Showing posts with label hıncal uluç. Show all posts
Showing posts with label hıncal uluç. Show all posts

Wednesday, May 27, 2009

Lucescu ve belalısı: Türk düşünsel mafyası

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Mircea Lucescu, geçtiğimiz hafta çarşamba günü İstanbul’da kazandığı UEFA Kupası’yla teknik direktörlük kariyerinin 16. şampiyonluğunu elde etti. Dile kolay 16! Yine de bu başarısı bile Türk spor basınındaki düşünsel mafyaya kendini beğendirmesine yetmedi. Eskiden ona karizması yok hatta “şopar” diyenler şimdi de “zavallı” lakabını uygun görmüşler. Düşünsel mafyanın hakkınızda tanımladığı ve kitlelere pompalamaya çalıştığı bir imajın ne kadar saçma olduğunu başarılarınızla kanıtlayınca başınıza bu geliyor işte: Daha çok kötüleme, daha çok aşağılama.

Düşünsel mafya diyerek Hıncal Uluç ve müritlerini kastediyorum elbette. Uluç’un Lucescu’nun son başarısının ardından yazdığı “Lucescu Zavallısı ve Yandaşları” isimli kendi standartlarına göre bile absürd yazısı Sabah’tan Emre Aköz tarafından şu sözlerle eleştirilmişti: “Birçok durumda, bir ‘gerçek’ ile ‘o gerçeğin imajını’ birbirine karıştırıyoruz. Yani nesnelere bazı anlamlar yüklüyoruz, sonra da gerçek sanki o anlamlardan ibaretmiş gibi davranıyoruz.” Marx referanslı bu eleştiri yerinde olduğu gibi “Uluç ve yandaşlarının” spor medyasında üstlendiği tabir-i caizse fikir kabadayılığını da temellendiriyordu . Seversiniz sevmezsiniz (ben sevmem) ama Hıncal Uluç’un günümüz spor medyasındaki statüsünün yüksekliği su götürmez bir gerçektir. Bu, Uluç’u medyada fikirleri kabul gören bir yazar yapmaya yeterli çünkü maalesef çoğumuz fikirleri niteliğine göre değil de kimin ağzından çıktığına göre değerlendiriyoruz.

Medya teorisyeni Daniel Boorstin’in “pseudo-event” yani düzmece olay diye adlandırdığı medya alışkanlığına benzer bir durum bu. Medya, ileri gelen elitlerinin önderliğinde kimi fikirler üretir ya da manipüle eder ve onları kitlelere pompalar. Aköz’ün de “imajlarla düşünmek” diye adlandırdığı olayın kökeni aslında budur. Ve bu, üretilen fikirlerin (imajların) genellikle düzmece, yanlış ya da kötü niyetli olmasından mütevellit kitlelerin zihni üzerinde tahakküm kuran bir düşünsel hegemonya oluşturur.

Hıncal Uluç’un, Lucescu’da var olduğunu iddia ettiği zavallılığı kanıtlamak için öne sürdüğü argümanlar sporu yakından takip eden herkes için gülünüp geçilecek şeyler. Uluç’un “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma” alışkanlığı artık bizi şaşırtmadığından üstünde durmaya pek gerek yok. Fakat yazısının sonunda öyle bir cümle var ki sadece bu cümlenin bu kadar rahat (vicdanen) kullanılabiliyor olması bile üzüntü verici.

“Bu Romen, benim ülkeme, alenen ve resmen hakaret etti. Türkiye Cumhuriyeti’ni Çavuşescu’nun Romanyası’na benzetme küstahlığında bulundu. Öfkem ondan. Bu ülkede o zaman bir İçişleri Bakanı olsaydı, daha o gün, çalışma izni iptal edilir ve şutlanırdı. Bir daha da dönmeyi aklına getiremezdi.” Türkiye’nin demokrasi ve devlet şiddeti konularında en acımasız diktatörlüklere dahi ders veremeyeceği gerçeğini bir kenara bırakalım, demek ki o dönemin İçişleri Bakanı Hıncal Uluç olsaymış Türkiye’nin Çavuşesku Romanyası’ndan hakikaten hiçbir farkı olmayacakmış. Dua edelim ki Uluç şimdilik sadece kötü spor yorumları yapan bir gazeteci, ya siyasetçi olsaydı?

Tuesday, October 14, 2008

Umurumuzda mı Sanki Medya Etiği?



Futbol kamuoyumuzun son haftalardardaki en sıcak konusu Ertuğrul Sağlam'ın kovulması ve yerine Mustafa Denizli'nin getirilmesi. Kimileri Ertuğrul'un gönderilmesini eleştirdi, kimileri Yıldırım Demirören'in aynı anda dansöz ve despot olmayı becerebilen tavırlarını. Mustafa Denizli üzerine odaklanan eleştirilerse genelde onun Beşiktaş hocalığı için uygun kişi olmadığı eksenindeydi. Sığ yorumların kralı olmasına rağmen Türk medyasının aykırı sesi elbisesini üzerine oturtan Hıncal Uluç ise Denizli'ye yapılan bu teklifin bir hakaret olduğunu; Demirören'in önce Lucescu'ya gitmesinin, ret cevabı alınca da lütfen Denizli'ye dönmesinin eski milli hocayı aşağılamak anlamına geldiğini belirterek radikal kıyafetlerini bir kez daha sergiledi! Altı kaval üstü şeşhane! Radikal Uluç'umuz dahil kimsenin aklına bu işin bir de etik yönü yok mu diye sorgulamak gelmedi.

Mustafa Denizli futbol sezonuna işsiz bir teknik direktör olarak başladı ve bunun üzerine Lig Tv yorumcusu olarak karşımıza çıktı. Televizyondaki ilk 6 haftalık performansını en kibar tabirle kötü olarak niteleyebiliriz. Başarılı bir antrenör olmakla iyi bir yorumcu olmanın birbirinden ne kadar farklı olduğunu bize bir kez daha kanıtlayan bir formu vardı. Akıcı olmayan cümleler, isabetsiz tahliller, kötü yorumlar...Dünyanın en basit oyunlarından futbolu, anlatımıyla bu kadar zor ve çekilmez hale getirmek de bir beceri işidir diye düşündüm ve ekseriyetle yaptığım gibi "mute" modunda izlemeye devam ettim maçları. Maç sonu açıklamalarında ise genelde eleştireldi ki bu sezon 3 büyükleri izleyen herkesin de öyle olması doğal. Şu anda senede en az 1.5 milyon dolara anlaştığı takımı Beşiktaş'ın eski hocası Ertuğrul Sağlam'ı da çoğu zaman ağır bir dille eleştirdi. Bugüne geldiğimizdeyse durum ortada. Ertuğrul kovuldu. Yerine onu medya aracılığıyla eleştiren Denizli göreve getirildi. Bu noktada durup biraz düşünmek ve medyası, saha içi ve saha dışı organlarıyla spor dünyasının mevcut etik kurallarını biraz sorgulamak gerekiyor.

Medyada yorumculuk yaparak para kazanan bir antrenörün eleştirdiği(eleştirmesine aslında gerek de yok) kimsenin yerine göreve getirilmesinde iç gıcıklayan bir durum var. X yorumcusunun kendi ekonomik çıkarları için elinde bulunan medya gücünü kullanarak rakibini baltalamayacağını kimse garanti edemez. Denizli'nin niyetinin bu yönde olduğunu söylemiyorum. Ama kötü niyetli bir insanın bu yola başvurmayacağının da teminatı kimsede yok. Mustafa Denizli gibi kariyerli bir hocanın da hemen hemen her sezon yedek antrenör olarak büyük kulüplerin B planını oluşturduğunu biliyoruz. "Denizli Beşiktaş'ta" dedikodularını her sene en az 10 kere okuruz. Kısacası "Beşiktaş antrenörlüğü hayalimdi" diyen Mustafa Denizli'nin yorumculuk yaparken aklından bu hayalin geçmediğini iddia etmek biraz zor. Bu kadar kolay manipüle edilen bir ortamda bu biraz gayrı ahlaki bir durum teşkil ediyor gibi geliyor bana. Doksanlarda Türkiye'nin de yaşadıği "medya savaşları"'nı hatırlarsak olayın özü ekonomik bir rant sahasının kapışılmasından ibaretti aslında. Peki bu olayda da bunun bir benzeri yok mu? Ortada yine küçük çaplı da olsa ekonomik bir rant alanı var ve elinde medya gücü bulunan bir teknik direktör-medya çalışanı. Kulağa çok farklı gibi gelse de aslında birbirine çok benzer iki durum.

Sonuçta Ertuğrul Sağlam şu anda işsiz. Tazminatı vardır şusu vardır busu vardır. Tabii ki adamı aç bıraktınız diye saçmalayacak değilim ama onuru kırılmıştır kuşkusuz. Onun yerinde ise artık 1 hafta önce onu medya aracılığıyla eleştiren Mustafa Denizli var. Aslında bu hadisede benim vurgulamak istediğim nokta da ismi geçen özneler değil senede birkaç kez örneğini gördüğümüz bu çarpık tablonun yansıttığı etik sorun. Medyada yorumcu olarak görev yapan teknik direktörlerin aynı sezon içinde hocalık yapması etik midir değil midir? Tartışınız, bence değildir ve bu konunun hiç gündeme getirilmemesinin sebebi de medya etiği gibi hassas konuların umurumuzda bile olmamasıdır.

Bir kez bile canlı izlememiş olmama rağmen en sevdiğim futbol takımlarından olan 87/88 ve 88/89 Galatasarayı'nın teknik direktörü "Büyük Mustafa"'ya başarılar...