Wednesday, October 28, 2009

Yavaş, yaşlı, demode




NBA'de sezon dün oynanan maçlarla açıldı. Günün en dikkat çekici maçındaysa Boston Celtics, Cleveland Cavaliers'ı deplasmanda 95-89 yenmeyi başardı.

Cleveland, geçtiğimiz sezon sahaya kazanmak için çıktığı 40 iç saha maçının sadece birini kaybetmişti.(1) Boston Celtics'i ise 2 maçta da silip süpürmüştü. Tabii, o maçlarda Boston'ın Kevin Garnett'siz oynadığını hatırlatmak lazım. Fakat elimizde şöyle de bir istatistik var ki Cavs, 2005/06 sezonundan beri Boston'a karşı sahasında oynadığı 11 maçı da kazanmış. Bu bakımdan dün alınan mağlubiyet önemli bir serinin ve psikolojik eşiğin de sonu olmuş oldu.

Kevin Garnett'in dönüşü, Rasheed Wallace, Marquis Daniels ve Sheldon Williams eklemeleri Boston'ı her zamankinden daha iyi bir takım yapmış, bu kesin.

Peki ya Cavs? Shaquille O'Neal, Anthony Parker ve Jamario Moon'un gelişi geçtiğimiz normal sezonda 66 galibiyet kazanan bu takımı nasıl etkileyecek?

Şunu belirtmek gerek ki Parker ve Moon burada sadece rol oyuncuları ve takıma kanatlarda önemli bir derinlik kazandıracaklardır. Fakat Shaq alelade bir oyuncu değil, 38 yaşında da olsa.

Elinizde Shaq varsa oyun sisteminizi Shaq'e göre ayarlamalısınız. Shaq'ten kendi sisteminize uyum sağlamasını bekleyemezsiniz. Çünkü O'Neal ne kadar iri ve dominant olursa olsun çok yönlü bir oyuncu değildir, olamaz da. Bu bakımdan Cavs için adaptasyon süreci elbette önemli. Mike Brown'ın dahiyane(!) derinlikteki hücum sistemine alışmak bile süre alabilir. Bu yüzden Cavs,dün Boston'a karşı oynadığından daha iyiye gidecektir. Bundan kuşkum yok. Ama işi sonuna kadar götürebilirler mi, şampiyon olabilirler mi derseniz? Ona cevabım açık ve net: imkansız!

Neden mi? Çünkü Cleveland Cavaliers tüm transferlere ve ligin en iyi oyuncusuna rağmen hala belirgin zaafları olan bir takım. Ve bu zaafların en büyüğü içerisine Shaq'in de dahil olduğu uzun rotasyonundan kaynaklanıyor.

Shaq/Ilgauskas/Anderson Varejao ve JJ Hickson. Bu 4'lü Cavs'in uzun rotasyonunda yer bulacak isimler. Cavs maça Shaq/Varejao ikilisiyle başlıyor ki bu çok sağlıksız. Zira ikisi de boyalı alan dışında etkisiz elemanlar. Şutları yok, bu da basketbolun en önemli kavramlarından 'spacing' yani oyunu yarı sahaya iyice yayıp boşluk yaratma imkanlarının en aza inmesi demek ki bu bir LeBron James takımı için kabul edilemez. Çünkü LeBron'un onlarca özelliği arasında belki de en öldürücü olanı içeriye drive'ları. Shaq ve Andy savunmacılarıyla birlikte boyalı alanı kapadıkları zaman bu imkan en aza indirgeniyor. Kaldı ki sahada sadece 2 şutör kaldığı için rakip savunma iyice rahatlıyor. Orlando Magic'in başarısının sırrını hatırlarsak günümüz basketbolunda spacing kavramını ve şutör oyunculara sahip olmanın önemini daha iyi anlarız.

Artık üst düzey basketbolda 2 tane şut atamayan uzunla oynamak diye bir şey söz konusu olamaz. En azından bir yüksek post şutuna sahip olan oyuncuya ihtiyaç var. Cavs sahaya Shaq ve Varejao'yla çıktığı zaman bu imkan yok oluyor. Yedek uzunlardan, Ilgauskas, 34 yaşında ve sene sonu emekli olacak. Big Z şutör bir oyuncu, evet ama onun zaafları da gözden kaçırılır gibi değil. Bir kere ligin belki de en yavaş oyuncusu. Pick&Roll savunmasında tıpkı Shaq gibi ligin en kötülerinden. Yine geçtiğimiz sezonki Magic serisinde izlediğimiz ve Cavs'in elenmesine sebep olan zilyon tane pick&roll, hadisenin açıklığını daha iyi gözler önüne serecektir.

JJ Hickson, genç ve gelecek vaat ediyor. Fakat Hickson'ın şu an için üst düzey arenada neler yapabileceğini kestiremiyoruz. Bir kere hala Cavs savunmasını öğrenebilmiş değil. Pre-season maçlarında da gördüğümüz gibi hata üstüne hata yapıyor. Önemli bir potansiyeli var ama basketbol IQ'su çok zayıf. Dolayısıyla şimdilik Cavs'in uzun rotasyonunda yaşadığı açıkları kapatabilecek biri değil.

Hastalığın adını koymak gerekirse; Cavs uzunları yaşlı, yavaş ve modası geçmiş isimlerden oluşmaktadır. Modası geçmişten kastım günümüz basketboluna uyum sağlayacak teknik ve atletik özelliklerden yoksun oluşları. Artık tüm dünya şutör uzunlarla, daha hızlı bir basketbol oynuyor ve sizin Shaq&Ilgauskas gibi zaaflarla dolu, kötü savunmacılarla en üst düzeyde, en üst seviye başarıya erişmeniz olanaksız.

Cavs'in şimdilik yapması gereken Shaq'i benchten getirip maçlara Ilgauskas'la başlamak. Bu, iç-dış hücumu olarak daha dengeli bir başlangıç yapılmasına imkan sağlayacaktır. Ayrıca LeBron, ikinci periyodun başında oyundan çıktığında takımın sudan çıkmış balığa dönmesinin de önü alınabilir. En azından ellerinde Shaq gibi güvenilir bir alçak post silahı olur. Kaldı ki Shaq'in mevcut savunma zaaflarını gidermek için Cavs'in yapacağı en iyi şey O'Neal sahadayken LeBron'u 4 numaraya çekmek ve takımı kısaltmak olacaktır. Böylece hem savunmadaki yavaşlık sorunu kısmen halledilir hem de hücumda geçen sene Suns'ın oynadığı '7 saniye ya da Shaq'(2)sistemine dönülür ki dünyada hızlı basketbolu en iyi oynayacak oyuncu var elinizde. LeBron James, basketbolun Magic Johnson'la birlikte en iyi transition hücumcusudur. Gelin görün ki hiçbir zaman bu özelliklerini maksimize edecek bir sistem altında oynayamadı.

Shaq'in benchten gelmeyi kabul edeceğine inanmıyorum. Bir Nostradamus'luk yapacak olursak bence Cavs sezona kötü bir başlangıç yapacak, Mike Brown değişikliğe gitmek için O'Neal'ı bench'e çekmek isteyecek. Shaq bunu kabul etmeyecek ve LeBron'la arası bozulacak. Şubat ayında da takas edilecek. Kısacası şampiyonluk Cavs için hala çok uzak ve LeBron'un 2010'da yuvadan uçması anlamına gelebilir. O zaman seyreyleyin gümbürtüyü. 2012'de Cleveland'da basketbol diye bir şeyin kalmadığına tanıklık edebiliriz.

(1) Kazanmak için çıktığı dedim zira evlerinde oynadıkları son maça Doğu birinciliğini garantiledikleri için yedeklerle çıkmışlardı.
(2) Hızlı basketboluyla tanıdığımız Steve Nash önderliğindeki Phoenix Suns'ın Shaq'li yeni hücum prensibi. Buna göre ilk 7 saniyede uygun şut pozisyonu bulunamazsa top içeriye, Shaq'e indirilecek ve half-court ofansa dönülecek.

Sunday, October 25, 2009

Güzel maç olsa bari

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Futbola dair sahip olduğum ilk anı bir Fenerbahçe-Galatasaray maçına ait. Yer, o zamanki adıyla Fenerbahçe Stadı. Güneşli bir gündüz karşılaşması, henüz farkında olmasam da Galatasaraylıyım. En azından o maçla birlikte kendimi ailemdeki herkes gibi Galatasaraylı addediyorum. Maçla ilgili hatırladıklarımsa kara sakallı atik bir adamın kırmızılı takımın savunma oyuncularını sırasıyla perişan etmesiyle başlıyor ve 2-5’lik felaket bir skorla sona eriyor. Karşılaşmanın bitimine yakın kırmızılı takımın yeşil formalı şaşkın kalecisi, kara sakallı futbolcuya saldırıyor. Maç sonu sakallı adam beyaz saçlı bir muhabire veryansın ediyor: “Böyle dostluk olmaz olsun.”

Beyaz saçlı muhabir Bülent Karpat. Şaşkın kaleciden kastım; Hayrettin Demirbaş, kara sakallı delişmen kanat oyuncusuysa Rıdvan Dilmen.

Anlayacağınız bir Galatasaraylı olarak Fenerbahçe’yle olan ilişkim başladığı gibi devam ediyor. Yüzümüz gülmek bilmedi, hele ki Kadıköy’de. Üstelik değişmeyen sadece saha içi sonuçlar değil. Kavgalar, küfürler de bu rekabetin üzerinden hiç eksilmedi. İsimler değişti sadece. Hayrettin gitti Sabri geldi, Hasan Vezir gitti Emre Belözoğlu geldi, Ergun Gürsoy gitti Mahmut Uslu geldi… Spor kültürü ve medyasının 80’den sonra içine girdiği olumsuzlukların hepsinden fazlasıyla etkilendi anlı şanlı “dünya derbimiz”.

91/92 sezonundaki 5-2’lik mağlubiyetten 1 sene sonra Galatasaray, Kadıköy’de 4-1 kazanmış, sonrasında da kıran kırana geçen şampiyonluk yarışında ipi Beşiktaş’ın önünde göğüslemeyi başarmıştı. O günden bugüne tam 16 lig karşılaşması oynandı Kadıköy’de ve Galatasaray bu maçlardan sadece birini kazanabildi.

Yaşı yeten Galatasaraylıların unutmamış olduğuna emin olduğum bu maç, 1999 yılının son ayında yağmurlu, puslu bir akşamda oynanmıştı. Hasan Şaş’la Marcio’dan gelen gollere dönemin tek formda Kanaryalısı Viorel Moldovan’ın verdiği cevap yeterli olmamış ve sarı-kırmızılar 6 sene sonra Kadıköy’de galibiyetle tanışmıştı. Galatasaray’ın rakip tanımadığı, Fenerbahçe’nin ise “acıların takımı” olarak adlandırıldığı senelerdi. Nitekim sezon sonunda Cimbom üst üste dördüncü şampiyonluğunu ve en önemlisi UEFA Kupası’nı kazanırken, Fenerbahçe yeni ve hırslı başkanı Aziz Yıldırım’ın önderliğinde radikal bir yeniden yapılanmaya gidiyordu.
Bu tarihten sonra Kadıköy, Galatasaray’ın ezeli ve ebedi cehennemi olma hüviyetini yeniden kazandı. 6-0 mı istersiniz, 4-0 mı? 7 kişi bitirilen maçlar mı ararsınız, tribünlerin sidik poşetlerine bulandığı maçlar mı? Fenerbahçe ve Kadıköy fobisi Galatasaraylıların bilinçaltına öyle bir işlemiş vaziyetteki, hafta başında Galatasaraylı bir arkadaşıma “Alex belki oynamayacakmış” dediğimde; “Ne fark eder PAF takımla çıksalar yine de yenileceğiz” cevabını aldım. Eh, haksız sayılmaz.

DERBİNİN TEKNİK, TAKTİK VE PSİKOLOJİK YÖNÜ


Neyse, laklakı bırakıp bugünkü maçın teknik analize geçelim.
Sene başında yine bu köşede, mevcut stoper ve orta saha oyuncularıyla Galatasaray’ın Rijkaard’ın istediği biçimde 4-3-3 oynamasının zor olduğunu yazmıştım. Çünkü o 3’lüden biri Arda yahut Elano olduğu sürece Galatasaray 4-3-3 değil 4-2-4 oynuyor. Arda, artık üst düzey futbolda nesli tükenen 10 numaralar gibi oynamaya çalıştığı sürece de bu durum değişmez. Öyle ki Baros’un 5 metre gerisinde oynayan ve hiçbir şekilde savunmasına yardım etmeyen “Kaptan” Arda bu oyun tarzıyla Rijkaard’ın Iniesta’sı işlevini göremiyor haliyle. Böyle olunca da sahada defans yapmayan oyuncusu sayısı 4’e yükselen Galatasaray’ın orta alandaki 2 çapasının üzerine binen yük iyice artıyor. Kaldı ki Galatasaray’ın sahip olduğu tüm orta saha oyuncuları teknik kapasitesi yetersiz isimler. Stoperlerden bahsetmiyorum bile. Bu da Galatasaray’ın ilerideki dörtlüsü yorulunca ve rakip takım önde basmaya cüret edince sarı-kırmızılı takımın başına bir kâbus gibi çöküyor. Özellikle ağır savunma oyuncularının zaafları iyice ortaya çıkıyor. Bunu ben görüyorum da Rijkaard göremiyor diye bir şey yok elbette. Son Trabzon maçında Kewell’ın yerine Barış’ı oyuna aldığı yani forvet çıkarıp yerine mücadeleci bir orta saha oyuncusu soktuğu anda Galatasaray oyunda üstünlüğü yeniden ele geçirip 2 gol atıvermişti. Hal böyleyken Galatasaray’ın hele ki fizik olarak kendisinden daha iyi durumda olan Fenerbahçe karşısına alışıldık Arda-Kewell-Keita-Baros dörtlüsüyle çıkması erken goller bulamaması durumunda kendileri adına nahoş sonuçlar doğurabilir. Erken gol bulunsa dahi ikinci yarıda mutlaka 3’lü orta saha düzenine geçilmeli. Çünkü Galatasaray’ın bu ağır stoperler ve yerlerde sürünen takım savunmasıyla eli ayağı düzgün bir takıma karşı direnmesi imkânsız.

Fenerbahçe’deyse Alex ve Guiza oynayacak mı oynamayacak mı endişesi var. Guiza neyse de Alex’in Fenerbahçeliler için arz ettiği önemi hatırlatmaya gerek bile yok. Sahada Emre ve Alex gibi oyun kurma meziyeti gelişkin iki oyuncuya sahip olmak, ev sahibi ekibin rakibine karşı önemli avantajlarından biri olacaktır zira Galatasaray’ın (Arda dâhil) bu tarz tek bir oyuncusu bile yok. Daum’un Galatasaray’ın oyun kuramama zaafından yararlanabilmesi için mutlak suretle önde pres yaptırması lazım. Bunun için Andre Dos Santos’un yerine Mehmet Topuz’un düşünülmesi daha akılcı olacaktır. Mehmet Topuz, Colin Kazım, Guiza (ya da Semih), Emre ve Baroni’yle devamlı koşturan ve top kapan bir orta saha-hücum hattı Alex’in virtüözlüğünde Cimbom’a çok zor anlar yaşatabilir.

Nihayetinde Fenerbahçe için taktik, Galatasaray içinse hem taktik hem de psikolojik savaş şeklinde geçecek bir derbiye tanıklık edeceğiz. İki takım da bulundukları ligin kalitesinin çok üzerinde kadrolara sahipler ve büyük ihtimalle zayıf takımlara karşı çok az kayıp vererek sezonu 80 puanın üstünde tamamlayacaklar. Bu bakımdan aralarında oynadıkları maçlarda alınan sonuçlar da çok önemli olacaktır.

İlk hatırladığı futbol karşılaşması “Böyle dostluk olmaz olsun” vecizesiyle sonlanan bendenizin bu maçtan naçizane beklentisi dostluğun kazanmasıdır diye bitirmek isterdim bu yazıyı. Hakikaten isterdim de şu an içinde bulunduğumuz spor kültüründe böyle bir cümlenin ne kadar naif kaçacağı malumunuz. Ne diyeyim; güzel maç olsun bari…

Sunday, October 18, 2009

Solda olacağız;Hrant'ın yanında

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

“Geçmişin doğruları bugünün yanlışlarına dönüşürken, geride belli belirsiz bir kımıltı kalır. Tarihin treninden düşmüş, sakatlanmış, erksizleşmiş bir doğruluk hayaletidir bu. Bizi uğraştırmaya devam eder. Ve sezeriz; dayanıklılığını, yenilgisinden almıştır.”

Yukarıdaki pasaj Orhan Koçak’a ait. Kanımca mutlak bir evrensel gerçekliğe işaret etmediği gibi, hedefi de tarihi aşamalara göre değerlendirilebilir. Mesela günümüzde Kemalizmin ruh halini bu pasajdan iyi hiçbir şey özetleyemez herhalde.

Ulusalcı cephenin son dönemde normalleştirilmeye çalışılan Türkiye-Ermenistan ilişkilerine karşı olan tavrı, Ermeni diasporasıyla ne kadar benzer, fark ettiniz mi? İki kesimin de, milliyetçi bir hayaletin savaş ve nefret bağımlılığı yayan çığırtkanlarının arkasından gitmek dışında bir meziyetleri yok. Komşu ülkelerin kaç saatte fethedileceğini hesaplamakla meşgul zeka küpü paşalarının ve kanaat önderlerinin rotasında az dayak yemediler. Ama dedik ya, dayanıklılıklarını yenilgilerinden almışlar.

Futbol diplomasisine karşı sığ milliyetçilik

Literatüre “pinpon diplomasisi”nden sonra futbol diplomasisi terimini eklemesi dışında pek de önemi olmayan Türkiye-Ermenistan maçında yine devredelerdi. FIFA’nın “milli maçlarda başka ülkelerin bayraklarının açılmaması” kuralını hatırlamasıyla derdest edilen Azeri bayraklarına getirilen yasak, anlamsızdı. Anlamsızdı; zira bu tip yasaklar, pisliği halının altına ötelemekten ve işleri kızıştırmaktan başka bir işe yaramaz. Azerbaycan bayrağı, milliyetçi cephenin Ermeni barışına karşı sarıldığı son umutlardan biriydi. O da ellerinden alınınca, hırsları dillerine vurdu.

Tekbirlerle karşıladıkları Ermenistan Milli Takımı’nın ulusal marşını ıslıklamakla şovlarına başladılar. “Ayağa kalkmayan Ermeni olsun” dediler, “Ermeni’ye koymasan da…” tezahüratları yaptılar. En zoruma giden de “Odam Kireç Tutmuyor” gibi güzel bir türkümüzü ırkçı salyalarına bulamalarıydı.

Aynı cephenin medya boyutu da ayrı bir komedi. Her milli maçı Kurtuluş Savaşı’na çeviren kendileri değilmiş gibi, “Futbola siyaset karıştı” tarzı başlıklar attılar. Bu seferki siyasetin barışçı olması işlerine gelmemişti elbette. Her zamanki sığlığıyla, “Bu maçı vericez başka yolu yok” başlıklı bir yazı yazan Yılmaz Özdil, vatanseverliğini, kötü esprilerle bezediği bu ilkokul kompozisyonuyla sağlama almaya çalıştı.

Anlayacağınız, ulusalcı kesimle ilgili sıkıntım sadece dar dünya görüşleriyle ya da çıkarmak bilmedikleri at gözlükleriyle sınırlı değil. Bir derdim de müthiş sıkıcılıkları. Milliyetçi taraftar gruplarının tezahüratları; Yılmaz Özdil, Emin Çölaşan gibi köşe yazarlarının marifet(sizlik)leri yahut Serdar Ortaç, Mustafa Yıldızdoğan gibi ayrı tellerden çalan neferlerin eserleri(!..) Her biri ayrı dert! Tamam, başka hiçbir yerde rastlayamadığımız banalliklerin tespiti kendilerini alaya almak için iyi malzeme veriyor vermesine de, bunların kültür ve yazın mirasımızda bıraktıkları tahribat da küçümsenecek gibi değil ki!

Kapitalizme karşı ağzını açamayanlar…

Bir sosyalist olarak Taraf gazetesi ve Genç Siviller’e karşı olan yaklaşımım, Max Horkheimer’in şu meşhur sözündeki gibidir: “Kapitalizme karşı ağzını açamayanlar, faşizm geldiğinde susmalıdır.” Hani Express dergisinin, eylül sayısındaki Adnan Keskin röportajında başlığa taşıdığı gibi: “Taraf emek sömürüsünde ne tarafta?” O taraf, patronlardan emekçilere dönmediği sürece uyuşmayacağımız garanti.

Yine de kendileriyle anlaştığımız bazı noktalar var. Örneğin, Kemalist devlet aygıtının yaydığı milliyetçilik ve militarizm virüsüne karşı olan savaşta aynı taraftayız. 1 Mayıs’ta Marmara Oteli’nden sarkıtılan “1 Mayıs 1977’de buradan ateş edenler bulunsun” pankartında, yahut Ermenistan maçında açılan “Hrant’ın ülkesine hoş geldiniz!” pankartında da aynı taraftaydık. Fakat dediğim gibi, kapitalizme karşı ağızlarını açamadıkları sürece iş birliğimiz bu hususlarla sınırlı kalacaktır.

‘Solda olacağız’

Bu ülkede söylenmesi gereken bazı sözler var. Ve bunları doğru üslupla doğru zamanda kim söylerse söylesin, desteğimizi esirgemeyiz. Türkiye’de milliyetçi kesim kimi zaman anti-emperyalist olduğunu iddia eder. Ne yazık ki bu milli mücadele döneminden kendilerine miras kalan bir slogandan öteye gitmez; zira, kapitalizm ya da sınıf mücadelesi deyince apışıp kalırlar, ağızlarını açamazlar. Anti-emperyalizme karşı savaştan anladıkları şey bu değildir çünkü. Her alanda oldukları gibi bunda da sığlıkları başroldedir ve ilkel milliyetçi içgüdüleriyle hareket ederler.

Tek dertleri dünyayı buldukları gibi bırakmak (keşke ekolojik anlamda da öyle olsanız), sıkıcı yaşam alanlarını korumak, sınırları belirginleştirmek ve hakim ideolojiyi yaymaktır. Yazının başında Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleştirilmesine karşı Ermeni diasporasının ve Türk milliyetçilerinin tavrının benzerliğinden bahsetmiştim. 100 yıl içerisinde Ermeni sözcüğü, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde kullanılan bir küfür haline dönüştürüldüyse ve bu milliyetçi kesimi zerre kadar rahatsız etmiyorsa, ortada insani bir sorun var demektir. Barış sözcüğünden ancak faşistler bu kadar rahatsız olabilirdi.

Dayanıklılığını yenilgisinden alan pehlivanlardan Ermeni diasporası ve Türk milliyetçiliği güzel bir gol yemiştir geçtiğimiz çarşamba günü. Aynı şekilde, seneler içinde umman boyutuna ulaşan kibriyle Fatih Terim’in hükümranlığı da sona ermiştir. Bunların hepsi güzel gelişmeler. Peki ya “Aşırı milliyetçi bir Türküm, o yüzden Türk antrenör isterim” diyen Arda Turan’a, rakibine utanmadan sıkılmadan 3 kere “O… evladı” diye küfreden Emre Belözoğlu’na, “Ayağa kalkmayan Ermeni olsun” diyen tribünlere, gazeteci tokatlayan başkanlara ne zaman gol atacağız?..

Gidiyorsun Terim ama ne yazık ki miras bıraktığın kötü huylar bazı öğrencilerinde ve spor kültürümüzde yaşayacak. Bunlara karşı savaşacağız; zaten o Allah’ın emri… Ve tüm bunlar bana, Nevzat Çelik’in şu dizelerini hatırlatacak: Çok olmadığımız kesin/çok olan tarafta değiliz./Türkiye’de Kürt olacağız/Kürtlerde Ermeni/Ermenilerde Süryani/gidip Almanya’da Türk olacağız…/Köpeğin karşısında kedi/Kedinin karşısında kuş olacağız/Hakem hep karşı takımı tutacak/ve biz hep yedi kişiyle tamamlayacağız maçı/çiçeklerden kamelya olacağız/az kolumuzun tarafında/solda olacağız…

Wednesday, October 14, 2009

Ülke futbolunun sorunu

Bence ülke futbolunun en büyük sorunlarından biri kıvrak zekasıyla kötü gazetecilerin zekadan yoksun sorularını cezalandıran hazırcevap teknik direktör eksikliğidir.

Az önce sona eren milli takım hükümranlığı sonrası basın toplantısına katılan Terim'e sorulan soru: Egonuz olduğunu kabul ediyor musunuz? Ediyorsanız vicdani muhasebesini yaptınız mı? Freud mezarında ters döndü haberin yok sevgili yeteneksiz muhabir. Ayrıca egonun vicdani muhasebesi ne demektir?

Dua etsin, Terim kendini fazlasıyla ciddiye alan "yüksek egolu" ve sıkıcı bir primadonna. Ah bir Gordon Strachan'ımız olsaydı. Görürdüm ben medyayı, böyle ahmakça sorularla vakit öldürebiliyorlar mı!

Can Kozanoğlu'nun dediği gibi "Türkiye aykırı insanların ülkesi değildir." Sıkıcı milletiz ne yapacaksın!

Sunday, October 11, 2009

Yabancılaşma ve spor

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR

Amerikan Basketbol Ligi (NBA) yönetimi geçtiğimiz hafta şanına yakışır bir karar aldı. Şöyle emretti başkan David Stern: “Bundan kelli yedek bankında (bench) oturan oyuncular maçı hiçbir suretle ayakta takip edemez, etmeye kalkarsa da teknik faulu yer.” Gerekçesini de ilk ağızdan açıkladı. Yani bizim akıl yürütüp ukalalık yapmamıza gerek yok. Şöyle devam ediyor naif görünüşlü tiranımız: “Uygulamanın amacı ön koltuklarda oturan (en pahalı koltuklar) izleyicilerin maçı rahatça takip edebilmelerini sağlamak.” Düşünceli adam vesselam, müşteri de velinimetidir laf aramızda. Esnaflığına diyecek lafımız yok da peki ya patronluğu?

Stern’ün patronluğu da benzerlerinden yani diğer spor elitlerinden farklı değil. IAAF, FIFA, UEFA, NFL, MLB, WTA gibi kurumların öncelikleri neyse NBA’in de öyle. Öncelik seyirciyi müşteriye çevirmek. Parası olan kesim, maçlara gelmeli, forma almalı, uydu yayını bağlatmalı. Parası olmayan kesimse mümkünse stada girememeli (çünkü stadyum seyircisi elitleştiriliyor) ama belli belirsiz bir taraftarlık ve kulüp mitine ölesiye bağlanmalı ki zar zor kazandığı tüm parasını hayattaki ”tek” eğlencesi ve “aşkı”’na yatırabilsin.

HER ŞEY ‘MÜŞTERİLER’ İÇİN

Elbette buradaki sınıflılaştırma niyetini açıkça görmek mümkün. İşin kreması paralı kesime, cefası ise maniple edilen işçi sınıfına reva görülüyor. Benim gelmek istediğim noktaysa bu sınıflılaştırmanın ötesinde spor sahalarına ve sporculara aşılanmaya çalışılan soğuk, mekanik, resmi şirket kültürü ve Fordist diye niteleyebileceğimiz çalışma koşulları. Daha önce İsviçreli hakem Massimo Busacca’ya tribünlere parmak hareketi yaptığı için verilen cezayı sizlere aktarırken de bu konuya ucundan değinmiştim.

Sporcular ve hakemler gittikçe tek tipleştiriliyor. Sırtlanmış oldukları baskı, ürettikleri adrenalin ve yaratmış oldukları emek, adına seyirci denilen müşterilerin keyfi uğruna önemsizleştiriliyor ve yürürlüğe giren kurallar sayesinde mümkün olduğunca tepkisiz kalmaları sağlanıyor. Sporcuların ve hakemlerin kendilerine küfreden ya da ırkçı saldırılarda bulunan tribünlere karşı tepki vermeleri yasak. Onlardan “profesyonel” olmaları bekleniyor. Bugün bir futbolcunun gol attıktan sonra sevincini taraftarlarla fiziksel etkileşime girerek paylaşması sarı kartı gerektiriyor. Keza formasını çıkarması ya da siyasi mesaj vermesi de yasaklı. Busacca örneğinde gördüğümüz gibi pek muhterem ve her daim haklı müşterilerin aşağılamalarına tepki vermeye kalkarsanız cezalandırılıyorsunuz. Usain Bolt (ki kendisi günümüz sporunun sayılı özgün karakterlerindendir) gibi yarış esnasında duyguları dışa vurmak bizzat federasyon başkanı tarafından sporun ruhuna aykırı olarak damgalanabiliyor. Veyahut son örnekte olduğu gibi “müşteriler” maçı rahatça izleyebilsin diye oyuncular, yedek bankında ayağa kalkmaktan men edilebiliyor. Hal-i hazırda tepeden tırnağa metalaştırılmış olan atletler böylece mekanik bir fabrika/ofis çalışanına dönüştürülüyor; başka bir deyişle emek alanlarına yabancılaştırılıyorlar.

ROBOTLAŞTIRILMAK İSTENEN SPORCULAR

Tüm hikâye aslında yabancılaştırma kelimesinde gizli. Spor gibi yüksek bireysel yetenek ve doğaçlama isteyen bir alanda bunu gerçekleştirmek zor gibi görünebilir ama geldiğimiz noktaya bir baksanıza! Senede 100 küsur maça çıkıyorsunuz ama yedek bankında ayağa kalkmak yok, seyirciye tepki vermek yok, seyirciyle fiziksel temas yok, siyasi mesaj vermek zinhar yasak. Maçlara geleceğiniz kıyafet bile lig yönetimi (NBA) tarafından belirlenmiş. “Hip-hop” tarzı giyinemezsiniz, takım elbiseyle geleceksiniz (tabii burada ırkçılık da işin içinde).

Üretimde emekçinin vasıflarını ve emeğini profesyonellik adı altında mekanikleştiren bu sistem tıpkı Fordizm’de olduğu gibi emekçilerine yüksek gelir sağlıyor ve bu da işçinin kendisini memnun hissetmesine yol açıyor. Fakat bu “nispi refahın” belirsizliğinin arkasında profesyonellik kisvesi altında robotlaştırılmaya çalışılan bireyler var. Nispi refah ve Fordizm gibi tanımları indirgemeci bir yaklaşımla kullandığımı düşünebilirsiniz nihayetinde bu akademik bir makale değil ama bence durum tam da budur.

Toparlayacak olursak; dünya spor endüstrisi, tüketicilerini memnun etmek ve daha çok tüketmelerini sağlamak üzerine kuruludur ve bunun da yolu sporcuların mümkün olduğunca sömürülmesinden geçer (Senede 100 maç). Tıpkı Fordizm’de olduğu gibi bu sömürüyü gizlemenin ise iki yolu vardır. 1-Yüksek gelir, 2-Yabancılaştırma. Dolayısıyla spor sahalarında “profesyonellik” adı altında geçen mekanikleştirmenin birinci önceliği sporcuları emek alanlarına yabancılaştırmaktır. Gerisi zaten kendiliğinden gelir.

Sunday, October 4, 2009

İki şehrin hikayesi

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Size bugün iki şehrin hikayesinden bahsedeceğim. Charles Dickens’ın klasik romanında olduğu gibi Paris ve Londra değil bu kentler. Biri Diyarbakır nam-i diğer Amed, diğeriyse Chicago nam-ı diğer Shikaakwa (Kızılderili dilinde). Kağıt üstünde, atlas üstünde ne üstünde olursa olsun birbirine kilometrelerce, millerce uzak bu iki şehri aynı spor yazısına konu eden bir ortaklık var. O da endüstrileşmiş sporların yan etkileri.

Milyarlarca insanı ve doları peşinden sürükleyen çok işlevli bir endüstriden bahsettiğimize göre bu endüstri, kapitalizmin diğer iş kollarından farklı bir önem arz etmektedir. Günümüzde spor, Louis Althusser’in din, medya, eğitim kurumları, askeriye, polis ve hukuk gibi kurumlarla formüle ettiği ikna ve baskı örgütleri kadar etkili bir figür olarak devletin dolayısıyla kapitalizmin ideolojik hedeflerini kollar, gözetir.

Çağımızın endüstriyel sporlarının kan kardeşi burjuva medyasıyla birlikte hamiliğini yaptığı ve yeniden ürettiği bu kapitalist nifakları şöyle sıralayabiliriz: 1- Irkçılık/Milliyetçilik 2- Cinsiyetçilik: Toplumun ataerkil yani erkek egemen unsurları lehine yaratılan ve beslenen cinsi ayrım. 3- Sporun sınıflılaştırılması: İşçi sınıfının ve emekçilerin spor yapma fırsat ve hakkının en aza indirilmesi 4- Sporun sosyal adaletsizliğin kalesi haline getirilmesi: Ezilen ve emek gücü gasbedilen halkın yarattığı maddi değerlerin milyonlarca dolarlık spor komplekslerine, kulüplere ve “süperstar” sporculara aktarılması, dolayısıyla hem iş gücünün sömürülmesi hem de kapitalist spor endüstrisinin güçlendirilmesi. 5- Sporcuların çalışma haklarının yok sayılması, kısıtlanması: Kısa ömürlü mesleklerinden sadece karın doyuracak kadar para kazanan sporcuların sendikal haklarının engellenmesi. (Bugün Türkiye’de halen bir sporcu sendikası yok).
Sporların endüstri haline geldiği her toplumda, egemen sınıfın ve kapitalist devletin işine gelen bu 5 unsurun varlığını ve gücünü hissedebiliriz. Şu aralar bu iki şehrin insanları bahsettiğim yan etkilerden fazlasıyla muzdaripler.

DİYARBAKIR

Devletin faşist ve ırkçı politikaları sonucu yaratılan bir savaşın tarafı ve suçlusu olarak mimlenmeye çalışılan Diyarbakırlılara karşı olan son ırkçı saldırılar Bursa Atatürk Stadı’nda gerçekleşti. “En iyi Kürt ölü Kürttür” gibi Hitler’i dahi kıskandıran bir pankartın stada sokulabildiği ve utanmadan sergilenebildiği bir toplumda barışı hayal etmek ne kadar gerçekçi bilemiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da şudur ki; 365 gün Türk milliyetçiliği pompalayan holding gazetelerinin bu gibi ırkçı olaylar yaşandığında barışçı melekler kesilmesi ikiyüzlülüğün daniskasıdır. Gerçi bu tavır daha önceki yazılarımda da eleştirdiğim gibi ırkçılığı öcü, milliyetçiliği ise cici gibi pazarlamaya çalışan düzenin tavrına bire bir uygun. Dolayısıyla şaşırtıcı bir şey yok. Zaten öyle bir ülkede yaşıyoruz ki artık adamakıllı şaşırılacak derecede sansasyonel olay tipi kalmadı elimizde. Sizi bilmem ama bu durum beni fazlasıyla korkutuyor. O denli hafızasızlaştık ki, 12 Eylül vahşetini yaşayan eski solcuları bile darbecilerle aynı saflarda görmek mümkün. Varın gerisini siz düşünün! Neymiş? En iyi Kürt ölü Kürt’müş! Şu pankartın asılabilmesinden çok asılmış olmasına şaşıramamak insanın kanını donduruyor.

CHİCAGO

Kuşkusuz bir spor izleyicisi için olimpiyatlardan büyük eğlence yok. Fakat madalyonun bir de öteki yüzü var. Olimpiyatlar ve aslında tüm uluslararası spor müsabakaları beynelmilel bir milliyetçi sidik yarışı olarak algılandığı ve pompalandığı için egemen düzenin tüm isteklerine mükemmel bir tedarikçi pozisyonu almış durumdadırlar. 1936 Berlin Olimpiyatları’nın Nazi, 1978 Futbol Dünya Kupası’nın ise Arjantinli cuntacıların ellerinde nasıl ideolojik silahlara dönüştürüldüğünü henüz unutmadık. Bunları yalnızca en vahim örnekler olarak verişim ise olayın vahametini daha da artıran bir unsur. Atina 1896’sından, Pekin 2008’ine, tarihte organize edilen tüm olimpiyatlar, kapitalist dünyanın rekabetçi, milliyetçi ve cinsiyetçi özelliklerini yeniden üretmek için kullanılmıştır.

Yazının başında bahsettiğim “Sporun sosyal adaletsizliğin kalesi haline getirilmesi” öğesini unuttuğumu sanmayın. Şimdi oraya geliyorum.

Dünyanın önde gelen finans merkezlerinden olan Chicago, Amerika’da krizi derinden hisseden şehirlerden biri. Ağustos sonu itibariyle hesaplanan işsizlik oranı yüzde 10.7 ki bu, 1930’daki “Büyük Buhran”dan sonraki en yüksek rakam. İşsizlik had safhada, halk hiç olmadığı kadar zor durumda ve suç oranları yükselmeye devam ediyor. Tüm bunlara rağmen Chicago Olimpiyat Komitesi yetkilileri vergi yükümlülerinin sırtına yani halka tam 2 milyar dolarlık bir “Olimpiyat Vergisi” yüklemiş durumda. Kaldı ki Atlanta ‘96, Sydney ‘00, Atina ‘04 gibi organizasyonların tamamı olimpiyat oyunlarından zarar etmiş vaziyetteler ki Londra 2012’nin de akıbetinin aynı olacağı kesin. Anlayacağınız yaygın kanının aksine, bir kentin olimpiyat düzenlemesi eşittir ekonomik getiri diye bir denklem söz konusu değil. Hatta tam tersi bir durumdan bahsedebiliriz. Ortaya çıkacak zararın da şehir halkına eşit şekilde ödettirildiği düşünülürse tıpkı her türlü ekonomik krizde olduğu gibi burada da asıl mağdurun işsizlikle, hastalıklarla, eğitimsizlikle, suçla boğuşan emekçi halk olacağını söylersek abartmış olmayız. Üstelik Chicago 2016’nın ajandası, Pekin 2008’de olduğu gibi beraberinde acımasız bir kentsel dönüşüm projesini de getiriyor ki bu, binlerce emekçinin evlerinden zorla tahliye edilmesi anlamına geliyor.

Chicagolu Obama bu haftayı yoğun geçirdi. En son memleketinin olimpiyat kampanyasına destek vermek için Kopenhag’daydı. Direniş evrenseldir. Chicagolu bir emekçi olduğumu varsayın ve isyana katılın: Chicago’nun daha iyi işlere, okullara, evlere, hastanelere ihtiyacı var! Olimpiyatlara değil!