Sunday, January 30, 2011

Hayatınız ofsayt!



BU YAZI İLK OLARAK 30 OCAK 2011 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

Richard Keys: Birileri aşağı inip şu kadına ofsaydın ne demek olduğunu öğretse iyi olur.
Andy Gray: Hakikaten! Kadın bir yan hakem, buna inanabiliyor musun! Kadınlar ofsayt kuralından anlamaz. Neden onlara yan hakem diyoruz?
Richard Keys: Tabii ki anlamazlar. Bu ilk değil, öyle değil mi? Önceden bir tane daha vardı.
Andy Gray: Evet, Wendy Toms muydu neydi...


Sky Sports’la özdeşleşmiş iki isim, Spiker Richard Keys ve Yorumcu Andy Gray’in Wolverhampton Wanderers-Liverpool maçı esnasında yaptığı bu diyalog ikilinin kanaldan uzaklaştırılmasıyla sonuçlandı. Gray ve Keys’in kullandıkları dil şaşırtıcı olmamakla birlikte spor medyasındaki cinsiyetçi yaklaşımın ne kadar yaygın ve sıradan olduğunu kanıtlaması açısından önemliydi. Zaten yayınlanan bu konuşma sonrası Andy Gray’in bir program sırasında Kadın Sunucu Charlotte Jackson’a kasıklarını göstererek “Mikrofonu buraya takmak ister misin” dediği video da medyaya sızdırıldı. Yani rezilliklerinin devamı çorap söküğü gibi geldi.

Sky Sports, dünyanın en önemli spor kanallarından biri, nüfuzu Britanya ile sınırlı değil. Spor medyası içerisinde “Sky’la ters düşersen herkesle ters düşersin” gibi bir anlayış var. Dolayısıyla İngiliz medyasına Sky Sports içerisindeki hakim şoven kültür hakkında “içeriden” bilgi veren birçok kimse ismini kullanmaktan çekindi. Yine de medya özellikle de The Guardian çokça veri toplamayı başardı. Eski bir çalışanın söylediğine göre kanal içindeki şoven ve cinsiyetçi tutumlar bununla sınırlı değil fakat 1.5 yıl önce genel müdürlüğe getirilen Barney Francis sonrası işler biraz daha düzelmiş. Hatta “içeriden” bunca kayıtın sızdırılmasına, “Francis’in kanalda haddinden fazla güce sahip olan bu ikiliden kurtulmak için düzenlediği bir operasyon” şeklinde yorum getirenler de var.

İngiliz medyasına genel olarak baktığımızda herkes, tabloid The Sun dahil, Gray ve Keys’e karşı eleştirel bir tutum takınmış durumda. Fakat The Sun özelinde yorumlayacak olursak o 3. sayfa güzelleri ve diliyle bu ne kadar güvenilir bir tutumdur, orası tartışılır. Sky için de benzer bir şüphe söz konusu. Nihayetinde Francis’in kanaldaki şovenizmi azaltma konusunda ne kadar ciddi olduğunu bundan sonra atacağı adımlar gösterecektir. Ağzına kadar cinsiyetçilikle dolu spor kanallarının, habercilik konusunda kalifiye olmadığı halde sadece erkeklere çekici gelen güzellikleri sebebiyle “manken gibi” kadınları ekrana sürmesi olayın bir başka boyutu ve Sky’da bu gibi örneklerden çok var. Esasına bakarsanız cinsiyetçiliğin başladığı nokta da burası. Aynı kadın saha içine inince dalga geçmeye yeltenecekseniz ne anlamı kaldı verdiğiniz istihdamın!

‘HAKEM DEDİĞİN ERKEK OLMALI’

Olaya Türkiye’den bakmak daha şenlikli. Zira ülkemizdeki spor medyası nefret söyleminin de cinsiyetçiliğin de milliyetçiliğin de en önemli yeniden üretim merkezlerinden biri. Elbette bizde kimse böyle bir nane yedikten sonra kovulmaz ya da istifa etmez. Bizde BBC’deki Barbara Slater gibi kadın bir spor müdürü de yok (Telesport hâlâ var mı bilmiyorum ama zaten kategori dışı). Medyamızdaki kokuşmuş cinsiyetçi ağzı, gazete manşetleri ve yüksek reytingli televizyon programlarında muhabbet ve kahkahayla karşılıyoruz.

Erman Toroğlu pespayeliğinin zirvede dolaştığı günler dün gibi, onun anlayışı da halen medyadaki yaygın anlayış. Toroğlu’nun hakemlik yapması engellenen bir eş cinsele verdiği tepkiyi hatırlıyor musunuz: “Gizli gay futbolcular var mı? O zaman gizli olarak gay hakem de olabilir. Ama kağıda kaleme düşüp tescillenmişse, müsaade edin de hakem olmasın. İstediğiniz mesleği ona yaptırın ama bana biraz hakemlik yönü ters geliyor. Hele erkek maçlarında bu arkadaşların duygusal düdük çalacaklarını tahmin ediyorum. Mesela yakışıklı, sert futbolcu lehine daha çok düdük çalıp penaltı vereceklerini zannediyorum.”

“Hoca”daki kafaya bakar mısınız? Üstelik bu zavallı görüşlerini eleştiren sol cenaha da “Sol, iyi demagoji yapar ama bir şey üretmez. Benim fikirlerim var söylerim” diyerek “had bildirmişti.” Kafan çok güzelmiş Erman Hoca nereden aldın deyip geçmek lazım ama burada durur mu hiç, aklıma gelen bir diğer vukuatı da şu: “Diyorlar ki, ”Erkek sıkıştığı zaman kadına vuruyor.” Ben de diyorum ki, erkek fiziksel olarak kadına vuruyor. Daha kuvvetli. Peki, kadın erkeği dövmüyor mu? Bence dövüyor. Nasıl dövüyor? Çeneyle.”

Erkeğin kadına uyguladığı fiziksel şiddetle, erkek egemen söylemin uydurduğu “kadın dırdırı” mitini nasıl da birbirine eşitliyor “hakem ustası”. Erman Toroğlu bu cümleleri kurarken onu bir avuç insanın eleştirdiği gerçeği Türkiye medyası adına önemli şeyler söylüyordu. Elbette onun şu vecizesi de: “Hakem dediğin erkek gibi olmalı!”

Toroğlu haricinde neler görmedik ki? Bay Arena’yı gollerle delik deşik yapıp Bayan Arena’ya çevirmekten bahseden Osman Tamburacılar mı istersiniz, Caster Semenya’nın küresel lincine salyalarla destek veren burjuva medyası mı, patriyarkal deyim ve küfürleri kitabına uydurup gazete manşeti yapanlar mı? Örnekleri sürüsüne bereket! Fakat bizim benzer tartışmaları yapabilmemiz için önce kadın hakemleri talimatla Süper Lig’e sokmayan kafalardan kurtulmamız gerekiyor. Hilal Tuba Tosun, Kadriye Gökçek ve Deniz Dilan Gökçek gibi FIFA kokartlı kadın hakemlerimiz olmasına rağmen 10 yıldır Lale Orta dışında hiçbir hakeme bırakın Süper Ligi, 1.Lig’de bile görev verilmedi. Ha pardon, kadın hakem maç yönetirse yakışıklı futbolcu lehine daha çok düdük çalardı değil mi? Unutmuşum, pardon.

Esasında çözüm kadın hakemleri erkek futbolcuların arasında görmekten değil “erkek medyası”nda kadın spor emekçilerini görebilmekten geçiyor. Bunu da egemen sınıfın değerlerini yansıtmak ve yeniden üretmekle hayli meşgul olan burjuva medyası yapmaz. Ancak biz yapabiliriz.

Monday, January 24, 2011

Sahalarda görmek istediğimiz hareketler...



BU YAZI İLK OLARAK 23 OCAK 2011'DE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

Perşembe akşamı Emek Partisi, Cumartesi günü de Devrimci Spor Emekçileri Sendikası (Spor Emek-Sen) sahalarda görmeye alışık olmadığımız eylemler düzenledi. Başbakanın Türk Telekom Arena Stadyumunun açılışında ıslıklanmasının ardından yeniden su yüzüne çıkan AKP otokratlığına bir tepki olarak vuku bulan bu protestolar hep tekrarladığımız bir arzunun yavaş yavaş gerçekleştiğine delalet: Tribünlerin ve topyekün sportif alanın politik mücadeleye eklemlenmesi.

“Sporun, tribünlerin ne işi var politik mücadeleyle” diye soranlar olabilir. Dünyanın dört bir yanında milyarlarca dolarlık endüstriler yaratan spor, kapitalist zihniyetin enternasyonal anlamda örgütlenmesi ve kendisini meşru kılmasında önemli roller oynamaktadır. Basit bir alt lig karşılaşmasından olimpiyatlara kadar bu böyledir.

En basitinden işe “Recep Tayyip Erdoğan neden o stadyumdaydı?”, “TOKİ neden Galatasaray’a stadyum inşa ettirdi?”, “Başbakan neden hiçbir gerçek demokrasi mücadelesinde göstermediği o sihirli politik iradesini stadyumu Galatasaray’a kazandırma noktasında gösterdi” gibi soruları sorarak başlayabiliriz. Spor, ülkemizde de futbol, toplumsal kültürün en önemli bileşenlerinden biri ve Bağış Erten’in de isabetli bir şekilde dile getirdiği üzere ‘80’lerden bu yana artık sadece bir alt kültür olmanın çok ötesine geçmiş vaziyette.

Bu elbette düzenin tercih ettiği bir durum çünkü kapitalizm gündelik örgütlenmesinde dahi sporu ve sporun kitleselliğini kullanmayı çok iyi beceriyor. Örneğin bugün felaket dönemleri haricinde kimse yüz milyonlarca dolarlık stadyumların halkın ne işine yarayacağını sorgulamıyor.

ABD’de New Orleans şehrinin kaderi bunun en güzel örneklerinden biridir. Bush hükümeti ve Louisiana eyaleti yönetimi Katrina Kasırgası sonrası Superdome Stadyumu’nun yenilenmesine yüz milyonlarca dolar harcarken halk altyapı yetersizliği sebebiyle sellerle boğuşuyordu. Kitleler bu dönemde tepkisini gösterdi ama artık çok geçti ve tadilat sonrası Superdome’un ışıltıları halkın sefaletini, muhalefetini gölgelemeyi başardı. “Bir dahaki felakete inşallah” demek gerekiyor galiba! Halkın parasını halkın ihtiyaçları dışında her şeye harcamak ve bunu meşru kılabilmek önemli bir politik gücün göstergesidir. Kapitalizm sporun bu gücünü her alanda kullanır: milliyetçiliği, cinsiyetçiliği, sınıfsal ayrımcılığı spor aracılığıyla yeniden üretir ve benim sıkça kullandığım bir tabirle sporu sosyal adaletsizliğin kalesi haline getirir.

Düzenin bu politikalarının ters teptiği örnekler var mıdır? Tabii ki. En yakın örnek Güney Afrika. Gelir dağılımı eşitsizliğinin ve konut sorunun felaket boyutlarda olduğu ülkenin milyarlarca dolar harcayarak düzenlediği dünya kupası bugün ülkede hayli güçlü bir toplumsal muhalefet haline dönüşen “Gecekondu İsyanları”nın ivmelenmesinde önemli bir rol oynadı. Güney Afrika, dünya kupası için 3 milyar dolara yakın para harcadı. 5 stadyum inşa etti, 5’ini de yeniledi. Bugün o stadyumların hepsi sinek avlıyor ve Anglo Saksonların tabiriyle “Beyaz Fil”lere dönüşmüş, tamamen atıllaşmış durumda. Peki ne oldu da Güney Afrika örneğinde spor üzerinden halka uygulanan zulüm bir politik mücadele nesnesi haline geldi? Elbette toplumsal muhalefetin başkaldırmasıyla.

Kimsenin ağzından düşürmediği, artık çocukların bile bildiği, klişeleşen gerçekler var: “Spor bir endüstridir” ve “Futbol asla sadece futbol değildir.” İşte tam da öyle olduğu için toplumsal muhalefetin spor üzerinden de örgütlenmesinde hiçbir beis, hiçbir gariplik yoktur. Hatta olması gereken budur. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Düzen, sporu kendi örgütlenmesi için dibine kadar kullanıyorken buna karşı çıkmak düzen karşıtlarının görevidir. Elbette biz spor kullanılarak meşrulaştırılan sosyal adaletsizliğe, yaygınlaştırılan milliyetçilik ve cinsiyetçiliğe karşı çıkacağız.

İktidarların bu kadar ciddiye aldığı bir alanı boş bırakmak olur mu? Güney Afrikalı Merhum Aktivist, Şair-Yazar Dennis Brutus’a ait olan ve daha önce de alıntıladığım bir cümle var : “Sporun gücünü ve sahip olduğu etki alanını inkar edemeyiz. Spor devasa bir mücadele alanıdır ve burada söylediğiniz her söz megafona söylenmişçesine büyük bir etki yaratır.”

Siyasi partiler ve sendikalar neden bir futbol maçında yaşananlar üzerinden eylem yapıyor? Cevabı başta sorduğumuz soruların cevabı aslında. Çünkü spor, düzenin örgütlenmesi ve kendini yeniden üretmesi için muazzam bir alan ve muhalifler bu alana müdahil olmadıkları müddetçe egemenlerin yarattığı koşullarda top sektirmeye devam ederler. Biz edilgen bir biçimde top sektirmenin değil organize gelişen bir atağın sonucunda bacak arasından gol atmanın peşindeyiz.

Tekneyle gelenler...



BU YAZI İLK OLARAK 16 OCAK 2011 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

Anladığı dilden konuşmak lazım. Anladığı ama nefret ettiği, küçümsediği, iğrendiği bir dilden. Fransa’da yaşayan Mağribilerin, siyahilerin, Müslümanların, emekçilerin dilinden...

Memleketimizde ırkçı Fransız Lider Jean Marie Le Pen’le ondan pek de aşağı kalır yanı olmayan Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy arası bir “sanatçı” yaşıyor farkında mısınız? En az onlar kadar beyaz bir Fransız, en az onlar kadar burjuva, en az onlar kadar faşist... Üstelik sanatçı olmasından mütevellit bohemlik, “aykırılık” filan gırla gidiyor. Eski halini daha çok sevdiğimiz Fransız Şarkıcı Renaud’nun deyişiyle bir “Les Bobos”muz var bizim en monşerinden.

E faşist dedik, monşer dedik, pabucumun aykırısı dedik anlamışsınızdır artık kimi çekiştirdiğimi... Elbette Okan Bayülgen’den bahsediyorum. Bayülgen, geçtiğimiz haftaki programında artık kendisinden duymaya alıştığımız türde bir şeyler zırvaladı. Kardemir Karabükspor’un Nijeryalı Santrforu Emmanuel Emenike’nin ekranlara yansıdığı bir anda konuşturdu eşsiz zekasını: “Tekneyle gelenlerden mi bu?”
Programı izlemedim. Okan Bayülgen izlemeyeli seneler oldu. Yaptığı televizyonculuğun bir zamanlar “medya arkası” köşesinde dalga geçtiklerinden pek farkı yok. Fakat Bayülgen’in “patlattığı” bu espriden sonra gülüşmeler olmuştur eminim. Irkçılığın bu kadar özümsendiği, sıradanlaştırıldığı bir ülkede hele ki bu ırkçılık “aydın” diye bilinen bir insanın ağzıyla üretiliyorsa buna ilk anda kayıtsız kalmak zor olabilir. Irkçılığa prim veren şartlı reflekslerimiz var. Bu ve bunun gibileri sayesinde...

Aydınlanmanın Diyalektiği adlı eserde şöyle yazar Adorno ve Horkheimer: “İdeolojisinin haklılığına inanmış bir faşist buradan aldığı destekle kendisini “normal” kısıtlamalardan azade hisseder ve insandışılaştırdığı kurbanını bilinçsizce şaka konusu yapabilir.” Memleketin genel hali için tekrarlanabilecek bir şey bu. “Bilinçsizce” ırkçıyız. Sıradan faşizm her yerde. Medyanın, politikacıların, sözde aydınların ağzında...

Fakat Okan Bayülgen’inki sadece ırkçılık değil. Aslında çoğu zaman olduğu gibi işin içinde bir de sınıfsal nefret var. “Tekneyle gelenler” derken Bayülgen kendi pirupak dünyasını istila etmeye gelen ve kendi sınıfından olmayan bir güruhu korkuyla işaret ediyor ve aklınca bunu alaya alıyor. “Tekneyle gelenler”, “dağdan gelenler”, “göbeğini kaşıyanlar”, “kebap kokanlar”, “kırolar”, “kara kafalılar”, “apaçiler”... Hepsine aşinayız biz bu sözlerin. Mizahi müzik yaptığı iddia edilen Ufuk-Ercan’ın hatta Grup Vitamin’in şarkı sözlerini hatırlıyor musunuz? Bir çoğu köyden kente yeni göçmüş yoksul Kürtleri, eski köylüleri hedef alır ve onları şivelerinden, alışkanlıklarına kadar aşağılar.

“Tekneyle gelenler...” Hayatta kalabilmek için ölümü göze alarak bir tekneye sıkışan ve emeğinden, kol ve kafa gücünden başka satabilecek hiçbir şeyi olmayan, kendisine hiçbir ayrıcalık verilmemiş, hiçbir miras bırakılmamış, kapitalist emperyalist sistemin en büyük kurbanlarına nasıl da şevkle saldırıyor Türkiş Sarkozy, Le Pen ya da Chirac...

“Yalnızca bir şaka...” diyecektir Okan Bayülgen. Özür dileyeceğine dair iddialar var. Bu yazı yazıldığında henüz böyle bir şeye lütfetmemişti. Lakin ne diyeceğini az çok kestirebiliyoruz. “Yalnızca bir şaka...” Hep aynısını derler ve bu yolla “şakaların” imlediklerini masumlaştırmaya çalışırlar. Oysa “şaka” sosyal bir iletişim biçimidir ve durağan değildir. Bir karşılık görür, reaksiyon alır, gülünür, başkasına anlatılır, yeniden üretilir.

“Yalnızca bir şaka” değildir yani hiçbir zaman ve Bayülgen’in şahsına, daha önceki vukuatlarına baktığımızda bunun bir seferlik had bilmezlikten öte bir zihniyet problemi olduğunu görüyoruz, zira kendisinin daha önce de siyahilere yamyam demek gibi bir falsosu var. (Rojin’i konuk listesinden çıkarmak da kariyerinin diğer yaldızlı ayrıntılarından)

Monşerin anladığı dilden konuşmaya devam etmek istiyorum. Jean Paul Sartre okumuştur herhalde... Antisemit’in Portresi’nde Sartre der ki, “Bir ‘bağnaz’ nefret etmekten zevk alır. Nefret dolu söylemi onu eğlendirir, ona şaka gibi gelir çünkü diğerlerinin ciddiye aldığı hassasiyetlerden bihaberdir.” Okan Bayülgen bir bağnaz, o aptalca “espriyi” yumurtlarken duyduğu hazzın sebebi de budur.

Tekneyle gelen arkadaşlar... Le Pen’imiz, Sarkozy’miz Bayülgen’in tek nefret ettiği onların derisinin rengi değil. Daha doğrusu onların derilerinin rengine duyduğu nefretin sebebi onların tekneyle gelmek zorunda kalan “arkadaşlar” olması... Bu zihniyetin Fransızcasından da Türkçesinden de çok çektik.

Fransa’da muhalif göçmenlerden oluşan müzik grubu Zebda’nın, adını Jacques Chirac’ın 1991’de yaptığı ve Fransız işçileri göçmen işçilere karşı kışkırttığı bir konuşmadan alan bir şarkısı var. “Le Bruit et L’Odeur” yani “Gürültü ve koku”. Anladığı dilden konuşalım demiştik. Bayülgen’e cevabı nefret ettiği insanların müziği versin: “Eşitlik kardeşlerim, ancak rüyalarımızda mümkün...Gürültümüzden ve kokumuzdan şikayet edenler, bu yolları, bu şehri kim inşa etti?”

“Tekneyle gelenler”, bir gün çok fena gelecekler. Onları hor görenler artık orada olamayacak ve eşitlik o gün mümkün olacak.

Sunday, January 9, 2011

Sporda şiddetin sorumluları ve garabet kanunlar



BU YAZI İLK OLARAK 9 OCAK 2011 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

Aslında hiç de enteresan, “aşırı”, cesur insanların ülkesi olmamamıza rağmen memlekette sık yaşanan “acayip” olayların ardından hep şu kalıbı duyarız: “Burası Türkiye.” İşin ilginci bu acayiplikler genelde bireylerin değil devlet ya da iktidar bloğunun bileşenlerinin eseridir. Kolektif olarak saçmalarlar ve her seferinde bizden

“Burası Türkiye” diyip geçmemiz beklenir.
Kusura bakmayın ağalar. Tamam, burası Türkiye, buradaki tahtlar sümüklüböceği bile asilleştiren cinsten. Bir kere gücü eline geçiren başımıza Sultan Süleyman kesiliyor da yahu padişahtan büyük Allah vardı. Sizden büyük bir şeylerin de olması gerek değil mi? “Demokrasi” ile yönetildiğimize göre bu “büyük” özne “halk” filan olabilir mesela!?

Naçizane halkın bağrından bir adam olarak “Burası Türkiye” kalıplarını kabullenmiyorum. Sporda şiddeti önlemek üzere çıkarıldığı iddia edilen yasa tasarısına bakalım örneğin. -Zira işçinin iki sendikaya üye olabilmesine olanak tanıyan(ulan birine üye olunca anamızı belliyorsunuz!) yasadan sonra gördüğüm en ucube yasalar bu tasarıda.- Diyor ki sporda şiddeti çözecek ulu yasalardan biri: "Taraftarların grup halinde veya münferiden belirli bir kişiyi hedef veya muhatap alıp almadığına bakılmaksızın, kişilerin rencide olmasını sağlayacak tarzda aleni olarak söz ve davranışlarda bulunmaları halinde şikayet şartı aranmaksızın, bu kişiler hakkında 6 aydan 3 yıla kadar hapis cezasına hükmolunacak."

Öncelikle bu yasayı akıl eden arkadaşı tebrik etmek istiyorum. Tribünde “ayıp” kelimeler söyleyene 3 yıla kadar hapis cezası öyle mi? Yahu siz manyak mısınız? Misal, Diyarbakır’da 10 bin kişi hakeme sövdü. Bu yasayı uygulayabilecek misiniz? Hadi diyelim uyguladınız, 10 bin kişiyi de Erdoğan’ın Diyarbakır’a verdiği tek “müjde” olan Ortadoğu ve Balkanlar’ın en büyük cezaevine tıktınız. Ulan o şehirde devrim olur be, halk isyanı çıkar. Siz bu yasayı uygulayın, ilk mahpus ettiğiniz “terbiyesiz” arkadaşın ağzına biberi bizzat ben süreceğim. Hadi hodri meydan!

Ucube yasalar bununla sınırlı değil. Tüm tribünleri kriminalize eden kafa kağıdı uygulaması, taraftarlara getirilen maçları ayakta izleme yasağı, gazetecilere getirilen “medya yoluyla suç oluşturmak”, “herkesin stadyumda kendi koltuğuna oturması” gibi kanunlar… Cem Dizdar çok güzel yazmış: “Oturduğun yerden tezahürat yap” diyorlar. Yani diyorlar ki, başlama vuruşuyla önce üçlü, sonra zıplaya zıplaya “lay lay” yapma, golden sonra “Pınarbaşı” çekme, maçın son beş dakikasında “Yumruklar havaya”nın ardından “Gündoğdu hep uyandık” söyleme!
Bu benim gibi biri için maça gitmemek anlamına geliyor. Çünkü ben evde bile Beşiktaş maçını ayakta izliyorum. Anlıyorum ki, tasarı yasalaşırsa İnönü artık bana kapalı…”

Nerden baksan tutarsız, nerden baksan ahmakça, uygulanamayacak, uygulansa bile büyük haksızlıklara sebebiyet verecek bu yasa tasarısının niye bunca garabetle dolu olduğunu anlamak zor değil. Devamlı yazıyoruz, 12 Aralık tarihinde yazdığım yazıda yine belirtmiştim, ortada çözüme dair bir şey yok çünkü gerçek bir çözüm kimsenin umurunda değil. Sporu yönetenler sporu idare eden sistemden bağımsız değil dolayısıyla umurlarında olan tek şey İngiltere’de olduğu gibi tribünlerin “neo-liberal” dönüşümünü gerçekleştirmek. Tribünleri “halktan” kurtarmak ve müşterilere armağan etmek, böylece ucuz biletlerle maç izleyen, spordaki şiddetin sorumlularını(dolayısıyla küfrü, şiddeti, kavgayı vs.) soylulaştırılan “arenalardan” defetmek.

Tahammülsüz kodamanlar ve Metin Göktepe

Kentteki hikâyelerimize, kentsel dönüşüme uğrayan, soylulaştırılan mahallelerin öykülerine ne kadar benziyor değil mi? Yine 12 Aralık’taki yazımda Engels’in ‘Konut Sorunu’ adlı kitabından alıntı yaparak sporda şiddetin bu kafalarla niye çözülemeyeceğini anlatmaya çalışmıştım. Bir kez daha tekrarlayayım: “Sistem içi çözümlerle yoksulluğu, şehirciliği, eğitimi, sağlığı neden düzeltemiyorsak sporda şiddeti de aynı sebeplerden düzeltemiyoruz. Ehlileştirebilir miyiz? Kısmen. Bu çözüm müdür? Kesinlikle hayır! Bu sorunun ehlileştirilmesi gecekonduları yıkıp yoksul halkı kent çeperlerine süren ve “gözden ırak” yeni gettolar oluşmasına sebebiyet veren kapitalist şehirciliğin çözümlerine benzer. Engels’in deyimiyle “çözümsüzlük üreten çözüm.”

Sporda şiddeti çözmek mi istiyorsunuz ey kodamanlar? İşe kendinizden ve şeref tribününde beraber oturduğunuz takım elbiseli zat-ı muhteremlerden başlayabilirsiniz. Hafta içi Türk Telekom Arena’nın açılışında yaşanan bir olay aslında sporda şiddetin niye var olduğunun da bir açıklamasıydı. Galatasaraylı ve Fenerbahçeli başkan ve yöneticiler stadyumu geziyor. O sırada iki işçi biri Galatasaraylı, biri Fenerbahçeli, yan yana kendi takımlarının atkılarını açıyor. İki işçinin bu gayet normal kabul edilmesi, sevindirmesi, verse verse kardeşlik mesajı verebilecek eylemi sonrası Fenerbahçe atkısı açan yaka paça dışarı atıldığı yetmezmiş gibi işinden de kovuluyor. Sporda, toplumda şiddet sorunu niye çözülemez biliyor musunuz? Çünkü sporu, toplumu yönetenlerin, köşe başlarını tutmuş kodamanların, başkanların, patronların bir atkıya, bir dostluk mesajına bile tahammülü yok da o yüzden.

Son olarak Metin Göktepe… Metin Göktepe’yi anarken şunu kesinlikle unutmamak lazım. O, yalnızca bir gazeteci değildi. Zaten sade gazeteci olunamaz, gazetecinin bir tarafı vardır. Ya egemenlerin tarafındadır, ya ezilenlerin. Bu kelimeyi cimri kullanma taraftarı olsam da Göktepe bir kahraman, bir işçi sınıfı kahramanıdır. John Lennon’ın meşhur şarkısında dediği gibi “işçi sınıfı kahramanı olunmalı”… Tüm gazetecilere, hele ki bizim gibi genç olanlara bir vasiyet: “Metin Göktepe olunmalı…”

Sunday, January 2, 2011

Zamanın egemen ruhuna karşı...



BU YAZI İLK OLARAK 2 OCAK 2011 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.


Tarihsel dönemleri sportif figürlerle eşleştirmek benim için eski bir oyun. Ortaokulda Can Kozanoğlu’nun ‘Türkiye’de Futbol’: “Bu maçı alıcaz” kitabını okuduğumdan beri bu işe mesai harcarım. Kozanoğlu kitabında Galatasaray’ın 14 yıllık şampiyonluk kıtlığından ülkenin 80’lerde geçirdiği neo-liberal dönüşüme başarıyla ayak uydurarak çıktığını belirtir. Çok haklıdır! Bu adaptasyonun önemli bir yerine de dönemin “acar” yöneticisi Ergun Gürsoy’u koyar. Şöyle der hocamız: “Ergun Gürsoy ‘çağdaş’ Galatasaray’ın ‘elit’ yöneticilerinden. Önüne geleni teper, arkadan geleni kapar. Onun her şeye hakkı var. “Mert Karadeniz uşağı” ya…”

80’lerin sonu… 24 Ocak kararları ve 12 Eylül ülkeyi iyiden iyiye dönüştürmüş, işçinin, yoksulun beli fena bükülmüş. “Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı” sloganı kapıda bekliyor ve tabii ah nasıl unuturuz “post-ideolojik halay başları” dünyanın her yerinde bitmeye başlamış. Böyle bir ortamı “hin”, “her şeye gücü yeten”, “her şeyi kılıfına uydurabilen”, kibarca söylersek “hallediveren” kapitalistlerle eşleştirmek gayet yerinde. Bu yüzden Ali Şen ve Ergun Gürsoy dönemin temsilcileri olmak için uygun seçimler.

Oyunumuza devam edelim. 60’lara, işçilerin, köylülerin ve öğrencilerin yavaş yavaş uyandığı, o naif ama sapasağlam döneme gelelim. Bu çağa elbette Metin Oktay ve Lefter Küçükandonyadis gider. 70’lerin militan, direngen, iniş çıkışlarla dolu ortamı Metin Kurt’la özdeşleştirilebilir! Hep “bizim” taraftan değerlendirdik. 80’lerle birlikte muktedirlerin dönemi başlıyor merak etmeyin. 90’ların başı, Hakan Şükür’ün çıkışı ve İslami cemaatlerle, Refah Partisi’nin yükselişinin denk gelmesi anlamlıdır. Ve elbette kanlı OHAL günleri, fail-i meçhuller, köy boşaltmalar, türlü zulüm, baskı, tavan yapan milliyetçilik, Tansu Çiller, Necdet Menzir, Mehmet Ağar… O günleri de en iyi ‘imparator’ Fatih Terim temsil eder desek çok mu acımasız davranmış oluruz? Bence cuk oturur!

VAY ASKER, MİLLİYETÇİ, MAÇO BÜLENT UYGUN VAY!

2000’lere geldiğimizde kriz, banka hortumları, yolsuzluklar, işsizlik ve IMF karşılıyor bizi. Öte yandan Aziz Yıldırım’ın yükselişini görüyoruz ve elbette AKP’nin. İktidarda “istikrar” dönemi başlıyor her iki tarafta da. Ama bir o kadar da hoyrat, kendisine tanınan güveni suistimal eden, iki yüzlü bir istikrar. Tabii ki 10 yılın ikinci yarısından itibaren yükselen Anadolu sermayesiyle, Anadolu kulüplerinin çıkışı arasında da bir korelasyon kurulabilir, bu ikisi birçoklarının iddia ettiği üzere birbirinin direkt sonucu olmasa da…

Fakat oyunumuza dönersek ve bugünün ruhu nedir, zamanın ruhunu en iyi hangi sportif figür karşılıyor sorusuna yanıt ararsak benim aklıma ilk Bülent Uygun ve bu hafta kurduğu kendince esprili ve zeka dolu(!) cümle gelir: “Futbolcularım ne zaman Nadide Sultan’a, ne zaman Eyüp Sultan’a gitmeleri gerektiğini bilecek.” Kafiyeni, her tarafından yaratıcılık akan metaforunu sevsinler senin asker Bülent, milliyetçi Bülent, aslan Bülent!

Zamane iktidarının yansıttığı maço, cinsiyetçi, muhafazakar ve otoriter söylemi kusursuz bir şekilde yansıtıyor Bülent Uygun. Sivasspor’un başındayken maçlardan önce takımını Onuncu Yıl ve Mehter Marşı’yla hazırladığı için köşemize daha önce de konuk olmuştu. Nazi Almanyası’ndaki Riefenstahlvari motivasyon yöntemleri es geçilemezdi elbette.

Son dönemde liberallerin kendisine biçmeye çalıştığı “demokrat” elbisenin aslında ne kadar bol ve uyumsuz geldiğini rahatlıkla gözlemlediğimiz, tek dil, tek milletçi başka bir deyişle enikonu statükocu AKP’nin Kürtlere karşı askerle birlikte oluşturduğu ittifak da “Asker” Bülent’i bu role daha da uygun hale getiriyor. Tabii oyunumuzu sportif figürlerle sınırlamasak dönemin ruhunu en iyi yansıtan isim olarak “Ayazma Fatihi” Ali Ağaoğlu’nu gösterirdim ama o işi Express dergisinde yazdığı “Bir istilacının portresi: Ali Ağaoğlu” başlıklı yazısıyla Ulus Atayurt kusursuz bir şekilde icra etmiş zaten.

YENİ YIL DİLEĞİ: OTOKRAT KAPİTALİZME KARŞI ORTAK CEPHE

Yeni yıla adımımızı attık, yeni yıl mesajları da gırla gidiyor haliyle. Bizleri, bu ülkenin ezilen emekçilerini, köylülerini, Kürtlerini, Alevilerini baskılar ve saldırılarla dolu bir yıl bekliyor, bundan hiç şüpheniz olmasın. 2011’in hemen öncesindeki çıkışlarıyla AKP bunu açıkça ortaya serdi.

“İşçi gerekirse 16-18 saat çalışacak” beyanıyla, tek dil, tek millet, tek bayrak söyleminin arka arkaya gelmesi aslında iyi bir kombinasyon oluşturdu. “Tanı bunları, tanı da büyü” diyor ya Ahmed Arif. Düşmanımızı iyi tanıyalım. Karşımızda liberal falan da değil tüm silahlarını emekçilere, kadınlara, Kürtlere, Alevilere, ormanlara, derelere, mahallelere, öğrencilere, sosyalistlere doğrultmuş otokrat kapitalist bir hükümet var. Liberal aydınların tüm hegemonik bombardımanına karşın sosyalistler bunun böyle olduğunu uzun süredir söylüyordu zaten. Fakat dönem haklı çıkmakla böbürlenecek dönem değil. Proudhon’un dediği gibi şafağı önceden gördü diye hiç övülür mü insan?

Kemalistler uzun süre “Türkiye İran oluyor, Malezya oluyor” gibi aptalca yaygaralar kopardı. Size otokrat kapitalizmin, bu köleci, baskıcı zihniyetin Türkiye’yi nereye benzetmek istediğini söyleyeyim: Çin! Yeni yılda ve önümüzdeki on yılda bunu engelleyebilecek tek bir güç var o da emekçilerin, Kürtlerin, Alevilerin, kadın, LGBTT ve ekoloji mücadelelerinin ortak cephesi! Kapitalist talana karşı tarihi bir direniş dönemine adım atıyoruz. Sporda savunmanın hücumu tetiklemesi gibi, direnişimiz kontra atağımızı yaratsın kararlılığıyla; hepimize şimdiden kolay gelsin…