BU YAZI İLK OLARAK 12 ARALIK 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.
Dışarıdan bakınca ne kadar acayip değil mi? Polis diye bir örgüt var. Kaskı, copu, biber gazı, silahı, zırhıyla tam teşekküllü sayısız robokoptan oluşan bir yapılanma. Arkadaşımız, dostumuz olduğuna dair iddialar var. Ha bir de memleketteki asayişi sağlamak gibi de bir “kutsal” görev bahşedilmiş kendilerine.
Bu “arkadaşlar” aynı bölgede, birer gün arayla karşımıza çıkıyor. Yer: Beşiktaş. 4 Aralık Cumartesi günü…
ÖĞRENCİYE KARŞI ASLAN…
Birkaç yüz kişilik bir öğrenci grubu, “darbe yapılanması YÖK’ün kaldırılması”, “anadilde, parasız, bilimsel eğitim” ve “üniversitelerden güvenlik kuvvetlerinin çekilmesi” gibi iktidar ve yandaşlarının tahayyül dahi edemeyeceği demokratlıkta talepleriyle kendilerini yok sayan Başbakan ve rektörleri protesto ediyor. Üstelik cehaletini ön yargısına ve tarafına borçlu olan basın ve siyasilerin iddialarının aksine anayasal haklarına dayanarak gerçekleştiriyorlar bu eylemi.
Cengaver polisimizin tepkisiyse malum! “Türk polisi sahibini gururlandırırken” adlı filmden bilindik kareler… Protestoyu hazmedemeyen makatımın sultanının emriyle orantısız şiddeti de aşan işkence seviyesinde bir saldırı, yere düşmüşleri, silahsızları, zırhsızları hatta hamile bir arkadaşımızı bile hunharca coplayan, tekmeleyen bir barbarlık performansı.
Ha tabii bu arada Ankara’dan İstanbul’a gelmek isteyen öğrencilerin sanki kent OHAL şartlarındaymış ya da bu öğrenciler katil sürüsüymüş gibi şehre alınmamaları, otobüsleriyle geldikleri yere yallah geri postalanmaları gibi bir saçmalık da var.
HOLİGANA KARŞI KEDİ…
O günün ertesi… 5 Aralık Pazar. Yine Beşiktaş’tayız. Bursaspor taraftarına 7.5 yıl sonra izin çıkmış. Onlar da fırsat bu fırsat zulada ne kadar satır, katana, İsviçre çakısı falan varsa doldurmuşlar, otobüslerle İstanbul’a gelmişler. Bir gün önce yek yüreklerini ve demokratik taleplerini kuşanmış gelen öğrencileri şehre sokmayan “yiğitler” nedense bu bıçaklı arkadaşlara pek söz geçirememiş. Büyük ihtimalle otobüslerini aramaya dahi gerek duymamışlardır.
Pazar günü Beşiktaş’ta yaşananlar da malum! Çatışacağı kabak gibi meydanda olan iki taraftar grubu bir şekilde punduna getiriyor, birbirine giriyor ve 3 kişi bıçaklanıyor. Bir gün önce aynı caddede meydanda kül bırakmayan, silahsız öğrencilere karşı Conan kesilen polislerimiz bu kez ortalıkta yok! Ancak olay bittikten sonra şüphelileri gözaltına alırken görebiliyoruz onları.
Hiç kimsenin canına kastetmeyen öğrencinin karşısında aslan, eli bıçaklı holiganların karşısında kedi! Gücü yeten yetene mi? Başka bir durum mu var?
Aslında biraz sakin kafayla resmin dışına çıkıp düşününce ortada hiç de genel yapıyla, statükonun kaygı ve emelleriyle uyumsuz bir durum olmadığını fark edebiliriz. Fanatik futbol taraftarlığı ve bunun üzerinden oluşturulan, emekçilerin hayatını domine eden kültür müthiş bir “işgal” aracıdır. Egemen kültür, emekçinin reel yaşantısı ve içinde bulunduğu üretim koşullarını sorgulamasını engellemek üzerine tasarlanmıştır. Futbol fanatizmiyle yatıp kalkan milyonlarca gencin kendilerine devamlı olarak düzene itaat, milliyetçilik ve cinsiyetçilik aşılayan bu mikro ideoloji dışında bir şeyle, hele ki devrimci siyasetle uğraşması elbette ki hakim siyasi çevrelerin işine gelmez. Dolayısıyla iktidarın gözünde hangisi makbuldür, eli bıçaklı holigan mı, anadilde eğitim talep eden sosyalist öğrenci mi sorusunun cevabı tereddütsüz a şıkkıdır. Eh, bu şartlarda saldırıya uğrayanın b şıkkı olması da şaşırtıcı değil.
ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜN YENİDEN ÜRETİMİ
Farkında mısınız bilmiyorum ama her sene benzer süreçleri 2-3 kez yaşıyoruz. Stadyum önünde birileri bıçaklanıyor. Ana akım medya çok üzülmüş pozlarına giriyor. Siyasiler kınama yayınlıyor. Futbol Federasyonu yasa çıkarmaktan falan bahsediyor. Holiganizmin neden kaka olduğuna dair sosyolojik 1-2 tefrika yayınlanıyor. Maşallah sporda şiddet ve sporda ırkçılığa karşı her türden lakırdı var. Ortada olmayan tek şey çözüm ve çözüme dair somut adımlar.
Türkiye ve dünyada bu soruna çözüm bulunamamasının birincil nedeni çözümün kimsenin umurunda olmaması. Yönetici elitlerin önem verdiği tek şey bu sorunun yarattığı marjinal “yıkıcılığın” azaltılması. Sorunun ortadan kaybolamayacağını kendileri de biliyor çünkü problem düzen içerisinde kendini sürekli olarak yeniden üretmekte. Sistem içi çözümlerle yoksulluğu, şehirciliği, eğitimi, sağlığı neden düzeltemiyorsak sporda şiddeti de aynı sebeplerden düzeltemiyoruz. Ehlileştirebilir miyiz? Kısmen. Bu çözüm müdür? Kesinlikle hayır! Bu sorunun ehlileştirilmesi gecekonduları yıkıp yoksul halkı kent çeperlerine süren ve “gözden ırak” yeni gettolar oluşmasına sebebiyet veren kapitalist şehirciliğin çözümlerine benzer. Engels’in deyimiyle “çözümsüzlük üreten çözüm.”
Son olarak kimin ne cibilliyette olduğunu açıkça ortaya seren bir haftayı geride bıraktık. Hamile arkadaşımızın karnındaki bebeği öldürenleri yakından tanıyoruz, unutmayacağız. “19 yaşında ve hamile…”, “hamilenin eylemde ne işi var…”, “hamile değil, yalan” diye yazanları yakından tanıyoruz, unutmayacağız. Bu cinayeti haber yapmayan, küçük gören sözde gazetecileri unutmayacağız! Bütün medya organları ve teşkilatlarıyla o gencecik arkadaşımızın üzerine gidenleri, onu harcamaya çalışan şerefsizleri bu ülkenin vicdanı körelmemiş insanları affetmeyecektir…
Kuru kuruya destek sözleriyle olmaz biliyorum. Daha fazlasının yapılması gerekir! Bunun neden yapılamadığını, polis cinayetine karşı neden yeri göğü inletemediğimizin cevabını da biz, yani sosyalist gruplar verelim. Bir sosyalistin “bu ülkenin insanları niye böyle” diye sızlanmaya hakkı yoktur. O yüzden Nazım Usta’nın şiirini biraz bozacağım: “Kabahat bizim demeye de dilim varmıyor ama kabahatin çoğu bizim canım kardeşlerim…”
Showing posts with label beşiktaş. Show all posts
Showing posts with label beşiktaş. Show all posts
Sunday, December 12, 2010
Sunday, August 15, 2010
Başlıyoruz totolu motolu
BU YAZI İLK OLARAK 15 AĞUSTOS 2010 PAZAR GÜNÜ EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.
Terli, yapış yapış günlerimize futbol mesaisi ekleniyor. Öyle bıkkın bir haldeyiz ki meşin yuvarlak hayatımıza girse ne olur girmese ne olur, tövbeliyiz hayattan! Tablet halinde yutacağımız bir anayasanın tartışmaları etrafında yaratılan dezenformasyondan yeterince muzdaripken bir de yanında Erman Toroğlu&Ahmet Çakar’a midemizde ne kadar yer var? Hafta içi milli maçta provasını yaptık, ben almayayım! İzlemeyenler için aynı anda özet ve kehanet işlevi görecek bir yorum yapayım: Bu 2 adamın 1 sene boyunca aynı stüdyoda edeceği laklağa peynir gemisi bile illallah eder, aganta burina burinatasını çeker, yolunu alır…
Üstelik sıcakların yanında bir de Ramazan mevsimindeyiz. Oruç kaynaklı kronik form düşüklükleri sporcuların performansını da ister istemez etkileyecektir. Gerçi İstanbul’a kupa mesaisine gelen 2.Lig takımlarının taktiğinden bozma bir 6+2+2’miz var dolayısıyla kadrolardaki “mümin” sayısının azalması bu etkeni minimize ediyor. Olsun yine de bu memlekette adettendir, Ramazan dönemi yeşil sahalar durgunlaşır.
Yeni şampiyon, yeni transferler, yeni sağlık ekipleri(!) derken yeni de bir ismi var özünde 1. Profesyonel Deplasmanlı Futbol Erkekler Ligi olan kümemizin: Spor-Toto Süper Ligi. Kabul etmek gerek ki, çirkinin ötesinde komik bir isim. 2005’ten beri adı bir sponsorla birlikte anılan ligimizin bu hali spikerler hariç kimseyi ırgalamıyor gerçi yine de totolu motolu bir ligimizin olması insanı ister istemez kıkırdatıyor.
Totolu ligimizin demografisi memleketin haliyle benzeşiyor. Kürtsüz Kürt sorunu çözümü çabalarımız ve Kürtsüz anayasa paketimiz gibi Kürtsüz de bir futbol ligimiz var. Diyarbakır’ın da küme düşmesiyle 2010/11 sezonunda bölgeden hiçbir takım totolu ligin keyfine tam anlamıyla varamayacak. İşin aslı Diyarbakırspor da bizi pek memnun etmiyordu. Umudumuz yeni kurulan Amedspor’la Dersimspor’da… Hani şoven bir tını yaratmak istemem ama bölgenin öz kaynaklarını ve kimliğini taşıyacak “ellenmemiş”, bağımsız bir kulübün ligimize katacağı renk çok daha farklı olacaktır. Hele bir barış gelsin… Umuyorum ki bu günler ve daha fazlası çok uzakta değil…
Geçtiğimiz sezonun şampiyonu Bursaspor sezona forma reklamı olmadan giriyor, ne güzel! Üstadın benzetmesiyle sahada “gezici reklam panosu” gibi koşuşturmayacak bir şampiyonumuz var, en azından ilk hafta itibariyle. Gerçi hafta içinde toto ligi olmamız hasebiyle düzenlenen basın toplantısında Spor-Toto Teşkilat Başkanı Bekir Yunus Uçar ligimizin son yıllarda gösterdiği endüstriyelleşme atağını(!) öve öve bitiremedi ama memleketin dinamikleri kendisini pek doğrulamıyor demek ki. Halen bir “Anadolu” takımı, şampiyon da olsa kendine uygun bir sponsor bulmakta zorluk çekebiliyor. Sahi nerede yahu bu memleketteki değişimin(!) öncüsü olan Anadolu Kaplanları? Onlar ya da bir başka şer yuvası -pardon şirket- gelene dek Bursasporlu futbolcuları mobilize billboardlar halinde görmemek keyifli olacak.
Üç büyükler sezona renksiz giriyor. İçlerinde bir tek Beşiktaş umut veriyor onlara da kasten renkli demiyorum, Çarşı kızıyor sonra. Bana son derece cinsiyetçi gelse de “erkek adam renkli takım tutmaz” diyorlar malum. Yoksa benim bu seneki şampiyonluk adayım Beşiktaş. Bu yolda en güvendiğim isim de Quaresma değil Guti. Şöyle söyleyeyim, Guti’yi Galatasaray alsaydı ibrem sarı-kırmızılılardan yana dönerdi. Guti’yi o derece önemsiyorum. Orta sahada oyun kurabilecek, top saklayabilecek ve ileriye doğru oynayabilecek, üstüne skora direkt etki edebilecek çok klas bir futbolcuya sahip Beşiktaş. Üstelik koca ligde eşi benzeri yok tüm bu özellikleriyle. Guti’nin haricinde bir önemli faktör de Bernd Schuster. Kanımca Beşiktaş 2003’ten beri ilk defa sezona şampiyonluğun favorisi olarak giriyor. Gerçi İddaa’nın yayınladığı bahis oranlarına göre favori Fenerbahçe ama günün trendine göre sallıyoruz İddaayı, totoyu, motoyu. (Cidden toto diye lig ismi mi olur, kim ciddiye alır bu ligi?) Öte yanda Trabzonspor’un da şampiyonluk mücadelesinde İstanbullular için ciddi bir tehdit olarak ön plana çıkabileceğini belirtmek lazım. Adam gibi adam Şenol Güneş böylesi bir başarıyı çoktan hak etti.
Bu dönem aynı zamanda TSK mesaisinin de başladığı mevsimlerden biridir. Binlerce genç silah altına alındı bu hafta itibariyle. Hayatlarından (statülerine bağlı olarak) 6 veya 15 ay kırpılacak. Üstelik bu gençler hiç de kendilerine ait olmayan bir savaşa ortak olmaya zorlanacaklar. Kazasız belasız evlerine dönebilmeleri dileğiyle…
Yeni sezon hayırlı olsun…
Terli, yapış yapış günlerimize futbol mesaisi ekleniyor. Öyle bıkkın bir haldeyiz ki meşin yuvarlak hayatımıza girse ne olur girmese ne olur, tövbeliyiz hayattan! Tablet halinde yutacağımız bir anayasanın tartışmaları etrafında yaratılan dezenformasyondan yeterince muzdaripken bir de yanında Erman Toroğlu&Ahmet Çakar’a midemizde ne kadar yer var? Hafta içi milli maçta provasını yaptık, ben almayayım! İzlemeyenler için aynı anda özet ve kehanet işlevi görecek bir yorum yapayım: Bu 2 adamın 1 sene boyunca aynı stüdyoda edeceği laklağa peynir gemisi bile illallah eder, aganta burina burinatasını çeker, yolunu alır…
Üstelik sıcakların yanında bir de Ramazan mevsimindeyiz. Oruç kaynaklı kronik form düşüklükleri sporcuların performansını da ister istemez etkileyecektir. Gerçi İstanbul’a kupa mesaisine gelen 2.Lig takımlarının taktiğinden bozma bir 6+2+2’miz var dolayısıyla kadrolardaki “mümin” sayısının azalması bu etkeni minimize ediyor. Olsun yine de bu memlekette adettendir, Ramazan dönemi yeşil sahalar durgunlaşır.
Yeni şampiyon, yeni transferler, yeni sağlık ekipleri(!) derken yeni de bir ismi var özünde 1. Profesyonel Deplasmanlı Futbol Erkekler Ligi olan kümemizin: Spor-Toto Süper Ligi. Kabul etmek gerek ki, çirkinin ötesinde komik bir isim. 2005’ten beri adı bir sponsorla birlikte anılan ligimizin bu hali spikerler hariç kimseyi ırgalamıyor gerçi yine de totolu motolu bir ligimizin olması insanı ister istemez kıkırdatıyor.
Totolu ligimizin demografisi memleketin haliyle benzeşiyor. Kürtsüz Kürt sorunu çözümü çabalarımız ve Kürtsüz anayasa paketimiz gibi Kürtsüz de bir futbol ligimiz var. Diyarbakır’ın da küme düşmesiyle 2010/11 sezonunda bölgeden hiçbir takım totolu ligin keyfine tam anlamıyla varamayacak. İşin aslı Diyarbakırspor da bizi pek memnun etmiyordu. Umudumuz yeni kurulan Amedspor’la Dersimspor’da… Hani şoven bir tını yaratmak istemem ama bölgenin öz kaynaklarını ve kimliğini taşıyacak “ellenmemiş”, bağımsız bir kulübün ligimize katacağı renk çok daha farklı olacaktır. Hele bir barış gelsin… Umuyorum ki bu günler ve daha fazlası çok uzakta değil…
Geçtiğimiz sezonun şampiyonu Bursaspor sezona forma reklamı olmadan giriyor, ne güzel! Üstadın benzetmesiyle sahada “gezici reklam panosu” gibi koşuşturmayacak bir şampiyonumuz var, en azından ilk hafta itibariyle. Gerçi hafta içinde toto ligi olmamız hasebiyle düzenlenen basın toplantısında Spor-Toto Teşkilat Başkanı Bekir Yunus Uçar ligimizin son yıllarda gösterdiği endüstriyelleşme atağını(!) öve öve bitiremedi ama memleketin dinamikleri kendisini pek doğrulamıyor demek ki. Halen bir “Anadolu” takımı, şampiyon da olsa kendine uygun bir sponsor bulmakta zorluk çekebiliyor. Sahi nerede yahu bu memleketteki değişimin(!) öncüsü olan Anadolu Kaplanları? Onlar ya da bir başka şer yuvası -pardon şirket- gelene dek Bursasporlu futbolcuları mobilize billboardlar halinde görmemek keyifli olacak.
Üç büyükler sezona renksiz giriyor. İçlerinde bir tek Beşiktaş umut veriyor onlara da kasten renkli demiyorum, Çarşı kızıyor sonra. Bana son derece cinsiyetçi gelse de “erkek adam renkli takım tutmaz” diyorlar malum. Yoksa benim bu seneki şampiyonluk adayım Beşiktaş. Bu yolda en güvendiğim isim de Quaresma değil Guti. Şöyle söyleyeyim, Guti’yi Galatasaray alsaydı ibrem sarı-kırmızılılardan yana dönerdi. Guti’yi o derece önemsiyorum. Orta sahada oyun kurabilecek, top saklayabilecek ve ileriye doğru oynayabilecek, üstüne skora direkt etki edebilecek çok klas bir futbolcuya sahip Beşiktaş. Üstelik koca ligde eşi benzeri yok tüm bu özellikleriyle. Guti’nin haricinde bir önemli faktör de Bernd Schuster. Kanımca Beşiktaş 2003’ten beri ilk defa sezona şampiyonluğun favorisi olarak giriyor. Gerçi İddaa’nın yayınladığı bahis oranlarına göre favori Fenerbahçe ama günün trendine göre sallıyoruz İddaayı, totoyu, motoyu. (Cidden toto diye lig ismi mi olur, kim ciddiye alır bu ligi?) Öte yanda Trabzonspor’un da şampiyonluk mücadelesinde İstanbullular için ciddi bir tehdit olarak ön plana çıkabileceğini belirtmek lazım. Adam gibi adam Şenol Güneş böylesi bir başarıyı çoktan hak etti.
Bu dönem aynı zamanda TSK mesaisinin de başladığı mevsimlerden biridir. Binlerce genç silah altına alındı bu hafta itibariyle. Hayatlarından (statülerine bağlı olarak) 6 veya 15 ay kırpılacak. Üstelik bu gençler hiç de kendilerine ait olmayan bir savaşa ortak olmaya zorlanacaklar. Kazasız belasız evlerine dönebilmeleri dileğiyle…
Yeni sezon hayırlı olsun…
Etiketler:
ahmet çakar,
beşiktaş,
erman toroğlu,
Evrensel,
guti,
spor-toto süper ligi
Wednesday, September 16, 2009
'Kahrolsun İstanbul Belediyesi!'
BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.
Spor sahaları hareketli bir haftayı geride bıraktı. Futbolda önce milli maç arkasından derbi heyecanı, teniste Amerika Açık, basketbolda Avrupa Şampiyonası ve Selanik’te düzenlenen atletizm finalleri sporseverlere dolu dolu bir hafta yaşattı. Bunca güzel heyecanın yanında saha dışı çirkinlikler de mevcuttu ne yazık ki.
BARBAR SPOR ELİTİ SEMENYA’YA KARŞI
Dünya Atletizm Federasyonu’nun nezdinde faşist bir baskı örgütü olarak karanlık yüzünü gösteren spor eliti amacına ulaşmak üzere. Caster Semenya’ya dayatılan cinsiyet testi sonucunda Güney Afrikalı atletin “hermafrodit” yani çift cinsiyetli olduğu raporu basına sızdırıldı. İddialara göre Semenya’nın vücudunda kadın yumurtalığı yerine erkek yumurtalığı (iç organ olarak) var.
Şimdi bu light-Mengeleler, durumun Semenya’ya hormonsal bir katkı sağlayıp sağlamadığını tespit edecek. Kuşkusuz bu tavır IAAF’in nazarında “Erkeğin kadından fiziksel olarak daha güçlü” olduğunun da bir itirafı. Oysaki sosyal antropoloji derslerini can kulağıyla dinlemiş biri olarak birçok örnekle ileri sürebileceğim üzere erkeğe ve kadına toplumun biçtiği roller biyolojik olmaktan ziyade kültüreldir. 3 yaşındaki bir kız çocuğu dişi üreme organlarına sahip olduğu için değil ailesi öyle uygun gördüğü ve farkında olmadan dayattığı için Barbie’lerle oynar. Bunun tersi de elbette erkekler için geçerli. Kadınların avlandığı, erkeklerinse evde beklediği kimi ilkel kabilelere mi dönmek lazım bu ayrımcı önyargıları aşabilmek için?
Meramımı tam olarak açıklayabildiysem, Semenya hadisesiyle ilgili 2 hafta önce yazdığım yazıdan bir alıntı aktarmak istiyorum: “Düşünün bir kere, diyelim ki bu test sonucu Semenya’nın hermafrodit olduğu anlaşıldı ya da kromozomları XX değil de XY çıktı. Genç sporcu, sahtekâr bir dopingliymişçesine muamele görecek, madalyası ve profesyonel olarak spor yapma hakkı elinden alınacak ve 18 yıllık yaşamının tüm emekleri gasp edilecektir.”
18 yaşındaki gencecik bir kıza sırf şampiyon olduğu fakat bunu yaparken yeterince kadınsı olmadığı üstüne bir de siyahi ve Afrikalı olduğu için bir cinsiyet testi dayatıldı. Sonucunda şampiyon atlet sanki bir suçmuşçasına “hermafrodit” olarak damgalandı. Ötesi özel hayatına tecavüz edildi, kişilik hakları hiçe sayıldı ve şimdi de yoksul hayatının belki de tek oyuncağı olan spor yapma hakkı elinden alınmak üzere. İşte kapitalist kurumların “adaleti, eşitliği, özgürlüğü”... Umarım herkes şunun farkındadır ki Batı medyası ve IAAF tarafından çift cinsiyetli olarak tanılanan Caster Semenya’nın başını derde sokan şey sahip olduğu erkek yumurtalığı değil kadınlığıdır.
CLIJSTERS VE DEL POTRO İHTİLALİ
Derisinin rengi ve milliyeti itibariyle Caster Semenya’ya yaşatılan rezilliklere maruz kalmama şansına sahip olan Belçikalı Kim Clijsters ise 2 yıl aradan sonra anne olarak döndüğü tenis kortlarında fırtınalar estirdi. Venus Williams ve Serena Williams gibi iki devi eleyerek şampiyon olan 26 yaşındaki raket, 70’lerin efsane ismi Hollandalı Evonne Goolagong’dan sonra “anne” olarak Grand slam kazanan ilk bayan tenisçi olarak da tarihe adını yazdırdı. Turnuvanın favorisi Serena Williams ise Clijsters’a elenirken sinirlerine hâkim olamadı ve çizgi hakemini ağzına raket sokmakla tehdit etti. Yanlıştı elbette, yakışmadı kendisine. İnsanın aklınaysa şu soru geliyor: Serena’nın ne kadar yapılı, kuvvetli ve atletik bir hatun olduğu malum. Eğer ABD değil de bir Afrika ülkesinin vatandaşı olsa şimdiye kadar kendisine kaç kere cinsiyet testi dayatılırdı?
Erkeklerde ise perdede Arjantinli Juan Martin Del Potro’nun tek kişilik ihtilali vardı. Yarı finalde Rafael Nadal’ı, finalde de Roger Federer’i deviren 21 yaşındaki genç yıldız soğukkanlılığı, korkutucu fiziği ve oyun tarzıyla unutulmaz Çek raket (o zamanlar Çekoslovakya’ydı) Ivan Lendl’ı fena halde andırıyor. Hele ki running-forehand’leri (koşarak yapılan elönü vuruşu) Lendl’ın karbon kopyası gibi. Del Potro, bu şampiyonlukla Federer’in 5 yıllık Amerika Açık hegemonyasına da son vermiş oldu.
Son olarak biraz da Galatasaray-Beşiktaş derbisinden bahsetmek isterdim. Tabii, İbrahim Altınsay’ın dediği gibi derbi fare doğurmamış olsa bahsedecek çok şey olurdu. Tribündeydim ve rahatlıkla söyleyebilirim ki karşılaşmanın en güzel anı maç öncesi saygı duruşunu militarizm şovuna çeviren tribünlere inat bir kısım Beşiktaş taraftarının “Kahrolsun İstanbul Belediyesi” diyerek bağırmasıydı. Sel felaketinde ve dağlarda emekçiler, emekçi çocukları ufak bir azınlığın kirli oyunlarına, para hırsına, siyasetine kurban edilirken böylesi bir kontra ses duymak acımızı hafifletmedi belki ama dudaklarımıza ufak da olsa bir tebessüm kondurdu. (Beşiktaş tribünlerinin Metin Oktay ve Ali Sami Yen’e küfrettikleri de söylendi. Maç heyecanından olsa gerek duymadım. Eğer doğruysa bu güzel protestolarını da anlamsızlaştırmışlar demektir.)
Spor sahaları hareketli bir haftayı geride bıraktı. Futbolda önce milli maç arkasından derbi heyecanı, teniste Amerika Açık, basketbolda Avrupa Şampiyonası ve Selanik’te düzenlenen atletizm finalleri sporseverlere dolu dolu bir hafta yaşattı. Bunca güzel heyecanın yanında saha dışı çirkinlikler de mevcuttu ne yazık ki.
BARBAR SPOR ELİTİ SEMENYA’YA KARŞI
Dünya Atletizm Federasyonu’nun nezdinde faşist bir baskı örgütü olarak karanlık yüzünü gösteren spor eliti amacına ulaşmak üzere. Caster Semenya’ya dayatılan cinsiyet testi sonucunda Güney Afrikalı atletin “hermafrodit” yani çift cinsiyetli olduğu raporu basına sızdırıldı. İddialara göre Semenya’nın vücudunda kadın yumurtalığı yerine erkek yumurtalığı (iç organ olarak) var.
Şimdi bu light-Mengeleler, durumun Semenya’ya hormonsal bir katkı sağlayıp sağlamadığını tespit edecek. Kuşkusuz bu tavır IAAF’in nazarında “Erkeğin kadından fiziksel olarak daha güçlü” olduğunun da bir itirafı. Oysaki sosyal antropoloji derslerini can kulağıyla dinlemiş biri olarak birçok örnekle ileri sürebileceğim üzere erkeğe ve kadına toplumun biçtiği roller biyolojik olmaktan ziyade kültüreldir. 3 yaşındaki bir kız çocuğu dişi üreme organlarına sahip olduğu için değil ailesi öyle uygun gördüğü ve farkında olmadan dayattığı için Barbie’lerle oynar. Bunun tersi de elbette erkekler için geçerli. Kadınların avlandığı, erkeklerinse evde beklediği kimi ilkel kabilelere mi dönmek lazım bu ayrımcı önyargıları aşabilmek için?
Meramımı tam olarak açıklayabildiysem, Semenya hadisesiyle ilgili 2 hafta önce yazdığım yazıdan bir alıntı aktarmak istiyorum: “Düşünün bir kere, diyelim ki bu test sonucu Semenya’nın hermafrodit olduğu anlaşıldı ya da kromozomları XX değil de XY çıktı. Genç sporcu, sahtekâr bir dopingliymişçesine muamele görecek, madalyası ve profesyonel olarak spor yapma hakkı elinden alınacak ve 18 yıllık yaşamının tüm emekleri gasp edilecektir.”
18 yaşındaki gencecik bir kıza sırf şampiyon olduğu fakat bunu yaparken yeterince kadınsı olmadığı üstüne bir de siyahi ve Afrikalı olduğu için bir cinsiyet testi dayatıldı. Sonucunda şampiyon atlet sanki bir suçmuşçasına “hermafrodit” olarak damgalandı. Ötesi özel hayatına tecavüz edildi, kişilik hakları hiçe sayıldı ve şimdi de yoksul hayatının belki de tek oyuncağı olan spor yapma hakkı elinden alınmak üzere. İşte kapitalist kurumların “adaleti, eşitliği, özgürlüğü”... Umarım herkes şunun farkındadır ki Batı medyası ve IAAF tarafından çift cinsiyetli olarak tanılanan Caster Semenya’nın başını derde sokan şey sahip olduğu erkek yumurtalığı değil kadınlığıdır.
CLIJSTERS VE DEL POTRO İHTİLALİ
Derisinin rengi ve milliyeti itibariyle Caster Semenya’ya yaşatılan rezilliklere maruz kalmama şansına sahip olan Belçikalı Kim Clijsters ise 2 yıl aradan sonra anne olarak döndüğü tenis kortlarında fırtınalar estirdi. Venus Williams ve Serena Williams gibi iki devi eleyerek şampiyon olan 26 yaşındaki raket, 70’lerin efsane ismi Hollandalı Evonne Goolagong’dan sonra “anne” olarak Grand slam kazanan ilk bayan tenisçi olarak da tarihe adını yazdırdı. Turnuvanın favorisi Serena Williams ise Clijsters’a elenirken sinirlerine hâkim olamadı ve çizgi hakemini ağzına raket sokmakla tehdit etti. Yanlıştı elbette, yakışmadı kendisine. İnsanın aklınaysa şu soru geliyor: Serena’nın ne kadar yapılı, kuvvetli ve atletik bir hatun olduğu malum. Eğer ABD değil de bir Afrika ülkesinin vatandaşı olsa şimdiye kadar kendisine kaç kere cinsiyet testi dayatılırdı?
Erkeklerde ise perdede Arjantinli Juan Martin Del Potro’nun tek kişilik ihtilali vardı. Yarı finalde Rafael Nadal’ı, finalde de Roger Federer’i deviren 21 yaşındaki genç yıldız soğukkanlılığı, korkutucu fiziği ve oyun tarzıyla unutulmaz Çek raket (o zamanlar Çekoslovakya’ydı) Ivan Lendl’ı fena halde andırıyor. Hele ki running-forehand’leri (koşarak yapılan elönü vuruşu) Lendl’ın karbon kopyası gibi. Del Potro, bu şampiyonlukla Federer’in 5 yıllık Amerika Açık hegemonyasına da son vermiş oldu.
Son olarak biraz da Galatasaray-Beşiktaş derbisinden bahsetmek isterdim. Tabii, İbrahim Altınsay’ın dediği gibi derbi fare doğurmamış olsa bahsedecek çok şey olurdu. Tribündeydim ve rahatlıkla söyleyebilirim ki karşılaşmanın en güzel anı maç öncesi saygı duruşunu militarizm şovuna çeviren tribünlere inat bir kısım Beşiktaş taraftarının “Kahrolsun İstanbul Belediyesi” diyerek bağırmasıydı. Sel felaketinde ve dağlarda emekçiler, emekçi çocukları ufak bir azınlığın kirli oyunlarına, para hırsına, siyasetine kurban edilirken böylesi bir kontra ses duymak acımızı hafifletmedi belki ama dudaklarımıza ufak da olsa bir tebessüm kondurdu. (Beşiktaş tribünlerinin Metin Oktay ve Ali Sami Yen’e küfrettikleri de söylendi. Maç heyecanından olsa gerek duymadım. Eğer doğruysa bu güzel protestolarını da anlamsızlaştırmışlar demektir.)
Tuesday, October 14, 2008
Umurumuzda mı Sanki Medya Etiği?

Futbol kamuoyumuzun son haftalardardaki en sıcak konusu Ertuğrul Sağlam'ın kovulması ve yerine Mustafa Denizli'nin getirilmesi. Kimileri Ertuğrul'un gönderilmesini eleştirdi, kimileri Yıldırım Demirören'in aynı anda dansöz ve despot olmayı becerebilen tavırlarını. Mustafa Denizli üzerine odaklanan eleştirilerse genelde onun Beşiktaş hocalığı için uygun kişi olmadığı eksenindeydi. Sığ yorumların kralı olmasına rağmen Türk medyasının aykırı sesi elbisesini üzerine oturtan Hıncal Uluç ise Denizli'ye yapılan bu teklifin bir hakaret olduğunu; Demirören'in önce Lucescu'ya gitmesinin, ret cevabı alınca da lütfen Denizli'ye dönmesinin eski milli hocayı aşağılamak anlamına geldiğini belirterek radikal kıyafetlerini bir kez daha sergiledi! Altı kaval üstü şeşhane! Radikal Uluç'umuz dahil kimsenin aklına bu işin bir de etik yönü yok mu diye sorgulamak gelmedi.
Mustafa Denizli futbol sezonuna işsiz bir teknik direktör olarak başladı ve bunun üzerine Lig Tv yorumcusu olarak karşımıza çıktı. Televizyondaki ilk 6 haftalık performansını en kibar tabirle kötü olarak niteleyebiliriz. Başarılı bir antrenör olmakla iyi bir yorumcu olmanın birbirinden ne kadar farklı olduğunu bize bir kez daha kanıtlayan bir formu vardı. Akıcı olmayan cümleler, isabetsiz tahliller, kötü yorumlar...Dünyanın en basit oyunlarından futbolu, anlatımıyla bu kadar zor ve çekilmez hale getirmek de bir beceri işidir diye düşündüm ve ekseriyetle yaptığım gibi "mute" modunda izlemeye devam ettim maçları. Maç sonu açıklamalarında ise genelde eleştireldi ki bu sezon 3 büyükleri izleyen herkesin de öyle olması doğal. Şu anda senede en az 1.5 milyon dolara anlaştığı takımı Beşiktaş'ın eski hocası Ertuğrul Sağlam'ı da çoğu zaman ağır bir dille eleştirdi. Bugüne geldiğimizdeyse durum ortada. Ertuğrul kovuldu. Yerine onu medya aracılığıyla eleştiren Denizli göreve getirildi. Bu noktada durup biraz düşünmek ve medyası, saha içi ve saha dışı organlarıyla spor dünyasının mevcut etik kurallarını biraz sorgulamak gerekiyor.
Medyada yorumculuk yaparak para kazanan bir antrenörün eleştirdiği(eleştirmesine aslında gerek de yok) kimsenin yerine göreve getirilmesinde iç gıcıklayan bir durum var. X yorumcusunun kendi ekonomik çıkarları için elinde bulunan medya gücünü kullanarak rakibini baltalamayacağını kimse garanti edemez. Denizli'nin niyetinin bu yönde olduğunu söylemiyorum. Ama kötü niyetli bir insanın bu yola başvurmayacağının da teminatı kimsede yok. Mustafa Denizli gibi kariyerli bir hocanın da hemen hemen her sezon yedek antrenör olarak büyük kulüplerin B planını oluşturduğunu biliyoruz. "Denizli Beşiktaş'ta" dedikodularını her sene en az 10 kere okuruz. Kısacası "Beşiktaş antrenörlüğü hayalimdi" diyen Mustafa Denizli'nin yorumculuk yaparken aklından bu hayalin geçmediğini iddia etmek biraz zor. Bu kadar kolay manipüle edilen bir ortamda bu biraz gayrı ahlaki bir durum teşkil ediyor gibi geliyor bana. Doksanlarda Türkiye'nin de yaşadıği "medya savaşları"'nı hatırlarsak olayın özü ekonomik bir rant sahasının kapışılmasından ibaretti aslında. Peki bu olayda da bunun bir benzeri yok mu? Ortada yine küçük çaplı da olsa ekonomik bir rant alanı var ve elinde medya gücü bulunan bir teknik direktör-medya çalışanı. Kulağa çok farklı gibi gelse de aslında birbirine çok benzer iki durum.
Sonuçta Ertuğrul Sağlam şu anda işsiz. Tazminatı vardır şusu vardır busu vardır. Tabii ki adamı aç bıraktınız diye saçmalayacak değilim ama onuru kırılmıştır kuşkusuz. Onun yerinde ise artık 1 hafta önce onu medya aracılığıyla eleştiren Mustafa Denizli var. Aslında bu hadisede benim vurgulamak istediğim nokta da ismi geçen özneler değil senede birkaç kez örneğini gördüğümüz bu çarpık tablonun yansıttığı etik sorun. Medyada yorumcu olarak görev yapan teknik direktörlerin aynı sezon içinde hocalık yapması etik midir değil midir? Tartışınız, bence değildir ve bu konunun hiç gündeme getirilmemesinin sebebi de medya etiği gibi hassas konuların umurumuzda bile olmamasıdır.
Bir kez bile canlı izlememiş olmama rağmen en sevdiğim futbol takımlarından olan 87/88 ve 88/89 Galatasarayı'nın teknik direktörü "Büyük Mustafa"'ya başarılar...
Subscribe to:
Posts (Atom)