Thursday, January 31, 2008

Gana'08 12.Gün


GÜNÜN MAÇLARI

TUNUS 0 ANGOLA 0

SENEGAL 1 GÜNEY AFRİKA 1

Bugün Afrika Kupası'nda grup maçlarının son günüydü. En denk grup olarak göze çarpan D grubu'nda güç eşitliğinin yaratması beklenen rekabet sahalara yansımazken bunda en büyük pay aralarında oynayan Tunus ve Angola'ya beraberliğin yetiyor olmasıydı. Yanlış anlaşılmasın sahada bir danışıklı dövüş olduğunu iddia etmiyorum ama her iki takımın da sahaya beraberlik için çıktığı bir gerçekti. Maç boyu seyirciler birkaç cılız ataktan fazlasını göremediler ve her iki ülke el ele çeyrek finale yükseldi. Kupanın tecrübeli takımı Tunus, son 8'de Kamerun'la zorlu bir karşılaşmaya hazırlanırken teknik direktör Roger Lemerre, takımıyla 2004'te kazandığı şampiyonluğu tekrarlamak niyetinde. 6 senedir Tunus futbolunun başında olan Fransız eski Avrupa Şampiyonu apoletli teknik adam, bu özelliğiyle Afrika futbolunda görmeye pek de alışık olmadığımız istikrar sözcüğünü bizlere anımsatıyor.

Grubun diğer maçındaysa iki hayal kırıklığı karşı karşıya geldi ve yenişemedi. Yeni bir yapılanmaya gitmesi şart gibi gözüken Senegal'de teknik patron Henryk Kaspercyzak 2.maçların sonunda ani bir kararla istifasını açıklamıştı. Geçici olarak görev başında bulunan Lamine N'Diaye'nin yerine kimin getirileceği ise turnuva sonrası kesinlik kazanacak. Güney Afrika'da ise yeni birşey yok. Kariyeri büyük bir düşüş içinde olan Carlos Alberto Parreira'dan mucize bekleyen Bafanalar'ın önümüzdeki Dünya Kupası'na kadar nasıl bir yenilenmeye gideceği merak konusu. Turnuva boyunca en dikkat çeken isimleri Club Brugge'lu Elrio Van Heerden ise gösterdiği performansla yüzü gülen sayılı Güney Afrikalı'dan biriydi.

Wednesday, January 30, 2008

Gana'08, 11.Gün



GÜNÜN MAÇLARI

KAMERUN 3 SUDAN 0

MISIR 1 ZAMBİYA 1

Kamerun cephesinde Sudan maçı öncesi iki soru işareti vardı. 1-Gruptan çıkabilecek miyiz? 2- Eto'o rekoru kıracak mı? Birincinin cevabı, Kamerun gibi kaliteli bir kadro için basitti. Rakip Sudan'dı ve galibiyetten başka bir sonuç düşünülemezdi. 28'de favori öne geçti ve film koptu. 2.sorunun cevabı daha karmaşıktı ama onun cevabı da 28'de geldi. Barcelona'nın yıldızı Samuel Eto'o kazanılan penaltı atışını Elmuiz Abdalla'nın solundan filelere gönderince Afrika Uluslar Kupası'nda bir tarih de yazılmış oldu. Bu gol Samuel'in 15.ci Afrika Kupası gölüydü ve rekorun önceki sahibi Laurent Pokou'nun ismi tarih defterlerindeki tozlu yerini almaya hazırdı. Kamerun zayıf rakibi karşısında iki gol daha buldu ve Mısır'ın arkasından ikinci olarak çeyrek finale yükseldi.

Grubun diğer maçında gruptan çıkması garanti olan son şampiyon Mısır, Zambiya karşısında halet-i ruhiyesine uygun olarak rahat bir oyun oynadı ve 1-1 berabere kalarak gruptan lider çıkmayı başardı. Mısır rahat oynadı dediysek maçı ciddiye almadı demek istediğimizi kimse zannetmesin. Kuzey Afrika ekibi her zamanki gibi bu maça da takım ruhunu ve yardımlaşmasını taşımıştı. Sadece hırslanmaları için fazla sebep yoktu ve özellikle 60'den sonra oyunu rölantiye aldılar. Zaten golü de 88'de yediler. Mısır, belki Gana ya da Fildişi Sahili kadar dikkat çekmiyor ama turnuvayı ünvanını koruyarak tamamlarsa kimse şaşırmasın.

Tuesday, January 29, 2008

Gana'08, 10.Gün





GÜNÜN MAÇLARI

NİJERYA 2 BENİN 0

FİLDİŞİ SAHİLİ 3 MALİ 0

Bu akşamüstü Nijerya'da gergin ve umutsuz bir bekleyiş vardı. Akşam olup maçlar sona erdiğinde ise gerginliğin yerini sevinç ve kutlamalar aldı. Gruptan çıkmayı garantileyen Fildişi Sahili'nin Mali maçını ne kadar ciddiye alacağı "Kara Kartallar" için bir merak konusuydu ama kadrolar açıklandığında "Filler"'in vites küçültme gibi bir niyetlerinin olmadığı anlaşıldı. Fildişi Sahili, dişli rakibi Mali karşısında henüz 10.dakika dolmadan Drogba'yla öne geçti ve kıtanın en güçlü takımı hakimiyetini maç boyu elden bırakmadı. Stoperler ve kaleci dışında Fildişi Sahili'nin hiçbir zayıf noktası yok ve kuvvetli takım oyunlarıyla bu handikaplarını da görünmez kılmayı beceriyorlar. Mali ise kendinden beklenen sürprizi Seydou Keita'nın cansiperane oyununa rağmen gerçekleştiremedi. Bunda takım arkadaşı Frederick Kanoute'nin uyur gezer oyunun da etkisi vardı kuşkusuz ama gerçek olan bir şey varsa o da Keita'nın turnuvanın en iyi orta saha oyuncularından biri olduğu. Fildişi Sahili, 54'te Benficalı stoperi Zoro'nun kafa golüyle galibiyetini perçinledi ve 85'te Bundesliga patentli Sanogo'yla sonucu belirledi. Bakalım kıtanın en güçlü takımı çok istediği şampiyonluğa bu turnuvada ulaşabilecek mi? Filler'in çeyrek finaldeki rakibi tehlikeli Gine takımı olacak.

Öte yandan kaderi Mali ve Fildişi Sahili'nin elinde olan Nijerya, zayıf rakibi Benin karşısında toplam ederleri 60 milyon dolara yaklaşan John Obi Mikel ve Ayiegbeni Yakubu'nun golleriyle sonuca gitti. Sadece bu iki oyuncuya ödenen paranın Afrika ekonomisindeki yerini bir düşünün diye bu rakamları verdim. Dudak uçuklatıcı... Neyse güçlü ve pahalı kadrosuna rağmen hayal kırıklığı yaratmaya devam eden Nijerya kendi görevini yaptı ve kulaklarını Fildişi Sahili-Mali maçına çevirdi. Sonuç, sevindiriciydi. Gelecek ise biraz flu. Zira Afrika'nın en kalabalık ülkesini çeyrek finalde evsahibi Gana bekliyor olacak.

Monday, January 28, 2008

Gana'08, 9.Gün



GÜNÜN MAÇLARI

GİNE 1 NAMİBİYA 1

GANA 2 FAS 0

A Grubu'nda bugün kader tayin günüydü ve Fas, sahip olduğu kaliteli kadro ve fiyakalı başlangıca rağmen hiç de etkileyici olmayan bir Gine takımının arkasında kalarak turnuvadan elendi. Gine, grubun şamaroğlanı Namibiya'yı hücumunun herşeyi Feindouno'suz çıktığı maçta mağlup edemezken buna rağmen Fas'ın evsahibi Gana'ya kaybetmesiyle korkulu rüya görmekten kurtuldu. Feindouno'suz Gine'nin de hücum gücünün ne kadar zayıfladığını bu maçta daha iyi tetkik etme fırsatı bulduk. Forvetin arkasında fasilitör görevi gören St.Etienneli yıldız oyuncunun yokluğunda hücumun sağ ve solunda görevli olan Bangoura ve Mansare'de tüm etkilerini kaybediyorlar. Esasında kapanan bir rakip ve sıkışık oyun, Gine'nin en son istediği şey dolayısıyla bu maçı ilerisi için ölçü olarak almak hata olur. Gine, çeyrek finalde muhtemelen kendisine karşı açık oynayan bir takımla karşılaşacak ve patlayıcı, ani hücumlara dayanan oyunundan daha iyi beslenmeyi bilecek. Bunun en iyi örneğini zaten Fas maçında görmüştük. Tabii, Gine'nin en önemli sorunlarından biri olarak gözüken orta sahada tutucu bir çapanın eksikliği ya da mevcut isimlerin bu konudaki yetersizliği, teknik direktör Robert Nouzaret'nin önlem alması gereken bir eksiklik olarak göze çarpıyor.

Grubun diğer maçındaysa evsahibi Gana, hırs ve ateşten yoksun Fas takımı karşısında orta sahadaki 2 dinamosu Essien ve Muntari'yle sonuca gitti. İkilinin birbirine yaptığı asistlerle maçı 2-0 kazanarak bir üst tura yükselen Gana hakikaten fizik güç olarak Afrika ortalamasının dahi çok üzerinde bir görüntü çiziyor. Dinamik ikili Essien ve Muntari takımın adeta motoru işlevi görüyor. Kanatlarda Arsenal çıkışlı Quincy Owusu-Abeiye ve Hearts'lı Kingston'ın(bu maçta oynamadı) istikrarsız bir görüntü çizmesi ve daha önce de bahsettiğim gibi forvetlerinin tek yönlülüğü ise Gana'ya sıkışık bir maçta zor anlar yaşatabilir. Yine de ilk tur sonrası rahatlıkla söyleyebiliriz ki ev sahibi Gana, Fildişi Sahili'yle birlikte turnuvanın en büyük favorisi.

GÜNÜN NOTU: Senegal teknik patronu, eski Polonyalı milli oyuncu Henryk Kasperczak, ilk 2 maçta alınan kötü sonuçlar sonrası ani bir kararla istifa etti.

Sunday, January 27, 2008

Melbourne'e Doğu Avrupa Damgası



2008'in ilk Grand Slam'ini geride bıraktık. Avustralya Açık, her zaman sürprizlerin turnuvası olmuştur ve bu sezon da turnuva namını inkar etmeden sürprizleriyle ön plana çıkmaya devam etti. Henüz ilk gün Britanyalılar'ın büyük umudu Andy Murray, Muhammed Ali kılıklı adı sanı duyulmamış bir Fransız'a elendiğinde Ada basını Murray'i abartılı bir şekilde eleştirmişti. Ne de olsa karşısında isimsiz bir raket vardı. Bu, tabloid basın için kaçırılmaz bir fırsattı. Andy, için rahat olsun seni eleyen çocuk finale kadar yürüdü. Ha bu arada Daily Mirror'ın koca haberinde(ya da Andy Murray karalaması diyelim) bir kez olsun anmadığı o ismi de anmak farz oldu artık... Jo Wilfried Tsonga, turnuvanın en büyük sürprizi...

Öyle büyük bir sürpriz ki, yarı finalde Djokovic'in Federer'i sahadan silerek elemesi dahi Tsonga'nın çıkışı karşısında olağan karşılandı. Turnuva boyunca kusursuza yakın bir performans gösteren genç Fransız'ın form düşüklüğü için seçtiği gün ise yanlıştı. Final maçında, Sırp rakibi Djokovic'e karşı turnuvadaki en kötü oyununu ortaya koyan Tsonga, açık konuşmak gerekirse ilk set hariç oyunun her dakikasında rakibinin aşağısında kaldı. Güçlü servisleri ve baseline'dan yaptığı derin forehand'leriyle kolay da pes etmedi gerçi ama sonucu belirleyecek kritik vuruşlar da rakibinin tekniğinin altında ezildi.

Novak Djokovic, tarihi yeniden yazan adam ya da ABD basının tabiriyle "The Next Big Thing" ise senelerdir verdiği "Bir gün Federer'i geçeceğim" sinyallerini boşa çıkarmadı ve efsane rakibini yarı final mücadelesinde adeta sahadan sildi. Rakibine karşı daha önce gösteremediği oyun bitirici hamleler dahil her alanda(özellikle mental) İsviçreli rakete üstünlük sağladı ve finalde de sürpriz rakibini maça kötü başlamasına rağmen devirmeyi bildi. Son dönemde önemli atak yapan Sırp tenisinin bayraktarı olan genç isimse Melbourne'de ülkesini gururlandırma konusunda yalnız değildi.

Ana İvanovic ve Jelena Jankovic, yükselen Sırp tenisinin WTA'deki temsilcileri, Avustralya Açık'ta kendilerinden beklenenleri boşa çıkarmadılar. 23 yaşındaki Jankovic yarı finalde şampiyon Maria Sharapova'ya kaybederken, 21 yaşındaki Ana Ivanovic de Rus rakibesine finalde boyun eğdi. Yine de kuşkusuz turnuvanın en formda tenisçisi karşısında alınan bu mağlubiyetler genç ikili için önemli birer tecrübe oldu.

Bayanlar şampiyonundan söz etmek gerekirse, Maria Sharapova, 40 milyon dolarlık senelik kazancıyla bu alanda sürdürdüğü rakipsizliğini kortlara da yansıtmayı bildi ve harika bir turnuvanın ardından set vermeden şampiyon oldu. Ana İvanovic'le oynadıkları final tarihin kalite olarak değil belki ama oyuncuların fiziksel yapıları bakımından en "güzel" finaliydi. Rus tenisçi her zamanki gibi imkansız vuruşları ilginç bir beceriyle sayıya dönüştürme yeteneğini çok iyi kullandı ve kariyerinin 3. grand slam şampiyonluğunu kazandı. Belki kazanan bir sporcu olmak için çok güzel ve bu sebeple kendisinden nefret eden birçok kimse var ama Sharapova rekabetçi yanıyla her zaman "hater"'ları haksız çıkarmaya devam ediyor.

Bir şampiyon Sırbistan, bir diğeri ise Rusya'dan. Avustralya Açık tarihinde daha önce böylesine bir Doğu Avrupa hakimiyetine rastlamamıştık doğrusu. En son 1989'da erkeklerde Çek Ivan Lendl'ın şampiyon olduğu turnuvada Helena Sukova bayanlar finalinde Steffi Graf'a kaybetmişti. Şimdiyse Doğu Avrupa tenisi için zirvenin tadını çıkarma zamanı.

Gana'08, 8.Gün




GÜNÜN MAÇLARI

ANGOLA 3 SENEGAL 1

TUNUS 3 GÜNEY AFRİKA CUMHURİYETİ 1

Daha önce de belirttiğim gibi (kendimi tekrar etmekten nefret ediyorum) turnuvanın en denk grubu D grubunda bugün oynanan maçlar bir manada grubun kaderini tayin edecek maçlardı. Sürpriz yapmasını beklediğim ve umut ettiğim, kıtanın yükselen yıldızı Angola her zamanki dirençli futboluyla favori Senegal'i geriden gelip mağlup etmeyi başardı. Attığı gollerle zaferde önemli pay sahibi olan çiçeği burnunda Manchester United'lı Manucho'ysa performansıyla Ferguson'u mutlu etmeye devam ediyor. İlk 2 maçlar sonunda turnuvanın yıldızını seçmek istesek kuşkusuz tüm oylar Manucho üzerinde birleşirdi.

Gecenin diğer maçındaysa Güney Afrika Cumhuriyeti ve Parreira, kendilerinden beklediğim gibi etkisiz bir oyun ortaya koymaya devam ediyor. Kuzey Afrika ekibi karşısında maç boyu fazla varlık gösteremeyen Bafanalar için gruptan çıkmak şimdilik uzak bir hayal gibi. Bu karşılaşmada en dikkat çeken isimse Tunus'un Brezilyalısı Francileudo dos Santos oldu. Senelerce Ligue 1'de forma giydikten sonra bu sene İsviçre ekibi Zurich'e kiralanan tecrübeli forvet, kupadaki performansıyla Fransa'ya geri dönüş yapmaya hazır olduğunu ispatlar gibiydi.

Saturday, January 26, 2008

Gana'08, 7.Gün




GÜNÜN MAÇLARI

KAMERUN 5 ZAMBİYA 1

MISIR 3 SUDAN 0

Turnuvada bir haftayı doldurduğumuz bugüne futbol dışı olaylar damgasını vurdu. Oynanan 2 maçta atılan 9 golün gölgede kalmasının sebebi ise Namibiyalı futbolculara şike teklif edildiğinin ortaya çıkmasıydı. Namibiya Futbol Federasyonu başkanı John Muinjo basına verdiği demeçte, futbolcularına son maçta bilerek kaybetmeleri için adam başı 30 bin dolar teklif yapıldığını söyledi. Teklifin kimin tarafından yapıldığı açıklanmazken, Muinjo'nun iddiaları üzerine Afrika Futbol Federasyonu (CAF) konuyla ilgili geniş bir araştırmanın başlatılacağını açıkladı. Konuyla ilgili bir ilginç gelişme de Benin teknik direktörü Reinhard Fabisch'in, turnuva öncesi Singapor kökenli bir şirketten gelen şike teklifini yetkililere bildirmesiydi. Şu ana kadar basına sızan bilgilere göre her iki olayın arkasında da aynı isimlerin olması kuvvetli bir ihtimal.

C Grubu'nda 2 güçlü takımın zayıf rakiplerini rahatça yendiği, bol gollü ama düşük kaliteli bir futbol akşamı yaşandı Gana'da. İlk maçta hayal kırıklığı yaşatan Kamerun, Zambiya'yı gole boğmasına rağmen izleyenleri (en azından beni) tatmin etmeyi başaramadı. Geremi'nin frikik golüne kadar zayıf rakibi karşısında üstünlük kuramayan Kamerun için 5 gol attı demek insanın içine sinmiyor açıkçası. Daha çok Zambiya'nın amatör savunması ve kalecisinin 5 gol yediğini söylemek daha doğru olacak. Kamerun'da en dikkat çeken isimse Galatasaraylı Rigobert Song'un Arsenal kadrosunda yer alan yeğeni Alexandre Song'du. Genç yıldız adayı, kelimenin tam anlamıyla sahada basmadık yer bırakmadı ve akıllı paslarıyla dağınık Zambiya savunmasını alt üst etti. Günün diğer maçındaysa Mısır, turnuvanın en zayıf takımı olduğu iddia edilen Sudan karşısında 3-0 kazanmasına rağmen oyun olarak beraberlikten fazlasını hak etmedi. Grubun ilk maçında Zambiya karşısında tel tel dökülen Sudan ise inatçı futboluyla otoriteleri şaşırttı.

Friday, January 25, 2008

Gana'08, 6.Gün





GÜNÜN MAÇLARI

NİJERYA 0 MALİ 0

FİLDİŞİ SAHİLİ 4 BENİN 1

Turnuva, namını inkar eden bir heyecanla devam ederken günün esas maçında Nijerya ve Mali, bir anlamda B Grubunun ikincisini tayin edecek maçta yenişemediler. Kadro olarak turnuvanın en kaliteli takımlarından biri olan Nijerya, elindeki tüm yeteneklere rağmen oynadığı 2 maçta da gol kaydına muvaffak olamadı. Kaba bir fiziksel çarpışmaya sahne olan maçta her iki takım da yaratıcılıktan uzaktı ve 0-0'lık sonuç gruptan çıkma adına Mali'ye önemli bir avantaj sağladı. Nijerya, yoluna devam etmek için son maçında Benin'i mağlup etmeli ve Mali'nin Fildişi Sahili karşısında puan kaybetmesini beklemeli. Bu açıdan bakıldığında gruptan çıkmayı garantiliyen Fildişi Sahili'nin son maçta Mali'ye karşı oyunu ne kadar ciddiye alacağı önemli bir faktör olacak. Görünen o ki son yıllarda büyük düşüş içinde olan Nijerya için bu turnuva da dönüm noktası olamayacak. Zaten kurtarıcı olarak Berti Vogts'u seçen bir ülkenin bu manada ne kadar ileri gidebileceği en baştan şüpheliydi.

Günün diğer maçında turnuvanın favorilerinden Fildişi Sahili, Benin karşısında son derece rahat bir oyun çıkardı ve 4-1 kazandı. Özellikle 40.dakikada Chelsea'li Didier Drogba'nın attığı golden sonra rahatlayan turuncu yeşilliler bu galibiyetle gruptan çıkmayı da garantilemiş oldu.

"Canavar"'ın Düşüşü, "Muhammed Ali"'nin Yükselişi



"Canavar". Evet, 12 grand slam şampiyonluğu, sayısız rekor, 4 sene kesintisiz dünya bir numarası olmak, sorgulanamaz bir hakimiyet ve izleyenleri aşık eden bir tenis stilini, sahibi böyle tanımladı bu akşamüstü. Roger Federer, Avustralya Açık Yarı Finali'nde Novak Djokovic'e kaybetti ve üst üste 10 grand slam finalinin hiçbirinden kendini mahrum bırakmayan bu kazanma makinesi şimdi pek de alışık olmadığı kaybetme duygusuyla yüzleşmek zorunda.

"Bu canavarı kendim yarattım ve sanırım bu yüzden istisnasız her turnuvayı kazanmak zorundayım. Çünkü biliyorum ki bir set kaybettiğimde bile hakkımda "Artık eskisi gibi değil" tarzı yorumlar yapılacak." Avustralya Açık'tan elenen İsviçreli raket Roger Federer'in maç sonrası basın toplantısında yaptığı bu yorumlar kanımca çok karamsar ve abartılı. Federer öyle bir mit ki kaybetmekle ismi asla anılamadığı gibi yan yana durmaları da hiç yakışık almıyor. Belli ki hiçbir şeyin değil ama kaybetmenin acemisi olan "Fedex" henüz bu yeni durumla nasıl başa çıkacağını da bilemiyor. Maç sonrası her şeyini kaybetmiş ve kendini gelecek ağır eleştirilere karşı korumaya almış bir adamın tutumu vardı. Halbuki aynı Federer değil mi 2005 Avustralya Açık'ında Marat Safin'e yarı finalde kaybeden, buna rağmen art arda 8 grand slam kazanan? Roger, halen tenis kortlarının aktif en büyük ismi ve aynı zamanda en yetenekli ismi de. Novak Djokovic onun tahtını sallama konusunda kanımca Rafael Nadal'dan daha önde bir isim zira ona göre çok daha çok yönlü bir oyunu var ama yine de bir maç aldı diye Federer'den iyi olduğunu iddia etmek İsviçreli rakete büyük haksızlık olur. Federer'in bu noktada yapması gereken eşsiz kariyerini "canavar" olarak nitelemek değil son zamanlarda yükselen iç baskısı ve standardının altında oynamasına sebep olan diğer etkenleri bulmak ve bu sorunları çözmek. Hiç şüpheniz olmasın "Canavar" halen tenis tarihinin gördüğü en büyük isimlerden biridir ve çağının en dominant oyuncusudur. Her zaman kazanmanın getirdiği baskılardan arındığı ve baskıları görmezden gelmeyi başardığı anda yeniden yenilmez değil belki ama döneminin daimi 1 numarası olmasını engelleyecek hiçbir şey yok.

Öte yanda bambaşka bir peri masalı yaşanmakta. Jo Wilfried-Tsonga ya da fiziksel benzerliklerinden ötürü takılan lakabıyla "Tenis'in Muhammed Ali'si" son senelerde no-name bir ismin gösterdiği en başarılı performans sekanslarından birini gösterdi ve Andy Murray, Richard Gasquet, Mikhail Youzhny ve son olarak Rafael Nadal'ı eleyerek finale kadar yükseldi. Roddick gibi servis attı, Back hand'ini Henin, forehand'ini Federer gibi kullandı. Bir sanatçı edasıyla kortun her alanını domine etti ve karşısına çıkan her rakibi perişan etti. Öyle ki son kurbanı Nadal, maçtan sonra "Her gün böyle oynaması imkansız, zaten böyle oynuyorsa dünyanın en iyisi olur" diyerek Muhammed Ali karşısındaki acizliğine açıklama getirmeye çalıştı. 23 yaşındaki genç Fransız, pazar günü en az onun kadar formda olan Djokovic karşısında ne yapar bilinmez ama bu seviyesini devam ettirebilirse önümüzdeki yıllarda top-10'un değişmez ismi olacağı kesin.

Thursday, January 24, 2008

Gana'08, 5.Gün





GÜNÜN MAÇLARI

GİNE 3 FAS 2

GANA 1 NAMİBİYA 0

RESİM 1: Akşamın ilk maçında, Ohene Djan Stadyumu Afrika futbolunun tüm karakteristik özelliklerini yansıtan bir tiyatro sahnesi gibiydi. Oyunun başrolünü üstlenen Gineli Pascal Feindouno, 67.dakikada aptalca bir hareketle oyundan atılana kadar karşılaşmanın seyrini etkileyen her harekete damgasını vurdu. Maçın henüz 11.dakikasında sol çaprazdan nefis bir frikik golü atan St.Etienne'li hücum oyuncusu, 59'da takım arkadaşı Bangoura'ya al da et dedi sonrasında da 63'te penaltıdan kaydettiği golle maçtaki son müspet hareketine imza attı. Durum 3-1'ken 67. dakikada Faslı rakibine hakemin gözleri önünde tekme atan yıldız isim direkt kırmızı kartla oyundan atıldı. Mücadelenin geri kalan kısmı Faslı oyuncuların Gine yarı sahasına düzenledikleri şuursuz ve etkisiz hücumlardan ibaretti. Fas,aradığı golü ancak 90'da buldu ama bu bile onları umutlandırmaya yetmedi.

Gine, hızlı hücum elemanları ve Feindounou'su ile her zaman için etklili bir kontra atak takımı. Bugün de golü erken bulmaları istedikleri oyunu sahaya tam anlamıyla yansıtmalarına izin verdi ancak ellerindeki kadronun kısıtlı olması onları özellikle hücumda çok tek yönlü bir takım haline getiriyor ve bu turnuvada ilerleme ihtimallerini azaltıyor. Fas ise, yanıltıcı Namibiya maçından sonra bu akşama büyük bir rehavet altında çıkmıştı ve bunun cezasını oyunun hakimiyetini erkenden kaybederek çektiler. Tarık Sektioui ve Marouna Chamakh gibi yıldızlarından hiç verim alamayan Magribiler, gruptan çıkmak istiyorsa son maçlarında evsahibi Gana'ya karşı en azından yenilmemeli.

RESİM 2: Gana 1 Namibiya 0. Evsahibi Gana'dan bir tatmin etmeyen performans daha. Afrika futbolunda esamisi okunmayan Namibiya'ya karşı özellikle bitirici pozisyonlarda çok zorlanan Gana, yine yıldız olarak addedilen oyuncularının yetersiz tekniğinden muzdaripti. Özellikle Udineseli forvet Asamoah Gyan, tahminlerimi doğru çıkarmaya devam ediyor. Kabul, bu genç adamın akıl almaz bir kuvveti ve sürati var ama genel olarak top tekniğinin zayıflığı, gol vuruşlarında büyük zorluk yaşamasına sebebiyet veriyor. Bu akşam da bunu defalarca gördük. Ev sahibi takıma galibiyeti, senelerdir İngiliz alt liglerinde top koşturan, stil olarak forvetteki partneri Gyan'dan pek de farklı olmayan Agogo'nun topuk golü getirdi. Namibiya ise, hücum elemanları biraz daha becerikli olabilse turnuvanın sürprizlerinden birine imza atabilirdi. Yine de eminim bu sonuç başkent Windhoek'te kimseyi mutsuz etmemiştir. En azından açılış maçındaki 5-1'lik hezimeti unutturan bir direniş vardı sahada.

Wednesday, January 23, 2008

Gana'08, 4.Gün





TUNUS 2 SENEGAL 2

GÜNEY AFRİKA CUMHURİYETİ 1 ANGOLA 1

4.gün, açık ara turnuvanın şu ana kadarki en güzel ve heyecanlı maçlarına sahne oldu. Kalite olarak fazla bir beklentim zaten yok ama en azından çekişme ve mücadelenin üst düzeyde olduğu 2 maç izledik bugün.

Resim 1 :Kağıt üstünde en dengeli grup olarak göze çarpan D grubu, hesaplarımızı yanıltmadı da diyebiliriz. Son dönemde aralarında kızgın bir rekabet gelişen Senegal ve Tunus'un gergin geçen mücadelesinde Kuzey Afrika ekibi beraberliği 82.dakikada santrahafı Traoui'yle yakalarken 2004'ün intikamını alamamanın üzüntüsü Senegalli oyunculara büyük hayal kırıklığı yaşattı.

RESİM 2: 2006 Dünya Kupası'nın sürpriz takımı Angola ile 2010 Dünya Kupası'nın evsahibi Güney Afrika'yı karşı karşıya getiren maç, izleyenleri pişman etmeyen bir başka heyecan silsilesine sahne oldu. Turnuva sonrası Manchester United'a katılmaya hazırlanan 25 yaşındaki forvet Manucho'nun golüyle öne geçen orak-çekiçli Angola, galibiyeti kutlamaya hazırlanırken 87.dakikada yediği golle eşitliğe razı oldu. Parreira'nın yönetiminde en azından söylemsel olarak iddialı bir görüntü çizen Güney Afrika Cumhuriyeti ise her zamanki gibi 1996'daki kadrosunu ve performansını arattı(bu afrika kupası klasiğini söylemesem olmazdı). Yine de Bafanaların gözle görülür bir çıkış içinde oldukları söylenebilir. 2010'daki şansları için 1*2 kelam etmek gerekirse de grubu geçmek bile iyimser bir tahmin olacaktır güneyliler için.

Ada'nın Yükselen Yıldızı : Harry Aikines-Aryeetey


Spora her zaman büyük önem veren İngilizler, son dönemlerde tüm ilgi ve yatırımlarına rağmen bekledikleri sonuçları alma konusunda büyük hayal kırıklıklarına uğradılar. Milli futbol takımları beklenen başarıları yakalayamadı ve son olarak Avrupa Kupası'na katılma hakkını bile elde edemedi. Teniste tek umutları Tim Henman, değil bir grand slam şampiyonluğu, final dahi göremedi ve sonunda da kronik sakatlıkları sonucu emekli olmak zorunda kaldı. Büyük başarılar bekledikleri atlet Christine Ohuruogu tarihin en büyük bayan 400 metrecisi olması ümit edilirken doping cezası aldı. Gerçi yazın dünya şampiyonasında kazandığı altınla kendisine yöneltilen eleştirileri biraz hafifletti ama yine de şüpheli gözler hep üzerinde.

Tüm bu hayal kırıklıklarına rağmen İngilizler hep sabırlı olmayı bildi. Fakat artık kum saati akmaya başladı. Malum 2012 Olimpiyatları Londra'da düzenlenecek ve evsahipleri atletizmin en prestijli alanlarında altın madalya alma konusunda son derece hevesli ve sabırsızlar. En büyük umutları ise 20 yaşında bir delikanlı. Harry-Aikines Aryeetey. Genç Harry, 2004'ten beri ulusal medyanın merceğinde. 16 yaşında 100 ve 200 metrede kazandığı altın madalyalar, 2005'te BBC'nin afilli "Yılın Genç Sportif Kişiliği" ödülünü kazanmasını ve IAAF tarafından Yılın Yükselen Yıldızı seçilmesini sağladı. 100 ve 200 metre yarışçısı olması ortodoks atletik görüşlere aykırı gelse de kanımca bu onun sıradışı bir atlet olduğunun kanıtından başka bir şey değil. Sadece 100 metreci ya da 200 ve 400 metrede yenilmez olan çok atlet gördük ama hem 100 hem de 200 metrede jenerasyonunun en iyisi olarak öne çıkması gerçekten çok etkileyici. Henüz 18 yaşında 200 metrede 21 saniyenin, 100 metrede ise 10.40'ın altında dereceler verebilmesi ise Adalılar'ın ona bağladığı büyük madalya umutlarını açıklamaya yetiyor.

Gana kökenli genç atlet, bir yandan başarılı bir lise hayatını geride bırakırken aynı zamanda 2006 Dünya Gençler Şampiyonası'nda da 100 metre şampiyonu oldu ve 10.37'lik derecesiyle bu alanda yine akranlarının en iyisi olduğunu kanıtladı. Geçtiğimiz sezonu sırt sakatlığı ve koçu Trevor Graham'la ilgili şüpheler yüzünden sıkıntılı geçiren sprinter, 2008 itibariyle yeniden pistlere döndü. Şimdilik Pekin Olimpiyatları'nda yarışıp yarışmayacağı kesinlik kazanmadı ama geçtiğimiz günlerde 60 metre kapalı alan yarışında erken kariyerinde pek de alışık olmadığı yenilgilerden birini aldı. Yarış sonrası son derece olgun bir şekilde yaptığı "Tek isteğim yarın bir daha yarışmak ve kazanmak. Atletler böyle olmalıdır, her zaman kazanmak benim tek düşüncem. Sırt sakatlığımı atlattığım için mutluyum ama kaybettiğim için kızgınım." açıklaması onun ne kadar rekabetçi bir yapıya sahip olduğunu kanıtlıyor. Harry Aikines Aryeetey'in yeteneği ve ateşli, hırslı yapısı da zaten 2012 Londra'ya büyük önem veren İngiliz Atletizmi'nin en çok ihtiyacı olan şey.

Tuesday, January 22, 2008

Gana'08, 3.Gün




GÜNÜN MAÇLARI

MISIR 4 KAMERUN 2

SUDAN 0 ZAMBİYA 3

RESİM 1: Afrika Kupası'nda üçüncü gün beklenenin aksine renkli geçti. Son şampiyon Mısır'la adı büyük Kamerun'un maçına Mohammed Zidan damgasını vururken, özellikle ilk yarıda sergilediği umursamaz ve berbat futbol, Kamerunseverleri hayal kırıklığına uğrattı. Kamerun tandeminde Song'un yanında oynayan Reading'li Bikey'in zorla attırdığı gollerden sonra çakma Zidane, Mohammed Zidan'ın sol ayağıyla doksana çaktığı enfes gol şu ana kadar turnuvada kaydedilen en güzel hareket olarak hafızalara kazındı. Nihayetinde son şampiyon, disiplinli oyunu, Kamerun'a bile ağır basan fizik gücü ve Zidan'ıyla ünvanını koruma konusunda ne kadar ciddi olduğunu daha ilk maçtan herkese ispatladı.

RESİM 2: Gana'nın kuzeyinde yer alan Kumasi şehrinde hatırı sayılır bir taraftar kitlesine karşı oynanan maçta Orta Afrika ekibi Zambiya 88 Seul'u anımsatan bir performansla rakibi Sudan'ı sahadan sildi. Maçın henüz 2. dakikasında ele geçirdiği üstünlüğü maç boyu kaybetmeyen Zambiyalı futbolcular grubun favorileri Mısır ve Kamerun'a da işlerinin hiç de kolay olmayacağının sinyalini gönderdi.

Monday, January 21, 2008

Ghana'08, 2.Gün






Günün Maçları

Fas 5 Namibiya 1

Nijerya 0 Fildişi Sahili 1

Mali 1 Benin 0

RESİM 1: Afrika Kupası'nda 2.günler hep sessiz geçer. Evsahibi takımın maçları haricinde stadların dolmamasına alışkınız ama bu seferki biraz abartıydı. Fas-Namibiya maçını izleyen seyirci sayısı 7 bini geçmezken, mücadeleyi takip edenler 6 gole rağmen tatmin olamadı. Namibiya'nın Faroer Adaları kıvamında bir takım olması, Fas'ın turnuvanın teknik açıdan en üstün takımı olarak göze çarpması ve biz Avrupalılar'ın ismine pek de aşina olmadığı Soufiane Alloudi'nin hat-trick yapması karşılaşmadan akılda kalan notlardı.

RESİM 2: Nijerya ve Fildişi Sahil'li 'ölüm grubu'nun sürpriz yapması beklenen takımı Mali, zayıf Benin karşısında tek kelimeyle sıradandı ve hayal kırıklığı yarattı. Benin'in aşırı defansif oyununa karşı uzun süre çözüm üretemeyen Mansa Musa'nın torunları, maçın oynandığı Sekondi şehrindeki genel elektrik problemi yüzünden 15 dakika geciken ikinci yarının 5.dakikasında Frederick Kanoute'nin ayağından buldukları penaltı golüyle sonuca gidebildiler. Gittiler de hepimizin heyecanla beklediği sürpriz yapma hadisesinde pek de ciddi olamayacaklarını da bu etkisiz performanslarıyla hissettirdiler. Umarım yanılmışızdır. Mali adına dikkat çeken tek nokta ise enfes formalarıydı. Her zaman ilginç dizaynlarıyla dikkat çeken Afrikalılar'da bu turnuvanın iddialı ülkesi Mali olacak gibi gözüküyor.

RESİM 3: Günün maçı! Maliymiş, Beninmiş, Fasmış, Sektoui'nin flip floplarıymış... Kimin umrunda. Herkes bu iki Afrika devinin mücadelesine kitlenmişti bugün. Turnuvanın iki favorisinden Nijerya, güçlü rakibi karşısında hemen hemen hiç varlık gösteremezken maç boyu oyunu domine eden Sahil Çocukları, 66'da Salomon Kalou'nun harika golüyle grupta avantajı eline geçirmesini bildi.

Sunday, January 20, 2008

Gana'08, Afrika Kupasi Günlüğü-1





GÜNÜN MAÇI: GANA 2 GİNE 1, 55 Gyan pen. 65 Kalabane 90 Muntari

RESİM 1: Ne kadar renkli gözüküyor öyle değil mi? İyi bakın, içinize çekin, özümseyin ve hafızanıza kaydedin. Neden mi? Sürpriz! Afrika Kupası sıkıcıdır! Evet, sıkıcıdır. Kimi futbol yorumcularını, Bağış Erten'i, Banu Yelkovan'ı, Eurosport Türkiye tayfasını falan unutun. Okyanusya Kupası ve Asya Kupası'ndan sonra futbol sahalarının görebileceği en sıkıcı turnuvadır, Afrika Kupası. O yüzden kara kıtanın renkli insanlarından en azından saha dışında keyif almayı bilin. İnanın saha içindeki mücadele dışındakine tamamen zıt.

RESİM 2: Sulley Ali Muntari, nereden baksanız bir 5 senedir Avrupa'nın üst düzey arenalarında rastladığımız bir isim. Güçlü fiziği, dinamik oyunu ve ortalamanın üstündeki tekniğinin yanı sıra ceza sahası dışından yolladığı etkili füzeleri, geçtiğimiz yaz onun için 7 milyon pound harcanmasına sebebiyet vermişti. Portsmouth taraftarları ondan memnun ve kulüp sahibi Alexandre Gaydamak da ona ödediği tek bir "kara" pound'dan bile şikayetçi değil. İşte bu genç adam, bu akşam Gana-Gine maçını izlerken kötü oynamasına rağmen oyunu izlenebilir kılan 2-3 isimden biriydi. Dile kolay sahada ayak içiyle topa hükmedebilecek belki de tek isimdi. Mücadeledeki ortalama tekniğin vehametini siz düşünün artık.

Muntari, 89 dakika ortalıklarda yoktu ama evsahibi taraftarları çılgına çeviren golü tam 30 metreden kusursuz bir füzeyle geldi. Gol sevinci de görülmeye değerdi doğrusu.

RESİM 3: Abedi "Pele" Ayew, Gana futbolunun yetiştirdiği tartışmasız en büyük isim, Accra'nın efsanesi, gururu. Senelerce Fransa Ligi'nde forma giydi, Marseille'nin altın dönemlerinde orta sahanın yaratıcı beyniydi. En son kendisini 12 yaşımdayken eski Adanasporlu Timur Yanyalı'yla birlikte 1860 Münih'te izlemiştim, bir kasaba sahasında. İşte bu da Gana efsanesi'nin 18 yaşındaki oğlu Andre Ayew, maça sonradan dahil oldu ve kısa sürede izlettirdikleriyle babasının mirasını taşıma yolunda bizlere umut verdi. Yolu açık olsun.

Monday, January 14, 2008

Bir Futbol Mültecisinin Hikayesi: Al Bangoura



14 Ocak 2008, Londra’da mutlu bir gündü. Sadece tek bir olayla binlerce insanın gülümsemesine sebebiyet veren o büyülü anlardan biri yaşandı futbol çevrelerinde. Hayır, Stamford Bridge’de Lampard 30 metreden ağları sarsan bir füze yollamadı, White Hart Lane’de Spurs’ün özlenen akıcı futbolu da yoktu. Ashburton Grove(Emirates Stadyumu-Arsenal)’da da total futbol’dan izlere rastlamadık. Esasında Londra’nın hiçbir yerinde ne gol vardı ne de büyülü bir çalım. Bu kez binler, Watford’un Sierra Leoneli genç futbolcusu Al Bangoura için coşkuyla havalandılar. Stadyumları değil ama sokakları doldurdular ve aylardır destekledikleri bu genç adamı, sonunda muzaffer geldiği hukuk mücadelesi dolayısıyla sevgiyle bağırlarına bastılar.

Alhassan Bangoura, Sierra Leoneli bir futbol mültecisi… Hayata tutunmak için kendine sporu seçen yüz binlerce kara kıtalı gençten biri. Kendisini hayatta tutan yegane uğraşını kaybetmemek adına verdiği mücadeleyi nihayet kazandı. O, artık Britanya’da çalışma iznine sahip bir futbolcu. Başka bir deyişle hayat, Al Bangura için devam edecek.

Alhassan’ın mülteci yaşamı 15 yaşında başladı. Mistik bir topluluğa(Poro) üye olan babasının iç savaşta katledilmesinin ardından Poro yasaları gereği topluluğa katılması zorunlu kılınan genç çocuk, böyle bir hayat istemediğini, savaşlardan ve açlıktan bıktığını fark ettiği anda sonunda ne olduğunu bilemediği bir yola adım attı. Freetown’da(Sierra Leone’nin başkenti) futbol oynardı. Okyanus onlara artık balık vermiyordu ve sonsuzluk gibi gelen boş zamanlarını o da binlercesi gibi futbolla dolduruyordu. Gine’ye kaçacak ve şansını orada deneyecekti. Kim bilir belki de futbolcu olabilirdi. Bu onun hayattaki tek şansıydı. Gine’de bir Fransızla tanıştı. Hayatta kalmanın kolay bir zanaat olmadığını ve insanoğlunun taze süt emmiş cinsine rastlamanın pek de basit bir hadise olmadığının farkına varacak kadar çok şey yaşamıştı. Ama belki şansı bu kez yaver giderdi. Gine’de kendisine epey yardımı dokunan güler yüzlü Fransız’ın gerçek kimliğiyle, Marsilya Limanı’na adım atar atmaz tanıştı. Modern bir köle tüccarının eline düşmüştü ve hayatta kalmak istiyorsa homoseksüel fahişelik yapmak zorundaydı. Kabul etmedi, zorla İngiltere’ye götürüldü. Ve kaçtı.. Sığınma evlerinde, parklarda geçen tehlikeli gecelerin ardından mülteci yaşama adım atma cesaretini kendine veren futbolu hatırladı. Nihayet Watford futbol akademisine girdiğinde 17 yaşındaydı. Halen mülteciydi ve çalışma izni yoktu. Hayallerini gerçekleştirebilmesi için sadece bir şansı vardı ve futbol onun hakettiği gibi insanca yaşayabilmesinin tek yoluydu. Elton John’un kulübü Watford’da çok çalıştı, hızla yükseldi. Kulübün Premier Lig’e çıkmasına kadar yardım etti ve çok değil 3 sene önce iç savaşla kavrulan bir ülkeden kaçan bir delikanlı için bu pek de az iş sayılmazdı. Gelin görün ki ortada büyük bir sorun vardı. Daha doğrusu sorun, ortada bazı şeylerin eksik oluşu hatta hiç olmamasıydı. Alhassan Bangoura, Sierra Leoneli 18 yaşındaki genç orta saha oyuncusu Premier Lig’in kendine hayran bırakan çimlerinde basmadık yer bırakmazken aslında bir hayaletten farksızdı. Hukuki olarak hiçbir geçerliliği olmayan bir kimliğe sahipti. Ne Sierra Leone’de kayıtları vardı ne de Büyük Britanya’da. Bu haliyle Ada’da yaşamına devam etmesi imkansızdı. Geçiçi çalışma izninin koşulları incelendikten sonra 2007 Kasımı’nda İngiliz mahkemeleri Bangura’nın biletini kesti. Bu, genç adam için ölüm fermanı gibi bir karardı. Sierra Leone’de onu bekleyen bir gelecek yoktu, Afrika’ya dönmek ise onun için cehenneme dönüş demekti. Neyse ki hayatını kazanmasına yardımcı olan futbol yine imdadına yetişti. Bangura için görülmemiş bir destek kampanyası başlatıldı. Kulübün onursal başkanı Elton John önderliğinde, Watford ve Ada boyunca bir çok takımın taraftar grupları Al Bangura hakkında verilen kararın iptali için sokaklarda döküldü. 15 Aralık 2007 tarihinde oynanan Watford-Plymouth karşılaşmasında 18 bini aşkın taraftar futbolu, işi, gücü bırakıp Ağustos ayından beri sakatlığı sebebiyle maça bile çıkmamış olan bu genç adama destek verdi. Karşılaşmayı 1-0 Plymouth kazandı ama sonucun zerre kadar önemli olmadığı akşamlardan biriydi Londra’da. Maç çıkışı 10 binlerce taraftar Hertfordshire sokaklarını “Bangoura’ya Özgürlük” çığlıklarıyla inletti. Halk desteği, bürokrasinin gücünü kırmış, asık suratını dağıtmıştı. Hukuki süreç nihayet dün sonlandı ve Alhassan Bangura, mahkemeye yaptığı itirazında haklı bulundu. Bu sonuç şu anlama geliyor; Bangura, çalışma izni bitene kadar Büyük Britanya’da kalabilecek ve gerekli görülürse iznini yenileyebilecek. Ya da şöyle de yorumlanabilir “ Futbol ve futbolla birbirine bağlanan herkes için ne kadar mükemmel bir zafer.” Tıpkı bir futbolseverin BBC’ye yaptığı internet yorumu gibi.

Spor kadar çok az şey kolonizasyon ve de-kolonizasyon süreçlerinde insanoğluna(her iki tarafın halklarına da) katkıda bulunmuştur. Bir çok yerde siyah ırkın toplumun geri kalanıyla kaynaşması futbol ve benzeri takım sporlarıyla olmuştur. Takım sporlarının özellikle altını çiziyorum çünkü 30’lu yıllardan sonra özellikle atletizmde kazanılan başarıların ardından siyahların takım halinde başarıya ulaşacak koordinasyon bütünlüğüne ve taktik zekaya sahip olmadığını iddia eden nice ırkçı tez defalarca siyahi isimlerin ağırlıkta olduğu takımlar tarafından yalanlanmış hatta rezil kepaze edilmiştir. Bugün futbol tarihinin en “güzel” ve başarılı takımı olarak kabul edilen 1970 Dünya Kupası’nın Brezilya’sı, Pele, Rivelino, Tostao, Jairzinho, Didi ve Carlos Alberto gibi siyahi incileriyle şampiyonluğu kazanmış, her şeyden öte dünya tarihinin en sevilen takımı olmuştur. Keza basketbol tarihinin tartışmasız en iyi takımı 1992 Olimpiyatları’nın Dream Team’i, ABD milli takımı da, John Stockton, Chris Mullin, Larry Bird ve Christian Laettner harici(ki son 2’si çok az oynadılar) siyahi isimlerden oluşuyordu.

Neyse meselemiz bu değil, önemli olan şu ki siyahilerin eşit vatandaşlık hakkı kazanmaları , önyargıları yıkmaları ve toplumla kaynaşmaları sürecinde sporların ve özellikle en yaygını olduğu için futbolun katkısı göz ardı edilemez. Bangura olayında olduğu gibi, beyaz bir milletin siyahi bir adam için sokaklara dökülmesini futbol dışında başka çok az şey sağlayabilir. Belki sanat ama o kadar. Bu açıdan pek çok kesim tarafından küçümsenen, basit bir zevk olarak hor görülen ve çoğu zaman düşman olarak addedilen futbolun dünyada demokratikleşme ve insan hakları kazanımları açısından oynadığı rolü yok saymak imkansızdır. Batı medeniyeti, şaşaalı dönemlerinin ardından dünyayı kesip biçip sömürürken, Afrika ve Kuzey-Güney Amerika’da köleler futbol sayesinde kendilerini milyonlara kabul ettirdi ve tıpkı Bangura örneğinde olduğu gibi ırkçı politikaları, zalim kanunları ve kibirli iktidarları demokratikleşmeye başka bir manasıyla insanlaşmaya, karşısındakine insan gibi muamele etmeye ikna etti.

Alhassan Bangoura, bir futbol mültecisi, mutluluğun, terk etmek zorunda kaldığımız uzak bir vatan olduğu dünyada biz mültecileri kendisi için bir araya getirdi. Biliyoruz ki o kendisine destek veren herkese müteşekkir ama uzaktan da olsa onun için sevinen bir takipçisi olarak ben Bangura’ya teşekkür ediyorum, tebessümler diyarında bizi kısa bir gezintiye çıkardığı için…

Wednesday, January 2, 2008

MODERN ZAMAN GLADYATÖRLERİ


Dursun Özbek... Ne zaman bir sporcunun vefat haberi gelse (ki son yıllarda çok oluyor), henüz profesyonel dahi olamadan, umutlarını gömdüğü yeşil sahalarda yaşama gözlerini yuman o genç Galatasaraylı gelir aklıma. 9 Aralık 1986 tarihinde, Florya’da öldüğünde henüz 1 yaşımı bile doldurmamıştım. Onu hiç futbol oynarken izlemedim. Mevkisini bile bilemedim hatta yüzünü bile silik bir fotoğraf harici görmedim. Fakat henüz küçücükken okuduğum Jupp Derwall kitabı “Futbol Basit Bir Oyun Değildir”de rastladığım bu genç adamın hikâyesi bana futbol oynarken bile işlerin bazen ters gidebileceğini, hatta ölümle sonuçlanabileceğini öğretti. O güne kadar futbol benim için bilmediğim bir ülkenin takımını desteklemek (Danimarka), babamın annemi aldattığı futbol kulübüne anlaşılmaz bir ihtirasla âşık olmak (Galatasaray), Fenerbahçe’ye 5-2 yenilince ağlamak ve karpuz saçlı, sakallı, şeytan kılıklı bir top cambazından (Rıdvan Dilmen) nefret etmekten ibaretken; o günden sonra bir anlamda işin içine ölümün dahi girebildiği bir oyunun sevdasına adım attığımı anlamış bulunuyordum.



29 Aralık 2007, futbol sahalarında yaşanmış son ölümün kaydedildiği gün olarak notlara düşüldü. Noel arifesinde dahi maç oynanan futbol delisi bir adanın (Britanya-İskoçya) 30 bin nüfuslu küçük bir kasabasında (Motherwell), Phil O’Donnell adında milli bir oyuncu, tıpkı Miklos Feher, Antonio Puerta, Marc Vivien-Foe ve Dursun Özbek gibi kalp yetmezliği sonucu sahada yığılıp kaldı. Oyundan çıkmasına sadece saniyeler vardı ve 4 çocuk babası eski bir Celtic futbolcusu olan O’Donnell on binlerin korku dolu bakışları arasında hayata gözlerini yumdu. Phil, tüm ülkenin Noel tatilini geçirdiği bir dönemde 6 gün içerisinde 3 maça çıkmış 35 yaşında bir veterandı. 22, 26 ve 29 Aralık’ta sahadaydı. 24’ü (Noel’in başlangıcı) maç yapmamış olması ise büyük ihtimalle futbolu yönetenlerin canını sıkan bir lütuftan başka bir şey değildi. Abarttığımı mı düşünüyorsunuz? 23’ü ve 26’sında maç oynayan, neredeyse tatil bile yapmayan Manchester United’lı genç fenomen Cristiano Ronaldo’ya, ya da sırf reyting uğruna “Noel Mücadelesi” başlığı altında tam 24’ü akşamı, prime time’da, doymak bilmez tüketim toplumunu ve reklam veren dev holdingleri memnun etmeye çalışan LeBron James ya da Dwyane Wade’e bunu sormaya ne dersiniz? İnanmayan tarihleri kontrol edebilir. Maçı izlemek üzere TV karşısına geçtiğimde bir arkadaşımın Noel akşamı maç oynanmasına verdiği tepki aynen şöyle olmuştu: “Yemin ediyorum bu adamlar köleden başka bir şey değil”.



Bir Uruguay futbol kulübü olan Penarol, 50’li yıllarda formasına futbol tarihinde ilk olarak reklam almaya başladığında, Eduardo Galeano’nun buna yorumu şöyle olmuştu: “Gezici reklam panoları”. Sermaye ve iş dünyası ilk kez yeşil sahaların içine bu kadar doğrudan entegre oluyordu ve artan imkânlara rağmen kutsal bir kitap gibi tapındıkları formalarının “X” markasıyla lekelendiğini görenlerin huzursuzluğu, tribün ahalisinin öfkesinde kendine illaki yer buluyordu. Ne 70’lerde medyanın iyice işin içine dâhil olması, ne de 80 ve 90’lardaki akıl almaz futbol sanayileşmesi, o dönemdeki taraftarın korkuları arasında yer alıyordu. Onların tek umurunda olan şey sevdikleri oyuna başka güçlerin şekil vermeye başlamasıydı. Korkuyorlardı, haklılardı ama bu kadarını onlar bile tahmin etmiyordu.



Bugün üst düzey bir futbol kulübü sezonda 60-70 karşılaşmaya çıkıyor. Geniş rotasyona sahip Manchester United, Barcelona, Chelsea gibi kulüplerde dahi as bir oyuncu en az 50 maç oynamak zorunda. Basketbolun en üst düzeydeki arenası NBA’de ise işler daha korkutucu. 5 ayda 82 maç ve sonrasında play-off’lar... Finale kadar giden bir takımın oyuncusu örneğin geçtiğimiz sezonun LeBron James’i 7 ayda tam 110 maç oynuyor. Sonrasında ise milli maçlar başlıyor tabii. O da ayrı hikâye. Klasik söylem şudur: “E kardeşim adam senede bilmem kaç milyon doları cebine indiriyor ama”. Bir sonraki aşama ne olacak? Yani Noel tatili yaptırmayıp oyuncuları sahalara hapsetmekten, onları ailelerinden en özel günlerinde ayrı koymaktan ve senede yüzlerce kez maça çıkarıp vücutlarını öldüresiye sömürdükten sonra? “Parasını veriyoruz oynayacak” lafı milyonların ağzından çıkarken bu adamların köleden ne farkı kalıyor. Kolezyumda ve Roma’da değil de modern arenalarda milyonları eğlendiren, aslan ya da insan yerine kendi vücutlarını öldüren bu adamların parayla zincirlenmiş bedenleri kalp yetmezliğinden “tahtalıköye” iltica ettiğinde mi biz şımarık eğlence tüketicileri sporcuların maruz kaldığı sömürüyü hatırlayacağız? Daha doğrusu izleyenler, medya ve ilgili kurumların bu olaylara ses çıkarması için her sene bir deste yetişmiş atleti kaybetmek mi zorundayız?



Phil O’Donnell, 35’lik veteran vücudunu yoğun maç temposuna ve yorulan kalbine kurban veren son modern zaman gladyatörü oldu. Ve bunun neticesinde 3 Ocak 2008 Çarşamba günü, futbol ve onun toplumu etkileyen onlarca dinamiği sayesinde dünya çapında üne kavuşan Celtic-Rangers rekabeti tarihinde ilk kez Katolik-Protestan velvelesiyle değil de O’Donnell anısına büründüğü sessizlikle dünya medyasında yerini alacak. Peki sonra ne olacak? FIFA, UEFA ya da sponsorlar ve onlar için yaratılmış modern arenalarda gladyatörlerini izleyen seyirciler, sporcu sağlığını ve sporcuların düzen tarafından yüksek ücretli ölümcül sömürüsünü bir daha ne zaman hatırlayacak dersiniz? Ben size söyleyeyim, Phil O’Donnell’dan sonraki vaka ne zaman yaşanırsa o zaman.

ÇARŞI NE KADAR SOLCU


“Bu dâhil bütün genellemeler yanlıştır”. Zerdüşt’ün buyurduğu üzere her dalda olduğu gibi futbolda da bir ömür tekrarlanan basmakalıp sözlere ve kesin yargılara oldum olası gıcığımdır. Yok Alman futbolcuları robot gibi olurmuş, 90 dakika koşarmış, çalım atamayacak kadar kazma ama bir o kadar da güçlü olurlarmış, son dakikada ne yapar eder şansa her maçı alırlarmış vs. vs. İddia sahiplerine “Gerd Müller’e ne buyuracaksın, terlemeden maçı bitirir, en az 1 golü de ağlara takardı ” ya da “yahu bu Bayern München değil miydi Manchester United’a son dakikada yediği 2 golle kupayı kaptıran” diye sorsanız, apışıp kalırlar ama her yarı-âlim gibi, cahilce yorumlarına da korkusuzca devam ederler.



Bu tarz yorumları yapanlar aynı sözleri Germen kavminden türemiş her insan için de tekrarlarlar. Norveç’ten mi muhabbet açıldı, “Aaa tipik kuzey futbolu canım işte savunma yapar onlar savunma.” Hâlbuki 70’lerden kalma bir İskandinav geleneği olarak Norveç takımları da, Danimarkalılar da, İsveçliler de ısrarla 4-3-3 oynarlar ve hiç de savunmaya dönük bir anlayışları yoktur. Bunu söylesen bir de üstüne zeki bir ukalalık yapıp “Asıl savunma futbolunun kralını Akdenizli İtalyanlarla, tangocu Bilardo’nun Arjantin’i oynardı” desen, bu sefer de yarı-âlim’in inanılmaz laf ezme kabiliyetiyle şu cevabı alırsın “yahu bu İtalyanlar da aynı biz, Akdeniz insanı değil mi canım, aynen”. “Ne alaka şimdi” desen de kâr etmez.



Genelleme yapmanın kolaylığı yarı âlimin en büyük dostudur. “Amerikalı salak olur, Avrupalı‘da pratik zekâ olmaz, Türkler zeki ama tembel”. Hepsi palavra efendim, hepsi önyargıların doğurduğu çocukça palavralar. Tıpkı son yılların şu kulak tırmalayıcı iddiasının olduğu gibi: “Çarşı solcudur”



Çarşı, imajına karşı!



Solculuk, Türkiye’de eskiden beri Beşiktaş’a yakıştırılmıştır. Zira İstanbul üçlülerinden başka takımımız olmadığı için üçte bir şans vardı, ona da Beşiktaş layık görülmüş. Önceleri Kurthan Fişek’in meşhur “Fenerbahçe burjuva, Galatasaray aristokrat, Beşiktaş proleter takımıdır” sallamasından sonra, 80’lerde de Mümtaz Soysal’ın Türkiye’nin ezilmiş, namuslu, emekçi profilini Beşiktaş’la özdeşleştirmesiyle, bu etiket iyice Kara Kartal’ın üzerine yapışmıştır. Kuşkusuz 70’lerin aktif solcuları ve 80’lerin yorgun demokratları (hele bir de Beşiktaşlılarsa) bu yorumlarla orgazma ulaşıyorlardı. Ama basit bir matematik hesap (ki Can Kozanoğlu tarafından yapılmıştır) bu durumun gerçekleri pek de yansıtmadığını ortaya koymaya yetiyordu. Zira Kurthan Fişek’in iddiası doğru olsa memlekette “Fenerbahçe’nin mi daha çok taraftarı var, Galatasaray’ın mı” diye bir tartışmanın dahi olmaması gerekirdi.



Malum “cilalı imaj devri”’nde yaşıyoruz ve Oscar Wilde’ın dediği gibi “Hakkında bir şeyler konuşulmasından daha kötü olan tek şey hakkında hiçbir şey konuşulmamasıdır.” Beşiktaşlılar da senelerin getirdiği isyankâr ve cefakâr taraftar imajına bir de “solcu” payesini eklemekte sakınca görmemişlerdir, başarısızlıklarla geçen senelerin ardından. 80’lerden beri medyada Çarşı’nın solcu kimliği sıklıkla vurgulanır. Halkın iki numaralı afyonuna olan yasak kalkınca kendini futbola veren orta sınıf, üniversiteli solcular, onların “St.Pauli’si, Livorno’su var bizim de Beşiktaş’ımız, Çarşı’mız var” kandırmacasıyla uzun süre oyalanıp durdular. (halen de oyalanmaktalar)

Liverpool maçındaki şovenizm


“Kutsal Çarşı” grubu, “Hepimiz Zenciyiz” diye pankart mı açtı, milli maçta Beşiktaş diye bağırıp, hazır ol yerine kartal selamı mı çaktılar hemen “Bak işte solcu, solcu” yorumları yapıldı. Çarşı’nın müthiş sosyal hassasiyetinden, tribün lideri Alen Markaryan’ın Ermeniliği’nden bahsedildi. “Esrar içeriz”’li tezahüratlarda bile “işte çiçek çocuklar!” tarzı yorumların yapıldığına eminim. Bunlar sözde solcu Çarşı’nın medyaya yansıyan ve sempati toplayan davranışlarıydı. Peki ya “Beşiktaşlı olmayanlar o. çocuğudur”, “Alpay’ın karısını bilmem ne yapanlar parmak kaldırsın”, ”Pınar Altuğ çok hoş karısın, bütün Çarşı seni bilmem ne yapsın”, “futbol şiddettir, futbol holiganlıktır, futbol adam bıçaklamaktır” tarzı tezahüratları solculuğun hangi kesimiyle bağdaştırmak mümkün? Hümanizm’den nasibini almamış bir insanın solcu olduğunu iddia etmek mümkün müdür? Kendinden olmayanı sevmemek solculuğun alışkanlıklarından mıdır sağcılığın, milliyetçiliğin mi? Çarşı değil midir Türkiye’de şiddet olaylarıyla adı en fazla anılan grup? Hatta bundan gurur duymazlar mı? Senelerce bunlar hakkında tezahüratlar bestelemediler mi?



Maalesef, Çarşı grubu solcu değildir, olamaz. Böyle bir iddiaları grup olarak resmen varsa da değildirler (zira faaliyetleri öyle gösteriyor), yoksa da değildirler. Solculuk buysa zaten tüm politik literatüre yeni tanımlamalar getirmek gerekir. Çarşı, üzerine eklenen bu etiket sayesinde kimi solcu grupları kendine yaklaştırmayı başarmış olabilir (ki bu iyi bir şeydir).



İnönü’deki Liverpool maçında onca şöven tezahürat ve hamasi söylemlerin yanında 2-3 tane de “Kaz Dağları’nda Altın Aramaya Hayır” pankartı yakalamayı başarmıştım ama dediğim gibi nasıl Livorno ya da St.Pauli’de tribünlere giden her allahın kuluna solcu, Lazio tribünlerine de sağcı demek yanlış olursa, Çarşı’yı da sırf A’sının üzerine bir anarchia işareti kondurdu diye solcu olarak adlandırmak vahim bir hata olur. Eğer değilse de biri bana bu akşamki Sivas maçında atılan “Sivaslı ayılar İstanbul’da ne arar” tezahüratlarını açıklamak zorunda kalır.



Göz göre göre şiddet timsali, futbol değil takım sevdalısı, fanatizmin doruklarında gezinen, eski futbolcusunun bile karısına rezilce küfürler etmeyi marifet sayan bir grubun solcu diye anılmasına göz yumuyor olmak insanın boğazında ilmiğe dönüşüyormuş.



Seneler sonra bunu anladım.