Monday, June 30, 2008

Vienna Calling




Viyana diyince kimilerinin aklına Mozart gelebilir ama benimkine Falco ve onun unutulmaz şarkılarından Vienna Calling geliyor. Bundan sonra bu ikiliye bir de İspanya ekleyeceğim. 1964'ten beri hiçbir uluslararası büyük turnuvada varlık gösteremeyen İspanyollar nihayet şeytanın bacağını kırdı ve 4 seneliğine Avrupa'nın en büyüğü olduğunu Ernst Happel'in çimlerinde ispat etti. Rakibi Almanya'yı oyunun her alanında sürklase eden İspanya belki de tarihin en ikna edici şampiyonlarından biri. Böyle bir turnuva ve finalden sonra kimse İspanya hak etmedi diyemez heralde. Çeyrek Finalde 88 yıldır hiçbir büyük turnuvada yenemedikleri İtalya'yı, Yarı Finalde2008'in sürpriz takımı, hiçbir büyük takımdan aşağı kalır yanı olmayan ve bana göre İspanya'dan sonra Avusturya-İsviçre'nin en iyisi Rusya'yı ve finalde de "ne olursa olsun her zaman favori" Almanya'yı yenerek bileklerinin hakkıyla kupaya uzandılar. Geriden gelip kazanmasıyla ünlü Almanlar'a son 25 dakikada 2 pas üstüste yaptırmadılar ve rahatsız edici bir mükemmellikle 44 sene sonra eriştikleri bu gururu doyasıya yaşadılar. Tebrikler İspanya...

Bence;



Turnuvanın En İyi 11'i
Buffon, Zhirkov-Sergio Ramos-Puyol-Marchena, Xavi-Sneijder-Arshavin, Torres-Villa-Pavlyuchenko

En İyi Antrenörü: Guus Hiddink(Rusya)

En İyi Takımı: İspanya

En Heyecan Veren Takımı: Türkiye

En Kötü Takımı: Fransa, Yunanistan

En Kötü Teknik Direktörü: Raymond Domenech(Fransa)

En Kötü Oyuncusu: Mario Gomez(Almanya)

Michael Phelps: Mark Spitz'in izinde bir madalya avcısı




Bireysel sporlar, rekabetin en kıyasıya yaşandığı alanlardır. Küçücük çocuklar henüz yaptıkları sporun ne olduğunun farkına dahi varamadan ebeveynlerinin yahut antrenörlerinin yarattığı "kazanma" çılgınlığına itilirler. Çoğu kaybetmenin verdiği eziklik ve dış baskılara dayanamayarak spordan kopar. Hatırı sayılır bir kısmı da doping belasına bulaşır. 70'lerin efsane yüzücüsü Mark Spitz bu iki gruba da dahil değildi. O, süper bir yetenekti. Baskıyla nasıl başa çıkılacağını biliyordu ve küçüklüğünden beri programlandığı kazanma işinde oldukça iyiydi. "Önemli olan yüzmek değil kazanmaktır". Benim nefret ettiğim bu söz, Mark Spitz'in babasına aitti ve hakkını verelim belki de bu otoriter itici güç onun rekortmen bir yüzücü olmasında büyük rol oynadı.

California'lı Mark Spitz(koleji Indiana'da okumuştur yani bir Hoosier'dır), 1972 Münih Olimpiyatları'nda kazandığı 7 altın madalyayla halen kırılması zor bir rekoru elinde bulundurmaktadır. 2004 Atina'ya kadar yüzücülük tarihi ne Popov'lar ne Flying Dutchman'lar(pieter van den Hoogenband), ne Thorpe'lar gördü de bu rekora yaklaşabilen dahi olmadı. Ama ayak seslerini milenyumun başından itibaren duymaya başladığımız Baltimore Mermisi Michael Phelps Atina'da kazandığı 6 altın madalyayla Spitz'in rekorunun da ömrünün sonlarına geldiğini hissettirdi. Michigan çıkışlı Phelps şu sıralar kariyerinin doruğunda. 23 yaşında ve bir yüzücü için en formda döneminde. Rekor üzerine rekor kırıyor ve neredeyse hepsinde imzası bulunan bu derecelere bir yenisini de dün ekledi. En güçlü rakibi Ryan Lochte'ye karşı kazandığı son yarışta, 400 metre karışık rekoruna 4 dakika 5.25 saniyeyle yeni bir şekil verdi ve olimpiyatlar öncesi performansının üst düzeyde olduğunu kanıtladı.

Küçükken kendisine hiperaktivite teşhisi konulan Michael Phelps, fazla enerjisini harcamak için başladığı bu sporda kaybetmek nedir bilmeyen bir fenomene dönüştü ve nihayetinde dünya tarihinin en iyisi olmak için sadece gün sayıyor. Artık sporu bırakmış olsa da yüzücülüğün ondan önceki en büyük ismi Mark Spitz ise, rekoruna göz diken bu adamı hayranlıkla izlediğini hep belirtmiştir ve "Umarım rekorum kırıldığında ben de orada olurum" sözü onun hırs olayını babası kadar abartmadığının bir kanıtı olsa gerek. Sporun ana ilkesi bireyler arasında seviyeli bir rekabet yaratmak ve neticesinde insanoğlunu ileriye götürmektir. Bu ilkeyi en doğru şekilde yaşatan ve 2008 Pekin'e ayrı bir anlam katan bu iki sporcuya teşekkürler...

2007'de Mark Spitz'le yapılan bir röportajı aktararak yazıyı sonlandırıyorum.

Gazeteci: Münih'te 7 altın kazandığınızda kendinizi aya çıkan ilk insan olarak değerlendirmiştiniz. Peki Phelps, rekorunuzu egale ederse buna tepkiniz ne olur?

Spitz: Galiba Phelps aya çıkan ikinci insan olur.

Gazeteci: Peki, ya 8 altın kazanırsa?

Spitz: Mars'a çıkan ilk insan!

Brandon Jennings Hadisesi



Brandon Jennings...Kenny Anderson kadar hızlı, Allen Iverson kadar gösterişli, Magic Johnson kadar iyi bir pasör(e biraz da abartalım) ve-evet- saçlardan da anlayacağınız gibi MC Hammer kadar da rüküş. Onun basketbolda yeni bir akımın öncüsü olacağı söyleniyor. Merak etmeyin saç kesimiyle değil.

Henüz 18 yaşındaki 1.85'lik guard eğer Arizona için girdiği SAT sınavını geçemezse 1 sezonluğuna Avrupa'da forma giyeceğini ve NBA Draftı'na kolej oynamadan gireceğini açıkladı. Eğer dediğini yaparsa bunu gerçekleştiren ilk Amerikalı basketbolcu olacak. NBA, 2006'da aldığı kararla liseden draft olmayı yasaklamış ve seçmelere katılabilmek için atletlere yaş sınırı getirmişti(19). Bu yolla hem NCAA basketboluna katkıda bulunmayı hem de ligi talan eden yetenekli ama altyapısı zayıf gençlerden kurtulmayı hedefliyorlardı. Fakat şöyle de bir gerçek var ki: her basketbolcu adayı Allan Houston ya da Grant Hill değil. Çoğu fakir ailelerden geliyorlar ve yine kurallar gereği profesyonel olmadan hiçbir sponsordan hediye ya da para kabul edemezler. Kolejde geçirilecek bir yıl ailelerine 1 sene daha masraf olmaları demek ve bu da Brandon Jennings gibi birçok ismin kaldıramayacağı bir yük.

Lise sonrası Avrupa'da 1 sene profesyonel basketbol oynama fikri, basketbolun pazarlama dehası Sonny Vaccaro'dan çıkmıştı. Michael Jordan, Kobe Bryant ve LeBron James gibi yıldız isimlere ilk büyük kontratlarını imzalatan isim olan Vaccaro'nun bu fikri 2009 Draftı'nda ilk 5 sıradan seçilmesine kesin gözüyle bakılan Brandon Jennings'in aklını fazlasıyla çelmiş gözüküyor.

Peki eğer Jennings dediğini yapar ve başarılı bir örnek oluşturursa uzun vadede bunun basketbola ne gibi getirileri ya da götürüleri olacaktır? Büyük bir geçmişe sahip olan NCAA basketbolunun ilk aşamada büyük yaralar alacağı kesin ama muhafazakarlığı bir tarafa bırakıp profesyonel basketbola daha uygun yeniliklere imza atarlarsa bu hem lig hem de genç oyuncular için daha iyi bir gelecek anlamına da gelebilir. Hücum süresinin 35 saniye olduğu ve üçlük çizgisinin NBA ölçülerinden yakın olduğu bir ligde oynanan amatör basketbolun ne kadar eğitici olduğunu ilk sorgulayan ben değilim elbette. Yazının kahramanı Brandon Jennings'in de bu konuda şüpheleri var ve geleceklerini sadece basketbol üzerine kuran gençlerin konsantrasyonunun derslerle bozulmasının pek de iyi bir şey olmadığını da düşünüyor genç yıldız adayı.

Peki ya Avrupa basketbolu ve NBA? Son senelerde CSKA, Olympiakos, Panathinaikos gibi takımlar bütçe olarak NBA salary cap'ine yaklaşmaya başladılar. Toronto Raptors'da bir rol oyuncusu olarak senede 4.5 milyon dolar kazanan yaşayan Euroleague efsanesi Anthony Parker'a Olympiakos'un geçtiğimiz günlerde yaptığı 3 yıllığına 30 milyon dolarlık teklif dudak uçuklatıcıydı. Parker'ın salary cap nedeniyle NBA'de bu paraları kazanması imkansız. Dolar'ın Euro karşısındaki önlenemez düşüşü ve Avrupa'da herhangi bir parasal limitin olmaması yakın gelecekte kimi NBA yıldızlarının Avrupa'ya kaymasına sebep olabilir. Tüm bu gelişmelerin üstüne Brandon Jennings tarzı oyuncular, ilk senelerini Avrupa'da geçirdikten sonra NBA'e geçmek isterlerse çaylak kontratına kanaat etmeleri gerekeceği için Euroleague'de kalmayı da yeğleyebilirler. Gerçi bu ilk 14 sıradan seçilen oyuncular için bu büyük dert yaratmaz sonuçta senelik 2 ila 4 milyon dolar arası bir para kazanacaklar ama NBA yıldızlarının hepsinin de lottery oyuncusu olarak lige adım attığı söylenemez. Euroleague takımları mali bakımdan NBA'i zorlamaya devam ederlerse yakında NBA'deki yıldız oyuncu kalitesinin aşağılara indiğini buna karşılık Avrupa liginin hızla geliştiğini görebiliriz. Bu da kuşkusuz NBA'i salary cap ve çaylak kontratı gibi konularda radikal değişiklere gitmeye itebilir.

Gördüğünüz üzere genç bir yıldız adayının "ne kolej derdi çekeceğim giderim Avrupa'da paramı kazanırım" demesi nice değişikliklere ve belki de devrimlere yol açabilir. Eğer Jennings seneye Avrupa'da oynarsa bu tarihi bir maceranın başlangıcı olacaktır. Umarım 2008/09 sezonu NBA 09 Draftı'nın en iyi 2 guard adayı Ricky Rubio ile Brandon Jennings'i aynı ligde gördüğümüz ilk sezon olur.

Friday, June 27, 2008

Futbol: Bizim Talihsiz Sevdamız




"Futbol asla sadece futbol değildir" tarzı yazılar yazmaktan da okumaktan da sıkılmış bir adam olarak "Futbol milliyetçiliği körüklüyor ulen" temalı bir şeyler karalamaktan öteden beri uzak durmuşumdur. Daha önce birçok entelektüelden duyduğumuz bu aforizmaya itibar etmediğim gibi hadisenin öznesi olarak bir öcü gibi gösterilmeye çalışılan futbolun esasında tam da bu tarz yorumlar sebebiyle özünden yani spor olma halinden uzaklaştırıldığını düşünüyorum. Modern devletlerin ortaya çıkışından beri hakim sistemin devam etmesi için elzem gıdalardan biri olarak icat edilen ve bu yönde kullanılan "milliyetçilik" her Allah'ın günü gazete manşeti, siyasi slogan, ders başlığı, askeri Demokles kılıcı, yarı-aydın orgazmı olarak yeniden karşımıza çıkarılırken bu kadar manipülatif "fikir lideri"'nin önderliğinde değil futbol, incir-elma bile "milliyetçilik yeniden üretim alanı" haline dönüştürülebilir.(ki onu da beceriyoruz, bkz:yerli malı haftası)

Doğrudur; futbol sahalarında birçok milliyetçi ve ırkçı sahneyle karşı karşıya kalmaktayız. Neredeyse her milli maç devletler arası bir savaş gibi görülüyor(gördürülüyor) ve ölümsüz "Türk'ün Türk'ten başka dostu yok" mottosunun yarattığı kompleks ve nefretler en ufak olaylarda bile kendini gösteriyor. Peki bunların sebebi Arda'nın zarif çalımları, Servet'in insanüstü özverisi ya da Hamit'in bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi mi? Nihat'ın attığı golle gelen galibiyet mi milliyetçiliği körüklüyor yoksa maç sonrası bir medya mensubu olan Şansal Büyüka'nın "İşte Türk'ün Gücü" çığlıkları mı? Massimo Busacca'nın es geçtiği bir sarı kart mı Türkiye-Almanya kavgasını yaratıyor yoksa kompleksli spikerin "Hakem bize çifte standart uyguluyor zaten bu Avrupalılar hep böyle, bizi sevmiyorlar" diye zırlaması mı? (*)1938 Dünya Kupası'nda İtalya'nın şampiyon olması mı yoksa olayı "Faşist Spor'un İlahları" başlığıyla duyuran La Gazzetta Dello Sport mu ırkçı-faşist söylemlerin halka erişmesine yardımcı oluyor? Semih'in son dakikada attığı mucize gol mü Türk halkını Hırvatistan düşmanı yapıyor yoksa Fanatik Gazetesi'nin maç sabahı attığı "Bunlara Bir Çakmak Lazım" başlığı mı? Örnekler o kadar çok ki sabaha kadar devam edebilirim.

Varmak istediğim nokta sanırım aydınlanmıştır.(ki zaten değilse berbat bir yazarım demektir) Futbol sadece bir oyun, kimilerinin bayıldığı kimilerininse mesafeli davrandığı... Ona farklı anlamlar yükleyen bizleriz. Fakat unutulmamalı ki toplumların, dünyayı algılayışında siyasilerin ve medyanın rolü çok büyük. Fikir liderlerinin olayları yorumlayış ve yansıtış biçimi halkın mevzubahis hadiseye verdiği anlamı yüzde yüz etkilemektedir. Türkiye-Hırvatistan maçı sonrası Uğur Meleke'nin yaptığı "Bu, tüm 3.Dünya ülkelerinin zaferidir" yorumu yahut bir Yeni Şafak yazarının olayı "Tüm Müslüman Alemi'nin Zaferi" olarak etiketlemesidir futbolu o kabak tadı veren tabirle sadece futbol olmaktan çıkaran. Bu açıdan bakıldığında medyanın futbol maçlarını bir banal milliyetçilik yaratma aracı olarak kullanması futbol adına bir talihsizliktir ve burada suçlu futbol değil medya ve onu kuklası olarak kullanan siyasi düzenin ta kendisidir.

Milli maçlar sonrası yaratılan milliyetçi havadan iğrenen ama tuttuğu takım olan Türkiye Milli takımının kazandığı karşılaşmalardan sonra da deli gibi sevinen bir adam olarak bu yazıyı yazdım. Değişen ne olacak? Büyük ihtimalle hiçbir şey... Milliyetçilik sattığı sürece biz yine aynı yetersiz spikerlerden aynı kompleks dolu yorumları dinlemeye, aynı dandik gazetelerden aynı embesil yazıları okumaya devam edeceğiz. Bunların sonucu olarak da futbol seyircisinin giderek ne kadar milliyetçileştirildiğini gözlemleyeceğiz. Dünyayı değiştirme umudu daha dünyaya gelmeden başarısız bir suikaste uğramış bir neslin ferdi olarak en azından "futbol, milliyetçiliği körüklüyor" tarzı yorumlar yapan Orhan Pamuk benzeri aydınların fikrini değiştirebilme umuduyla...

(*) 20 Haziran 1938 tarihli La Gazzetta Dello Sport başlığı, http://cgi.ebay.it/ws/eBayISAPI.dll?ViewItem&item=200224415379

Wednesday, June 25, 2008

En İyisi?




Daha yarı finaller oynanmadı ama rahatlıkla söyleyebilirim ki 2008 Avrupa Kupası, 1986 Dünya Kupası'ndan bu yana izlediğim en güzel turnuva. Hollanda, Portekiz, İspanya gibi ofansif takımların ilk tur şovu, Rusya'nın hayran bırakan futbolu, defansif takımların çöküşü, Almanya'ın her zamanki inatçı mizacı ve tarihin en büyük klişelerinden "turnuva takımı" olma özelliğini göstermesi ve tabii ki Türkiye'nin yarattığı kelimelerle açıklanamayacak mucizeler...

Futbol adına ne aranırsa vardı Avrupa'nın göbeğinde. Hatta ok çok daha fazlası...

Türkiye'nin yaptıkları bir film senaryosu olsa bu ne saçma şeymiş diyip kanalı değiştiririm ama gelin görün ki bu oyun böyle bir şey ve mucizeleri yaratanlar(hem de 1 değil 2 hatta 3 kere) biz doyumsuz izleyicilerden çok daha büyük bir yüreğe ve hayal gücüne sahip. Turnuva başında ben dahil hemen hemen herkesin hiç şans vermediği Türkiye, şu anda yarı finalde. Evsahibini rezil bir sahada son dakika golüyle yenerek, dünyanın en büyük kalecisine 3 gol atarak, ulemaların şampiyon adayı Hırvatistan'a topun yüzünü göstermeyerek buralarda hem de. Ve bunları gerçek bir sağbeki, üst düzey bir sol beki olmadan belki de daha da önemlisi turnuvanın en zayıf stoperlerine sahip olmasına rağmen gerçekleştirdi. Servet Çetin'den bahsetmiyorum tabii. O yetenek olarak Avrupa'nın önemli kulüplerinde oynayabileceğini bu sezon kanıtlamıştı zaten ama ya sahaya yansıttığı yürek! Sakat sakat oynadığı maçlar, kariyerini riske atarak verdiği inanılmaz mücadele. Bu adam turnuvanın yıldızı değildir de nedir? Bu yüreğe "altın top" bile verilir.

Bu akşam Almanya-Türkiye maçı oynanacak. Sonucu kestirmek kağıt üstünde kolay. Almanlar'ın önemli avantajları bulunuyor ama bu saatten sonra Türkiye'nin aleyhine bahis oynayabilecek adamı alnından öperim ben.

ps:Her zamanki gibi futbolun yarattığı coşkuyu milliyetçiliğe ve dinciliğe alet eden yüzlerce basın mensubu için ayrı bir yazı yazacağım. Bu konuyu es geçiyorum sanılmasın.

Wednesday, June 18, 2008

Grup Maçlarının Ardından

Grup A

1-Portekiz 2-Türkiye 3-Çek Cumhuriyeti 4-İsviçre

Grubun Yıldızı

Arda Turan! Sevgili Türkçemiz kimi tabirler konusunda eksik kalmasa grubun yıldızı gibi yavan bir etiket yerine "the difference maker of the group" demeyi tercih ederdim ama bununla yetinmeyi bileceğiz. Evet, senelerdir gelişimini heyecanla izlediğimiz biraz fırlama biraz şımarık ama illa ki süper yetenekli "Arda'mız" kendini Avrupa piyasası ve tarihine pazarlacak olan o kader değiştiren performanslarıyla bu ödülümü kazanmaya layık görüldü. 90'da İsviçre'ye, 74'te ise Çek'lere attığı kritik goller grubun ve Türkiye A Milli Futbol Takımı'nın kaderini değiştirdi. 20'lik süper yetenek, Portekiz haricinde güç dengelerinin çok yakın olduğu bir grupta ibreyi Türkiye lehine çeviren adamdı ve tek kelimeyle fark yarattı.

Grubun "O Anı"

Petr Cech..Yeni Lev Yashin, yeni örümcek adam, dünyanın en iyi 2 kalecisinden biri, hayatı boyunca hatalı gol yediğine şahit olmadığımız olduysak da unuttuğumuz bu kusursuz kaleci insan olduğunu hatırlatmak için kusursuz bir zaman seçti(tabii ki bizler için). Colin Kazım'ın kavisli ortasında topu elinden kaçırdığında dakika resmi olarak 87 idi ama bizim için o sekans zamanın durduğu ve bitmek bilmeyen kara büyülerin gerçeğe döndüğü mistik bir andı.

Grup B

1-Hırvatistan 2-Almanya 3-Avusturya 4-Polonya

Grubun Sürprizi

Avusturya Milli Takımı. Dünya Futbol Tarihi'nin ilk "wunderteam'i" Avusturya, turnuva öncesi sınıfın kimse tarafından sevilmeyen, bodur, şişko, gözlüklü ve inek öğrencisi gibiydi ama oynadığı özverili ve açık futbolla herkesin takdirini ve saygısını kazanmayı bildi. Halen karizmatik olduğunu söylenemezdi ve dönemin güzel kızını kapacak özelliklerden yoksundu ama en azından arkadaşlarına kopya verdiği, kimseyi ispiyonlamadığı ve yeri geldiğinde sınıfı güldürecek espriler yapabildiği ortaya çıktı.

Grubun Hayal Kırıklığı

Almanya Milli Takımı. Tamam biliyorum Polonya tek kelimeyle berbattı ama zaten kim onlardan harika olmalarını bekliyordu ki? Oysaki benim gibi bu oyundan çok iyi anladığını iddia eden bir adamı bile son 2 yılın hatrına kandırabilen Löw'ün öğrencileri temposuz, yaşlı ve yavaş gözükerek beni ve birçok kişiyi hayal kırıklığına uğrattılar. Yine de bahsettiğimiz takım Almanya ve Gary Lineker'in o çok meşhur sözü halen geçerliliğini koruyor.

Grup C

1-Hollanda 2-İtalya 3-Romanya 4-Fransa

Grubun Fenomeni


Kesinlikle Raymond Domenech. Elinde bu kadar iyi bir havuz varken bu kadar kötü bir kadro seçimi yapıp bu kadar kötü futbol oynatmak gerizekalılıkla, korkaklıkla ya da beceriksizlikle açıklanamaz. Raymond'da bizlerin asla göremeyeceği bir tılsım olsa gerek ki harika olması için her türlü olanağa sahip bir takımı San Marino gibi gösterebiliyor.


Grubun Kader Adamı


Gianluigi Buffon. Hani penaltı kurtarılmaz, kaçırılır derler ya bu sözün ne kadar geçersiz olabileceğini gösteren bir kurtarış yaptı Buffon. Letzigrund Stadı'nda dakikalar 81'i gösterirken eski takım arkadaşının nasıl mucizeler yaratabildiğini çok yakından bilen Adrian Mutu usta kaleciyi şaşırtmak için kalenin ortasına sert bir vuruş yaptı ama sol köşeye atlayan Buffon topu ayaklarıyla kurtararak penaltı noktasında dahi forvetlerin korkulu rüyası olduğunu kanıtladı. Bu kurtarış şu ana kadar berbat bir futbol sergileyen İtalya'nın o maçı berabere bitirmesini ve turnuvadaki yoluna devam edebilmesini sağladı.

Grup D

1-İspanya 2-Rusya 3-İsveç 4-Yunanistan


Grubun "The Good"'lari


İspanya ve Rusya. Her iki takım da oynadıkları her maçta futbolun güzelliklerinden inciler sundular bizlere. Kısa, direk, ileriye paslar, hızlı futbol, kanat bindirmeleri, göz kamaştıran yetenekler, süper goller...Kısacası futbol adına güzel olan ne varsa bu iki takım 270 dakika boyunca sahaya onları yansıttı. Daha da önemlisi iyi hücumun her zaman için iyi savunmadan daha etkili olabildiğini kanıtladı bu ikili. Raymond Domenech eğer görevine devam edecekse gitsin Guus Hiddink'in yanında 2 ay staj yapsın.

Grubun The Bad and the Ugly'leri

İsveç ve Yunanistan. Daha sıkıcı ve çirkin olamazlardı. İyi savunma yapan takımları izlemek benim için zevktir ama bu iki takım da iyi savunma yapmadılar sadece savunma yaptılar ve bu sebepten Fransa'yla birlikte turnuvanın en kötü takımları olmaya hak kazandılar. İbrahimovic'in Yunanistan'a attığı inanılmaz gol İsveç'in turnuva boyunca ortaya koyduğu tek izlenebilir hadiseydi. Kral Otto'nun öğrencileri ise böyle bir an yaşatmaya muvaffak olamadılar.

Thursday, June 12, 2008

Euro 2008 Gunlugu-5

Czech Republic: Cech, Grygera, Ujfalusi, Rozehnal, Jankulovski, Galasek (Koller 73), Sionko, Matejovsky (Vlcek 68), Polak, Plasil (Jarolim 85), Baros.

Portugal: Ricardo, Bosingwa, Pepe, Carvalho, Ferreira, Petit, Joao Moutinho (Fernando Meira 74), Ronaldo, Deco, Simao (Quaresma 80), Nuno Gomes (Hugo Almeida 79).

Goller: Deco 8, Sionko 17, Ronaldo 63, Quaresma 90.

Fatih Terim ve medyamizin onemli bir kesimi tarafindan mahalle takimi olarak etiketlenen Cek Cumhuriyeti'nin Portekiz'le nasil basa bas, catir catir futbol oynanabilecegini ogrettigi bir mac izledik. Olaylar biraz Cekler'in lehine gelisse cok daha farkli bir skor olabilirdi ama ilk mactan once de belirttigim gibi oyunun hucum yonundeki kalite eksikligi bitirici noktalarda Cek'lerin eksik kalmasina sebep oldu. Mactaki farki ise Portekiz'in Cek'lerin problem yasadigi bu alanda kalitesini konusturmasi yaratti.

Isvicre: Benaglio, Lichtsteiner, Muller, Senderos, Magnin, Behrami, Inler, Gelson (Cabanas 76), Barnetta (Vonlanthen 66), Yakin (Gygax 85), Derdiyok

Turkiye: Volkan, Hamit Altintop, Emre, Servet, Balta, Karadeniz (Semih 46), Aurelio, Tumer (Mehmet Topal 46), Arda Turan, Nihat (Kazim-Richards 85), Tuncay Sanli.

Goller: Hakan Yakin 32, Semih 57, Arda 90.

Futbolun egolar bir kenara birakildiginda ne kadar basit bir spor oldugunu hep beraber izledik dun aksam. Fatih Terim bundan buyuk ihtimalle ders cikarmayacaktir ama bir onceki yazimda benim ve neredeyse tum ulke medyasinin yaptigi elestirilerin dogrulugu ikinci yaridaki futbolla ortaya cikti. Maca cikarttigi 11, tam bir felaketti. Koca orta sahanin yukunun Aurelio'ya yikilmasi, Hamit'in israrla yine sagbekte oynatilmasi, Tumer'in sahaya surulmesi gibi komik hatalara bir de mucizevi bir yagmur eklenince sahadaki tum sartlar aleyhimize dondu ve her zamanki gibi akilli top oynamayi beceremedigimiz icin 1-0 geriye dustuk. Ikinci yarida nihayet eli kol baglanan Terim, gunlerdir soyledigimiz seyleri yapmak zorunda kaldi ve Semih'i santrfor olarak oyuna aldi. Mehmet Topal'i da ikinci on libero olarak Tumer'in yerine soktu ve deyim yerindeyse macin tum kaderi degisti. Asil yerine gecen ve destekleyici forvet olarak oynayan Nihat, daha serbest oynamaya basladi ve muthis ortasina tek kafacimiz Semih'in vurusuyla beraberligi yakaladik. Oyunun devaminda yine zaman zaman fahis hatalar yaptik ama bu defans 4'lusunden umabilecegimizin en iyisi bu acikcasi. Kullandigimiz bir duran toptan sonra neredeyse gol yiyecek olmamiz yuregimizi agzimiza getirdi. Macin sonunda ise karsilasma boyunca sergiledigi muthis oyunla "bu kadroya once benim adim yazilir, sonra da kalan 10 kisinin" diyen Arda'nin harika goluyle turnuvadaki umutlarimizi yeserten bir galibiyete ulastik.

Bu macin bir de diger boyutu vardi. Her iki ulke medyasinin yarattigi cirkef milliyetcilik ortaminda palazlanan igrenc goruntuler, yorumlar, mansetler. Mac boyu Lig TV ekibinin sinir bozan milliyetciligine katlanmak zorunda kaldik. Kusursuz bir mac yoneten Lubos Michel'i, Isvicre'yi kollamak icin sahaya gonderilen bir kuklaya ceviren Ridvan Dilmen-Melih Gumusbicak ikilisi mi istersiniz, Iste Turk'un gucu tarzi komik sozlerle canli yayina giris yapan Sansal Buyuka mi... Insani milli mac zevkinden sogutan bu tavirlar maalesef her uluslararasi karsilasma suresince yasaniyor ve ne yazik ki bu sadece Turkiye'de de olmuyor. Bize ise cok sevdigimiz futbolun, dusmanliklar yaratan-besleyen milliyetcilik canavarina nasil alet oldugunu uzuntuyle seyretmek kaliyor.

Not: Ridvan Dilmen, Turkiye'nin en abartilan futbol yorumcusudur. Dunya yine berbat bir performans sergiledi. Isvicre milli takimi hakkinda yaptigi yorumlar, Avrupa futbolu konusundaki cehaletini ortaya dokerken bir oyuncusu bile uc buyuklerde oynayamaz dedigi takimin Gokhan Inler isimli Turk asilli futbolcusunun Inter, Juventus gibi takimlarin transfer listesinde oldugundan habersizdi elbette. Art arda bu kadar cuvallamasina ragmen yaptigi sacma yorumlar bu kadar goz ardi edilen ve bir dahi gibi gosterilmek istenen 80'lerin bu cok sevdigimiz futbolcusunun yaptigi ise biraz daha konsantre olmasini umuyorum.

Tuesday, June 10, 2008

Euro 2008 Günlüğü-4

İspanya - Rusya 4-1

İspanya: Casillas, Sergio Ramos, Marchena, Puyol, Capdevila, Silva (Alonso 77), Senna, Xavi, Iniesta (Santi Cazorla 63), Villa, Torres (Fabregas 54).

Goller: Villa 20, 45, 75, Fabregas 90.

Rusya: Akinfeev, Aniukov, Shirokov, Kolodin, Zhirkov, Sychev (Bystrov 46), Zyryanov, Semak, Semshov (Torbinsky 57), Bilyaletdinov, Pavluchenko, Bystrov (Adamov 70)

Her turnuvada ne yapıp edip sevenlerini hayal kırıklığına uğratmayı beceren İspanyollar, 2008'e yaptıkları başlangıçla bu imajdan kurtulmaya kararlı olduklarını gösterdiler. Turnuvanın sürpriz adaylarından Rus takımı ise en azından benim için sempatikliğini korumaya devam ediyor. 4 gol yemelerine rağmen maç boyu iyi top yaptılar ama cezası nedeniyle oynamayan Arshavin ve sakat Pogrebnyak'ın yokluğunda son noktalarda etkili olamamalarının bedelini ödediler. İspanya, turnuvanın en iyi forvet ikilisine sahip. Çok yönlü orta sahaları da cabası ama fizik açıdan Almanya tarzı takımlarla baş etmekte zorlanabilirler. Bu da özellikle turnuvanın ilerleyen turlarında onlara problem yaratabilir. Savunmaları da en azından kağıt üzerinde sorun yaşayabilirmiş gibi duruyor. Ne olursa olsun bugünkü sonuç gösterdi ki İspanya nihayet "ben de varım" diyebileceği bir turnuva yaşamaya hazır.

Yunanistan - İsveç 0-2

Yunanistan: Nikopolidis, Seitaridis, Kyrgiakos, Antzas, Dellas (Amanatidis 70), Torosidis, Charisteas, Basinas, Katsouranis, Karagounis, Gekas (Samaras 46).

İsveç: Isaksson, Alexandersson (Stoor 74), Mellberg, Hansson, Nilsson, Wilhelmsson (Rosenberg 78), Svensson, Ljungberg, Andersson, Ibrahimovic (Elmander 71), Henrik Larsson.

Goller: Ibrahimovic 67, Hansson 73

Tarihin en kötü turnuvalarından 2004'ün son şampiyonu Yunanistan için işlerin 4 yıl önce olduğu kadar iyi gitmeyeceği 67. dakikada İbrahimovic'in kaydettiği muhteşem golle belli oldu. Kral Otto'ları yönetiminde çoğu kimse tarafından ilkel bulunan liberolu ve 3'lü savunma sistemiyle bir önceki şampiyonada zafere ulaşan ve geçtiğimiz elemelerde de birlikte yer aldığımız gruptan rahatlıkla çıkan Yunanistan'ın başarıları zaten haddini aşmaya başlamıştı. Bu kadar negatif futbol oynayan bir takımın bu denli başarı kazanması herşeyden önce futbolun kendi adına bir şanssızlık. Neyse ki sanıldığı ve maç sonrasında özellikle NTV'de çokça bahsedildiği üzere dünya futbolunda Yunanistan tarzı bir futbola yöneliş falan söz konusu değil. 2004 sonrası üst düzey futbol arenalarının hiçbirinde Rehlagel tarzı bir sisteme rastlamadık. İyi savunma yapmak demek Yunanistan'ı kopya etmek demek değildir. Tam tersine iyi savunma yapmak futbol adına güzel bir şeydir. Nihayetinde defans da bu oyunun bir parçası. Eğer savunmalar bu kadar gelişmişse ve başarının anahtarı olmuşsa hücum futbolunun da buna karşı kendi stratejilerini geliştirmesi gerekir ki zaten son senelerde gördüğümüz de bu. Artık daha tempolu bir futbol izliyoruz. Mourinho'nun Chelsea'si çok iyi bir savunma takımı olduğu kadar müthiş de tempolu bir takımdı. Bunları söyleme ihtiyacı duyuyorum çünkü günümüzde öyle bir hava yaratılıyor ki sanki futbol ölmüş, herkesin savunmaya önem vermesi sebebiyle artık bu sporun izlenecek bir tarafı kalmamış. Bilakis artık oyunun hem savunma hem de hücum yönünü başarıyla oynayan çok daha komple ve iyi futbol takımlarını izleme çağına giriyoruz.

Rasyonal her işte olduğu gibi futbolda da zamanın ve gelişmenin bizi götürebileceği tek yer daha yüksek kalitedir. İnanın bana 1954 dünya kupası'ndaki 7-5'lik Avusturya İsviçre maçının verdiği zevkin 2 kat fazlasını bugünün alelade bir maçından almak mümkün. Kısacası merak etmeyin kimse Yunanistan'ın futbolunu taklit etmiyor ve bu tarz bir futbol daha uzun süreler 2004'teki gibi ödüllendirilme imkanı bulamayacak.

Monday, June 9, 2008

Euro 2008 Günlüğü-3

Fransa - Romanya 0-0

Fransa: Coupet, Sagnol, Thuram, Gallas, Abidal, Ribery, Toulalan, Makelele, Malouda, Anelka (Gomis 72), Benzema (Nasri 77)

Romanya: Lobont, Contra, Tamas, Goian, Rat, Cocis (Codrea 63), Radoi (Dica 90), Chivu, Nicolita, Daniel Niculae, Mutu (Marius Niculae 78)

Öylesine berbat bir maçtı ki izlerken yordu, sinirlendirdi, küfrettirdi. Hayatımdan 90 dakika çalınmış gibi hissettiğim temposuz, yavaş, sıkıcı ve ruhsuz futbol maçlardan biriydi. Futbolun neden basketbol kadar akıcı ve heyecan dolu olmamasının müsebbibi olan karşılaşmalardan biriydi ve şimdi hakkında yazı yazarken bile can sıkıntısı çekiyorum.

Elinde bu kadar kaliteli ve geniş bir havuz varken kendini tekdüzeliğe hapseden Raymond Domenech'i bir takımı bu kadar sıkıcı hale getirebildiği için tebrik edesim geliyor. Ribery, Benzema, Anelka, Henry, Nasri, Malouda, Govou, Trezeguet, Ben Arfa, Cisse ve daha saymaya üşendiğim nice kaliteli ve değişik hücum oyuncusuna sahipken bu kadar yavan bir takım oluşturmak beceri ister doğrusu. Kenarda 0-0'lık sonuçtan o kadar memnun gözüküyordu ki oyunun gidişatını değiştirebilecek tipteki nadir oyunculardan Nasri'yi oyuna almayı 78'de akıl edebildi. Hem de bu değişikliği yaptığı sırada sahanın en istekli oyuncusu Benzema'yı kenara almıştı ve santrafora Gomis'i yerleştirmişti. Be adam senin elinde bu kadar iyi çizgi oyuncuları var ve burası bir turnuva. Belli ki birçok maçta oyun sıkışacak ve kenar bindirmelerine ihtiyaç duyacaksın. Trezeguet gibi Serie A'da çatır çatır 20 gol atmış bir adam var. Koca ülkenin en iyi bitiricisi, hava toplarına en hakim ismi. Bu adamı niye kadroya dahi almazsın? Diyelim ki durağan forvet istemiyorsun hareketli, tempolu bir takım yaratmak istiyorsun. Yahu bu yarattığın takım dünyanın en sıkıcı, en temposuz takımı. Nereden tutmaya çalışsam elimde kalıyorsun. Bu kadar geçimsiz, bu kadar kompleksli bir adamı milli takım hocası yapan Fransız Federasyonu'nda hata. Oh be, biraz olsun rahatladım.

Hollanda - İtalya 3-0

Hollanda: Van der Sar, Ooijer, Boulahrouz (Heitinga 77), Mathijsen, Van Bronckhorst, Kuyt (Afellay 81), De Jong, Van der Vaart, Engelaar, Sneijder, van Nistelrooy (Van Persie 70).

İtalya: Buffon, Panucci, Barzagli, Materazzi (Grosso 55), Zambrotta, Ambrosini, Pirlo, Gattuso, Camoranesi (Cassano 75), Toni, Di Natale (Del Piero 64).

Goller: 26 Van Nistelrooy 31 Sneijder 80 Van Bronckhorst

Fransa rezaletinden sonra ilaç gibi geldi. Esasında turnuvanın şu ana kadarki en iyi maçıydı da diyebilirim. Her iki takım da sahaya futbol oynamak için çıkmıştı ama özellikle Hollanda'nın iyi pas yapan ve tempolu oynayan orta sahası karşılaşmayı domine etti. Van Nistelrooy'un attığı ilk gol bariz ofsayttı fakat bu İtalya'nın maçı kaybettiği için öne sürebileceği bir mazeret değil elbette. Portakallar zayıf gibi görünen savunma dörtlüsünün açabileceği muhtemel gedikleri müthiş top yapan orta saha ve hücum hattıyla en aza indirgedi. Gattuso ve Ambrosini gibi top hırsızlarına rağmen özellikle ilk yarı boyunca topa hiç sahip olamayan İtalyanlar bunun neticesinde kalesinde 2 gol ve sayısız pozisyon gördü. İkinci yarıda maç boyu çok az ortada görünen Di Natale ve Camoranesi'den kurtularak Del Piero-Cassano ikilisini oyuna süren Donadoni, Hollanda'nın da skoru korumak adına biraz geri yaslanmasıyla daha çok pozisyon üretmeye başladı ama Pirlo'nun 79'daki nefis frikiği sonrası gelişen kontra atakta maçın yıldızlarından Van Bronchorst'un kaydettiği kafa golü sonucu belirledi. Dikkatinizi çekiyorum sol bek Van Bronckhorst, kalesindeki bir duran toptan sonra hücuma katıldı ve kafa golü attı. Ne kadar etkili ve kusursuz bir kontra atak organizasyonu olduğunu siz düşünün artık. Mücadelenin Hollanda adına yıldızları, Sneijder, Kuijt, Van Bronckhorst ve orta sahada çok iyi mücadele eden Engelaar'dı. Bu sezon Vitesse'de harika bir performans ortaya 1.96'lık dev turnuvanın sürpriz yıldızlarından biri olabilir.

Nihayetinde dünkü Alman takımından sonra bugün Hollanda da bu turnuvada geriye yaslanıp rakibinin hata yapmasını bekleyen sıkıcı takımların değil tempolu futbolu tercih eden hücum takımlarının başarılı olacağını bizlere ispat etti. Finali bu iki takım oynasa da bu büyük rekabet yeniden alevlense hem de biz süper bir futbol izlesek...Neyse neyse biliyorum dünya bu kadar mükemmel bir yer değil ama yine de umut etmenin kimseye zararı dokunmaz.

Sunday, June 8, 2008

Euro 2008 Günlüğü-2

Avusturya - Hırvatistan 0-1

Gol: 4 Modric pen.

Avusturya: Macho, Prodl, Stranzl, Pogatetz, Aufhauser, Saumel (Vastic 61), Standfest, Gercaliu (Ümit Korkmaz 69), Ivanschitz, Harnik, Linz (Kienast 73).

Hırvatistan: Pletikosa, Corluka, Robert Kovac, Simunic, Pranjic, Srna, Nico Kovac, Modric, Kranjcar (Knezevic 61), Olic (Vukojevic 82), Petric (Budan 72).

Turnuvanın kağıt üstündeki en zayıf takımı Avusturya, açılış maçındaki performansıyla futbolun sahada oynandığını, bugüne kadar nasıl rezil olacakları hakkında ahkam kesip duran tüm analist, otorite ve ben dahil olmak üzere futbolsevere kanıtladı. Maçın ilk 15 dakikası haricinde kimilerince gizli favori olarak gösterilen rakibini sahadan silen evsahibi takımın Ernst Happel'den boynu bükük ayrılması ise onlar adına büyük şanssızlıktı.

Avusturya, Hans Krankl'lı günlerden kalma bir 5-3-2'yle sahadaydı. Rakibi Hırvatistan ise 90'lara damgasını vuran 4-3-1-2'yle oynadı. Üstelik ikili forvetin arkasındaki isim Luka Modric, nesli tükenmek üzere olan klasik 10 numara tipinde bir futbolcu. Kısacası her kuşaktan futbolsever adına nostalji yapma imkanı vardı sahada ama hemen söyleyeyim Tottenham, Luka Modric uğruna ödediği 16.5 milyon pound'un üzerine soğuk bir su içsin. Modric, tekniği ve oyun görüşü ne kadar etkileyici olursa olsun tempo ve mücadele yönünde büyük handikaplara sahip ve bu iki özellik olmadan modern futbolda hele ki Premier Lig'de başarılı olmak imkansıza yakın. 2 tane Makelele'niz varsa belki ama Tottenham'ın da zaten sezon boyu en sorunlu bölgesi orta sahadaki çapalarıydı. Eğer transfer döneminde 4 ciğerli bir mucize bulamazsa tıpkı Darren Bent'e ödenen paralar gibi Modric'e dökülen sterlinler da boşa gidecek demektir. Ha bu arada çapa demişken, Hırvatistan'ın bugün Avusturya karşısında zorlanmasının en büyük nedeni de orta sahadaki mücadele eksikliğiydi. Koca bir orta sahayı 37'lik Kovac'ın omzuna yıkan Slaven Bilic ne gibi futbol hesapları içindeydi merak ediyorum. Eğer bu sisteme devam edecekse değil kimilerinin umut ettiği gibi şampiyonluğu zorlamak gruptan dahi çıkamazlar.

Almanya - Polonya 2-0

Goller: 20, 72 Podolski

Almanya: Lehmann, Lahm, Metzelder, Mertesacker, Jansen, Fritz (Schweinsteiger 55), Frings, Ballack, Podolski, Gomez (Hitzlsperger 75), Klose (Kuranyi 90).

Polonya: Boruc, Wasilewski, Zewlakow, Bak, Golanski (Saganowski 75), Dudka, Lewandowski, Lobodzinski (Piszczek 65), Zurawski (Roger 46), Krzynowek, Smolarek.

Şahsi şampiyonluk adayım ve tuttuğum takım, Almanya kendisini her daim sıkıcı olmakla eleştiren futbol ukalalarının inadına turnuvanın en heyecanlı futbolunu oynayan takımı olacağının işaretlerini verdi bu akşam. Baklava orta sahalı 4-4-2'yle sahaya yerleşen Löw'ün öğrencileri, sağdan Lahm-Fritz ve soldan Jansen-Podolski ikililerinin müthiş bindirmeleriyle oyunu domine etti. Kariyerinin başlangıcında Prinz Poldi olarak lanse edilen ve Alman futbolunun yeni Rummenigge'si olması beklenen Lukas Podolski, Bayern'e transferi sonrası bir türlü beklenen patlamayı gerçekleştirememişti. Prinz'likten askerliğe dönmek ve tabii ki santrafor olarak değil de sol açık olarak oynamak Podolski'ye yaramış. Sahanın yıldızıydı Polonya asıllı oyuncu. Kendisini sık sık tekmeleyen soydaşlarına inat maç boyu harika bir mücadele ortaya koydu ve özverili futbolunu iki golle süsledi. Ailesinin vatanına karşı attığı gollerden sonra sevincini abartmaması da dikkatlerden kaçmadı. Sonuç olarak Löw'ün öğrencileri turnuvaya hızlı bir giriş yaptılar ve en büyük favorilerden biri olduklarını daha ilk günden hissettirdiler.

Rafael Nadal: Roi De Paris



Rafael Nadal - Roger Federer 6-1 6-3 6-0

Phillip Chatrier'de bir tarih yazıldı bugün. Toprak kortun görmüş olduğu en büyük oyuncu Rafael Nadal, tenis tarihinin efsanevi ismi Bjorn Borg'un çok değil bundan 5 sene önce dahi kırılması imkansız denen rekorunu egale ederek adını henüz 22 yaşında Roland Garros'un turuncu yüzeyine kazıdı. Dile kolay yenilmeden üst üste kazanılan 28 Fransa Açık maçı ve arka arkaya tam 4 şampiyonluk. Rekorlar, elbette kırılmak için vardır ve şimdilik Nadal'la Borg'un paylaştığı bu rekorun kırılması için herkes önümüzdeki seneyi beklemeye başladı bile. Zira bir mucize olmazsa Rafa'yı burada yenmek kelimenin en mütevazi haliyle imkansız!

Halbuki Roger Federer maç öncesi umutluydu. Tüm sezon çalışmalarını bugün Nadal'ı yenebilmek adına yapmıştı ama 2008 Roland Garros finali onun için tam bir kabusa dönüştü. Henüz maçın başında servisini kırdırdı ve 2.setin ufak bir bölümü hariç İspanyol rakibine karşı direnemedi bile. Rafael Nadal öyle mükemmel bir oyun çıkardı ki tenis tarihinin en büyük ismi olarak gösterilen Roger Federer'i sıradan bir tenisçi haline çevirdi. Roger'nin en mükemmel forehand'lerini dahi koşan duvar kimliğiyle etkisiz kıldı ve her topu kortuna geri dönen Federer daha maçın başında zaten kırılgan olan moral motivasyonunu kaybetti. İsviçreli raket duygularını çok iyi gizleyebilen bir isim ama esasında çok duygusal ve psikolojik açıdan pek de güçlü olduğu söylenemez. Kazanmaya o kadar alışkın ki işler yolunda gitmediği anlarda panikliyor ve bu performansını arttırmasına engel oluyor. Özellikle Nadal'a karşı oynadığı zaman bunu hissetmek çok mümkün. O kadar çok basit hata yaptı ki bir ara The Royal Tenenbaums filmindeki Richie Tenenbaum gibi kortun ortasına oturup ağlayacağını düşündüm. Belki de kariyerinin en kötü maçlarından biriydi ama bunun en büyük sebebi Nadal'ın korttaki mutlak hakimiyetiydi. Maç sonu ise El Matador acımasız performansı için kendini Federer'den özür dilemek zorunda hissetti.

Evet, Phillip Chatrier Nadal'ın Vamos nidalarıyla inlerken Paris kellesini uçuramayacağı yeni bir kral kazanmış oldu. Rafael Nadal artık ismi Bjorn Borg'le eş değer bir efsane ve tenisin ilk süperstarını geçmesi için önünde daha koca bir kariyer var. Tebrikler Rafa!

Saturday, June 7, 2008

Euro 2008 Günlüğü-1

İsviçre - Çek Cumhuriyeti 0-1

İsviçre: Benaglio, Lichtsteiner (Vonlanthen 75), Muller, Senderos, Magnin, Behrami (Eren Derdiyok 83), Inler, Gelson, Barnetta, Frei (Hakan Yakin 46), Streller.

Çek Cum. : Cech, Jankulovski, Rozehnal, Ujfalusi, Grygera, Plasil, Polak, Galasek, Jarolim (Kovac 87), Sionko (Vlcek 83), Koller (Sverkos 56).

Goal: 70 Sverkos

Turnuvanın açılış maçı beklendiği gibi sıkıcı geçti. İki takım da 4-3-3 opsiyonlu 4-5-1'lerle sahaya çıktı ve evsahibi İsviçre hücumda biraz daha fazla çeşitlilik yaratan taraf olmayı başarsa da dünyanın en iyi kalecisini ve sağlam Çek defansını geçemedi. Aylardır sakatlıklarla uğraşan İsviçre'de, takımın en önemli golcüsü Frei'in devrenin sonunda sakatlanması ve sahayı gözyaşlarıyla terk etmesi ilk yarının en akılda kalan anıydı. İkinci yarıda Jan Koller'in rakip tandemi yeterince yorduğuna kanaat getiren Karel Brückner onun yerine Sverkos'u oyuna aldı. Ağır İsviçre savunmasına karşı bu kuşkusuz daha iyi bir tercihti ve 70.dakikada savunmanın bir anlık uyuklamasını iyi değerlendiren Bundesliga tecrübeli Sverkos, gruptan çıkma yolunda çok kritik bir öneme sahip olan golü İsviçre ağlarına yolladı.

Takımları analiz edecek olursak öncelikle şunu söylemek lazım her iki takımda hem genel oyuncu kalitesi hem de oyun yapısı olarak bizden üstün. Çekler, turnuvanın en iyi kalecisine sahip. Cech'in önündeki Jankulovksi-Rozehnal-Ujfalusi ve Grygera'lı savunma çok sağlam ve orta sahada Galasek-Polak-Jarolim üçlüsü oyunun her iki alanında da maç boyu yüksek tempoyla mücadele ediyorlar. Çek'lerin zayıf kaldığı nokta alışılmadık üzere hücumcuları. Poborsky, Smicer, Nedved, Koller(eski hali) gibi oyuncuların yerleri doldurulamadığı gibi Rosicky'nin de sakatlığı sebebiyle kadroda yer almaması 90 ve 2000'lerde baş döndüren futbollarıyla hayran bırakan Çek ofansif sisteminden bizi mahkum bırakıyor. İsviçre ise çok koşan, enerjik ve hareketli bir takım ancak onlar da özellikle bitirici noktalarda çok eksikler. Frei'in sakatlığı da bu durumu onlar adına daha da kötü hale getirdi. Liverpool'a transfer olan Degen'in yokluğunda Lichtsteiner elinden geleni yaptı. Sağ açık Behrami ve orta sahadaki Gökhan İnler ise takımın en üretken oyuncularıydı. Senderos ve Müller'den oluşan İsviçre tandemi ise ağırlığı sebebiyle S.O.S veriyor. İkinci yarıda Frei'in yerine oyuna giren Hakan Yakın, 15 dakikalık kondüsyonuyla "Ben bu turnuvada ne arıyorum" dedi adeta.

Portekiz - Türkiye 2-0

Goller: 61 Pepe 90 Raul Meireles

Portekiz: Ricardo, Bosingwa, Pepe, Carvalho, Ferreira, Petit, Joao Moutinho, Ronaldo, Deco (Fernando Meira 90), Simao (Raul Meireles 82), Nuno Gomes (Nani 68).

Türkiye: Volkan, Hamit (Semih 76), Servet, Gökhan ( Emre Asik 55), Hakan Balta, Kazim-Richards, Emre, Aurelio, Mevlüt (Sabri 46), Tuncay, Nihat.

Çok açık konuşacağım; kötü bir takımız. Turnuvanın en kötü savunmasına sahibiz. Oyun kurucu olarak oynayan oyuncumuz şişko, teknik direktörümüz ise hayal aleminde yaşıyor. Fatih Terim, çağın sistemi 4-3-3'ü takımıza oturtmaya çalışıyor ama ne bu sistemi oynayacak beklere sahibiz ne de hücum oyuncularına. Santrafor olarak oynattığı Nihat Kahveci kariyeri boyunca hep tamamlayıcı forvet olarak yani ikinci santrafor olarak başarılı olmuş bir adam. Sezon boyu sakatlanana kadar Bayern Münih'in orta sahasını çekip çeviren Hamit Altıntop yine verimsizlik rekorları kırdığı sağ beke çekilmiş vaziyette ve bu sadece kendi performansını değil sahaya tüm dizilişimizi kötü etkiliyor. Oyuncu değişikliklerimizden birini sırf bu yüzden harcadık.(45'te Mevlüt'ün yerine Sabri'nin oyuna girmesi) 2.oyuncu değişikliğimiz de müzmin sakat Gökhan Zan'ın yerine üst düzey bir turnuvada oynaması cinayet olan Emre Aşık'ın oyuna girmesine sebebiyet verdi ki bu zaten dengesiz olan savunmayı iyice evlere şenlik hale getirdi. Öyle bir oyun kurucumuz var ki sezon boyu kulüp takımında oynadığı maç sayısı milli takımdan oynadığı maç sayısından az. Üstelik adam göbekli! Koşamıyor ve orta sahanın ortasında oynuyor. Oyun kurucu diye güvendiğimiz bu adam maç boyu 4 ya da 5 kez kadraja girdi. Sonuç: Karşılaşma boyunca 3 pas yapamayan, bilinçli bir tek hücum gerçekleştiremeyen Türk milli takımı. Koca sahada futbol adına müspet işler yapabilen bir Colin Kazım bir de Marco Aurelio vardı. İsviçre'ye karşı şansımız yaver gider de bir galibiyet çalabilirsek ne ala. Yoksa şu kolay gruptan dahi 0 çekerek ayrılma şansımız var. Fatih Terim eğer 4-3-3 oynamak istiyorsa kadroya aldığı tek santrafor olan Semih'e güvenmeli ve arkasına Nihat-Arda ikilisini monte etmeli. Tuncay Şanlı son sakatlığından sonra bugün felaket bir performans ortaya koydu. Neyse daha fazla yermek istemiyorum takımı. Son olarak eklemek istediğim şey de şu: Sahada oynadığımız futboldan daha çirkin olan tek bir şey vardı o da Fatih Terim'in kılık kıyafeti. Künyesine kurban olduğum!

Cristiano Ronaldo sebebiyle müthiş bir ilgi yoğunluğu yaşayan Portekiz ise her zaman olduğu gibi üst düzey santrafor eksikliği çekiyor. Hızlı ve gerçek bir ofansif sisteme sahip takımlara karşı ağır tandemleri de onların başına iş açabilir. Gruptan rahatlıkla çıkacaklardır ama sonrası için pek de şans vermiyorum kırmızı-yeşillilere.

Ana Ivanovic: Yeni Şampiyon, Yeni Kraliçe, Yeni Kahraman




Ana Ivanovic - Dinara Safina 6-4 6-3

Henin'in vedası sonrası yeni kraliçesini arayan WTA'in beklediği kurtarıcı fazla gecikmedi. 20 yaşındaki Sırplar'ın büyük umudu Ana Ivanovic artık sadece büyük bir umut olmaktan ibaret değil. O şimdi bir şampiyon. Hatta daha da ötesi.

Dünyada bayanların yeni bir numarası Ana, aslında en zayıf olarak gösterildiği bir alan olan toprak kortta şampiyonluk yaşayarak ileride neler yapabileceğinin sinyallerini verdi. Geçtiğimiz sene Fransa Açık ve Avustralya Açık'ta Henin ve Sharapova'ya kaybeden Ivanovic'in karşısında bugün nispeten daha tecrübesiz bir isim vardı. Rus Safin ailesinin ikinci gururu Dinara Safina büyük bir sürpriz gerçekleştirerek ulaştığı finalde elinde geleni yaptı. Sharapova, Dementieva ve Kuznetsova gibi devlere karşı çok başarılı olan baseline savunmasını Ivanovic karşısında da zaman zaman etkili olarak kullandı ve cesur winner'ları etkileyiciydi ama kendi servis oyunlarına tutunamaması ve kritik oyunlarda yaptığı basit hatalar bir sürprize daha imza atmasına olanak vermedi.

Ivanovic de esasında gerçek performansından uzaktı. Zaten hiçbir zaman iyi bir baseline müdafaacısı olmamıştır ve oyun tarzı da toprak kort için biçilmiş kaftan sayılmaz ama yine de benim Ivan Lendl'a benzettiğim müthiş gücünü ve acımasız forehandlerini çok iyi kullanarak oyunun hakimiyetini eline geçirdi. Servislerinde sorun yaşayan Dinara'yı etkili forehand servis geri dönüşleriyle cezalandırmayı bildi ve göründüğünden daha zor geçen bir maçı kazanarak başarılarla dolu geçmesini beklediğimiz kariyerinin ilk büyük zaferine imza attı.

Şimdi Ana'nın önünde grand slam'lerin kraliçesi Wimbledon var. Power oyununu, çok geliştirdiği hızını ve kondüsyonunu göz önüne alırsak orada da zafere ulaşma şansı yüksek. Fakat unutmamak gerek ki bu kez karşısında toprak kort handikapını hissetmeyecek olan Williams kardeşler ve kaybettiği WTA 1 numarası ünvanını geri kazanmak isteyen hırslı bir Sharapova olacak.

Roland Garros'08, Erkekler Yarı Final

Bu yazıyı dün yazmam lazımdı ama maç izleme koşuşturmasıyla yoğun sınav programım birleşince vücudumun iflası kaçınılmaz oldu.

Rafael Nadal - Novak Djokovic 6-4 6-2 7-6

Neyse güne Phillip Chatrier'deki merakla beklenen Rafael Nadal-Novak Djokovıc mücadelesiyle başladık. Her zaman yüksek özgüveniyle görmeye alıştığımız Sırp raket toprak kortta Nadal'ın çita hızında bir duvar kimliğine bürünmesi sebebiyle konsantrasyonunu erken kaybetti ve kolay kırdırdığı servis oyunlarıyla 1 saat içinde 2-0 geriye düştü. Üçüncü setin ortalarına kadar kendi gibi değil de ortalama bir tenisçi gibi oynayan ve ben dahil herkesi hayal kırıklığına uğratan Novak, sonlara doğru nihayet oyununu buldu ve 3.setin 10.oyununda servis kırarak maça geri döndü. Nihayetinde tie-break'e kadar zorladı İspanyol rakibini ama insandan ziyade bir makina gibi işleyen Nadal, maçın en kritik anlarında performansını en üst düzeye taşıyarak karşılaşmayı kazanmayı bildi. Kuşkusuz Federer gibi yaşayan bir efsanenin bile tüm kusursuzluğuna rağmen toprak kortta deviremediği bir isim Nadal ve Djokovic'ten bugün bir galibiyet beklemek hayalcilik olurdu. Tabii ki maçı biraz daha zorlamasını en azından gerçek performansını sahaya yansıtabilmesini beklerdik ama Nadal'a karşı bunları hem de bu kadar genç yaşta yapmak o kadar da kolay iş değil. Birkaç düzine fırına ihtiyacı var muzip Sırp'ın. O da el mahkum, Paris'te herkesin Nadal için söylediği şarkıya devam etmek mecburiyetinde; "Belki, bir gün...".

Ha bu arada Bay Roland Garros için de bir iki laf söylemek zorundayız galiba. 21 yaşında şimdiden bu kortların efsanesi olan Nadal, dünya tarihinin gördüğü en ideal toprak kort oyuncusu ve onun kadar iyi bir yavaş kort oyuncusu daha görebilir miyiz? Açıkçası hiç sanmıyorum. Müthiş bir kuvvet, harika bir backhand, kusursuz bir baseline savunması, dudak uçuklatan bir hız... Eksikleri yok mu? Tabii ki var ama bu hali Roland Garros'un gelmiş geçmiş en büyük efsanesi olması için fazlasıyla yeterli. Vamos Rafa!

Roger Federer - Gael Monfils 6-4 5-7 6-3 7-5

Günün ikinci maçında dünya bir numarası Roger Federer, turnuvadaki son Fransız Gael Monfils'e karşı yine kendini pek sıkmadan oynadı ve tıpkı Gonzales'e karşı olduğu gibi bir set kaybetmesine rağmen en zorlandığı anlarda bile rahat görünmesini bildi. Fedex'i hepimiz biliyoruz ama Monfils, kendisine Fransızlar'ın neden bu kadar güvendiğini gözler önüne süren bir performans sergiledi. Canlı yayında Cahit Yavuz'un da dediği gibi atletik vücudu ve koordinasyonu tenis için çok uygun. Bunun yanında çok güçlü bir servise ve forehand'e sahip. Bu özelllikleriyle şimdiden önemli bir baseline ve power oyuncusu olması mümkün. Tabii ki henüz 21 yaşında ve kendini geliştireceğini de göz önüne alıyorum.

Sonuç olarak Roland Garros'ta yine aynı film. Yine bir Rafael Nadal-Roger Federer finali. Pazar günü görüşmek üzere. Mantığım Nadal gönlüm Federer diyor, ama her zaman olduğu gibi mantığımın kazanacağına eminim.

Thursday, June 5, 2008

Roland Garros'08 Yarı Final: Ivanovic vs Jankovic

Ana Ivanovic- Jelena Jankovic 6-4 3-6 6-4

Tek kelimeyle muhteşem bir maçtı. Yarı finalin ilk ayağındaki Safina-Kuznetsova maçına göre ise bir şaheserdi adeta. Nefes kesen ralliler, acımasız smaçlar, zeka dolu file önü puanları, drive volley'ler, gücün teknikle kapışması... Kısacası bayanlar tenisinde izleyebileceğimiz en müthiş karşılaşmalardan biriydi. Kazanan ve otomatikman dünya 1 numaralığına yükselen isimse kortların yeni kraliçesi Ana Ivanovic oldu.

Tenis, momentumlar oyunudur derler. Ne kadar doğru olduğunu bu maçta bir kez daha gördük. İlk sete Ivanovic'in gücü damgasını vurdu. İkinci sette, Ivanovic kendi servisinde 40-0, maçta ise 3-2 öndeyken Jankovic bir anda müthiş tekniğini konuşturmaya ve Ana'yı kortta sağdan sola savurmaya başlayınca dengesi bozulan Ivanovic önce oyunu sonra da seti kaybetti. Son sete yine Jankovic'in hakimiyetiyle girildi ama finali Ana'nın müthiş gücü ve enerjisi belirledi. Adeta 80'lerden kalma bir Ivan Lendl-Mats Wilander maçı izledik. Ivanovic'in gücü öyle bir noktadaki odaklandığı zaman korttaki rakibi kim olursa olsun oyunu istediği gibi dikte edebiliyor ve bu haliyle de Çek'lerin unutulmaz ismi Lendl'ı fazlasıyla anımsatıyor. Tabii ki 1.85'lik bu bebek yüzlü katil onun aksine çok daha sempatik ki bu alanda rakip Lendl olunca fazlaca bir soru işareti oluşmuyor tabii kafalarda!

Safina-Kuznetsova dalaşından sonra ilaç gibi gelen bir maçtı hakikaten. Jelena Jankovic çok gergin bir maçı kaybettikten sonra artık neredeyse Nemesis'i haline gelen rakibine sarılarak güzel bir görüntü izletti bizlere. Bayanlar tenisinin henüz 20 yaşındaki yıldızı Ivanovic'se bu zaferiyle, Henin'in yokluğunda yeni kraliçe benim dedi.

Finalde görüşmek üzere.

Roland Garros'08, Yarı Final: Kuznetsova vs Safina

Dinara Safina- Svetlana Kuznetsova 6-3 6-2

Maçın özeti, Kuznetsova o kadar berbattı ki pek de aman aman bir oyun çıkarmayan rakibesi Dinara Safina kortta Monica Seles gibi gözüktü. Kazandığı sürpriz ve geri dönüşlü galibiyetlerle turnuvanın en renkli siması haline gelen Dinara Safina'nın birkaç etkili return'u dışında koca yarı final mücadelesinde doğru dürüst winner yoktu. Ne kadar kalitesiz ve sıkıcı bir yarı final karşılaşması olduğunu siz hesap edin artık. Ralli sayısı 2'yi geçmedi. Kuznetsova sadece 2 kez servis oyununu kazanabildi ve açıkçası bu maça çok daha iyi hazırlandığı belli olan Safina'ya karşı adeta ezildi.

Sonuç olarak şampiyon adayım Kuznetsova kariyerinin en kötü tenisini oynamak için kariyerinin en büyük maçlarından birini seçerek hem beni hem de kendini deyim yerindeyse şişirdi. Bu yarı final maçının suratımıza çarptığı bir gerçek varsa o da Henin'siz bayanlar tenisinin tarihinin en düşük seviyeli günlerini geçirdiğidir. Önümüzdeki yıllarda sürpriz bir süper yetenek çıkmazsa 90'ları ve 2000'lerin başını mumla aramaya devam edeceğiz gibi gözüküyor. Sırada WTA'in en büyük umutları Ivanovic ve Jankovic'in maçı var. Umarım yarı finale yakışan bir tenis izleriz.

Wednesday, June 4, 2008

Roland Garros'08- Final Four

Fransa Açık 2008'de keyifli bir turnuvanın son günlerine yaklaşırken tek bayanlarda Doğu Avrupalılar, tek erkeklerde ise "Büyük Üçlü"'nün hakimiyeti kendini iyice göstermeye başladı.

Henin'in vedası, Mauresmo'nun sakatlıklarla dağılan konsantrasyonu ve Williams kardeşlerin form düşüklüğü sonrası meydanı iyice ele geçiren Doğu Avrupa tenisi, Roland Garros'ta toprak kort icin genellikle zayıf olarak tanınan ekollerine rağmen 2008'e tamamen damgasını vurmuş durumda. Hem de en iddialı temsilcisi Maria Sharapova'nın turnuvaya erken veda etmesine rağmen.

Yarı finalde iki Rus, Svetlana Kuznetsova ve epik geri dönüşlerden sonra Sharapova ve Dementieva gibi isimleri eleyerek buralara gelen Dinara Safina karşı karşıya gelirken, kuranın diğer tarafında Sırp tenisinin gözbebekleri Ana Ivanovic ve Jelena Jankovic finale yükselme mücadelesi yapacak. Madem söz buraya geldi bir önceki yazımda yaptığım tahminleri de bir gözden geçirelim bakalım. Şampiyon adayım Svetlana Kuznetsova yarı finale kadar beklediğim gibi hiç zorlanmadan geldi, erken elenir dediğim Sharapova da sözümden çıkmadı. Fakat güçlü bir geri dönüş yapmasını beklediğim isimlerden Serena Williams çuvalladı ve açıkçası Dinara Safina'da beni şaşırtan bir çıkışa imza attı. Safina demişken, Sharapova'yı 4.turda elemesi bir yana Dementieva karşısında ilk seti kaybedip, ikinci sette 5-2'den geri dönerek maçı kazanması hakikaten takdire şayandı. Antipatiklik konusunda abisi Marat Safin'den geri kalmayan Dinara'nın heybetli fiziğine karşın kortta bu kadar hareketli olması ve Dementieva gibi bir baseline ustasını neredeyse tüm maçı dip çizgiden oynayarak devirmesi etkileyici. Fakat kontrol edemediği siniri ve heyecanı onu en üst seviyeden uzak tutacak noktalar olacaktır. Kuznetsova karşısında kendisine şans tanımıyorum, Ivanovic-Jankovic mücadelesinde ise tarih tekerrür eder ve Ivanovic vatandaşını yine devirir. Şampiyon adayım, halen değişmedi. Dediğim gibi bu sene Kuznetsova'nın senesi.

Ve erkekler... Artık erkekler tenisini "büyük üçlü ve diğerleri" olarak kategorize etmek pek de yanlış olmayacaktır. Tabii ki toprakta Nadal ve heryerde Federer'in yeri ayrı ama Djokovic de bu ikiliye rahat nefes alma şansı tanımayacaktır. Rafael Nadal ikinci evi Paris'te güle oynaya yarı finale kadar çıkarken, Djokovic karşısında ne kadar zorlanacağı benim en büyük merak konum. Kaybedeceğini zannetmiyorum, İspanyol boğası toprakta hakikaten ayrı bir hakimiyet sergiliyor. Öte yanda İsviçreli raket Roger Federer her zamanki gibi eşsiz tekniği ve zarafetiyle izleyenleri büyülemeye devam ediyor. Bugün oynanan maçta Şilili Fernando Gonzalez'e karşı ilk seti kaybetmesine rağmen sonrasında kusursuz bir maç çıkaran Fedex belki bu sene de Nadal'a kaybedecek ama bu, döneminin ve tenis tarihinin en zarif, en becerikli ve en asil raketi olduğu gerçeğini kesinlikle tehdit edemeyecek. Açıkçası kaybeden bir Federer bile toprakta dahi tartışmasız şampiyon Rafael Nadal'dan çok daha fazla keyif veriyor. Böyle bir repertuar, böyle bir özgünlük... Gerçekten hayran olmamak elde değil. İsviçreli için en büyük handikap her zaman mükemmelliğinin getirdiği baskı olmuştur ve onu zorlayan tenisçiler de hep bu yönünden en çok faydalanan isimlerdir. Kaybetmeye alışık olmayan psikolojisi zaman zaman onun en büyük düşmanı haline geliveriyor ve toprak kortta Nadal bu özelliğe fazlasıyla sahip, adeta bir duvar gibi en mükemmel ve zarif topları bile geri döndürmesi de cabası. Bir önceki yazımda Federer'e bu psikolojik zayıflığı yüzünden fazla şans tanımamıştım ama bu sene, bir ihtimal Nadal'ın toprak korttaki sorgulanamaz hakimiyetinin sonlandığı sene olabilir gibime geliyor. Tabii, Federer adına şampiyonluk hayalleri kurmadan önce "hometown hero" Gael Monfils karşısında neler yapacağını görmek lazım. Fransız raket, turnuvada evsahibi izleyicisinin elinde kalan son umut ışığı ama bu hüzmenin de pek de parlak olmadığı, önce Federer sonra da Nadal-Djokovic gibi rakiplerle karşılaşacağını düşünürsek aşikar.