Sunday, October 31, 2010

Iverson’ın hâlâ bir cevabı var mı?


BU YAZI İLK OLARAK 31 EKİM 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.


“Michael Jordan benim için bir kahraman değil. Benim kahramanlarım hiçbir zaman takım elbise giymedi.”


Basketbolda yeni sezon başladı ve bu yazı yazılırken Beşiktaş, yukarıdaki sözlerin sahibini renklerine bağlamak üzereydi. 35 yaşındaki (eski) süperstar Allen Iverson son anda bir değişiklik olmazsa siyah-beyazlı formayı giyecek. Beşiktaşlı ya da değil Iverson önemli bir adam. Crossoverları ile Jordan’ın dahi başını döndürdüğü günler artık çok uzakta. Yine de “Cevap” lakaplı oyuncunun uzun süredir serbest düşüşte olan kariyeri ve karakterine dair yapılan eleştirilere karşı küçük bir itirazı olabilir.

Kendisine hala “Vahşi Çocuk” diye seslenen efsanevi Georgetownlı John Thompson’ın koçluğunda şaşaalı bir kolej kariyeri geçiren Iverson, 1996 yılında tarihte 1 numara seçilen en “ufak adam” titriyle NBA’e adım attığında lig hala Michael Jordan ve onun temsil ettiği değerlerin tahakkümü altındaydı. Iverson topyekûn halde varlığı ve tavırları ile Jordan önderliğinde “beyazlaşan” bu suretle düzene ayak uyduran ve toplumun kazananlarına(winner) dönüşen yeni dönem Afro-Amerikalı “rol modellere” karşı farklı bir akımın temsilcisi haline geldi.

Elbette Iverson’ın çıkışı, ülkede geniş bir nüfuza sahip olan hip-hop kültürünün de nihayet kendisine spor sayfalarının manşetlerinde yer bulabilmesi anlamına geliyordu. ABD’deki tüm politik ve toplumsal hayatı etkileyen Sivil Haklar Hareketi’nin kazanımları sonrası çoklukla yoz bir harsın yüceltilmesiyle Afro-Amerikalılar arasında kendine önemli bir yer edinen hip-hop kültürü toplumu etkilemeye başlayalı çok olmuştu. Fakat akım, NBA’in David Stern ve “Be Like Mike-Mike gibi ol” dönemi süresince kendine spor alanında önemli bir yer edinmeyi başaramadı. Geçer akçe, Michael Jordan’ın temsil ettiği; rekabetçiliğin, sıkı çalışmanın ve disiplinin yüceltildiği mikro-ideolojiydi.

AI, Jordan’a karşı

“Profesyonel sporlar, toplumumuzda 2 önemli rol oynamaktadır. Birincisi, disiplin, sıkı çalışma ve milliyetçilik gibi “değerlerin” yeniden üretimi, ikincisi ise ABD’nin para kaynağı “sağmal ineklerin” medyatik temsili. Michael Jordan gibi atletler ticari değerleri ve kârı kırmızı, beyaz ve maviden(ABD bayrağı) oluşan gülümseyen bir paket içerisinde bize sunar…”


Marksist spor yazarı Dave Zirin bu pasajda dönemin-ve aslında her dönemin- karakteristiğini başarılı bir şekilde tasvir ediyor. Fakat David Stern ve NBA’in ticari ortaklarının Jordan markası altında kişileştirdiği bu mikro-ideolojiye ters söylemlerle ortaya çıkan Allen Iverson’ın da kendi içinde muhalif olsa da kısa sürede piyasaya, “düzene” ayak uydurduğunu gözden kaçırmamak lazım(zaten onun derdi piyasa ile değildi). Aslında Iverson’ın isyanı da ehlileşmesi de bilinçli süreçler olmaktan uzaktı. Sporcunun temsil ettiği değerler metalaştırıldıkça tehlikeli olma özelliğini de yitirdi. Allen Iverson’ın dövmeleri, statükoya meydan okuyan hâl ve tavırları “devrimci”, “kontra-hegemonik” bir söylem içeremediği için kitleselleştiği ölçüde NBA’in pazarlama araçlarından biri haline geldi.

Öyle ki Allen Iverson’ın, David Stern’ün ırkçı olduğu kadar sosyal-ırkçı bir altyapısı bulunan kıyafet zorunluluğuna(NBA oyuncularının tüm maçlara takım elbiseyle gelmesi zorunluluğu) karşı muhalif bir konuşma yaparken söylediği “Japonya’ya gittim ve orada hiçbir hayranımı takım elbise giyerken görmedim. Herkes benim gibi giyiniyordu” sözleri onun kültürel önemini ve bir meta olarak etki alanını da özetliyor aslında. Yine de AI’ın varlığı ve muhalif duruşu önemliydi. Çünkü aynı cümlenin öncesinde şöyle muazzam bir eleştiri de vardı:
“Bir insanın smokin giyiyor olması onun iyi, başarılı, toplum için yararlı olduğu anlamlarına gelmez. Bu çocuklara iyi örnek olmak falan değildir tam tersine onlara, ‘Hey, eğer takım elbisen yoksa bir şeyleri yanlış yapıyorsun’ mesajı verir ve bu ülkede iyi bir insan olmasına rağmen smokin giyemeyecek olan milyonlar var…”


Zaman değişti, “Cevap” ehlileşti

Zaman değişti, köprünün altından çok sular aktı ve Iverson da popülaritesini kısmen yitirdi. Lig artık Jordan’ın karbon kopyası olan, her kelimesinde kazanmanın, rekabetçiliğin ve sıkı çalışmanın önemini vurgulayan Kobe Bryant’ın, en büyük amacını milyarder olmak olarak açıklayan LeBron James’in, son dönemde “hain” rolüne sokulan LeBron’un tam karşıtı olarak pazarlanan yeni altın çocuk, çalışkan, uyumlu, olgun Kevin Durant’in ligi. Allen Iverson bile 2-3 sene önce geçmişteki davranışlarını onaylamadığını belirten açıklamalarda bulunmuştu. Buna rağmen hâlâ hatırı sayılır bir hayran kitlesine sahip.

Senelerdir tepetaklak giden kariyerine rağmen bu durumu açıklayacak bir cevap var. Allen Iverson, tüm bu medyatik karakterlerin arasında yoz bile olsa sokağın kültürünü, derdini, dürüst bir şekilde ve sponsorların tamamen himayesi altına girmeden yansıtabilmiş bir adamdı. Sadece sahada değil yaşamın ta kendisinde yolunu bulmaya çalışan ama hiçbir zaman bir Michael Jordan olamayacak milyonlarca gence gerçek hayata dair bir cevap verebilmeyi başarıyordu. Kişisel olarak söyleyecek olursam, bir basketbolcu olarak Allen Iverson’ın oyununa hiçbir zaman hayran olmamışımdır. Fakat tüm bu sirkin ortasında kurulu şirket robotlarına dönüşmüş atletlerden farklı bir dil ve tavır geliştirmiş olması ona büyük saygı duymamı sağlıyordu.

Esasında tüm bu yazıya eşlik edecek bir şarkı var. Public Enemy’den He Got Game… Bulabilirseniz dinlemenizi isterim. Ne diyordu orada Chuck D:
“Ekranların kontrolündeki iblislerin arasında, tüm bu gördüklerimin ne anlamı var? 1 milyon vatandaştan biri muhalif olsun! O çok yetenekli, bu çok yetenekli, şu çok yetenekli! Oyun zevkli olabilir, bir anlamı da olabilir ama lanet olsun ona! Eğer hiçbir şey söylemiyorsa…”


Bir şeyler söyle bize Allen Iverson, eskiden olduğu gibi…

Sunday, October 24, 2010

Bir Galatasaraylının gözünden Kadıköy özeti


BU YAZI İLK OLARAK 24 EKİM 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

İlkler illa güzeldir midir bilmem ama unutulmaz olduğu kesin. -Bu “ergen gerisi sefil” klişesiyle yazıya başladığıma ben de şaşırdım ama idare ediveriniz- 22 Nisan 1992, izlediğim ya da en azından anımsadığım ilk futbol maçının tarihi. Yer: Kadıköy Fenerbahçe Stadı. Sarı-lacivert çubuklu, klasik formasıyla Fenerbahçe, o sezona has, kırmızı tonların hakim olduğu ‘ADEC’ reklamlı garip üst-başıyla Galatasaray’a karşı tarihin kim bilir kaç yüzüncü sınavını vermekte…

O gün, 1.sınıf talebesi halimle izlediğim ilk Fenerbahçe-Galatasaray maçının önümüzdeki 20 yıldaki derbilerin handiyse özeti olma özelliği taşıdığını bilmiyordum tabii. Daha çok ben niye 5 gol atan takımı değil de yiyeni tutuyorum psikolojisi içerisindeydim. Taraftarlığı tetikleyen psikolojik ve sosyal etmenler bu yazının ilgi alanına girmediği için lafı uzatmadan 18 yıl önceki maça geri dönüyorum.

Kadıköy’deki her Galatasaray karşılaşmasında olduğu gibi Fenerbahçe maça fırtına gibi girdi. 9.dakikada Aykut Kocaman sol açıktan driplinge kalktı ki İsmail Demiriz pozisyon avantajını kullanarak araya girdi. Tam atak başlamadan bitti derken İsmail, kaleci Hayrettin’e doğru kısa düşen bir geri pası verdi. “Kurt” Aykut, bu hatayı iyi değerlendirdi. Topu kaptı, ceza sahasına girdi ve açıyı kapatmak için bacakları 5 karış açık öne doğru çıkan şaşkın Hayrettin’i klas bir plaseyle avladı. Hayrettin’e kalan boğaz gibi açtığı bacaklarını hızla kapatmak isterken kaba etinin üstüne düşüvermek ve topun ağlara gidişini o komik haliyle izlemekti. Önümüzdeki 20 yılda Kadıköy’de yediğimiz birçok golü “Hayrettin çaresizliği” ile izleyecektik…

Gol sonrası Galatasaray, örneğine birçok kez şahit olduğumuz üzere “Kadıköy paniğine” kapıldı. Sert fauller, gereksiz gözü peklikte bir hücum futbolu, defansı 40-50 metreye çıkarmalar, anlamsız bir acelecilik. Tüm bunlar hataları beraberinde getirdi ve orta sahada kaptırılan bir top sonrası Oğuz savunmanın gerisine derinlemesine bir pas attı. Aykut, topu 35 metre sürüp kaleciyle karşı karşıya kaldığında Galatasaray savunması o kadar gerilerdeydi ki sağdan gelen Tanju’ya pas verme lüksü hala mevcuttu. Aykut pasını bıraktı, Tanju boş kaleye yuvarladı. Kadıköy’de Fenerbahçe üstünlüğünü perçinlerken bize de “derbide böyle gol mü yenir yahu” demek düştü. Galatasaraylılar olarak bu sözü önümüzdeki 20 sene boyunca sıkça tekrarlayacaktık…

İkinci yarı başlarken ufaktan beslediğimiz umutlar 46.dakikada Fenerbahçe’nin Oğuz-Rıdvan-Aykut işbirliği sonucu güle oynaya attığı bir golle sönerken Fenerbahçe tribünleri İbrahim Tatlıses’in apolitikleştirerek yeniden yorumladığı(ya da içine ettiği diyelim) Şivan Perwer türküsü ‘Cane Cane’ ile rakibi kızdırıyordu. Yıllar ilerledikçe bu tezahüratın yerini “İşte böyle, her sene böyle” aldı…

Galatasaray, nasıl olduysa 3.gol sonrası oyundaki üstünlüğü ele geçirdi ve 52 ile 58. dakikalarda Erdal Keser’in ayağından gelen gollerle farkı bire indirdi. Böylesi bir geri dönüş herkesin aklına 88/89 sezonunda Fenerbahçe’ye 3-0’dan 4-3 kaybedilen o tarihi maçı hatırlattı ve “Neden olmasın” dedirtti. Fakat henüz haberimiz olmasa da “hevesin kursakta kalması” da önümüzdeki 20 yıl boyunca Kadıköy’de sıkça yaşayacağımız bir halet-i ruhiyeydi.

İki güzel golün ardından 80.dakikada bu kez Gerson-Oğuz-Tanju işbirliği nefis bir gol üretti ve Galatasaray adına son 20 yılın klasiklerinden olan “Kadıköy saha içi kavgaları”, “Kadıköy’de sinirlere hakim olamama”, “Kadıköy’de kırmızı kart görmezse rahat uyuyamama” başlıklı kronik alışkanlıklar baş gösterdi. 84.dakikada Rıdvan’ın düşürülmesi sonrası çalınan penaltı kararına Hayrettin’in verdiği aşırı tepki biraz da çaresizliğin yarattığı sinirdendi. “Rıdvan’ı bitirecektim” gibi garip bir Hayrettin Demirbaş demeciyle tarihe kazınan o anı yaratan psikolojik dürtü 20 yıl boyunca Galatasaray’ın Kadıköy’de göreceği onlarca kırmızı kartın müsebbibiydi. 86’da Rıdvan, Tanju’ya muhteşem bir gol attırdı ve gol perdesini kapattı. Bu farklı Kadıköy mağlubiyetlerinden önümüzdeki 20 senede bolca göreceğimizi de o sırada tahmin etmiyorduk…

Son dakikalarda Kosecki’nin gördüğü kırmızı kart ve sonrasında hakeme karşı denediği saldırı girişimleri akla Hasan Şaş’ı mı getirdi, Bülent Korkmaz’ı mı, Hagi’yi mi, Emre’yi mi Arda’yı mı siz karar verin ama 18 yıl sonra-hadi yuvarlak hesap 20 diyelim- geri dönüp baktığımda 1991/92 sezonu, 22 Nisanı’nda oynanan ve Fenerbahçe’nin 5-2 kazandığı bu maç bana hep Kadıköy’de son 20 yılın özeti gibi gelmiştir.

Bakalım göreve yeni başlayan Hagi-Tugay ikilisi bu makus talihi değiştirebilecek mi…

Sunday, October 17, 2010

Üç kişiydiler...



BU YAZI İLK OLARAK 17 EKİM 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

16 Ekim 1968…

42 yıl önce dün, ikisi başrolde 3 sporcu, spor tarihinin en politik, en etkili eylemlerinden birine imza attı. 1968 Mexico City Olimpiyatlarında podyuma çıkan ABD’li atletlerden şampiyon Tommie Smith ve bronz madalyalı John Carlos eylemin baş aktörleriydi. “Siyah Gücü”nü simgeleyen yumrukları havada, sömürgeci-köleci emperyalizmin günahlarına karşı zalimin utancını yüklenmenin mağrurluğuyla başları önde, Amerikalıların “yıldızlarla süslü sancağımız” diyerek fetişleştirdikleri bayraklarını ve marşlarını unutulmayacak bir şekilde protesto ettiler.

Eylemin üçüncü adamı, gümüş madalyanın sahibi Avustralyalı Peter Norman da cesur bir kararla hem eyleme fikri destek vermiş hem de turnuva öncesi siyahi atletlerin oyunları boykot etmesi gerektiğini savunan “İnsan Hakları için Olimpiyat Projesi” oluşumunun çıkartmasını taşımıştı.

TARİHİ EYLEM VE YANKILARI

Sporcuların bu tarihi protestosu her önemli, cesur eylem gibi “güdümlü kitleler” yani tribündekiler, “akil adamlar” yani statükocu bürokratlar, ana akım medya ve meslektaşları tarafından tepkiyle karşılandı. Islıklar ve yuhlar eşliğinde podyumu terk ettiler. 1936 Berlin Olimpiyatlarındaki Nazi selamlarına karşı ağzını açmayan dönemin olimpiyat komitesi başkanı Avery Brundage, “Siyah Gücü Selamını” Olimpiyat Oyunlarının barışçıl, “politikalar üstü”(!) yapısına karşı bir müdahale olarak yorumlayarak kınadı. Smith ve Carlos, Brundage’in talimatıyla anında Amerikan Olimpiyat takımından kovuldular ve Olimpiyat Köyünden de ayrılmaya zorlandılar. Brundage, eylemcilerin Amerikan ulusunu utanca boğduğunu iddia ediyordu. Geçmişinde ’36 Berlin Olimpiyatları sırasında Yahudileri spor kafilesinden dışlamak gibi Nazici eylemler olan bir “baron” için cesur bir iddia doğrusu.

ABD’nin ana akım medyası da olaya “gerekli” tepkiyi göstermekte gecikmedi. Dünyaca ünlü “Time” dergisi Smith ve Carlos’un cesur eylemini “huysuzluk” olarak tanımladı ve bunun barışa zarar verdiğine hükmetti. Onlara göre, günümüzde spor tarihin en etkili ve görkemli direnişlerinden biri olarak yad edilen bu eylem, Olimpiyat Tarihine kara harflerle yazılmış nahoş bir “huysuzluktan” ibaretti. Protesto, etkili ama “dar kafalı” idi. Sovyet, Kübalı, Doğu Alman Komünistler bile ABD bayrağına ve milli marşına “gereken” saygıyı gösterirken “Amerikan ekmeği yiyen” bu heyecanlı gençlerin yaptığının sözlük karşılığı “hainlikti”. Üstelik “olimpiyat ruhunun” ne olduğunu kavramış birçok Afro-Amerikalı sporcu da Smith ve Carlos’a karşı çıkıyordu. İşte, 110 metre engelli şampiyonu Willie Davenport da “Ben buraya altın madalya kazanmaya geldim, ‘Siyah Gücü’ hakkında konuşmaya değil…” diyerek doğru tavrın nasıl olması gerektiğini göstermişti. Anlayacağınız oluşturulmaya çalışılan siyasi hava, suçlamalar, nitelemeler, iddialar o kadar tanıdıktı ki…

Zamanla, Time’ın “Daha Kızgın, daha edepsiz, daha çirkin” diyerek nitelediği, küçümsediği, mahkûm ettiği bu eylemin haklılığı sadece halk nezdinde değil devletçe de kabul edildi. “Sivil Haklar Hareketi” 70’lerden itibaren Afrikalı Amerikalıların öncülüğünde sonuç vermeye başladı ve nihayet Tommie Smith ve John Carlos da “iade-i itibardan”(ne çirkin bir sözcüktür) nasibini aldı. 42 yıl sonra dönüp baktığımızda dönemin “akil adamlarının” ve medyanın söylemlerinin ne kadar gerici olduğunu daha iyi görüyoruz.

O “KABA” YUMRUĞUN ANLATTIKLARI

Tommie Smith ve John Carlos, 16 Ekim 1968 tarihinde podyuma “açlığı ve yoksulluğu” sembolize eden ayakkabısız, sade siyah çoraplarıyla çıktılar. Smith, boynuna “Siyah Gururunu” temsil eden kara bir kaşkol dolamıştı. Carlos, ülkesindeki bütün mavi yakalı işçilerle dayanıştığını işaret etmek için eşofmanının üst fermuarını açık bırakarak üzerinde “köle yollarında, gemilerde öldürülen, işkence edilen, aç bırakılan ve kimsenin cesetlerine rahmet dahi okumadığı atalarımız için…” yazan bir kolye takmıştı.

Tommie Smith geleneksel “Kara Panterler” selamına uygun olarak sağ yumruğunu cesurca kaldırmıştı göğe. John Carlos, sol yumruğunu kaldırmak zorundaydı çünkü podyuma çıktığında eldivenini unuttuğunu fark ederek Smith’in sol eldivenini ödünç almıştı. Bu ani alınmış fikri öneren de sahnenin üçüncü ismi, hep “podyumdaki diğer adam” olarak anılan Avustralyalı Peter Norman’dı. “Diğer adamdı” belki ama o da elinden gelen tüm desteği vermiş ve bedelini de ödemişti. Ülkesinde büyük eleştirilere maruz kalan Norman, 1972 Münih Olimpiyatlarına kalifiye olmasına rağmen götürülmedi. Olaydan tam 40 yıl sonra, tarihi protestoyu anlatan, yeğeni Matt Norman tarafından çekilmiş “Salute” yani “Selam” adlı filmi izlemenizi öneririm.

Sola dair değerlerin, simgelerin ilginç bir taarruz altında olduğu günümüzde Smith ve Carlos’un mücadeleyi, direnişi simgeleyen gururlu yumrukları çağdaşlarımız tarafından “kaba” olarak nitelenir miydi bilemiyorum. Fakat şurası kesin ki Tommie Smith, John Carlos ve Peter Norman 16 Ekim 1968’de tüm tepkilere rağmen cesurca savurdukları yumruklarıyla egemenlere ve onların çıkarlarının savunucularına unutamayacakları bir ders verdiler ve 42 yıl sonra biz ABD’deki Sivil Haklar Hareketinde önemli bir yeri olan bu eylemi hâlâ büyük bir saygıyla anıyoruz. Yumruğun kendilerine sallandığını fark edenler yani egemenler, Brundage ve ABD medyasının gerici tutumları ise bir ibret sayfası olarak duruyor tarih kitaplarında.

Geçtiğimiz hafta açıklandığı üzere Tommie Smith, altın madalyasını açık arttırmada satma kararı aldı. Smith ve Carlos’un asıl zaferi hiçbir zaman bu madalyalar olmadığı için bunun pek de bir önemi yok. 42.yılında o 3 kişiye selam olsun!

Sunday, October 10, 2010

"Mesut Raus"* yetmedi...


BU YAZI İLK OLARAK 10 EKİM 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.



İmran Ayata’nın aktardığı bir anekdottur. Doksanların başında Almanya’da, bir grup, PKK bayrakları ve Öcalan posterleri açarak bir nevi tribün eylemi gerçekleştirir. Durum stadyumdaki Türklerin hoşuna gitmez ve hep Almanlardan duydukları o meşum slogan Kürtlere uyarlanarak her zaman kendi belalıları olan polis göreve çağrılır: “Kürten raus, Kürten raus…” Yani Kürtler dışarı…
Hatırlarsınız, Dünya Kupası döneminde Mesut Özil’in Türk mü, Kürt mü olduğu gibi tartışmalar medyada kendisine geniş yer bulmuştu. Benim zerre kadar umurumda olmasa da belirtmek gerek ki Mesut Özil, Karadenizli bir Türk. Resmi twitter hesabı üzerinden de yazdığı gibi: “Karadenizli bir Türk’üm fakat anlamadığım şey şu: Kürt olsam ne fark edecek?”

İlk yarı: Edilgen Türkiye, tutuk Mesut

“Yeterince Türk” olmamak bu topraklarda bayağı şey fark ettiriyor be Mesutçuğum! Bu yüzden Berlin Olimpiyat Stadında topu ayağına her alışında maruz kaldığı ıslıklar aklıma İmran Ayata’nın aktardığı “Kürten Raus” hikâyesini getirdi. Esasında Mesut Özil’e karşı medya eliyle oluşturulan ve hafta boyu devam eden milliyetçi baskının tribündeki bu ıslıklı yansıması Türkiye milli takımının Almanya’ya karşı uygulayabildiği tek “etkili” taktikti desek hiç de abartmış olmayız.

Zira Guus Hiddink’in sahaya sürdüğü takım edilgen bir taktiğe bürünmeye mahkûmdu ve nitekim öyle de oldu. İki aynı tipte, ağır, top tekniği zayıf stoper, Servet Çetin ve Ömer Erdoğan’ın tandemi oluşturması takımın oyunu ileride kurmasını imkansız kıldı. Sol bekte Sabri ve önünde Hamit Altıntop’un varlığı sol kanadın kullanılma olanaklarını neredeyse sıfırlarken göbekte de Aurelio-Nuri-Emre üçlüsünün dripling özelliği olmayan oyuncular olması atak varyasyonlarını kısıtladı. Stoperler ileri çıkamadığı için ilk 5 dakika dışında önde de baskı yapamayan bu tek yönlü orta saha geriye çekildikçe santrfor Halil Altıntop’la aralarında olan fasıla iyice arttı ve ileride yalnız kalan Halil etkisiz elemana dönüştü. Aurelio’nun sakatlığı talihsiz bir gelişme olsa da oyunun gidişatını değiştirme adına bir potansiyel taşıyordu. Hiddink doğru bir hamleyle oyuna bir hücumcuyu, Tuncay Şanlı’yı soktu. Lakin görüldü ki Tuncay Şanlı’nın form durumu böylesi üst düzey bir maçı kaldıracak seviyede değildi…

İlk yarıdaki bu edilgen ve defansif görüntüye rağmen Almanya’nın da gole kadar fazla etkili olamadığını gördük. Bunda takımın çekirdeğini oluşturan
Bavyeralıgillerin(Lahm, Müller, Kroos, Klose) formsuzluğu, Schweinsteiger’in yokluğu ve elbette Mesut Özil’in tutukluğu başrolleri paylaştı. Hafta boyu hakkında çıkan haberlerden, basın toplantılarında maruz kaldığı aptalca sorulardan ve tribündeki ıslıklardan-hani o yazının başında da bahsettiğim “Mesut raus” havasından-belli ki etkilenmişti Almanya’nın genç maestrosu...

Gol sonrası Mesut ve Almanya’nın hâkimiyeti

Profesyonellik her zaman için bir yere kadar, hep bunu savunurum. Sahaya 11 robot değil 11 insan çıkıyor. Endüstriyel spor yani profesyonelce icra edilen rekabetçi kitle sporları her ne kadar insanı eylemine ve benliğine yabancılaştırmada başarılı bir uğraş olsa da, o kadar da değil artık! Mesut ilk 60 dakika boyunca alışılmadık bir biçimde tedirgindi. Her zaman rahatça verdiği, kendisi için çıtır çerez olan pasları veremedi, tek top yapmakta zorlandı, kimi zaman topu ayağında çok oyaladı ve tek bir dripling dahi yapamadı. Belli ki Türkiye, sahadaki oyunuyla olmasa da milliyetçi medyası ve ıslıkçı tribünleriyle Mesut’u olumsuz etkilemeyi başarmıştı.

Sadece Almanya’nın atabileceği ve sadece Türkiye’nin yiyebileceği goller olduğuna dair metafizik bir tespitim var. Galiba 42.dakikada yaşanan da buydu ve Almanya Klose’nin golüyle 1-0 öne geçti. Türkiye, ikinci yarının ilk 10-15 dakikasında biraz daha ofansif oynamaya çalıştıysa da stoperlerinden, orta saha oyuncularına kadar oyunu sıkıştıracak, sahayı daraltacak nitelikte bir oyuncu kadrosuna sahip olmaması geride devasa boşluklar bırakmasına yol açtı ve bu durum Almanya’nın, özellikle de Mesut’un ekmeğine yağ sürdü.

Özil öyle hızlı, delişmen, atletik yetenekleriyle öne çıkan bir oyuncu olmamasına rağmen zekâsı, saha görüşü, bencil olmayışı ve tekniği sayesinde geniş alanı mükemmel kullanan bir isim. Türkiye’nin oyun disiplini ve dengesini kaybettiği 60.dakikadan sonra da bu özellikleriyle oyuna nasıl hükmettiğini hep beraber izledik. 79.dakikada attığı golle ikinci yarıdaki performansını taçlandırdı ve kendisi sevinemese de futbola şovenizm gözlüğünden bakmayan herkesi sevindirmeyi başardı.

Islığın iflası, “Auf wiedersehen…”

Mesut Özil, böyle bir zorunluluğu olmadığı halde harika bir sınav verdi. “Milliyetçilik” kozunu kullanan ve yayan medya ise sınıfta kaldı. Kimi basın organlarının “Hain evlat Mesut’a karşı parayı, şöhreti değil vatanını seçen Hamit, Nuri, Halil” edebiyatı yapması en hafif tabirle yavandı. “Milli marşı okuyacak mı”, “milli marş okunurken ne yapacak” gibi tuzak sorular maksatlı ve çirkindi.(İçimden keşke Mesut, milli marşlar okunurken Herne Peş söylese de şunları iyice ifrit etse diye geçirmedim de değil laf aramızda…)

Milli maçlara dair olan görüşlerimi bu köşeyi takip edenler biliyor. Bilmeyenler için “aramız limoni” diyeyim, kısa ve usturuplu olsun. Bu maçı da Mesutsporlu olarak izledim ve desteklediğim Mesut’un başarılı performansı sayesinde keyifli bir futbol akşamı yaşadım. Almanlar maç boyu “kendi çocuklarını” ıslıklayan Türkiye tribünlerini alaycı bir dille “Auf wiedersehen” yani “görüşmek üzere” diye uğurlarken bu aynı zamanda “Mesut Raus” politikasının kaderinin de “Kürten Raus”tan farksız olduğunu tescilliyordu…

*Mesut Dışarı (Alm.)

Sunday, October 3, 2010

Commonwealth Oyunları pislik içinde başlıyor



BU YAZI İLK OLARAK 3 EKİM 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

Commonwealth Oyunları bugün Delhi’de başlıyor. Kentte şu aralar “talihli” bir katchi abadi (gecekonducu) sayılmak için başınızı sokacak bir barakanızın olması yeterli. Ya da günde 3 dolara çalıştığınız stadyum inşaatlarında hâlâ can vermediyseniz ve hatta 4 yaşındaki oğlunuzu da günde 1 dolara kendinize meslektaş edebildiyseniz yatıp kalkıp halinize dua edebilirsiniz.

Çok mu iddialı konuştum? Dahası var, resmi rakamlara göre nüfusu 19 milyon olan Delhi’de en az 10 milyon gecekondu sakini yaşıyor ve kente her yıl göç eden 500 bin kişiden 400 bini soluğu gecekondu mahallelerinde alıyor. Bayağı kalabalık ve gittikçe de artan bir nüfustan söz ediyoruz anlayacağınız.

22 Ağustos’ta bu köşede yazdığım “Delhi 2010: Spor, spor endüstrisinin neresinde?” başlıklı yazıda tüm dünyada konuşulmakta olan ve Commonwealth 2010’un defolu yanlarını -bu noktada “Defolu olmayan bir yanı var mı?” iyi bir sorudur- faş eden gerçekleri sizlerle paylaşmıştım. O günden itibaren işler daha da kötüye gitti. İnşaatlarda yaşamını yitiren işçi sayısı 70’den 100’e yükseldi örneğin.

ŞİKAYETİ BIRAKIP EĞLENMENİN ZAMANI MI?

23 Eylül günü, “Modern Hindistan’ın mimarı” olarak anılan Cevahir Lal Nehru’nun ismini taşıyan yeni stadyumun inşasında 1 gün içinde 2. ölümcül kaza gerçekleştiğinde Batı medyasının bütün ağababaları (CNN, BBC vs.) kameralarını ülkeye doğru yöneltti. Ne de olsa kendilerine önemli bir organizasyonu düzenleme görevi verilmişti ve “sirki” tehlikeye atacak hiçbir beceriksizlik kabul edilemezdi.

Konuyu yakından takip ediyorum. Haliyle o 2-3 günlük süreç içerisinde yaratılan “Oyunlar tehlikede”, “Bu stadyum size hazırmış gibi gözüküyor mu”, “Hindistan bu işi beceremeyecek” temalı haberlerin sadece bir gözdağından ve kürek mahkumuna vurulan “kamçı”dan ibaret olduğunu anlamam kolay oldu.

Son birkaç günde yani artık geri dönüşün mümkün olmadığı günlerde servise konulan haberleri de buna göre okumak doğru olacaktır. Aslında İngiliz gazetesi Guardian, takınmamız gereken tavrı bizim için özetlemiş: “Artık şikayet etmeyi bırakıp eğlenmenin zamanı.”

4 YAŞINDAKİ ÇOCUK İŞÇİLER…

Tabii, eğlenelim, fotoğraflarla kayıt altına alındığı üzere 4 yaşındaki çocukların dahi gasbedilmiş emeklerinin üzerinde yükselen bu Babil kepazeliğinde eğlenmenize bakın siz! İnsan kaçakçılığı konusunda uzman araştırmacılardan, “Seks İşçiliği: Modern Kölelik Endüstrisinin İçinden” isimli kitabıyla tanınan Siddharth Kara’nın bölgede yaptığı çalışmalarda sadece birkaç günde 32 “zorla istihdam” ve 14 “çocuk işçiliği” vakası belgelendi. Kara’nın sözleriyle: “Bu koşullar insanlık dışı. 6, 7, 8 yaşlarında çocuklar kirin, batağın içinde çalışıyor ve tuvaletlerini ulu orta yerlerde gidermek zorunda kalıyor.” Kara’nın aktardıkları önemli çünkü sadece birkaç gün önce medya ve sporcular tüm bu sefil ortama tezat 5 yıldızlı Sporcular Köyü’nde sağda solda insan dışkıları bulunmasından şikayet ediyordu.

Günaydın “eski” sömürgecinin medyası ve onun tahakkümü altındaki dünya! 1990’da Delhi’de Susan Chaplin’in 1100 gecekondu üzerinde yaptığı bir araştırma şu verileri ortaya koymuştu: “480 bin ailenin yalnızca 160 klozete ve 110 seyyar tuvalete erişimi var.” Bu noktada meşhur tuvalet belgeseli “Bumbay”ı çeken Yönetmen Prahlad Kakkar’ı anmamak ne mümkün: “Nüfusun yarısı içine sıçacağı bir tuvaleti olmadığı için dışarıya sıçıyor. Beş milyon kişi yani. Her biri yarım kilo sıçsa, her sabah toplam iki buçuk milyon kilo bok eder.” Bu kentlerdeki (Delhi, Mumbai) altyapı-nüfus dengesinin her geçen yıl kötüye gittiğini göz önünde tutarsak günlük üretilen ve ortalığa saçılan pislik miktarındaki artışı da öngörebiliriz.

ENGELS DELHİ’DE

Bu yazının yayınlandığı gün Oyunlar başlamış olacak. Ben yazarken de inşaat alanlarından “kaza” haberleri gelmeye devam ediyordu. Turnuva, kazadan kazaya koşar, altyapı rezaletlerine her gün bir yenisi eklenirken sömürge günlerinin o “şirin” hatıralarını yaşatan bu barış dolu turnuvanın huzurunda Beyaz Adam’ın kendi yarattığı boklardan şikayet ediyor olması aslında hoşuma da gitmedi değil. Bu ironik durum bana Friedrich Engels’in Konut Sorunu’nda yazdıklarını hatırlattı: “Modern doğa bilimi, bütün emekçilerin doluştuğu, ‘yoksul mahalleler’ diye adlandırılan şeyin, zaman zaman kentlerimizi etkileyen salgınların ürediği yer olduğunu kanıtlamıştır… Kapitalist düzen, emekçi sınıf arasında bulaşıcı hastalık yaratma zevkine, cezasını çekmeden sahip olamaz; sonuçları ona da ulaşır…” İşte bu yüzden İngilizlerin ve Hindistan’a gelmekte olan diğer tuzu kuruların bacak kadar çocuk işçilerin boklarından şikayet ediyor olmasını gayet eğlenceli buluyorum. Merak etmeyin yarattığınız bu pisliğin içinde boğulacağınız günler de gelecek…

Tüm bu pisliğin ortasında halkı sefalet içerisinde yüzen Hindistan, 2 milyar dolar harcadı (Bu resmi rakam, Nalin Mehta ve Boria Majumdar’ın kitabına göre rakam 10 milyar dolar). 4 yaşında çocukları dahi çalıştırarak lüks spor kompleksleri inşa etti. Yüz binlerce gecekonduyu yıktı. 100’ün üzerinde işçi inşaat sahalarında can verdi ve bu kanlı, kan emici organizasyon mümkün kılındı. Böyle zamanlarda Güney Afrika’daki Dünya Kupası sürecine benzer biçimde, bu tip mega spor organizasyonlarını takip etmenin ne kadar rahatsız edici olabileceğine tekrar şahit oluyorum.

2 hafta önceki yazımda Seyrantepe inşaatında göz göre göre can veren işçilerimiz için yeni yapılacak stadı boykot edeceğimi belirtmiştim. Pek yankı uyandırmadı tabii.
Fakat hazır Favori Sporcum Caster Semenya da turnuvaya katılmayacağını açıklamışken Hindistanlı Yazar Kapil Komireddi’nin önerisini dinleyip Commonwealth Oyunları’nı da boykot etsem mi diye düşünüyorum. Üstelik bu sefer yalnız kalmayacağım. Koca koca Jhuggiler (Gecekondu mahalleleri) benimle birlikte olacak…