Wednesday, May 27, 2009

Lucescu ve belalısı: Türk düşünsel mafyası

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Mircea Lucescu, geçtiğimiz hafta çarşamba günü İstanbul’da kazandığı UEFA Kupası’yla teknik direktörlük kariyerinin 16. şampiyonluğunu elde etti. Dile kolay 16! Yine de bu başarısı bile Türk spor basınındaki düşünsel mafyaya kendini beğendirmesine yetmedi. Eskiden ona karizması yok hatta “şopar” diyenler şimdi de “zavallı” lakabını uygun görmüşler. Düşünsel mafyanın hakkınızda tanımladığı ve kitlelere pompalamaya çalıştığı bir imajın ne kadar saçma olduğunu başarılarınızla kanıtlayınca başınıza bu geliyor işte: Daha çok kötüleme, daha çok aşağılama.

Düşünsel mafya diyerek Hıncal Uluç ve müritlerini kastediyorum elbette. Uluç’un Lucescu’nun son başarısının ardından yazdığı “Lucescu Zavallısı ve Yandaşları” isimli kendi standartlarına göre bile absürd yazısı Sabah’tan Emre Aköz tarafından şu sözlerle eleştirilmişti: “Birçok durumda, bir ‘gerçek’ ile ‘o gerçeğin imajını’ birbirine karıştırıyoruz. Yani nesnelere bazı anlamlar yüklüyoruz, sonra da gerçek sanki o anlamlardan ibaretmiş gibi davranıyoruz.” Marx referanslı bu eleştiri yerinde olduğu gibi “Uluç ve yandaşlarının” spor medyasında üstlendiği tabir-i caizse fikir kabadayılığını da temellendiriyordu . Seversiniz sevmezsiniz (ben sevmem) ama Hıncal Uluç’un günümüz spor medyasındaki statüsünün yüksekliği su götürmez bir gerçektir. Bu, Uluç’u medyada fikirleri kabul gören bir yazar yapmaya yeterli çünkü maalesef çoğumuz fikirleri niteliğine göre değil de kimin ağzından çıktığına göre değerlendiriyoruz.

Medya teorisyeni Daniel Boorstin’in “pseudo-event” yani düzmece olay diye adlandırdığı medya alışkanlığına benzer bir durum bu. Medya, ileri gelen elitlerinin önderliğinde kimi fikirler üretir ya da manipüle eder ve onları kitlelere pompalar. Aköz’ün de “imajlarla düşünmek” diye adlandırdığı olayın kökeni aslında budur. Ve bu, üretilen fikirlerin (imajların) genellikle düzmece, yanlış ya da kötü niyetli olmasından mütevellit kitlelerin zihni üzerinde tahakküm kuran bir düşünsel hegemonya oluşturur.

Hıncal Uluç’un, Lucescu’da var olduğunu iddia ettiği zavallılığı kanıtlamak için öne sürdüğü argümanlar sporu yakından takip eden herkes için gülünüp geçilecek şeyler. Uluç’un “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma” alışkanlığı artık bizi şaşırtmadığından üstünde durmaya pek gerek yok. Fakat yazısının sonunda öyle bir cümle var ki sadece bu cümlenin bu kadar rahat (vicdanen) kullanılabiliyor olması bile üzüntü verici.

“Bu Romen, benim ülkeme, alenen ve resmen hakaret etti. Türkiye Cumhuriyeti’ni Çavuşescu’nun Romanyası’na benzetme küstahlığında bulundu. Öfkem ondan. Bu ülkede o zaman bir İçişleri Bakanı olsaydı, daha o gün, çalışma izni iptal edilir ve şutlanırdı. Bir daha da dönmeyi aklına getiremezdi.” Türkiye’nin demokrasi ve devlet şiddeti konularında en acımasız diktatörlüklere dahi ders veremeyeceği gerçeğini bir kenara bırakalım, demek ki o dönemin İçişleri Bakanı Hıncal Uluç olsaymış Türkiye’nin Çavuşesku Romanyası’ndan hakikaten hiçbir farkı olmayacakmış. Dua edelim ki Uluç şimdilik sadece kötü spor yorumları yapan bir gazeteci, ya siyasetçi olsaydı?

Saturday, May 23, 2009

ŞUT 2





Dünyadan çok şey götüren 20.yüzyıl, insana "An"'ı hediye etti. Daha önce hiçbir çağda, hiçbir dönemde, hiçbir durumda birkaç saniye içerisinde olup biten hadiseler bu kadar öne çıkmamıştı, çıkamazdı da. Fakat çağımızın en büyük ozanı medya insanların o özel anlara olan zaafını ortaya çıkardı ve o anlar bizim "peygamberimiz" oldu...

Ernest Hemingway'in unutulmaz romanı "Çanlar Kimin İçin Çalıyor"'da şöyle bir pasaj vardır: "...Ah, şimdi, şimdi, şimdi, yalnızca şimdi, her şeyden önce şimdi ve şimdiki senden başka şimdi yok ve şimdi senin peygamberindir. Şimdi, sonsuza dek şimdi. Gel şimdi, şimdi, çünkü şimdiden başka şimdi yok..." Şimdi yani şu an yani tek bir an, tarihin hiçbir döneminde insanlık için bu kadar önemli olmayan bir zaman dilimi artık hayatı tanımlamaya yeterli. Ve insanoğlunun o özgün anlara olan sevdası 20.yüzyıl ve devamının ansiklopedik karşılığı belki de.

Daha önce çok tekrar ettim, yine edeceğim Daniel Boorstin'in o kıdemli sözünü: "Sporları seviyoruz çünkü ancak onun sağladığı imajlarla, spontane, tekrarı asla aynı olamayacak olan özgün anlara duyduğumuz amansız açlığı giderebiliyoruz." Bu anlar, bu enstantanelerle bir dönemi, bir başarıyı, bir olayı tanımlıyoruz.

Elbette her sonuç bir sürecin eseri ama "o an" işte herşeyi düğümünden söküp atan, bağımsızlığa kavuşturan o biricik anı yaşamak, ona tanıklık etmek...Tüm arzumuz bu ve bunun farkında olan medya da o anları efsaneleştirmek için elinden geleni yapıyor elbette.

Cleveland, Amerika'nın lanetli şehri olarak anılır. Kaybedenlerin kentidir. Büyük kenttir ama büyüklerin içinde sonuncudur. Tarih boyunca her alanda gölgede kalmış, alaylara maruz bırakılmıştır. "Cleveland Şakaları" diye bir gerçek vardır, American Splendor okuyan, izleyen herkesin gülümseyerek hatırlayağı gibi. Aynı makus talih, kentin spor tarihi için de geçerlidir. Beyzbol'dan basketbola Cleveland hep kaybetmiş, hep üzülmüş, hep dalga geçilmiştir.

Bugüne, yani 22 Mayıs 2009 tarihine kadar Cleveland'ın spor geçmişini özetleyen "an" Chicago Bulls'lu Michael Jordan'ın, 1989 Doğu Konferansı playoffları 1.turunda Craig Ehlo'nun üzerinden bulduğu mükemmel basketti. 3 saniye kala Brad Sellers'la topu oyuna sokan Bulls'un kaderi her zaman olduğu gibi Jordan'ın ellerine teslimdi. MJ topu aldı, sola doğru dripling yaptı havada topu Ehlo'dan kaçırdı ve 20 bin Cleveland'lıyı gözyaşlarına boğan o unutulmaz şutu soktu. Cavs 3-2 elenmişti ve Cleveland belki de tarihinin en iyi kadrosuyla bir kez daha hiçbir şey başaramamanın ezikliğini hissetmeye mahkum olmuştu. Bu sekans tarihe "The Shot" yani "Şut" olarak geçti ve senelerce Cleveland diyince akla gelen ilk şey bu oldu. Ta ki bugüne kadar...

Tanrının Cleveland şehrine adeta bir özür olarak yolladığı LeBron James, Cavaliers'a geldiği 2003 senesinden beri çok şey değiştirdi ama hiçbiri bugünkü kadar Jordanvari ve "Kazanan" özelliğinde değildi. Hidayet Türkoğlu Orlando Magic adına mükemmel bir geri dönüşü taçlandıran o enfes şutu soktuğunda Q Arena'da herkes "Cleveland'ın Laneti"'nden bahsetmeye başlamıştı ki, LeBron James, 0.5 saniye kala geriye doğru çekilerek mucizevi bir üçlük gönderdi ve takımını yeniden seriye dahil etti.

Artık Clevelandlılar'ın gülümseyerek anımsayabilecekleri, kendi "Şut"'ları var. Eğer LeBron takımını finale ve sonra şampiyonluğa taşıyabilirse bugünü, bu anı ve o şutu Cleveland'da yaşayan herkes hayatının sonuna kadar unutamayacak.

ŞUT 1: http://www.youtube.com/watch?v=p5WUOnTxwPw

ŞUT 2: http://www.youtube.com/watch?v=VkvTLOhm-TQ

Wednesday, May 20, 2009

Bacak arasından gol atanların peşinde

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL'DE YAYINLANMIŞTIR.

“Efsane olmak istiyorum.” Bu sözler Pekin 2008’in yıldızı, rekortmen atlet Usain Bolt’a ait. Geçtiğimiz hafta Manchester’da koşulan 150 metre sokak yarışını artık alışılageldiği üzere rekor kırarak 1.sırada bitiren Jamaikalı atletin 14.35’lik derecesi kimse için sürpriz değildi elbette. Eh, sporcu değil de insanüstü bir varlık gibi algılanmaya başladığınız zaman insanları etkilemek de zorlaşıyor.

Bolt, Olimpiyatlarda 100 metre rekorunu kırdığı zaman Amerikalı yayıncı kuruluşun spikeri şu sözleri sarf etmişti: “Dünyadaki herkes koşmayı biliyor ve bu adam en hızlımız. Bolt, 6 milyar kişilik bir piramidin en tepesinde duruyor.” Beğensek de beğenmesek de sporun böyle bir gücü var. Efsane, üstün-insan imajı yaratma yetisi bakımından Ortaçağ’da din ne kadar kuvvetliyse günümüzde de spor ona benzer bir işlev görüyor. Uçabilen, dünya dışı basketbolcularımız, “Allah vergisi” yeteneklerle donatılmış futbolcularımız, sualtında balıktan hızlı yüzücülerimiz var. Sporcular, insanın limitlerini zorluyorlar ve bunu her gün canlı yayında milyonlarca izleyiciye karşı bir meydan okuma şeklinde gerçekleştiriyorlar. Başarabilirlerse krallar ve Bolt’un da dediği gibi “efsane” olmamaları için hiçbir sebep yok.

ABD’li basketbolcu LeBron James henüz 20 yaşına gelmeden şu iki açıklamayı yapmıştı: “Tarihin ilk milyarder sporcusu olmak istiyorum.”, “En büyük hedefim Elvis Presley ya da Muhammed Ali gibi küresel bir ikon olabilmek.” Spor, artık birçok şey olmanızı sağlayabiliyor. Efsane, kahraman, milyarder… Milyonlarca insan sanki peygamberleriymiş gibi tuttukları takım ya da sporcunun başarıları, sözleri ya da hayat tarzına göre yaşamını şekillendiriyor. Müthiş bir güçten söz ediyoruz kısacası.
Bu müthiş gücü siyasi hegemonyaya karşı kanalize etmenin yollarını aramaksa bizim görevimiz olmalı. Sporcu dediğimiz bu “kudretli” güruhu bir sınıf olarak niteleyemeyiz tabii. Webervari bir “statü grubu” tanımı bile çok zorlama durabilir. Hal böyleyken onlara ortak devrimci bir misyon yüklenebileceği düşüncesi hayalcilik olur. Fakat tarih, Hitler’i renkten renge sokan Jesse Owens’ı, Nazi Almanyası’na karşı kanının son damlasına kadar savaşan devrimci güreşçi Uwe Seelenbinder’i, karizması ve Vietnam Savaşı’na karşı tavrıyla tüm dünyayı kendine hayran bırakan Muhammed Ali’yi, işten çıkarılan liman işçilerini destekleyen, bilerek penaltı kaçıran, ırkçılığa karşı savaşan Robbie Fowler gibi isimleri de yazdı. Spor, tüm manipülasyonlara karşı ilerici, devrimci düşünceleri halka taşıyabileceğini defalarca göstermiştir. Sistemin içinde görünüp ona bacak arasından gol atmış, atabilecek o kadar çok isim var ki bize düşen onların yaktığı ateşi yellemek olmalı.

Kariyeri boyunca otokratik İngiliz Federasyonu ve UEFA/FIFA kurallarına karşı savaşan Robbie Fowler hiçbir zaman dünyanın en iyi futbolcusu olmadı. Şu anda da Avustralya Ligi’nde adı sanı duyulmamış bir takımda forma giyiyor. Ama o hala Britanya’nın “God” yani “Tanrı” lakaplı gözbebeği. Efsane olmak isteyen sporculara ve sporun önemini göz ardı eden, küçümseyen “devrimcilere” duyurulur.

Wednesday, May 13, 2009

Sınıflılaştırılan spor

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Bir yanda kullarına mümkün olan en sağlıksız koşulları sunup onlardan maksimum verim almak üzerine programlanmış bir sömürü sistemi. Diğer yandaysa aynı sistemin medya ve tıp endüstrilerinin amansız spor salonu üyeliği ve Omega 3’lü balık eti satma çabaları! Kapitalist kafasıyla düşünüp denklemi şöyle kurabiliriz: Yığınları önce yor, sömür, onlara kendini önemsiz hissettir sonra da tüm bu stresi ve sağlıksız koşulları para karşılığı telafi etmelerini sağla (Tabii paraları ve zamanları varsa). Mantıklı gibi duran bu denklemde yok sayılan bir şeyler var ama “du bakalım!”

Karl Marx’ın, Das Kapital’den çok bilindik bir sözüdür: “Proletaryanın yaşamı çalışması bittiğinde başlar.” Aslında şunu söylemek istemektedir Marx: “Proletaryanın yaşamı çalışmasından ibarettir.” Zira kendi de çok iyi bilmektedir ki günde 10 küsur saatini işyerinde geçiren bir emekçi için kalan süre evine geri dönüş, beslenme ve uyuma gibi temel ihtiyaçlardan ibarettir. Zamanı olduğunu varsaysak bile onu verimli kullanacak gücü yoktur. Boş zaman, hobi saati, aktivite gibi kelimeler onun için anlamsızdır. Kendimden örnek verecek olursam: Özel bir şirkette çalışıyorum. Sabah 7’de yola çıkıyorum ve fazla mesai yapmazsam akşam 8-9 gibi evde oluyorum. Toplamda 14 saat demek bu! Sevgili doktorlarımızın buyurduğu üzere ruh ve beden sağlığımı korumak için 9 saat uyuduğumu varsaysak geriye kalan “boş zaman” sadece 1 saat! Ben bu 1 saatte yemek mi yiyeyim, spor mu yapayım, ikebana çiçek düzenleme sanatı kurslarına mı katılayım? Acaba biz çalışanlara söylemeyi unuttuğunuz bir şeyler mi var sevgili doktorlar? Mesela “Biz tüm o öğütleri ve sağlıklı yaşam manifestolarını işçi sınıfı haricinde kalan “ayrıcalıklı” kesim için belirliyoruz” gibi bir itiraf başlangıç için fena olmaz!

Spor, bir üst yapı kurumu olarak sınıfsız mıdır yoksa hâkim sınıf tarafından “sınıflılaştırılmaya” mı çalışılmaktadır?

Sporun kelime anlamı “boş zaman uğraşı”’dır. Hobidir yani eğlencedir. Bu sebepten de kentleşmeyle birlikte yaygınlaşmaya başladığı 19. yüzyıldan itibaren tüm sporlar önce tek boş zamanı olan kesimin yani burjuvazinin elinde gelişmeye başlamıştır.
Futbol gibi bağımsızlığını ilan eden kitle sporları ise endüstrileştirilerek kapitalizmin yeni silahları haline getirilmiştir. Başka bir deyişle sistem sporu hep kontrolünde tutmuştur. Kapitalist şehirleşme de bu sistematik hegemonyada stratejik bir rol oynar. Sadece üst-orta sınıf mahallelerinde spor kompleksleri, koşu-bisiklet parkurları görmemiz sizce bir tesadüf mü? İşçi sınıfı, ekonomik yetersizlik dolayısıyla spor salonlarından dışlandığı gibi kamusal spor alanlarından da mümkün olduğunca uzak tutulmaktadır.

Sporun sınıfı var mıdır? Alın size hiç sorulmayan bir soru, hatırlatılmayan bir sorun. Medya ve tıp endüstrisinin naifmiş gibi görünen tüm ukalalığıyla Belgrad Ormanı Koşusu, Sadabad Kasrı yürüyüşü, pilates, aletli vücut geliştirme ve balık eti satmaya çalıştığı bir çağda “bir üst yapı kurumu olarak spor sınıfsızlardan bağımsızdır, demokratiktir” diyebilecek sosyolog, siyasetçi, şehir plancısı, gazeteci varsa argümanlarını da alsın gelsin!..

Wednesday, May 6, 2009

Kusursuz Barcelona ve futbolun diyalektiği

İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Cumartesi akşamı bir maç izledik ve futbola yeniden aşık olduk. Açık konuşalım; ne Beşiktaş-Fenerbahçe derbisi, ne Galatasaray Tekerlekli Basketbol Takımı’nın Avrupa şampiyonluğu ne de Panathinaikos’un Euroleague zaferiyle ilgilenebildik. Mabedimiz Nou Camp, uyruğumuz Katalan, renklerimiz bordo maviydi! Uzunca süre beklenen bir sevdaya kavuşmanın heyecanında; hülyalardaydık.

Marcel Proust: “Güzel yazılmış her kitap bir tür yabancı dilde yazılmıştır” der. Barcelona’nın oynadığı oyunu “futbol” olarak nitelemekte zorlananlar için iyi bir başlangıç olabilir. İlk izlediği Dünya Kupası finali Arjantin-Batı Almanya (İtalya’90) ya da Brezilya-İtalya(ABD’94) olan bizler için elbette yabancı, bilinmedik bir oyun bu.

Küçükken Vâlâ Somalı’nın “Teknik ve Taktik Yönleriyle Futbol ve Tarihi” kitabını elimden düşürmezdim. Orada eski zamanların absürd maç skorlarına bakar, hayıflanırdım. Niye artık 7-5 biten Dünya Kupası maçları, 20-0’lık lig maçları yoktu; aklım almazdı. Büyüyüp bilgilendikçe futbolun sürekli bir geçiş sürecinde olduğunu ve her şeye rağmen diyalektik bir gelişme içerisinde yol aldığını kavradım. İnanın bana 1954 Dünya Kupası’nın 7-5’lik Avusturya-İsviçre maçı bugünün herhangi bir üçüncü lig mücadelesinden daha kaliteli değildi. Yani “futbol öldü”, “futbol savunmaya teslim” diyenlerden değilim, asla olmadım. Futbol sadece gelişti ve bu gelişme sürecinde savunma taktikleri ofans stratejilerine karşı başarılı kontralar üretti. Şimdi sıra hücumda! O yüzden hücum futbolunun bayraktarlığını yapan Barcelona’nın 34 maçta attığı 100 gol ve Real Madrid’e karşı aldığı 6-2’lik galibiyet sürpriz değil beklenen bir mutlu sondur.

Pep Guardiola’nın, 4-3-3’ü şiir gibi oynayan takımını izlerken aklım ister istemez Zdenek Zeman’a gitti. Hani Türkiye’de “Pendik Fatihi” diyerek dalga geçilen, Fenerbahçe’nin eski teknik adamına. Zeman, çok değil bundan 10 sene önce 4-3-3 oynama ısrarı yüzünden medya tarafından aforoz edilmiş, dinozorlukla suçlanmıştı. Günümüzün en modern taktiğinin 4-3-3 olduğunu düşününce komik geliyor şimdi bize. Oysa aynı Zeman’ın 1990/91 sezonundaki Signori’li, Baiano’lu, Rambaudi’li Foggia’sı dönemin en güçlü ligi olan Serie A’da Milan ve Napoli’yle birlikte ülkenin en keyifli takımı haline gelmişti. Arı gibi çalışan, oyunun iki yönünü de oynayabilen bir orta saha ve 3’lü forvet hattı, tanıdık geliyor öyle değil mi?

Barcelona’nın buna yaptığı katkının önemli bir kısmı genlerindeki Hollandalılık’tan, yani “total futbol”dan kaynaklanıyor. Fakat eklemeliyim ki burada da tarihsel bir pratik birikiminden söz etmemiz lazım. Barça’nın 4-3-3’le harmanladığı “total futbol”daki beklerin ne kadar aktif olduğunu düşününce akıllara Cruijff’un 90’lar Barcelona’sı değil de Tele Santana’nın 90’ların başındaki Sao Paulo’su geliyor.

Nereden nereye! İstiyorsanız kusursuza yakın 2009 Barcelona’sının oluşumuna kadar cereyan eden hücum-savunma diyalektiğini bir kez daha gözden geçirelim ve hücumun attığı golleri sıralayalım. 70’lerin Hollanda’sı ve “total futbol”un doğuşu, 90’lara doğru palazlanan hücumcu, presli ve “catenaccio”suz Arrigo Sacchi 4-4-2’si, Zeman 4-3-3’ü, Tele Santana’nın Brezilyalı “total futbolu” ve nihayet 2009’da uzaydan gelmiş gibi duran Pep Guardiola’nın Barcelona’sı. Düşününce “hiç de uzaydan gelmemiş” diyor insan! Aman siz Barcelona’yı izlerken bunları düşünmeyin, sadece hücum futbolunun ve güzel oyunun zaferinden zevk alın!..

Sunday, May 3, 2009

Futbolda Anadolu yürüyüşü

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Bir dönemler Eskişehirspor, Adanaspor ve Samsunspor’un yaşadığı başarılar Anadolu’yu gururlandırırken, iki sezondur bayrak Sivasspor’un ellerinde.

Tanıl Bora, geçtiğimiz Pazartesi günü Radikal’deki yazısına çok doğru ve güzel bir cümleyle başlamıştı: “Bülent Uygun’un dilinde hiç yakışmıyor ama!- ‘ihtilâl’, ‘devrim’…” Doğru söze ne hacet! Lakin ortada bir gerçek var ki 2 senedir hızı “ha kesildi ha kesilecek” diye her hafta dedikodusu yapılan Sivasspor adım adım şampiyonluğa doğru ilerliyor. Olabilir mi, olamaz mı ukalalığa kaçmadan bir şeyler söylemek güç! Zaten 18 yıllık futbol izleyiciliğimden öğrendiğim bir şey varsa o da tahminde bulunmaktan mümkün olduğunca kaçınmanın en makul yol olduğudur. Zira ömür boyu unutamayacağımız enstantaneler yaratma konusunda bir hayli becerikli olan sporcu milletinin ne yapıp ne yapamayacağını biz “çokbilmişler” asla tam olarak kestiremeyiz.

Tarih dersi vermek haddime düşmez ama gelin geçmişten birkaç ihtilalciyi anıverelim. 1968’den 1989’a, Anadolu’nun üç farklı köşesinden çıkıp İstanbul’a korku düşüren kulüplerimizi hatırlayalım: Eskişehir’i, Adana’yı ve Samsun’u…

KIRMIZI ŞİMŞEKLER

Yaşadıysanız zaten bilirsiniz de benim gibi yaşı tutmayanlar için diyorum: “70’lerde Eskişehirspor bir başkaymış.” Hala okumadıysanız Özgür Topyıldız’ın nefis “Anadolu Yıldızı Eskişehirspor” kitabını, ben size böylece özetleyeyim. Eskişehirspor’un, 60’ların sonunda başlayan ve 75/76 sezonuna kadar süren yürekli yürüyüşü, İzmir’i saymazsak Anadolu’dan yükselen ilk isyan sesiydi. 3 ikincilik, 2 üçüncülük, 2 de dördüncülük sığdırmışlar 69-75 arasına. Bir Türkiye Kupası ve Avrupa zaferleri de cabası. Sıra dışı ve asi tavırları taraftarlarına da sirayet etmiş ve efsane amigoları Orhan’ın önderliğinde dönemin en ateşli ve renkli tribün hareketi oluşmuş. “Fethi-Nihat-Ender/Filelere Gönder”li naif tezahüratlardan, rakiplerine bir yandan korku bir yandan da ilham veren tribün şovlarına, futbolun hakikatinin her çeşidini yansıtmışlar spor kültürümüze. Eskişehirspor diyince Fethi Heper’i unutmak olmaz. O sadece rekortmen bir golcü değil aynı zamanda Türkiye tarihinin futbolculuktan sonra profesörlüğe yükselen ilk ismidir. Brezilyalıların felsefe doktoralı Socrates’i varsa bizim de Profesör Fethi Heper’imiz var yani.

TURBEYLER

70’lerin sonu ve 80’lerin başında en şaşaalı günlerini yaşayan Akdeniz takımlarından bir tek Adanaspor şampiyonluğa yaklaşabilmiştir. 80/81 mevsiminin yenik, sıkılgan ve postallı havasında Fenerbahçe averajla küme düşmekten kurtulur, Trabzonspor aldığı 7 mağlubiyete rağmen şampiyon olurken güneyin en büyük şehrinin “Turuncu tarafı” neredeyse ipi göğüsleyen taraf olacaktı. Şampiyonluk umutlarını sonlandıran kaybın, 28. haftada komşu Mersin’de gelmesiyse -ki Mersin İdman Yurdu o sene küme düşmüştü- Çukurova’nın doğusu ve batısında farklı ruh halleri yaratmıştı doğal olarak. O günden bugüne Adana’yı ve Mersin’i kaplayan spor sessizliği ise bir Akdenizli/Çukurovalı olarak en hayıflandığım hadiselerden biridir (Mersin’in 83’teki
Türkiye Kupası finalini saymazsak).

GOLCÜLERİN ŞEHRİ SAMSUN

“Her ölüm erken ölümdür” demiş ya Cemal Süreya, ya böylesine ne denir? Samsun’un 85’ten 88’e büyüklere korku salan armadasını, hiçbir şeyin değil ama 20 Ocak 1989’daki o elim trafik kazasının parçalaması kadar acı ne olabilir? “Zoolog Roberto Fontanarosa der ki: “Nesli tükenen iki tür var biri panda ayıları, biri de golcüler.” 80’lerde Samsun’un böyle bir sıkıntısı yoktu. Golcülerin şehridir Samsun ve kırmızı beyazlıların 85’teki ilk yükselişinde Tanju Çolak’ın payı büyüktür. O, “Hayatta üç hayalim var; biri Galatasaray, biri Hülya Avşar, biri de BMW” deyip Samsun’u terk ettiğinde geride hala taş gibi bir takım vardı, ta ki o canavar kazaya kadar. 80’lerin unutulmaz Samsun takımı, iki lig üçüncülüğü bir de dördüncülük elde etmiş ama belki de en kıymetlisi kente renkli bir futbol ekolü miras bırakmıştır.

Adını anamadığım Göztepe, Altay, Ankaragücü, Kocaelispor, Gaziantepspor, Gençlerbirliği gibi camialar kusura bakmasın. Elbette daha nice takım vardı bizleri heyecana sürükleyen. Şimdiyse Sivas’ın Yiğidoları, Anadolu’nun yegâne muzaffer devrimcisi Trabzonspor’un ardılı olarak tarihe adını yazdırma peşinde. Bol şans Sivas, Anadolu arkanda!..