Showing posts with label karl marx. Show all posts
Showing posts with label karl marx. Show all posts

Sunday, July 25, 2010

Spor medyasında kadının adı yok

BU YAZI İLK OLARAK 25 TEMMUZ 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Bir üst yapı kurumu olarak spor ve burjuva medya organları toplumdaki egemen sınıfın çıkarlarını yansıtma ve yeniden üretme konusunda işbirliği içerisindedirler. Bu noktada sistemin spora yüklediği kimi görevler vardır. Bunları sınıfsal ayrımcılığın, milliyetçiliğin ve cinsiyetçiliğin pekiştirilmesi olarak maddeleyebiliriz.

Milliyetçilik ve cinsiyetçilik genel başlıklarında inceleyebileceğimiz kültürel çalışmalarda, spor, özellikle 1960’lardan itibaren Gramsci’ci hegemonya teorilerinden beslenen karakteriyle hayli rağbet gören bir alan olarak öne çıkmaya başladı. ABD’li Michael Messner cinsiyet çalışmaları konusunda uzman bir sosyolog. 1989-2009 arasında ana akım medya organlarındaki spor bültenlerini inceleyerek oluşturduğu çalışmasını “Spor Medyasında Cinsiyet Çalışmaları: 1989-2009” adıyla yayınladı. Messner’in raporu çarpıcı sonuçları içeriyor ve bu çalışma ABD içerikli olsa da-kadın sporcuların medyadaki temsili sorunu tüm dünyada geçerli bir hadise olduğundan-evrensel çıkarımlar yapmamızı mümkün kılıyor.

Kadının temsilindeki dramatik düşüş

Messner’in araştırmasına göre 1989’da kadın sporculara ve kadınlar tarafından icra edilen sporlara spor bültenlerinde yer verilme oranı %5. Bu oran, 1999’da %8.7’ye kadar çıkıyor fakat son 10 yılda yaşanan düşüş dikkat çekici. 2004’te %6.3’e gerileyen rakam, 2009’da %1.6’lara kadar düşüyor. Aynı dönemde kadın sporcu sayısının arttığını ve bu sporların kadınlar arasında yaygınlaştığı gibi gerçekleri göz önünde bulundurunca bu düşüşü rasyonel kılmak da zorlaşıyor.

Rapora göre 90’larda yaşanan çıkışın arkasındaki en önemli sebep medyanın sporcu kadınları cinsel bir obje olarak yansıtma konusundaki eğilimi. Anna Kournikova örneğiyle tavan yapan bu süreç, 2000’lerde Maria Sharapova’nın başını çektiği bir grupla devam etmişti. 2004’le 2009 arasında bu akımın en azından ana haber bültenleri mecrasında azaldığı gözleniyor. Fakat bu sefer de görülüyor ki erkek egemen spor medyasının kadın sporculara olan ilgisi Kournikova’nın bacakları ve Sharapova’nın inlemeleriyle sınırlı.

Kadınların medyada özellikle de erkek dergilerinde sporcu kimliklerinin dışında birer seks sembolü olarak yansıtılmaları bireysel olarak bu isimlere ün ve şöhret kazandırıyor. Fakat bu ilginin spora herhangi bir katkısı yok. Çünkü erkek dergilerinde çıplak fotoğrafları yayınlanan spor meşhurlarının saha içi maceraları spor bültenlerinde kendisine yer bulamıyor.

Bunun sonuçları da Messner’in çalışmasında açık olarak ortaya çıkıyor. Genel olarak hem kadınların spora olan ilgisi hem de kadın sporcu sayısındaki artışa rağmen böylesi dramatik bir düşüşün başka bir açıklaması olamaz. Elbette “karşı” tarafın elinde her zaman için şu koz var: “Kadınların icra ettiği sporlar ilgi çekmiyor ve para kazandırmıyor. Dolayısıyla bunlara yer veremiyoruz yahut daha az yer veriyoruz.”

Özellikle de ABD’de bu iddianın pek bir dayanağı yok çünkü yine resmi rakamlara göre 2009-2010 sürecinde sadece ABD Kadınlar Kolej Basketbol Ligi maçlarını tribünden seyreden seyirci sayısı 11 milyon! Bu sezonki Connecticut-Stanford finalini tam 3.5 milyon televizyon izleyicisi izledi. Yani ortada halkın kadın sporlarına ilgisizliği diye bir şey söz konusu değil.

Böyle bir ilgisizliğin var olduğuna, kadınların icra ettiği sporların sıkıcı olduğuna ve genel olarak kadınların iyi atletler olmadıklarına dair erkek egemen hegemonya tarafından kabul ettirilmek istenen bir düşünce var. Bu düşünce elbette spor medyası takipçilerinin ve sporseverlerin de ön yargılarını şekillendiriyor.

Karşı-hegemonik bir güç olarak Kadın

“İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar ama bunu keyiflerince yapamazlar; tarihi, kendi seçtikleri koşullar altında değil, fakat doğrudan geçmişten gelen ve içinde bulundukları verili koşullar altında, yaparlar.”


Aslında Marx’ın bu sözü, tüm bu kültürel çalışmaların özünü oluşturan ve onları şekillendiren Gramsci’nin hegemonya teorisinin de temeline katkıda bulunuyor. İçinde olduğumuz verili koşulları hazırlayanlar yani egemen sınıf ve onun kontrolündeki medya, kadınların icra ettiği sporlara dair olan algımızı bile bağımsız bir şekilde oluşturmamıza izin vermiyor. Spor bültenlerinde sporcu kimliğiyle izleyemediğimiz isimleri erkek dergilerinde yarı çıplak halde karşımıza çıkarıyorlar. Bu tavır kadın sporcuların kişiliklerine ve kariyerlerine bir hakarettir. Onu geçtim bu aslında erkek egemen tüketimi koşullandıran ve zihinlerdeki maço hegemonyayı yeniden üreten bilinçli bir siyasettir.

Sistem, hegemonyasını oluştururken toplumdaki maddi koşulları oluşturan güçleri de belirler ve bunların neticesinde ortaya çıkan toplumsal sınıflara belli işlevler yükler. Burada kadına dayatılan rol alçaltıcı ve edilgendir. Tam da bu yüzden kadın, karşı-hegemonyacı bir güç olma potansiyeline sahiptir. Kadın sporcuların bu özelliği bağımsız medyaların gittikçe güçlendiği ve insanların ana akım organlara olan bağımlılığının azaldığı günümüzde ve gelecekte daha da büyük bir önem kazanarak topluma yol gösterici olacaktır.

Wednesday, July 1, 2009

Sosyal adaletsizlik ve spor

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Piyasanın tarihsel evrimi otoriteye yarı görünmez, sinsi, acımasız ve bir o kadar da kuvvetli bir silah kazandırdı. Kapitalizm öncesi insanoğlunun zorbalığı şeffaftı. Egemenliği elinde bulunduran her devlet/topluluk/aşiret gücünü dışarıda kanlı fetihler, içerideyse asilere karşı acımasız cezalarla gösteriyordu. Kapitalizm ve nihayetinde modern devletlerin ortaya çıkışından sonra ise sistemin kılıcı büyürken gözden kayboldu, keskinleşirken zihinlerden silindi. Ve nihayetinde zorbalık kanıksandı. Herkesin sözde eşit olduğu burjuva demokrasilerinde, egemen güçler artık şiddet kullanmadan insan öldürebilir hale geldi. Ve hafızası silinen, dili peltekleştirilen insanlığın hak arama yolları kapatıldı. Sosyal adalet piyasanın insafına bırakıldı.

Cristiano Ronaldo 94 milyon avroymuş. Kaka, 70 milyon, Eto’o 50 milyon. Real Madrid ve Manchester City’nin toplam transfer bütçesi 600 milyon avroymuş. Orlando Magic’in yeni salonu 500 milyon dolara mal olmuş. Devlet destekli Aslantepe Stad projesinin yerine bilmem kaç hastane, okul yapılabilirmiş. Wimbledon Tenis Turnuvası’nın oynandığı kortlara yapılan açılır kapanır tavanların maliyeti 80 milyon poundmuş.
Öyle buyuruyor pek muhterem piyasa.

Piyasanın olduğu yerde bir malın gerçek değerini bilebilmek imkânsız, hatta böyle bir gerçek değer kavramı yok denebilir. Para-mal-kâr biçiminde işleyen sistemin içerisinde Marx’ın da dediği gibi tüm değerler spekülatiftir. Gerçek değerden sapmalar kaçınılmazdır ve bunu arz-talep dengesi belirler. Tüm bu denklemin asıl yaratıcısı olan “emek” ise yok sayılır, küçümsenir ve adaletsizliği doğuran faktörlerden biri de budur.

“Yüce” arz-talep dengesi, kimlerin talebi ve ihtiyaçlarının karşılanması adına fiyat dikte ediyor bilinmez ama muhatabının Giorgio Agambe’nin deyimiyle Homo Sacer yani Kutsal İnsan olmadığı kesin.

Doğal kaynakların, ihtiyaç maddelerinin, yaşama hakkının, hukukun bu kadar adaletsiz dağıtıldığı bir dünyada piyasanın ve onun aygıtı “devletin” şımarıklığıdır harcanan bu paralar. Açıkça adını koymak gerekirse spor, gereksiz giderleri, abartılan önemi, “işlevsiz işlevliliği” ve sınıflılaştırılmasıyla sosyal adaletsizliğin kalelerinden biri haline getirilmiştir.

ABD’li muhalif spor yazarı Dave Zirin geçtiğimiz hafta “Canın mı stadyumun mu” başlıklı bir yazı kaleme almıştı. Sözde halkın hizmetkârı olan devletin halk sayesinde biriktirdiği sermayeyi iş adamlarına, “spor kompleksi inşası” adı altında peşkeş çekmesini eleştiriyor ve son dönemlerde altyapı eksikliği nedeniyle tahribatı artan doğal ve beşeri yollu felaketlerin etkisinin bu kaynaklar doğru yerlere aktarılsa -yani lüks stadyum yapımına değil de altyapı geliştirmelerine harcanmış olsa- ne kadar azaltılabileceğini sorguluyordu.

Bir sonraki felakette aynı soruları bizler de sormaya başlayacağız merak etmeyin. Fakat piyasanın, çoğunluğun hayatını ve haklarını açgözlü bir azınlığın şımarıklıkları uğruna ipotek altına alıp yok sayması nasıl bu kadar doğal karşılanabiliyor? İşte bunun cevabı da yazımın başındaki cümlede yani kapitalizmin zorbalığı görünmezleştirirken, doğallaştırdığı gerçeğinde gizli. Spor dünyasında dönen rakamların azameti altında ezilmeden, bu paraların spora değil piyasaya ve iş adamlarına daha çok kâr yaratmak için aktarıldığının bilincinde olalım. Ve sporun sosyal adaletsizliğin kalelerinden biri haline getirilmesine “Hayır” diyelim.