Wednesday, October 29, 2008

Hoffenheim 1899: Aynı anda hem Bach hem Wagner




3 Eylül günü Hoffenheim için yazdığım yazıyı "İçimden bir ses 'Proje' Hoffenheim hakkında daha çok yazı yazmak zorunda kalacağımı söylüyor." diyerek bitirmiştim. Bakmayın aframa aslında hayli tedirgindim. "Çılgın" diye nitelenen bir şiddette hücum futbolu oynayan Rangnick'in talebelerinin parlayıp sönen kıvılcımlardan olacağı korkusunu elbette ki taşıyordum. Fakat ligde 9 hafta geride kalırken Hoffenheim öyle bir top oynadı ki...

Eduardo Galeano'yu uğrunda Montevideo'dan Sinsheim'a getirecek güzellikte, onun futbol dilencileri olarak nitelediği tüm futbolseverleri Hoffenheim taraftarı yapacak cesarette, Bild, Berliner Zeitung, Suddeutsche Zeitung, Frankfurter Allgemeine...Tabloidinden broadsheet'ine tüm gazetelerin manşetlerine isimlerini yazdıracak cibilliyette... Kulak asmayın ortodoks marksizme; realizm çağında haddini bilmez romantiklere öyle ihtiyacımız var ki! Hele ki sanatta ve sporda. Hoffenheim da Alman futbolunda Bayern'in sahip olduğu realist hükümranlığa tüm sevimliliği ve racon tanımazlığıyla ama aynı zamanda oyunu kuralına göre oynamasını da bilen hinliğiyle başkaldırıyor.

9.hafta geride kaldığında, milyarder Hopp'un işçileri ve cesur Rangnick'in talebeleri ligin en çok gol atan ve tartışmasız en güzel futbolunu oynayan takımı olarak liderler. Santraforda İbisevic'i Demba Ba'sı, hücumun beyninde Salihovic'i, kanatlardan Beck'i ve Obasi'si, orta sahada Eduardo'su ve Gustavo'suyla futbol değil kimi zaman Bach kimi zaman Wagner izletiyorlar adeta sevenlerine. Yeri geldiğinde öyle naif ve yumuşak, yeri geldiğindeyse acımasız ve tempolu. Geçtiğimiz hafta ilk yarım saatte kalesinde 3 gol gören Hamburg'un oyuncuları genç, hızlı ve aç Hoffenheimlılar'ın maçlardan önce ne yediklerini merak ededursun onlar yaş ortalaması 23 olan takımlarının gün geçtikçe artan formuyla övünmeye devam ediyorlar ve hayal ediyorlar: Acaba bu başlangıç 1965'te lige adım atar atmaz damgasını vuran genç Bayern Münih takımının kısa sürede inşa ettiği imparatorluğun bir benzeri için temel oluşturabilir mi?

Arkalarında Münih gibi dev bir kentin olmadığı muhakkak ama herşeyin de mükemmel olması zaten beklenemez. Hopp ve Rangnick'in eseri adından söz ettirmeye devam ediyor. E St.Pauli'de halen 2.ligde olduğuna göre rahatça söyleyebiliriz: hepimiz döneğiz, hepimiz Hoffenheimlıyız!

Tuesday, October 14, 2008

Umurumuzda mı Sanki Medya Etiği?



Futbol kamuoyumuzun son haftalardardaki en sıcak konusu Ertuğrul Sağlam'ın kovulması ve yerine Mustafa Denizli'nin getirilmesi. Kimileri Ertuğrul'un gönderilmesini eleştirdi, kimileri Yıldırım Demirören'in aynı anda dansöz ve despot olmayı becerebilen tavırlarını. Mustafa Denizli üzerine odaklanan eleştirilerse genelde onun Beşiktaş hocalığı için uygun kişi olmadığı eksenindeydi. Sığ yorumların kralı olmasına rağmen Türk medyasının aykırı sesi elbisesini üzerine oturtan Hıncal Uluç ise Denizli'ye yapılan bu teklifin bir hakaret olduğunu; Demirören'in önce Lucescu'ya gitmesinin, ret cevabı alınca da lütfen Denizli'ye dönmesinin eski milli hocayı aşağılamak anlamına geldiğini belirterek radikal kıyafetlerini bir kez daha sergiledi! Altı kaval üstü şeşhane! Radikal Uluç'umuz dahil kimsenin aklına bu işin bir de etik yönü yok mu diye sorgulamak gelmedi.

Mustafa Denizli futbol sezonuna işsiz bir teknik direktör olarak başladı ve bunun üzerine Lig Tv yorumcusu olarak karşımıza çıktı. Televizyondaki ilk 6 haftalık performansını en kibar tabirle kötü olarak niteleyebiliriz. Başarılı bir antrenör olmakla iyi bir yorumcu olmanın birbirinden ne kadar farklı olduğunu bize bir kez daha kanıtlayan bir formu vardı. Akıcı olmayan cümleler, isabetsiz tahliller, kötü yorumlar...Dünyanın en basit oyunlarından futbolu, anlatımıyla bu kadar zor ve çekilmez hale getirmek de bir beceri işidir diye düşündüm ve ekseriyetle yaptığım gibi "mute" modunda izlemeye devam ettim maçları. Maç sonu açıklamalarında ise genelde eleştireldi ki bu sezon 3 büyükleri izleyen herkesin de öyle olması doğal. Şu anda senede en az 1.5 milyon dolara anlaştığı takımı Beşiktaş'ın eski hocası Ertuğrul Sağlam'ı da çoğu zaman ağır bir dille eleştirdi. Bugüne geldiğimizdeyse durum ortada. Ertuğrul kovuldu. Yerine onu medya aracılığıyla eleştiren Denizli göreve getirildi. Bu noktada durup biraz düşünmek ve medyası, saha içi ve saha dışı organlarıyla spor dünyasının mevcut etik kurallarını biraz sorgulamak gerekiyor.

Medyada yorumculuk yaparak para kazanan bir antrenörün eleştirdiği(eleştirmesine aslında gerek de yok) kimsenin yerine göreve getirilmesinde iç gıcıklayan bir durum var. X yorumcusunun kendi ekonomik çıkarları için elinde bulunan medya gücünü kullanarak rakibini baltalamayacağını kimse garanti edemez. Denizli'nin niyetinin bu yönde olduğunu söylemiyorum. Ama kötü niyetli bir insanın bu yola başvurmayacağının da teminatı kimsede yok. Mustafa Denizli gibi kariyerli bir hocanın da hemen hemen her sezon yedek antrenör olarak büyük kulüplerin B planını oluşturduğunu biliyoruz. "Denizli Beşiktaş'ta" dedikodularını her sene en az 10 kere okuruz. Kısacası "Beşiktaş antrenörlüğü hayalimdi" diyen Mustafa Denizli'nin yorumculuk yaparken aklından bu hayalin geçmediğini iddia etmek biraz zor. Bu kadar kolay manipüle edilen bir ortamda bu biraz gayrı ahlaki bir durum teşkil ediyor gibi geliyor bana. Doksanlarda Türkiye'nin de yaşadıği "medya savaşları"'nı hatırlarsak olayın özü ekonomik bir rant sahasının kapışılmasından ibaretti aslında. Peki bu olayda da bunun bir benzeri yok mu? Ortada yine küçük çaplı da olsa ekonomik bir rant alanı var ve elinde medya gücü bulunan bir teknik direktör-medya çalışanı. Kulağa çok farklı gibi gelse de aslında birbirine çok benzer iki durum.

Sonuçta Ertuğrul Sağlam şu anda işsiz. Tazminatı vardır şusu vardır busu vardır. Tabii ki adamı aç bıraktınız diye saçmalayacak değilim ama onuru kırılmıştır kuşkusuz. Onun yerinde ise artık 1 hafta önce onu medya aracılığıyla eleştiren Mustafa Denizli var. Aslında bu hadisede benim vurgulamak istediğim nokta da ismi geçen özneler değil senede birkaç kez örneğini gördüğümüz bu çarpık tablonun yansıttığı etik sorun. Medyada yorumcu olarak görev yapan teknik direktörlerin aynı sezon içinde hocalık yapması etik midir değil midir? Tartışınız, bence değildir ve bu konunun hiç gündeme getirilmemesinin sebebi de medya etiği gibi hassas konuların umurumuzda bile olmamasıdır.

Bir kez bile canlı izlememiş olmama rağmen en sevdiğim futbol takımlarından olan 87/88 ve 88/89 Galatasarayı'nın teknik direktörü "Büyük Mustafa"'ya başarılar...

Saturday, October 11, 2008

Çinliler Ne Marka Spor Ayakkabı Giyiyor?



Az önce BBC Türkiye'nin NTV'de yayınladığı haber bülteninde izlediğim "Amerikan Seçimleri" paketindeki Ohio vurgusu, çok önceden yazmış olmam gereken bir yazıyı yazmam için beni dürtüverdi. Haberde, Ohio eyaletinin ABD'deki yakın giden seçimlerde ne kadar kilit bir rol oynadığı ve eyaletin sosyo-ekonomik yapısının ülkenin genelini ne kadar isabetli yansıtabildiği belirtiliyordu. Bu gerçek bana LeBron James ve onun demokrat aday Barack Obama'ya verdiği desteğin aslında ne kadar önemli ve bir o kadar da karmaşık ilişkilerin sonucu olduğunu yeniden hatırlattı.

NBA, özerk bir kurum olarak politikadan hep uzak durmuştur. Michael Jordan dönemi ve sonrasında yaşadığı ağır endüstriyelleşme safhalarında da bu özellik had safhaya çıkmıştır. Yüklü sponsorluk anlaşmaları imzalayan sporcuların ortaklık yaptığı firmaların da telkiniyle politikadan kendini soyutladığı gerçeğini en iyi Michael Jordan örneğinde görebiliriz. Harvey Gantt, siyahi bir demokrat olarak 1990 yılında Kuzey Carolina eyaleti Senato seçimlerinde Michael Jordan'dan destek istediğinde tarihin gelmiş geçmiş en iyi basketbolcusundan şu cevabı almıştı : "Olmaz Harvey, Cumhuriyetçiler de spor ayakkabı alıyor." Michael Jordan'ın bu cevabı "endüstriyel spor" dönemini en iyi özetleyen cümleydi aslında. Ekonominin spor ve sporcular üzerinde sağladığı hakimiyet o kadar baskındı ki büyük firmalarla anlaşması bulunan herhangi bir atletin politik bir fikri olamaz, olsa bile bunu açıklayamazdı. Jordan'dan günümüze hem çok şey değişti hem de hiçbir şey değişmedi. Michael Jordan şu anda bir sporcu olarak değil ama bir spor kulübü ve markasının sahibi olarak halen sektörde önemli söz sahibi. "Majesteleri", Businessweek'in geçen hafta yayınladığı araştırmaya göre dünya sporunun en etkili dokuzuncu ismi.(1) Halen Nike bünyesindeki Air-Jordan markası da Nike'ın en önemli ürünlerinden...

Aynı Nike'ın günümüzdeki yüzü ise başka bir isim: LeBron James. 23 genç yaşındaki genç basketbolcu sadece saha içi başarıları ile değil iş alanında yaptıklarıyla da hayli profesyonel bir görüntü çiziyor. Lige ilk geldiği andan itibaren NBA ve Nike'ın altın çocuğu olarak kabul edilip pazarlanan Cleveland Cavaliers'ın forveti, Jordan sonrası sektörün yeni kurtarıcısı olarak görülüyor. Kariyerinin başından beri önüne "Jordan" örneği konulan ve onun gibi olması öğütlenen LeBron sadece oyun stiliyle değil farklı karakteri ve politik tercihleriyle de örnek aldığı efsaneden ayrılıyor. LeBron James, Ağustos ayında Barack Obama'nın kampanyasına 20 bin dolarlık bir bağış yaparak "Cumhuriyetçiler de spor ayakkabısı satın alıyor" zihniyetini pek umursamadığını gösterdi ve geçtiğimiz hafta da Demokrat Parti'nin Cleveland, Ohio propagandasında önemli bir rol üstlendi. Hemen belirtelim 23 yaşındaki süperstar aynı zamanda Jordan'ın 9. olduğu Businessweek "sporun en etkili 100 figürü" listesinde de 17.sırada yer alıyor(2) ve bu özelliğiyle de aktif basketbolcular içerisinde birinci sırada. Peki nasıl oluyor da olmazsa olmaz apolitikliğiyle tanıdığımız Nike, NBA, Coca-Cola gibi büyük şirketlerin yüzü olan bu genç adamın kendi politik görüşünü açıklamasına izin veriliyor? Jordan döneminden bugüne değişen nedir? Ya da LeBron ve takipçilerini(Carmelo Anthony de Demokratlar'a destek verdiğini açıkladı) bir değişimin öncüsü olarak nitelemek ne kadar doğru?

Şunu hemen belirteyim LeBron James daha önce herhangi bir siyasi konu hakkında yorum yapmaktan tamamen uzak duran bir kimseydi. Olimpiyatlar öncesi Kobe Bryant'la birlikte Darfur Sorunu'nu ve Çin'i eleştiren ufak yorumlarda bulunduysa da olimpiyatlar başladığı zaman o da Kobe de bu konuda sessiz kalmayı yeğlediklerini ve işlerinin sadece basketbol olduğunu açıkladılar. Belli ki Çin'de önemli yatırımları bulunan Nike ve NBA'den daha ileri gitmeleri için izin çıkmamıştı. İşin ilginçliğini arttıran nokta da bu işte. Çin'i kızdıracak bir mevzuda konuşmasına izin verilmeyen LeBron James nasıl oluyor da açıkça cumhuriyetçileri karşısına alabiliyor? Yoksa Nike artık cumhuriyetçilerin spor ayakkabısı almadığını mı düşünüyor? Tabii ki hayır! Peki o zaman nedir bu ani U dönüşünün sebebi? Belli ki Nike, cumhuriyetçi kesimden gelecek eleştirileri pek de kaale almıyor. Burada çok daha iddialı bir sav öne sürülebilir: Nike ürünlerini pazarladığı bir market olarak Çin'i çok daha fazla önemsiyor. Başka bir deyişle de artık Amerikalılar'ın değil Çinliler'in ne marka ayakkabı giydiği önemli! Benzer şeyleri Warren Buffett ve onun şirketleri için de düşünebiliriz. Aynı zamanda LeBron'un akıl hocası olan dünyanın en zengin adamlarından Buffett'nin en önemli iş ortaklıkları Çin'le ve emin olun eğer Buffett, "dünyanın ilk milyarder sporcusu olmak istiyorum" diyen LeBron James'e cumhuriyetçileri kızdırmamasını öğütleseydi bugün bu tartışmaları yapıyor olamazdık. İşin bir diğer boyutu da Warren Buffett'nin olası bir Barack Obama hükümetinde Maliye Bakanı olma ihtimali ki bu olayın sosu gibi adeta.

Dünya hızla değişiyor. Halen kapitalizmle ve onun labirentleriyle boğuşsak da son günlerde yaşanan bu tartışmaları yorumlamaya kalktığımızda ABD'nin en güçlü kapitalistleri dahil birçok gücün kendi halkından(!) önce Çin marketini memnun etmeye çalıştığını görüyoruz. Ve bu da bize Çin'in yaklaştığı bilinen hegemonyasını net bir şekilde ispatlıyor. İspatladığı bir başka şey de küresel ekonominin yerel öncelikleri ne kadar ikinci plana itebildiği. Burada tabii bir başka soru işareti ortaya çıkıyor o da yerel önceliklerin piyasa tarafından umursanmadığı bu ortamda bir ideoloji olarak milliyetçilik nasıl gücünü koruyor ve nasıl halen devlet destekli meşruluğunu üretebiliyor? Buna verilecek en iddialı ama gerçekçi yanıt da kriz dönemlerinde mutlak bir savaş yaratan(bkz:corrective war, creative destruction teorileri) kapitalizmin bu savaşlarını meşrulaştırmak ve desteklemek için devlet ve halk destekli bir milliyetçiliğe ihtiyacı olduğu gerçeği. İlişkiler karmaşık ama iyice düşünüldüğünde son derece mantıklı ve bir o kadar da "günahkar".

Özetlemek gerekirse LeBron James'in bu çıkışı belki "süperstarların apolitik olması" ilkesinin yıkılması açısından kayda değer gibi gözükebilir ama gerçekleri derinlemesine deştiğimizde bu durumun da mevcudiyetini sponsorların iznine borçlu olduğunu anlayabiliriz. Nike istemese ya da Warren Buffett desteklemese, LeBron James de "cumhuriyetçiler de ayakkabı satın alıyor" diyerek apolitikliğini koruyabilirdi(tıpkı Darfur olayında olduğu gibi). Eğer Warren Buffett açıkça Obama'yı desteklediğini açıklayabiliyorsa bunu onun gibi bir kapitalist olan LeBron James neden yapamasın? Sonuç olarak ne LeBron kahraman ne de Jordan hain, sadece kapitalizm pragmatist!

Not: Nihayetinde bir spor yazısı olduğu için "hater" eleştirilerini başlamadan kesmek adına şu gerçekleri ekleyeyim: Michael Jordan basketbolcu olarak en sevdiğim isimdir. LeBron James ise aktif basketblcular arasında en favori oyuncum.

1)http://images.businessweek.com/ss/08/10/1002_power100/9.htm
2)http://images.businessweek.com/ss/08/10/1002_power100/17.htm

Bayern ve CSU: Oktoberfest'in Uğramadığı Devler



Bundesliga'yı yakından takip edenler şu medyasentrik(bu kelimeyi ben mi yarattım?) yaklaşıma fazlasıyla aşinadırlar: "Bayern Münih asla yenilmez." 40 senedir Alman futbolunu domine eden ve ortalama 2 senede bir şampiyon olan güneyin bu zengin takımının sorgulanamaz fatihliği beraberinde tüm ülkeye karışık olarak yayılan bir kibir ve alçaklık kompleksi getirmiştir. Bayern, asla rakip kendisinden daha iyi olduğu için yenilmez. Bayern yenilir çünkü maçı fazla önemsememiştir, Bayern yenilir çünkü as futbolcularını dinlendirmektedir, Bayern yenilir çünkü ligin erken kopmasını ve reytinglerin düşmesini istemez vs...Uluslararası başarılarla dolu Alman futbolunun son 40 senesinin yerel satıhtaki özeti bu medyasentrik klişede gizlidir aslında. Bayern'in yüceliği sorgulanamaz! Buradan anlıyoruz ki ligin ilk 7 haftasında sadece 2 kez kazanabilen Münih ekibinin canı bu sene pek kazanmak istemiyor!

Öte yandan Alman siyasetini yakından takip eden diğer güruhun farkında olduğu bir başka hegemonyada da Bavyera'daki CSU(Hristiyan Sosyal Birlik) partisi başrolü oynar. 1966'dan beri eyalette adeta bir tek parti iktidarı sürdüren politik organ 42 senede hiçbir zaman ikinci parti konumuna düşmemişti, ta ki bu seneye kadar. 28 Eylül'deki eyalet parlamentosu seçimlerinde Sosyal Demokrat Parti(SPD)'ye karşı ağır ve alışık olmadığı bir yenilgi alan partinin de aynı mantıktan devam ederek şu sıralar pek yönetme havasında olmadığını düşünebiliriz.

Tabii ki Bavyera-eksenli medyanın ağzıyla konuşmayı bırakırsak(umarım bu ana kadar ciddi olduğumu düşünmediniz) her iki Bavyera devinin de başarısızlıklarının daha gerçekçi ve rasyonel sebepleri olduğunu söyleyebiliriz. Edmund Stoiber'in yerine başkanlığa seçilen Erwin Huber'in selefinin karizmasının yakınından dahi geçememesi, Bavyera'nın özellikle Münih, Nürnberg gibi büyük şehirlerinin kozmopolit yapısı ve bu sosyal ortamın nihayet daha az muhafazakar bir politik görüş yansıtabiliyor olması CSU'daki krizin en önemli sebepleri.

Parlamentodan sahalara geçiş yaptığımızda ise karşımıza Jürgen Klinsmann'ı ve onun beraberinde getirdiği sarışın bir hayal kırıklığını görüyoruz. Görünen o ki Alman milli takımıyla becerdiği işlerde hep geleceği parlak bir antrenör izlenimi veren efsane futbol adamının Bayern'i yönetmenin Almanya'yı yönetmekten kat be kat zor olduğunu anlaması çok da uzun sürmemiş. Taktiksel hamleleri, oyuncu tercihleri ve motivasyon hamleleriyle hep sınıfta kalan Klinsi'nin karışık kafası sadece kulüp ileri gelenlerinin ve medyanın değil futbolcularının da canını sıkmışa benziyor. 2 haftadır kaptan Van Bommel'in 3-5-2 ve rotasyon eleştirileri Bild'in manşetlerini süslüyor. Sansasyon meraklısı Bild'in ise Bayern'in başarısı kadar bu durumuna da sevindiği muhakkak. Sezon başında Klinsmann'ın uyguladığı 3-5-2 sistemi başlarda 1-2 iyi sonuç verince taktik dehası ilan ettikleri teknik adamı şimdiden işe yaramaz olarak yaftaladılar bile. İşin gerçeği şu ki Klinsmann'ın acilen taktiksel olarak bir istikrar yakalaması şart ve bu istikrar 3-5-2'den ziyade 4-4-2 varyasyonlarından birinde olursa Bayern'deki herkes daha mutlu olacak. Kaleci Rensing'in bir Bundesliga takımı kalecisi olamayacağının anlaşılmasından sonra yeni bir kaleci için şimdilik yapılacak bir şey yok ama Ribery'nin dönüşüyle Jürgen'in de aldığı riskleri asgariye çekmesi ve maçları ilk 20 dakikada değil 90 dakikada kazanmaya konsantre olması gerekiyor.

Kısacası Bavyera'nın doruklarına kazık çakmış iki devin son dönem performansları iç açıcı değil ama CSU'nun başarısızlığına sevinip Bayern'inkine üzülen biri olarak Klinsmann'a acil bir sihirli değnek bulmasını öneriyorum. Zira her ne kadar Rummenigge tüm eleştirilere rağmen "şampiyonluğa Klinsmann'la ulaşacağız" dese de kibirin hakim olduğu her yerde sabırsızlığın da bolca bulunduğunu hatırlatalım. Ha bir de başkanların bu tarz açıklamalarının %70 oranla istifayla sonuçlandığını da. Bavyera'da Oktoberfest geldi-geçti ama CSU ve Bayern mensupları bu kez biraları eğlenmek için değil efkar dağıtmak için yudumladılar.

Wednesday, October 1, 2008

Çocuklarla Şampiyon Olamazsın


"Çocuklarla hiçbir şey kazanamazsınız". Alan Hansen'ın 1996 Manchester United'ı için öne sürdüğü bu kehanetin ömrü Ferguson'un genç öğrencileri sezonu duble'yle tamamlayınca kısa sürmüştü. Bu önerme sonucu itibariyle başarısız oldu olmasına ama içeriği itibariyle büyük ün kazandı ve futbol terminolojisinin en meşhur sözlerinden biri haline geldi. İşte Hansen'ın pek de katılmadığım bu sözünü 2009 Arsenal'i için bu sefer ben sarf edeceğim. Üstelik 4-0'lık Porto zaferlerinin hemen arkasından.

Arsene Wenger, günümüz futbolunun en önemli hücum teorisyenlerinden biri. Son 5 yılda oturttuğu çok paslı, hızlı ve dikine atak sistemi Arsenal'i 2000'lerin en heyecan verici takımı haline getirdi. 2 stoperi hariç her an hücumu düşünen 4-5-1 varyasyonlarından oluşturduğu sistemi bir çok teknik adama da ihraç etti ama başarıyı o veya onun gibi oynayanlar değil Mourinho ve Ferguson gibi onun sisteminde ufak değişikliklere giden isimler elde etti. Peki nedir Mourinho ve Ferguson 4-5-1'i ile Wenger 4-5-1'i arasındaki fark?(bu arada bu sistemi 4-3-3 diye de okuyabilirsiniz) Çok basit: Sağlam savunma ve tecrübe! Esasında modern 4-5-1'in geniş bir analizi için ayrı bir yazı ayırmak gerekir ama çok kısa özetlemek gerekirse Wenger ve Arsenal'in senelerdir Chelsea ve Manchester United gibi takımların gerisinde kalmasının en önemli sebebi bu.

Wenger'in cesaretini, atak futbol felsefesini ve genç futbolculara verdiği önemin değerini çok kıymetli buluyorum ama ufak çocukların bile görebileceği gerçeklere anlaşılmaz bir şekilde kör kalmayı tercih ettiği için 7/24 aymazlıklar dünyasında dolaştığını düşünmeden de edemiyorum. Son şampiyonluğunu kazandığı 2003/04 sezonunda Henry'le birlikte takımın en önemli ismi Patrick Viera'ydı. Modern futbolda sağlam bir ön liberonun değeri sözde futbol ulemalarının düşündüğü gibi korkak bir zihniyetin ürettiği bir efsaneden ibaret değil. Arsenal senelerdir, 4'lü defansının önünde 6 hücumcuyla oynuyor. Denilson ve Fabregas dahil bu oyuncuların hepsinin en önemli özellikleri iyi hücumcu ha bir de çocuk denecek yaşta olmaları. Dünkü Porto maçını ele alalım: Denilson, Fabregas, Nasri, Van Persie, Walcott önlerinde Adebayor. Müthiş yetenekli 6 isim ve tam da Wenger'in sevdiği çok paslı, dikine oyunu oynayabilecek bir takım. Sonuç: Arsenal 4-0 kazandı. Ama maçı izleyenler gördü ki işler biraz Porto lehine gelişse 25.dakikada mavi beyazlı takım 2-0 önde bile olabilirdi. Topçuların yarı sahasını geçmek o kadar kolay ki! Gerçi en iyi top hırsızınız Denilson olursa bu riski de zaten göze alıyorsunuz demektir.

Arsenal daha hafta sonunda ligin yeni ekibi Hull'a sahasında 2-1 kaybetti. Manu yahut Chelsea'nin böyle bir yenilgi alması koca sezonda ya 1 ya 2 keredir. Oysa Arsenal bu tip mağlubiyetler yüzünden senelerdir şampiyonlukta iddialı olamıyor. Tecrübesizlik ve yeni bir Viera bulmama ısrarı Wenger'in takımlarını başarısızlığa sürüklüyor. Fransız teknik adamsa, bu gerçekleri görmezden gelmeye devam ediyor ve gidiyor yaz döneminde Samir Nasri'yi transfer ediyor. 1.65'lik, 21 yaşında bir hücum oyuncusunu! Arsenal'in ihtiyacı olan bu değil Wenger, 1.90'lık bir işçi ve tecrübe lazım bu takıma. Aslında Wenger'e gereken şey bir 2003/04 hatırlatması. Hani Arsenal'in ligin en az gol yiyen takımı olarak namağlup şampiyon olduğu sezon, hani son şampiyonluğun geldiği sezon! Wenger'e tabii ki büyük saygı duyuyoruz ama gözünün önündeki başarı formülünü görmezden gelmesi ve çocukça bir ısrarı devam ettirmesi de affedilemez.

Yeni bir Viera'n olmadan çocuklarla şampiyon O-LA-MAZ-SIN Wenger!