Showing posts with label cinsiyetçilik. Show all posts
Showing posts with label cinsiyetçilik. Show all posts

Sunday, January 30, 2011

Hayatınız ofsayt!



BU YAZI İLK OLARAK 30 OCAK 2011 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

Richard Keys: Birileri aşağı inip şu kadına ofsaydın ne demek olduğunu öğretse iyi olur.
Andy Gray: Hakikaten! Kadın bir yan hakem, buna inanabiliyor musun! Kadınlar ofsayt kuralından anlamaz. Neden onlara yan hakem diyoruz?
Richard Keys: Tabii ki anlamazlar. Bu ilk değil, öyle değil mi? Önceden bir tane daha vardı.
Andy Gray: Evet, Wendy Toms muydu neydi...


Sky Sports’la özdeşleşmiş iki isim, Spiker Richard Keys ve Yorumcu Andy Gray’in Wolverhampton Wanderers-Liverpool maçı esnasında yaptığı bu diyalog ikilinin kanaldan uzaklaştırılmasıyla sonuçlandı. Gray ve Keys’in kullandıkları dil şaşırtıcı olmamakla birlikte spor medyasındaki cinsiyetçi yaklaşımın ne kadar yaygın ve sıradan olduğunu kanıtlaması açısından önemliydi. Zaten yayınlanan bu konuşma sonrası Andy Gray’in bir program sırasında Kadın Sunucu Charlotte Jackson’a kasıklarını göstererek “Mikrofonu buraya takmak ister misin” dediği video da medyaya sızdırıldı. Yani rezilliklerinin devamı çorap söküğü gibi geldi.

Sky Sports, dünyanın en önemli spor kanallarından biri, nüfuzu Britanya ile sınırlı değil. Spor medyası içerisinde “Sky’la ters düşersen herkesle ters düşersin” gibi bir anlayış var. Dolayısıyla İngiliz medyasına Sky Sports içerisindeki hakim şoven kültür hakkında “içeriden” bilgi veren birçok kimse ismini kullanmaktan çekindi. Yine de medya özellikle de The Guardian çokça veri toplamayı başardı. Eski bir çalışanın söylediğine göre kanal içindeki şoven ve cinsiyetçi tutumlar bununla sınırlı değil fakat 1.5 yıl önce genel müdürlüğe getirilen Barney Francis sonrası işler biraz daha düzelmiş. Hatta “içeriden” bunca kayıtın sızdırılmasına, “Francis’in kanalda haddinden fazla güce sahip olan bu ikiliden kurtulmak için düzenlediği bir operasyon” şeklinde yorum getirenler de var.

İngiliz medyasına genel olarak baktığımızda herkes, tabloid The Sun dahil, Gray ve Keys’e karşı eleştirel bir tutum takınmış durumda. Fakat The Sun özelinde yorumlayacak olursak o 3. sayfa güzelleri ve diliyle bu ne kadar güvenilir bir tutumdur, orası tartışılır. Sky için de benzer bir şüphe söz konusu. Nihayetinde Francis’in kanaldaki şovenizmi azaltma konusunda ne kadar ciddi olduğunu bundan sonra atacağı adımlar gösterecektir. Ağzına kadar cinsiyetçilikle dolu spor kanallarının, habercilik konusunda kalifiye olmadığı halde sadece erkeklere çekici gelen güzellikleri sebebiyle “manken gibi” kadınları ekrana sürmesi olayın bir başka boyutu ve Sky’da bu gibi örneklerden çok var. Esasına bakarsanız cinsiyetçiliğin başladığı nokta da burası. Aynı kadın saha içine inince dalga geçmeye yeltenecekseniz ne anlamı kaldı verdiğiniz istihdamın!

‘HAKEM DEDİĞİN ERKEK OLMALI’

Olaya Türkiye’den bakmak daha şenlikli. Zira ülkemizdeki spor medyası nefret söyleminin de cinsiyetçiliğin de milliyetçiliğin de en önemli yeniden üretim merkezlerinden biri. Elbette bizde kimse böyle bir nane yedikten sonra kovulmaz ya da istifa etmez. Bizde BBC’deki Barbara Slater gibi kadın bir spor müdürü de yok (Telesport hâlâ var mı bilmiyorum ama zaten kategori dışı). Medyamızdaki kokuşmuş cinsiyetçi ağzı, gazete manşetleri ve yüksek reytingli televizyon programlarında muhabbet ve kahkahayla karşılıyoruz.

Erman Toroğlu pespayeliğinin zirvede dolaştığı günler dün gibi, onun anlayışı da halen medyadaki yaygın anlayış. Toroğlu’nun hakemlik yapması engellenen bir eş cinsele verdiği tepkiyi hatırlıyor musunuz: “Gizli gay futbolcular var mı? O zaman gizli olarak gay hakem de olabilir. Ama kağıda kaleme düşüp tescillenmişse, müsaade edin de hakem olmasın. İstediğiniz mesleği ona yaptırın ama bana biraz hakemlik yönü ters geliyor. Hele erkek maçlarında bu arkadaşların duygusal düdük çalacaklarını tahmin ediyorum. Mesela yakışıklı, sert futbolcu lehine daha çok düdük çalıp penaltı vereceklerini zannediyorum.”

“Hoca”daki kafaya bakar mısınız? Üstelik bu zavallı görüşlerini eleştiren sol cenaha da “Sol, iyi demagoji yapar ama bir şey üretmez. Benim fikirlerim var söylerim” diyerek “had bildirmişti.” Kafan çok güzelmiş Erman Hoca nereden aldın deyip geçmek lazım ama burada durur mu hiç, aklıma gelen bir diğer vukuatı da şu: “Diyorlar ki, ”Erkek sıkıştığı zaman kadına vuruyor.” Ben de diyorum ki, erkek fiziksel olarak kadına vuruyor. Daha kuvvetli. Peki, kadın erkeği dövmüyor mu? Bence dövüyor. Nasıl dövüyor? Çeneyle.”

Erkeğin kadına uyguladığı fiziksel şiddetle, erkek egemen söylemin uydurduğu “kadın dırdırı” mitini nasıl da birbirine eşitliyor “hakem ustası”. Erman Toroğlu bu cümleleri kurarken onu bir avuç insanın eleştirdiği gerçeği Türkiye medyası adına önemli şeyler söylüyordu. Elbette onun şu vecizesi de: “Hakem dediğin erkek gibi olmalı!”

Toroğlu haricinde neler görmedik ki? Bay Arena’yı gollerle delik deşik yapıp Bayan Arena’ya çevirmekten bahseden Osman Tamburacılar mı istersiniz, Caster Semenya’nın küresel lincine salyalarla destek veren burjuva medyası mı, patriyarkal deyim ve küfürleri kitabına uydurup gazete manşeti yapanlar mı? Örnekleri sürüsüne bereket! Fakat bizim benzer tartışmaları yapabilmemiz için önce kadın hakemleri talimatla Süper Lig’e sokmayan kafalardan kurtulmamız gerekiyor. Hilal Tuba Tosun, Kadriye Gökçek ve Deniz Dilan Gökçek gibi FIFA kokartlı kadın hakemlerimiz olmasına rağmen 10 yıldır Lale Orta dışında hiçbir hakeme bırakın Süper Ligi, 1.Lig’de bile görev verilmedi. Ha pardon, kadın hakem maç yönetirse yakışıklı futbolcu lehine daha çok düdük çalardı değil mi? Unutmuşum, pardon.

Esasında çözüm kadın hakemleri erkek futbolcuların arasında görmekten değil “erkek medyası”nda kadın spor emekçilerini görebilmekten geçiyor. Bunu da egemen sınıfın değerlerini yansıtmak ve yeniden üretmekle hayli meşgul olan burjuva medyası yapmaz. Ancak biz yapabiliriz.

Sunday, July 25, 2010

Spor medyasında kadının adı yok

BU YAZI İLK OLARAK 25 TEMMUZ 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Bir üst yapı kurumu olarak spor ve burjuva medya organları toplumdaki egemen sınıfın çıkarlarını yansıtma ve yeniden üretme konusunda işbirliği içerisindedirler. Bu noktada sistemin spora yüklediği kimi görevler vardır. Bunları sınıfsal ayrımcılığın, milliyetçiliğin ve cinsiyetçiliğin pekiştirilmesi olarak maddeleyebiliriz.

Milliyetçilik ve cinsiyetçilik genel başlıklarında inceleyebileceğimiz kültürel çalışmalarda, spor, özellikle 1960’lardan itibaren Gramsci’ci hegemonya teorilerinden beslenen karakteriyle hayli rağbet gören bir alan olarak öne çıkmaya başladı. ABD’li Michael Messner cinsiyet çalışmaları konusunda uzman bir sosyolog. 1989-2009 arasında ana akım medya organlarındaki spor bültenlerini inceleyerek oluşturduğu çalışmasını “Spor Medyasında Cinsiyet Çalışmaları: 1989-2009” adıyla yayınladı. Messner’in raporu çarpıcı sonuçları içeriyor ve bu çalışma ABD içerikli olsa da-kadın sporcuların medyadaki temsili sorunu tüm dünyada geçerli bir hadise olduğundan-evrensel çıkarımlar yapmamızı mümkün kılıyor.

Kadının temsilindeki dramatik düşüş

Messner’in araştırmasına göre 1989’da kadın sporculara ve kadınlar tarafından icra edilen sporlara spor bültenlerinde yer verilme oranı %5. Bu oran, 1999’da %8.7’ye kadar çıkıyor fakat son 10 yılda yaşanan düşüş dikkat çekici. 2004’te %6.3’e gerileyen rakam, 2009’da %1.6’lara kadar düşüyor. Aynı dönemde kadın sporcu sayısının arttığını ve bu sporların kadınlar arasında yaygınlaştığı gibi gerçekleri göz önünde bulundurunca bu düşüşü rasyonel kılmak da zorlaşıyor.

Rapora göre 90’larda yaşanan çıkışın arkasındaki en önemli sebep medyanın sporcu kadınları cinsel bir obje olarak yansıtma konusundaki eğilimi. Anna Kournikova örneğiyle tavan yapan bu süreç, 2000’lerde Maria Sharapova’nın başını çektiği bir grupla devam etmişti. 2004’le 2009 arasında bu akımın en azından ana haber bültenleri mecrasında azaldığı gözleniyor. Fakat bu sefer de görülüyor ki erkek egemen spor medyasının kadın sporculara olan ilgisi Kournikova’nın bacakları ve Sharapova’nın inlemeleriyle sınırlı.

Kadınların medyada özellikle de erkek dergilerinde sporcu kimliklerinin dışında birer seks sembolü olarak yansıtılmaları bireysel olarak bu isimlere ün ve şöhret kazandırıyor. Fakat bu ilginin spora herhangi bir katkısı yok. Çünkü erkek dergilerinde çıplak fotoğrafları yayınlanan spor meşhurlarının saha içi maceraları spor bültenlerinde kendisine yer bulamıyor.

Bunun sonuçları da Messner’in çalışmasında açık olarak ortaya çıkıyor. Genel olarak hem kadınların spora olan ilgisi hem de kadın sporcu sayısındaki artışa rağmen böylesi dramatik bir düşüşün başka bir açıklaması olamaz. Elbette “karşı” tarafın elinde her zaman için şu koz var: “Kadınların icra ettiği sporlar ilgi çekmiyor ve para kazandırmıyor. Dolayısıyla bunlara yer veremiyoruz yahut daha az yer veriyoruz.”

Özellikle de ABD’de bu iddianın pek bir dayanağı yok çünkü yine resmi rakamlara göre 2009-2010 sürecinde sadece ABD Kadınlar Kolej Basketbol Ligi maçlarını tribünden seyreden seyirci sayısı 11 milyon! Bu sezonki Connecticut-Stanford finalini tam 3.5 milyon televizyon izleyicisi izledi. Yani ortada halkın kadın sporlarına ilgisizliği diye bir şey söz konusu değil.

Böyle bir ilgisizliğin var olduğuna, kadınların icra ettiği sporların sıkıcı olduğuna ve genel olarak kadınların iyi atletler olmadıklarına dair erkek egemen hegemonya tarafından kabul ettirilmek istenen bir düşünce var. Bu düşünce elbette spor medyası takipçilerinin ve sporseverlerin de ön yargılarını şekillendiriyor.

Karşı-hegemonik bir güç olarak Kadın

“İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar ama bunu keyiflerince yapamazlar; tarihi, kendi seçtikleri koşullar altında değil, fakat doğrudan geçmişten gelen ve içinde bulundukları verili koşullar altında, yaparlar.”


Aslında Marx’ın bu sözü, tüm bu kültürel çalışmaların özünü oluşturan ve onları şekillendiren Gramsci’nin hegemonya teorisinin de temeline katkıda bulunuyor. İçinde olduğumuz verili koşulları hazırlayanlar yani egemen sınıf ve onun kontrolündeki medya, kadınların icra ettiği sporlara dair olan algımızı bile bağımsız bir şekilde oluşturmamıza izin vermiyor. Spor bültenlerinde sporcu kimliğiyle izleyemediğimiz isimleri erkek dergilerinde yarı çıplak halde karşımıza çıkarıyorlar. Bu tavır kadın sporcuların kişiliklerine ve kariyerlerine bir hakarettir. Onu geçtim bu aslında erkek egemen tüketimi koşullandıran ve zihinlerdeki maço hegemonyayı yeniden üreten bilinçli bir siyasettir.

Sistem, hegemonyasını oluştururken toplumdaki maddi koşulları oluşturan güçleri de belirler ve bunların neticesinde ortaya çıkan toplumsal sınıflara belli işlevler yükler. Burada kadına dayatılan rol alçaltıcı ve edilgendir. Tam da bu yüzden kadın, karşı-hegemonyacı bir güç olma potansiyeline sahiptir. Kadın sporcuların bu özelliği bağımsız medyaların gittikçe güçlendiği ve insanların ana akım organlara olan bağımlılığının azaldığı günümüzde ve gelecekte daha da büyük bir önem kazanarak topluma yol gösterici olacaktır.

Saturday, February 20, 2010

Soyunmayan bizden değildir

BU YAZI İLK OLARAK 21 ŞUBAT 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR

Gürcü luj(hız kızağı) sporcusu Nodar Komaritaşvili’nin ölümü ve Vancouver halkının oyunlara karşı olan yoğun muhalefetiyle başlayan 21.Dünya Kış Olimpiyatları’nda ilk haftayı geride bıraktık. Madalya sıralamasında ABD, 6’sı altın toplamda 18 madalyayla başı çekerken arkasından Almanya ve Norveç sıralanıyor. Turnuvanın şu ana kadar en çok konuşulan sporcusu ise ABD’li Lindsey Vonn.

Alp disiplini iniş’te altın madalya kazanan Vonn, süper kombine yarışlarında yaşadığı dramatik kazayla son günlerde sayısı hayli artan sevenlerini üzdü. ABD medyasının müthiş desteğiyle yarışlara giren Vonn, turnuva öncesinde ülkesinin en köklü ve “saygın” spor dergisi Sports Illustrated’a verdiği pozlarla tartışma yaratmıştı. Saygını tırnak içinde yazdım çünkü ana akım medya içerisinde saygın, prestijli vs. gibi sıfatlarla tanımlanan medya organlarının medyaya eleştirel bir pencereden bakan gözlerde yarattığı hisler genelde tam tersidir.

Seksi fotoğrafları için tıklayınız

Dünya spor medyasını yakından takip eden herhangi birisine Sports Illustrated’ın alamet-i farikası nedir diye sorsak hiç duraksamadan senede bir çıkardıkları “kadın mayosu eki” diye cevap verecektir. Günümüzde sanal ortamdaki yansımasını “seksi fotoğrafları için tıklayınız” fenomeninde bulan bu erkek okuyucu avlama yöntemi şaşırtıcı olmayan bir şekilde yayınlandığı her dönemde büyük ilgi çekmeyi başarıyor.

2010 temasını Kış Olimpiyatları üzerine kuran “kült” ek huyu olduğu üzere sadece süper modellere değil sporculara da yer verdi. Bugüne kadar Anna Kournikova’dan Lauren Jackson’a sayısız atlete “çıplak poz verme imkânı” sağlayan derginin son gözdesi de Lindsey Vonn’du. Vonn’un turnuva boyunca gördüğü ilgiyi düşünürsek SI’ın sporcu üzerindeki emek ve emellerinin boşa gitmediğini görebiliriz.

Tabii ki derginin bu kadın atlet soyma merakının ardında sadece çok satmak yok. Sporun egemen kesimin değerlerini yansıtmak ve yeniden üretmek konusunda eşsiz bir mecra olduğunu daha önce birçok kez dile getirmiştik. Bu noktada kadının erkek egemen toplumun işine gelir şekilde karakterize edilmesi de kaçınılmaz. Daha önce Billie Jean King, Martina Navratilova, Amelie Mauresmo, Caster Semenya gibi vakalarda rastladığımız üzere spor elitleri için kadının güzel, seksi ve en önemlisi heteroseksüel olanı makbuldür. Yeni çıkış yapan bir kadın atlette bu üç özellik aynı anda yer alıyorsa ne ala. İlk iş olarak Sports Illustrated başta olmak üzere sayısız “erkek” dergisi tarafından soyulacak ve kasların itinayla fotoşoplanması suretiyle “makbul kadın sporcu” kategorisine sokulacaktır. Kasların fotoşoplanması durumunu özellikle vurguladım çünkü pederşahi dünyamızda tıpkı spor yapmak gibi kaslı olmak da bir kadına yakıştırılan özellikler arasında değildir.

“Erkek gibi oynamak”

Hatta güç, hız, çeviklik gibi erkekler sporunda yüceleştirilen unsurlar kadınlar sporunda bir hedef gösterme aracı olagelmiştir. 1999 Avustralya Açık’ta gösterdiği başarıyla dikkatleri üzerine çeken lezbiyen sporcu Amelie Mauresmo’ya yarı finalde yendiği Lindsay Davenport’un “çok güçlü, bir kadın gibi oynamıyor” diyerek sataşması yahut finalde yenildiği Martina Hingis’in “kız arkadaşı var büyük ihtimalle yarı erkek” demesi bu durumun en çarpıcı örneklerinden.

Bir üst yapı kurumu olarak spor, egemen güçlerin değer ve çıkarlarının medya desteğiyle güçlendirildiği ve yeniden üretildiği bir alandır. Ve bu alanda kadına biçilen rol tıpkı sosyal hayattaki gibidir. Bu açıdan bakıldığında Sports Illustrated’a ya da başka bir dergiye çıplak poz vermek ve kadınsılığını kanıtlamak sistemin gözündeki ideal kadın sporcu için bir nevi “Ben de aslında sizin gibiyim” deme fırsatıdır. Sonuçta bir kadın olarak profesyonel sporla uğraşıyorsanız ve üstelik yaptığınız işte iyiyseniz bizzat hemcinsleriniz tarafından bile “yarı-erkek”, “eşcinsel” vs. olarak etiketlendirilebilirsiniz.

Homofobinin, cinsiyetçiliğin ve ataerkil statükonun medya organları tarafından vahşice yeniden üretildiği bir alan olan spor dünyasında Lindsey Vonn gibi atletlerin endişelerini anlamakla beraber 1 Mauresmo’yu 10 Vonn’a ya da Sharapova’ya değişmeyeceğimi de belirteyim. Çünkü erkek egemen görüşün ürettiği kadın algısını spor dergilerine soyunan değil statükoya direnen kadın sporcular değiştirebilir.

Wednesday, September 16, 2009

'Kahrolsun İstanbul Belediyesi!'

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Spor sahaları hareketli bir haftayı geride bıraktı. Futbolda önce milli maç arkasından derbi heyecanı, teniste Amerika Açık, basketbolda Avrupa Şampiyonası ve Selanik’te düzenlenen atletizm finalleri sporseverlere dolu dolu bir hafta yaşattı. Bunca güzel heyecanın yanında saha dışı çirkinlikler de mevcuttu ne yazık ki.

BARBAR SPOR ELİTİ SEMENYA’YA KARŞI

Dünya Atletizm Federasyonu’nun nezdinde faşist bir baskı örgütü olarak karanlık yüzünü gösteren spor eliti amacına ulaşmak üzere. Caster Semenya’ya dayatılan cinsiyet testi sonucunda Güney Afrikalı atletin “hermafrodit” yani çift cinsiyetli olduğu raporu basına sızdırıldı. İddialara göre Semenya’nın vücudunda kadın yumurtalığı yerine erkek yumurtalığı (iç organ olarak) var.

Şimdi bu light-Mengeleler, durumun Semenya’ya hormonsal bir katkı sağlayıp sağlamadığını tespit edecek. Kuşkusuz bu tavır IAAF’in nazarında “Erkeğin kadından fiziksel olarak daha güçlü” olduğunun da bir itirafı. Oysaki sosyal antropoloji derslerini can kulağıyla dinlemiş biri olarak birçok örnekle ileri sürebileceğim üzere erkeğe ve kadına toplumun biçtiği roller biyolojik olmaktan ziyade kültüreldir. 3 yaşındaki bir kız çocuğu dişi üreme organlarına sahip olduğu için değil ailesi öyle uygun gördüğü ve farkında olmadan dayattığı için Barbie’lerle oynar. Bunun tersi de elbette erkekler için geçerli. Kadınların avlandığı, erkeklerinse evde beklediği kimi ilkel kabilelere mi dönmek lazım bu ayrımcı önyargıları aşabilmek için?

Meramımı tam olarak açıklayabildiysem, Semenya hadisesiyle ilgili 2 hafta önce yazdığım yazıdan bir alıntı aktarmak istiyorum: “Düşünün bir kere, diyelim ki bu test sonucu Semenya’nın hermafrodit olduğu anlaşıldı ya da kromozomları XX değil de XY çıktı. Genç sporcu, sahtekâr bir dopingliymişçesine muamele görecek, madalyası ve profesyonel olarak spor yapma hakkı elinden alınacak ve 18 yıllık yaşamının tüm emekleri gasp edilecektir.”

18 yaşındaki gencecik bir kıza sırf şampiyon olduğu fakat bunu yaparken yeterince kadınsı olmadığı üstüne bir de siyahi ve Afrikalı olduğu için bir cinsiyet testi dayatıldı. Sonucunda şampiyon atlet sanki bir suçmuşçasına “hermafrodit” olarak damgalandı. Ötesi özel hayatına tecavüz edildi, kişilik hakları hiçe sayıldı ve şimdi de yoksul hayatının belki de tek oyuncağı olan spor yapma hakkı elinden alınmak üzere. İşte kapitalist kurumların “adaleti, eşitliği, özgürlüğü”... Umarım herkes şunun farkındadır ki Batı medyası ve IAAF tarafından çift cinsiyetli olarak tanılanan Caster Semenya’nın başını derde sokan şey sahip olduğu erkek yumurtalığı değil kadınlığıdır.

CLIJSTERS VE DEL POTRO İHTİLALİ

Derisinin rengi ve milliyeti itibariyle Caster Semenya’ya yaşatılan rezilliklere maruz kalmama şansına sahip olan Belçikalı Kim Clijsters ise 2 yıl aradan sonra anne olarak döndüğü tenis kortlarında fırtınalar estirdi. Venus Williams ve Serena Williams gibi iki devi eleyerek şampiyon olan 26 yaşındaki raket, 70’lerin efsane ismi Hollandalı Evonne Goolagong’dan sonra “anne” olarak Grand slam kazanan ilk bayan tenisçi olarak da tarihe adını yazdırdı. Turnuvanın favorisi Serena Williams ise Clijsters’a elenirken sinirlerine hâkim olamadı ve çizgi hakemini ağzına raket sokmakla tehdit etti. Yanlıştı elbette, yakışmadı kendisine. İnsanın aklınaysa şu soru geliyor: Serena’nın ne kadar yapılı, kuvvetli ve atletik bir hatun olduğu malum. Eğer ABD değil de bir Afrika ülkesinin vatandaşı olsa şimdiye kadar kendisine kaç kere cinsiyet testi dayatılırdı?

Erkeklerde ise perdede Arjantinli Juan Martin Del Potro’nun tek kişilik ihtilali vardı. Yarı finalde Rafael Nadal’ı, finalde de Roger Federer’i deviren 21 yaşındaki genç yıldız soğukkanlılığı, korkutucu fiziği ve oyun tarzıyla unutulmaz Çek raket (o zamanlar Çekoslovakya’ydı) Ivan Lendl’ı fena halde andırıyor. Hele ki running-forehand’leri (koşarak yapılan elönü vuruşu) Lendl’ın karbon kopyası gibi. Del Potro, bu şampiyonlukla Federer’in 5 yıllık Amerika Açık hegemonyasına da son vermiş oldu.

Son olarak biraz da Galatasaray-Beşiktaş derbisinden bahsetmek isterdim. Tabii, İbrahim Altınsay’ın dediği gibi derbi fare doğurmamış olsa bahsedecek çok şey olurdu. Tribündeydim ve rahatlıkla söyleyebilirim ki karşılaşmanın en güzel anı maç öncesi saygı duruşunu militarizm şovuna çeviren tribünlere inat bir kısım Beşiktaş taraftarının “Kahrolsun İstanbul Belediyesi” diyerek bağırmasıydı. Sel felaketinde ve dağlarda emekçiler, emekçi çocukları ufak bir azınlığın kirli oyunlarına, para hırsına, siyasetine kurban edilirken böylesi bir kontra ses duymak acımızı hafifletmedi belki ama dudaklarımıza ufak da olsa bir tebessüm kondurdu. (Beşiktaş tribünlerinin Metin Oktay ve Ali Sami Yen’e küfrettikleri de söylendi. Maç heyecanından olsa gerek duymadım. Eğer doğruysa bu güzel protestolarını da anlamsızlaştırmışlar demektir.)

Wednesday, September 9, 2009

Tenis ve cinsiyetçilik

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Spor dünyasında maddi zenginlik ve saha içi kazancın her tür kolektif sorumluluğun önünde yer aldığını söylemek artık marifet değil. Marifet; kapitalist düzenin bir yansıması olan bu sonucun hangi yollarla kendini kabul ettirdiğini ve çarkları nasıl işlettiğini teşhir etmekte. Nasıl ki sistem, günlük hayatımıza milliyetçilik, sınıfsal ayrımcılık ve cinsiyetçilik gibi sorunları sokuyor ve onları normalleştiriyorsa aynısı spor dünyası için de geçerli.

Tenis kortlarında cinsiyetçilik artık öylesine ayyuka çıktı ki üst düzey yetkililer dâhi bunu itiraf etmekten çekinmiyor. Bu sebepten, tenis dünyasının en prestijli grand slam’i Wimbledon’ın üst düzey yetkililerinden Johnny Perkins, televizyon yayınları ve kortların seçimi konularında atletlerin fiziksel görünüşünün bir faktör olduğunu kabul ettiğinde kimse buna şaşırmadı. Yanlış okumadınız; tenisin en yüce makamı açık açık cinsiyetçi bir tutum sergilediklerini belirtiyor ve kimseden adamakıllı bir tepki işitmiyor. Dahası ESPN’den L.Z Granderson gibi gay bir gazeteci (yani cinsiyetçiliğe en çok karşı çıkması gereken isim) çıkıp “bunda kötü bir niyet göremiyorum” diyebiliyor. Bu bir Kürt’ün “Türkiye Türklerindir” ibaresini zararsız bulması ya da bir işçinin sigortasız da olsa 3 kuruşa çalıştırılmayı şükranla karşılaması gibi sakat bir durum. Fakat maalesef sistemin istediği de bu. Alenen haksız ve piyasa çıkarına olan tüm tutumları (ki burjuva demokrasisi yola eşitlik-kardeşlik-özgürlük diye çıkmıştı!!!) normalize etmek ve kabul görmesini sağlamak.

Cinsiyetçiliğin böylesi bir aşamaya eriştiği kadın tenisinde bugünün milyon dolarlık sorusu şu: Kadın tenisi mi seks satıyor yoksa seks mi kadın tenisini satıyor? Kulağa yumurta-tavuk hikâyesi gibi gelebilir. Hakikaten de öyle. Günümüz spor dünyasında akademik çevrelerce de kabul gören bir gerçek vardır. Sporu kârlı kılmakla görevli olan aygıtların önceliğinde fanatik taraftarlar ve sadık sporseverler değil, “gündelik” ya da “rastgele” olarak adlandırılan medya tüketicisi tipi vardır. Sadık sporseverleri memnun etmek kolaydır çünkü onlar zaten oyunun aşığıdırlar ve ne olursa olsun sevdikleri sporu takip etmek için gazete, dergi, maç bileti, forma satın alacaklardır. Önemli olan “rastgele” izleyicileri cezbedebilmek. Bunun da yolu alanlarında başarılı olan ve belli fiziksel ve sosyal özellikleri barındıran sporcuları sistemin çıkarına uyacak şekilde sporcu kimliğinden çok ötelere taşımaktan geçer. Bunun için sistem sporculardan kahramanlar, insanüstü figürler, efsaneler ve seks objeleri yaratır. Ne yazık ki günümüzde seks objesine dönüştürülme işinin ana muhatabı da kadınlar tenisidir. (Hedef kitle orta sınıf hetero-erkekler olduğu için)

Wimbledon yetkilisi Johnny Perkins’in itirafı ışığında, devam etmekte olan Amerika Açık’ı analiz edecek olursak tenis sporunun ülkedeki geleneğe ve geçmişine aykırı bir tutumun sergilendiğini görebiliriz. Tenis, Amerikan spor sahalarındaki direnişin en önemli arenalarından biridir. Öyle ki bugün Amerika Açık kortlarına adını veren Billie Jean King teniste kadın ve lezbiyen hakları, Arthur Ashe ise siyâhi sporcuların hakları konusunda önemli çalışmalar yürütmüş ve kazanımlar elde etmişlerdir. 70’lerde söke söke alınan bu hakların devamı gelmediği gibi etkileri de korta isim vermekle sınırlı kalmış anlaşılan.

Amerika Açık Kadınlar’da çeyrek final mücadelesi dün başladı. Tüm bu gerçekler ışığında, Venus Williams, Maria Sharapova, Elena Dementieva, Ana Ivanovic, Jelena Jankovic, Nadia Petrova gibi Perkins’in deyimiyle “göze hoş gelen” favori atletleri eleyen sürpriz isimlerin ülkenin en büyük medya kuruluşu ESPN tarafından “gişe katilleri” başlığıyla duyurulması da sürpriz değil elbette.

Billie Jean King, Martina Navratilova, Arthur Ashe gibi asi figürlerle anmaktan hoşlandığımız tenis dünyasının bugün sporda cinsiyetçiliğin kalesine dönüştüğünü görmek üzücü. Fakat asıl tedirgin edici olan Caster Semenya hadisesinde de gözlemlediğimiz gibi cinsiyetçiliğin tıpkı milliyetçilik ve sınıfsal ayrımcılık gibi gitgide normalleştirilmesi.