Sunday, July 11, 2010

Johannesburg’da final, Pretoria’da zafer!

BU YAZI İLK OLARAK 12 TEMMUZ 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

The Guardian’ın deneyimli Spor Yazarı Richard Williams’ın dediği gibi “2010, Afrika’nın turnuvası olarak başladı, Güney Amerikalıların şovu olarak devam etti, Avrupa’nın kupası olarak sonlanıyor.”

Turnuvaya katılan 6 Afrika takımından Gana haricinde kalanlar göz doldurmaktan uzaktı. Fire vermeden 5 takımla gruplardan çıkan Güney Amerikalılar, Avrupalı rakiplerine karşı sönük ve çaresiz kaldılar. Avrupa ise göze hoş gelen futbolları ve sistemleriyle öne çıkan İspanya, Almanya ve Hollanda gibi ekolleriyle turnuvanın final resmini çizdi. Ve bu akşam Johannesburg’da Dünya Kupası tarihinde ilk kez finale çıkan İspanya ve Hollanda’nın randevusuyla turnuvayı sonlandıracağız

Avrupa’nın taktiksel hakimiyeti

Yarı finalde belki de şampiyonanın en iyi iki takımını, Almanya ve İspanya’yı karşı karşıya izledik. Öncelikli olarak topa hakim olmayı hedefleyen oyun yapıları (possession football) ve benzer sistemleriyle iki takımın mücadelesi beklenen çekişmeden uzaktı. Bir başka deyişle her şey tıpkı 2008 Avrupa Kupası Finali gibiydi. Almanya turnuva boyunca olduğu gibi pozitif futbolunu sürdürdü ve elinden geleni yaptı ama klasik tabirle gücü yetmedi.

Burada bir parantez açmak isterim. Her iki takım da top hakimiyetini ön plana alsa da Almanya topu ayakta daha az tutarak, daha hızlı oynamayı hedefleyen ve direkt paslarla rakibin boşluklarından yararlanmak suretiyle sonuca giden bir futbol oynuyor. Bu özelliğiyle saf topa hakim olmaya dayalı futbol (possession football) oynayan İspanyollardan biraz daha farklılar.

Vicente Del Bosque ve ekibi Almanya’nın özelliklerini çok iyi tetkik ederek yarı final öncesi santrfor özellikli iki oyuncudan Torres’i 11’den çıkardı ve yerine ön alanda daha iyi baskı yapabilecek sağ açık Pedro’yu yerleştirdi. Bunun sonucunda o güne kadar turnuvada sol açık oynayan Villa da asıl mevkii olan santrfor bölgesinde sahaya çıkma imkanı buldu. Bu değişiklikler çok olumlu neticelendi. Almanya, kalabalık ve top alışverişinde becerikli İspanya orta sahasına karşı nefes alamadı, topa sahip olamadı ve nihayetinde karşılaşma süresince mahkum oynayarak kaybetti.

Öte yanda artık eskisi gibi göze hoş gelen futbol oynamadığı iddiasıyla eleştirilen Hollanda makus talihini kırarak finale yükseldi. Üstelik oynadığı 6 maçın 6’sını da kazanarak. Bu noktada “total futbol” nostaljiklerine şöyle bir hatırlatma yapmak makul olacaktır. Evet, Hollanda eskisi kadar hücumcu bir takım değil. Ama eskiden kastım ‘70’ler değil, örneğin 2008. ‘74’teki total futbol efsanesi zaten 1980’lerden itibaren ortadan kayboldu. Hollanda hep 3 forvetli hücum futbolunu sürdürdü ama bunun adı total futbol değildi. Dolayısıyla başta Johan Cruijff’un 3-4 senedir sürdürdüğü “Hollanda tek santrfor oynamaz” eleştirileri olmak üzere Portakallar üzerinden döndürülen klişelerin çok da gerçekleri yansıtmadığı kanısındayım. Evet, Hollanda daha sert ve kontrollü oynayan bir takım ve Van Marwijk’in 4-2-3-1’i Van Basten’inkinden çok daha temkinli ama bunun adı total futbola ihanet değil. Zira Hollanda, total futbolu bırakalı 30 sene oldu.

UEFA Başkanı Michel Platini, yarı finale kalan Avrupa takımlarıyla ilgili çok doğru bir noktayı vurguladı: “Bu 3 takım son 4 senede en fazla Gençler Şampiyonası kazanan takımlar. Bu bir tesadüf mü? Bence değil, bu oturmuş altyapıların, iyi organizasyonun ve teknik eğitim programlarının bir sonucu.” Platini haklı. Bu turnuvanın öne çıkan bir özelliği varsa o da taktiksel beceri ve takım oyununu ön plana çıkaran ekiplerin bireysel yeteneklere dayanan sistemleri geride bıraktığıdır. Sizi bilmem ama ben bu durumdan hiç de şikayetçi değilim. İspanya, Almanya gibi takımları izlemek tek başına Lionel Messi ve Cristiano Ronaldo’yu izlemekten çok daha keyifli çünkü.

SEMENYA’NIN ZAFERİ

Caster Semenya’nın pistlere dönebileceği haberi ajanslara düşünce oturdum saydım. Son 10 ayda tam 7 Semenya yazısı yazmışım. Semenya’nın cinsiyetçi ve ırkçı IAAF’e (Dünya Atletizm Federasyonu) karşı olan mücadelesini ana akım saptırmalardan uzak, doğru argümanlarla sizlerle ulaştırmak çok önemliydi. Çünkü Türk medyasında çıkan Semenya haberleri “Altın kız erkek çıktı” gibi itham ve iftiralardan ibaretti. Bu da 8. yazı olsun, Semenya’nın zaferi şerefine…

Tam olarak bilmeyenler için hadiseyi kısaca özetleyeyim. Caster Semenya, 2009 Berlin’de 800 metre Kadınlar Dünya Şampiyonu oldu ve akabinde IAAF, hakkında çıkartılan “Semenya aslında erkek” iddialarını ihbar kabul ederek insanlık dışı bir cinsiyet testini genç atlete dayattı. Semenya’nın cinsiyetini mevzubahis ederek özel hayatına ve kişilik haklarına tecavüz edenlerin cinsiyetçi ve ırkçı dayanakları vardı : “Kadın gibi gözükmüyor, çok kaslı, sakalları var…”

Semenya ilk günden itibaren başını dik tuttu hatta mayıs ayında “Sizin vereceğiniz karar da atletizm de umurumda değil” diyerek IAAF’ye açıkça rest çekti. Ve hiçbir kusuru olmamasına rağmen sadece mesnetsiz ırkçı ve cinsiyetçi dayanakları olan iddialar yüzünden 11 ay spor yapması engellenen Semenya, geçtiğimiz hafta içinden açıklanan raporla nihayet zafere ulaştı.

IAAF, 11 ay sonra Semenya’nın kadın olduğundan emin olabildi de ona yeniden pistlere dönme iznini verdi ama daha önce de yazdığım gibi bu saatten sonra IAAF’in verdiği kararın hiçbir önemi yok. Semenya çoktan kazanmıştı çünkü hep haklıydı. Artık Dünya Kupası’yla yüzü gülmeyen Güney Afrikalı yoksulların, o gecekonduların içinden çıkan Caster Semenya’nın memleketi Pretoria’nın ve tüm Semenya destekçilerinin zafer vaktidir. Zulme karşı zaferin tadı da başka olur ha!..

No comments: