftayı geride bıraktı. Futbolda önce milli maç arkasından derbi heyecanı, teniste Amerika Açık, basketbolda Avrupa Şampiyonası ve Selanik’te düzenlenen atletizm finalleri sporseverlere dolu dolu bir hafta yaşattı. Bunca güzel heyecanın yanında saha dışı çirkinlikler de mevcuttu ne yazık ki.

BARBAR SPOR ELİTİ SEMENYA’YA KARŞI

Dünya Atletizm Federasyonu’nun nezdinde faşist bir baskı örgütü olarak karanlık yüzünü gösteren spor eliti amacına ulaşmak üzere. Caster Semenya’ya dayatılan cinsiyet testi sonucunda Güney Afrikalı atletin “hermafrodit” yani çift cinsiyetli olduğu raporu basına sızdırıldı. İddialara göre Semenya’nın vücudunda kadın yumurtalığı yerine erkek yumurtalığı (iç organ olarak) var.

Şimdi bu light-Mengeleler, durumun Semenya’ya hormonsal bir katkı sağlayıp sağlamadığını tespit edecek. Kuşkusuz bu tavır IAAF’in nazarında “Erkeğin kadından fiziksel olarak daha güçlü” olduğunun da bir itirafı. Oysaki sosyal antropoloji derslerini can kulağıyla dinlemiş biri olarak birçok örnekle ileri sürebileceğim üzere erkeğe ve kadına toplumun biçtiği roller biyolojik olmaktan ziyade kültüreldir. 3 yaşındaki bir kız çocuğu dişi üreme organlarına sahip olduğu için değil ailesi öyle uygun gördüğü ve farkında olmadan dayattığı için Barbie’lerle oynar. Bunun tersi de elbette erkekler için geçerli. Kadınların avlandığı, erkeklerinse evde beklediği kimi ilkel kabilelere mi dönmek lazım bu ayrımcı önyargıları aşabilmek için?

Meramımı tam olarak açıklayabildiysem, Semenya hadisesiyle ilgili 2 hafta önce yazdığım yazıdan bir alıntı aktarmak istiyorum: “Düşünün bir kere, diyelim ki bu test sonucu Semenya’nın hermafrodit olduğu anlaşıldı ya da kromozomları XX değil de XY çıktı. Genç sporcu, sahtekâr bir dopingliymişçesine muamele görecek, madalyası ve profesyonel olarak spor yapma hakkı elinden alınacak ve 18 yıllık yaşamının tüm emekleri gasp edilecektir.”

18 yaşındaki gencecik bir kıza sırf şampiyon olduğu fakat bunu yaparken yeterince kadınsı olmadığı üstüne bir de siyahi ve Afrikalı olduğu için bir cinsiyet testi dayatıldı. Sonucunda şampiyon atlet sanki bir suçmuşçasına “hermafrodit” olarak damgalandı. Ötesi özel hayatına tecavüz edildi, kişilik hakları hiçe sayıldı ve şimdi de yoksul hayatının belki de tek oyuncağı olan spor yapma hakkı elinden alınmak üzere. İşte kapitalist kurumların “adaleti, eşitliği, özgürlüğü”... Umarım herkes şunun farkındadır ki Batı medyası ve IAAF tarafından çift cinsiyetli olarak tanılanan Caster Semenya’nın başını derde sokan şey sahip olduğu erkek yumurtalığı değil kadınlığıdır.

CLIJSTERS VE DEL POTRO İHTİLALİ

Derisinin rengi ve milliyeti itibariyle Caster Semenya’ya yaşatılan rezilliklere maruz kalmama şansına sahip olan Belçikalı Kim Clijsters ise 2 yıl aradan sonra anne olarak döndüğü tenis kortlarında fırtınalar estirdi. Venus Williams ve Serena Williams gibi iki devi eleyerek şampiyon olan 26 yaşındaki raket, 70’lerin efsane ismi Hollandalı Evonne Goolagong’dan sonra “anne” olarak Grand slam kazanan ilk bayan tenisçi olarak da tarihe adını yazdırdı. Turnuvanın favorisi Serena Williams ise Clijsters’a elenirken sinirlerine hâkim olamadı ve çizgi hakemini ağzına raket sokmakla tehdit etti. Yanlıştı elbette, yakışmadı kendisine. İnsanın aklınaysa şu soru geliyor: Serena’nın ne kadar yapılı, kuvvetli ve atletik bir hatun olduğu malum. Eğer ABD değil de bir Afrika ülkesinin vatandaşı olsa şimdiye kadar kendisine kaç kere cinsiyet testi dayatılırdı?

Erkeklerde ise perdede Arjantinli Juan Martin Del Potro’nun tek kişilik ihtilali vardı. Yarı finalde Rafael Nadal’ı, finalde de Roger Federer’i deviren 21 yaşındaki genç yıldız soğukkanlılığı, korkutucu fiziği ve oyun tarzıyla unutulmaz Çek raket (o zamanlar Çekoslovakya’ydı) Ivan Lendl’ı fena halde andırıyor. Hele ki running-forehand’leri (koşarak yapılan elönü vuruşu) Lendl’ın karbon kopyası gibi. Del Potro, bu şampiyonlukla Federer’in 5 yıllık Amerika Açık hegemonyasına da son vermiş oldu.

Son olarak biraz da Galatasaray-Beşiktaş derbisinden bahsetmek isterdim. Tabii, İbrahim Altınsay’ın dediği gibi derbi fare doğurmamış olsa bahsedecek çok şey olurdu. Tribündeydim ve rahatlıkla söyleyebilirim ki karşılaşmanın en güzel anı maç öncesi saygı duruşunu militarizm şovuna çeviren tribünlere inat bir kısım Beşiktaş taraftarının “Kahrolsun İstanbul Belediyesi” diyerek bağırmasıydı. Sel felaketinde ve dağlarda emekçiler, emekçi çocukları ufak bir azınlığın kirli oyunlarına, para hırsına, siyasetine kurban edilirken böylesi bir kontra ses duymak acımızı hafifletmedi belki ama dudaklarımıza ufak da olsa bir tebessüm kondurdu. (Beşiktaş tribünlerinin Metin Oktay ve Ali Sami Yen’e küfrettikleri de söylendi. Maç heyecanından olsa gerek duymadım. Eğer doğruysa bu güzel protestolarını da anlamsızlaştırmışlar demektir.)

Wednesday, September 9, 2009

Tenis ve cinsiyetçilik

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Spor dünyasında maddi zenginlik ve saha içi kazancın her tür kolektif sorumluluğun önünde yer aldığını söylemek artık marifet değil. Marifet; kapitalist düzenin bir yansıması olan bu sonucun hangi yollarla kendini kabul ettirdiğini ve çarkları nasıl işlettiğini teşhir etmekte. Nasıl ki sistem, günlük hayatımıza milliyetçilik, sınıfsal ayrımcılık ve cinsiyetçilik gibi sorunları sokuyor ve onları normalleştiriyorsa aynısı spor dünyası için de geçerli.

Tenis kortlarında cinsiyetçilik artık öylesine ayyuka çıktı ki üst düzey yetkililer dâhi bunu itiraf etmekten çekinmiyor. Bu sebepten, tenis dünyasının en prestijli grand slam’i Wimbledon’ın üst düzey yetkililerinden Johnny Perkins, televizyon yayınları ve kortların seçimi konularında atletlerin fiziksel görünüşünün bir faktör olduğunu kabul ettiğinde kimse buna şaşırmadı. Yanlış okumadınız; tenisin en yüce makamı açık açık cinsiyetçi bir tutum sergilediklerini belirtiyor ve kimseden adamakıllı bir tepki işitmiyor. Dahası ESPN’den L.Z Granderson gibi gay bir gazeteci (yani cinsiyetçiliğe en çok karşı çıkması gereken isim) çıkıp “bunda kötü bir niyet göremiyorum” diyebiliyor. Bu bir Kürt’ün “Türkiye Türklerindir” ibaresini zararsız bulması ya da bir işçinin sigortasız da olsa 3 kuruşa çalıştırılmayı şükranla karşılaması gibi sakat bir durum. Fakat maalesef sistemin istediği de bu. Alenen haksız ve piyasa çıkarına olan tüm tutumları (ki burjuva demokrasisi yola eşitlik-kardeşlik-özgürlük diye çıkmıştı!!!) normalize etmek ve kabul görmesini sağlamak.

Cinsiyetçiliğin böylesi bir aşamaya eriştiği kadın tenisinde bugünün milyon dolarlık sorusu şu: Kadın tenisi mi seks satıyor yoksa seks mi kadın tenisini satıyor? Kulağa yumurta-tavuk hikâyesi gibi gelebilir. Hakikaten de öyle. Günümüz spor dünyasında akademik çevrelerce de kabul gören bir gerçek vardır. Sporu kârlı kılmakla görevli olan aygıtların önceliğinde fanatik taraftarlar ve sadık sporseverler değil, “gündelik” ya da “rastgele” olarak adlandırılan medya tüketicisi tipi vardır. Sadık sporseverleri memnun etmek kolaydır çünkü onlar zaten oyunun aşığıdırlar ve ne olursa olsun sevdikleri sporu takip etmek için gazete, dergi, maç bileti, forma satın alacaklardır. Önemli olan “rastgele” izleyicileri cezbedebilmek. Bunun da yolu alanlarında başarılı olan ve belli fiziksel ve sosyal özellikleri barındıran sporcuları sistemin çıkarına uyacak şekilde sporcu kimliğinden çok ötelere taşımaktan geçer. Bunun için sistem sporculardan kahramanlar, insanüstü figürler, efsaneler ve seks objeleri yaratır. Ne yazık ki günümüzde seks objesine dönüştürülme işinin ana muhatabı da kadınlar tenisidir. (Hedef kitle orta sınıf hetero-erkekler olduğu için)

Wimbledon yetkilisi Johnny Perkins’in itirafı ışığında, devam etmekte olan Amerika Açık’ı analiz edecek olursak tenis sporunun ülkedeki geleneğe ve geçmişine aykırı bir tutumun sergilendiğini görebiliriz. Tenis, Amerikan spor sahalarındaki direnişin en önemli arenalarından biridir. Öyle ki bugün Amerika Açık kortlarına adını veren Billie Jean King teniste kadın ve lezbiyen hakları, Arthur Ashe ise siyâhi sporcuların hakları konusunda önemli çalışmalar yürütmüş ve kazanımlar elde etmişlerdir. 70’lerde söke söke alınan bu hakların devamı gelmediği gibi etkileri de korta isim vermekle sınırlı kalmış anlaşılan.

Amerika Açık Kadınlar’da çeyrek final mücadelesi dün başladı. Tüm bu gerçekler ışığında, Venus Williams, Maria Sharapova, Elena Dementieva, Ana Ivanovic, Jelena Jankovic, Nadia Petrova gibi Perkins’in deyimiyle “göze hoş gelen” favori atletleri eleyen sürpriz isimlerin ülkenin en büyük medya kuruluşu ESPN tarafından “gişe katilleri” başlığıyla duyurulması da sürpriz değil elbette.

Billie Jean King, Martina Navratilova, Arthur Ashe gibi asi figürlerle anmaktan hoşlandığımız tenis dünyasının bugün sporda cinsiyetçiliğin kalesine dönüştüğünü görmek üzücü. Fakat asıl tedirgin edici olan Caster Semenya hadisesinde de gözlemlediğimiz gibi cinsiyetçiliğin tıpkı milliyetçilik ve sınıfsal ayrımcılık gibi gitgide normalleştirilmesi.

Monday, August 24, 2009

Semenya'nın arkasındayız!

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

En güzelini ‘Şampiyon’ dedi aslında: “Beni buraya neden getirdiniz? Bıraksaydınız da köyümde kalsaydım.” 18 yaşındaki Güney Afrikalı, Dünya Kadınlar 800 metre şampiyonu Caster Semenya birkaç gündür “medeni” dünyanın iğrençlikleriyle savaşıyor. Kendisini yeterince ‘kadınsı’ bulmayan Dünya Atletizm Federasyonu’nun faşist yöneticileri, Semenya’ya haksız bir cinsiyet testi dayatmakta. Ve tüm bu spekülasyonların odağında bırakılan 18 yaşındaki şampiyon, kendi deyimiyle bir cüzamlı gibi muamele gördüğü bu ‘modern’, ‘medeni’ dünyadan nefret etmiş vaziyette.

“Medeniyetiniz batsın” diyesi geliyor insanın ama neden şaşırıyoruz ki? Kadının spordaki yeri her zaman için taraflı ve ideolojik olmuştur. Hatta daha ileri gidip kapitalist toplumda sporun, toplumun erkek egemen unsurları tarafından kadına karşı bir baskı örgütü olarak kullanıldığını da rahatlıkla söyleyebiliriz. Tarihsel olarak baktığımızda ırkçılık ve cinsiyetçilik, sporları yöneten o çok bilmiş elit güruhun korumaya çalıştığı ilk tabular olarak göze çarpar.

Bir Yunan kadını olan Stamata Revithi, 1896 yılında Atina Olimpiyatları’na katılmak istediğinde yetkililer ne yapacaklarını dâhi bilemediler. Çünkü ‘kadın’, pederşahi spor dünyasında kabulü mümkün olmayan bir figürdü. Siyahların profesyonel olarak futbol oynama özgürlüğünü kazandığı ilk ülke olan Brezilya’da bu hakkın kabulü 1930’ları bulur. Burjuva medyasının “aristokrat spor” olarak yücelttiği golfün Tiger Woods’a rağmen günümüzde dahi elitist ve ırkçı bir spor olduğu rahatlıkla iddia edilip kanıtlanabilir. Revithi’den 50 sene sonra, olimpiyat sözcüsü Norman Cox, o dönem toplumsal ve uluslararası baskıları aşıp yeni yeni arenalara çıkmaya başlayan siyahi kadın sporcuların haksızlık yarattığı, dolayısıyla kendilerine ait bir alanda örneğin “hermafrodit kadınlar” alanında yarışmaları gerektiğini tüm fütursuzluğuyla söyleyebildiğinde tarih 1950’ydi.

Sporda bu gibi önyargılar her zaman için söz konusu elitlerin avam olarak nitelediği tabanın ilerici ve devrimci baskılarıyla yıkılmıştır. Bu açıdan baktığımızda sporun eşitlik uğruna bir mücadele alanı olması bakımından önemli bir yeri olduğunu söyleyebiliriz. Fakat kimi tabuları yıkmak da kolay olmuyor. Freud, Totem ve Tabu’da şöyle buyurur: “Tabular ilkel insanın korkularıdır ve insanlık geliştikçe yıkılmaya mahkûmdurlar.” Biz daha yeterince gelişememişiz ki, halen kadının spor dünyasındaki yeri mümkün olan en marjinal noktaya itilmeye çalışılıyor ve tabular yaşamaya devam ediyor.

Caster Semenya’ya dayatılan tüm bu test hikâyesi aslında bundan ibaret. İnsanları tek tipleştirmeye ve yaftalamaya bayılıyoruz. Spor da bunun için bulunmaz bir mekân. Özellikle mevzu kadın-erkek olunca, ezberimizi bozan hiçbir görüntüye tahammülümüz yok. “Erkek gibi vurdu”, “erkek gibi koştu”, “erkek gibi osurdu”. Kadının tüm üstün özelliklerini seksizme bağlayabilen kültürel kodlar arasında yaşıyoruz ve bu tutum spor çevrelerini ve medyayı ezelden beri domine etmiş vaziyette. Muhtemeldir ki çıkış yapan her kadın atletin, kadınsılığını kanıtlamak adına dergilere soyunması da bu sebeptendir. Seksiliği ve güzelliği kanıtlamak dişiliği onaylatmanın ilk şartı olarak görülüyor.

Semenya’nın başına gelenlere baksanıza; yeterince güzel ve kadınsı bulunmayan bir atlete cinsiyet testi dayatılıyor. Semenya, bir kadın dergisine çırılçıplak soyunsa hepimiz rahatlayacağız. “Oh be kadınmış” diyip dergiyle beraber lavabonun yolunu tutarken acaba 1986’da benzer bir durumda biyolojik olarak tamamen kadın olmasına rağmen erkek kromozomlarına(XY) sahip olduğu anlaşılan İspanyol atlet Maria Jose Martinez-Patino’yu hatırlayacak mıyız? Hayatı boyunca bir kadın olarak yaşayan, sevişen, koşan, aşık olan İspanyol sporcuya bilim, kadın olmadığını söylediğinde bu saçma karar ona kendi deyişiyle “arkadaşlarına, nişanlısına ve sporcu lisansına” mal olmuştu.

Semenya’ya dayatılan cinsiyet testi faşistçedir. Cinsiyetçidir, ayrımcıdır ve iğrençtir. Kadın olarak yaşayan, kadın kimliği taşıyan bir insanın ve her şeyden önce “Caster, benim kızım, onu ben doğurdum” diyen bir annenin tüm duyguları, samimiyeti ve özgürlüğü hiçe sayılarak Semenya’nın kişilik haklarına ve yaşam alanına tecavüz edilmektedir. Düşünün bir kere, diyelim ki bu test sonucu Semenya’nın hermafrodit olduğu anlaşıldı ya da kromozomları XX değil de XY çıktı. Genç sporcu, sahtekâr bir dopingliymişçesine muamele görecek, madalyası ve profesyonel olarak spor yapma hakkı elinden alınacak ve 18 yıllık yaşamının tüm emekleri gasp edilecektir.

Yere batsın biliminiz de, kromozomlarınız da, testleriniz de. Dünya Atletizm Federasyonu bir kez daha kanıtlamaktadır ki erkek egemen kapitalist toplumda spor, kadınlara ve eşcinsellere karşı kullanılan bir baskı örgütüdür. Semenya’nın arkasındayız ve son olarak “Altın kız erkek mi kadın mı? Fotoğraflarına bakın siz karar verin” diyen iğrenç Hürriyet gazeteciliğine de buradan en derin lanetlerimi kusuyorum.