Showing posts with label mexico city 1968. Show all posts
Showing posts with label mexico city 1968. Show all posts

Monday, November 8, 2010

Spor aracılığıyla 'depolitizasyon' ve Tlatelolco Katliamı


BU YAZI İLK OLARAK HAYAT DERGİSİNİN KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR.

"¡No queremos olimpiadas, queremos revolución!" (Olimpiyat değil devrim istiyoruz!)

1968’i yad etmek için çok sebep var. Tarihin en çok konuşulan spor organizasyonlarından Mexico City Yaz Olimpiyatları da onlardan biri. 17 Ekim’de Evrensel Gazetesine yazdığım yazıda Tommie Smith ve John Carlos’un sarsıcı protestosunun öyküsünü anlatmaya çalışmıştım. Madalya törenine ayakkabısız, siyah çoraplarla çıkan ve ABD milli marşı sırasında ‘Kara Panterler’ selamı vererek yumruklarını göğe kaldıran ikilinin bu protestosu kuşkusuz spor tarihinin en politik anlarından biriydi.

1968’de, dünyanın her yerinde ‘sokağın’ politikası gündemi işgal ederken sporun bundan azade kalması beklenemezdi elbette. Oysa spor, 20.yüzyılın başından bu yana kasıtlı olarak apolitikleştirilmiş bir alandır ve yüz milyonlarca ‘tüketicisi’ olan bu alanın ‘gerçekten’ politik hale gelmesi egemenlerin çıkarlarıyla kesinlikle uyuşmaz. Bu iddia ışığında, FIFA’sından IOC’sine kurumsallaşmış, küresel sisteme entegre olmuş tüm spor organizasyonlarının neden “sporla politikayı karıştırmayın” mottosunu vazgeçilmez olarak sahiplendiğini daha iyi anlayabiliriz.

“Post-ideolojik halay başları…”

Günümüzün en büyük ve aynı zamanda en ‘politik’ yalanı politikalar üstü, “post-ideolojik” bir çağda yaşadığımız iddiasıdır. Başbakanından iş adamına, gazetecisinden spor adamına kadar köşe başlarını tutmuş tüm egemenler bu görüşü sıkı sıkıya sahiplenir. Bendenizin “post-ideolojik halay başları” diyerek nitelediği bu güruhun kolektif algılayışımıza gayet başarılı bir şekilde empoze ettiği üzere reel siyasi hegemonya ideal toplumun ta kendisidir. Devrimler çağı kapanmış, ideolojiler ölmüş, komünist hipotez yenilmiştir. Dolayısıyla “ideal toplumun” sözcüsü liberal hegemonyaya karşıt her fikir “çağ dışılık” olarak nitelenebilir. Velhasıl-ı kelam bu aynı zamanda mevcut düzeni yeniden üreten pratiklerin de politik olmadığı iddiasını taşır.

Bu yüzden Marmara Üniversitesi rektörü Zafer Gül’ün “İdeolojik takıntılı akademisyenleri barındırmayacağım” şeklindeki tehdidi “ideolojik takıntılı” sosyalist gruplar dışında kimseyi rahatsız etmez. Bu yüzden her futbol müsabakası öncesi milli marş okunması politik dayatma statüsünde kabul edilmez. Bu yüzden uluslararası spor organizasyonları küresel kapitalizmin en etkili yayılma araçlarından biri haline gelmişken ve her adımında mevcut sistemin tahkimini hedefliyorken aynı zamanda “Barışçıl ve tarafsız Olimpiyat Ruhu” martavalları bize pazarlanmaya devam edilebilir.

Ne de olsa onlar politikalar üstü ve ne de olsa biz post-ideolojik bir devirde yaşıyoruz!

‘Kara Panterler’ ve Tlatelolco

Egemenlere göre spor ve sokağın politikasının niye yan yana gelmemesi gerektiğini kısaca açıklayabildiysek 1968’e ve o tarihi eyleme hatta eylemin de öncesine dönebiliriz. 1968, sadece Avrupa’da değil ABD ve Meksika’da da hareketli bir dönemdi. Şöyle bir iddiada bulunabiliriz: Olimpiyat Komitesi yetkilileri ABD’deki Sivil Haklar Hareketinin turnuvaya olan siyasi etkisinden ne kadar çekiniyorsa Meksika’da şaha kalkan öğrenci ve emekçi hareketinin “aşırılıklarından” 5 kat daha fazla çekiniyordu.

“1968, Mexico City’de bariyerlerin yıkıldığı, öğrencilerin, işçilerin ve kent yoksullarının politik rejime karşı etkili bir muhalefet oluşturduğu bir dönemdi. Öğrenciler sokaklarda, plazalarda, otobüslerde birlikler oluşturuyor, halkı ‘uyandırıyordu’. Her okulda, üniversitede demokratik yöntemlerle işleyen devrimci gruplar örgütlenmişti. Merkezi bir lider yoktu. Bir devrim yaşanmak üzereydi, Che’nin devrimi değil belki ama sistemi içinden dönüştüren, coşkulu, heyecanlı, şiddet içermeyen bir devrim…”


‘Dissent’ dergisinin ülkedeki siyasi havayı böylece tanımladığı bir dönemde Meksika, Başkan Gustavo Diaz Ordaz’ın yönetiminde işçi sendikalarına ve öğrenci hareketine karşı sert bir tutum takındı ve aynı zamanda da Mexico City’de düzenlenecek olan Olimpiyat Oyunları için tam 150 milyon dolar(bugüne göre 7.5 milyar dolara tekabül eden bir rakam) harcadı.

1968 yazı öğrenci hareketinin, hükümetin artan baskılarına karşı gerçekleştirdiği eylemlerle geçti. Her eylemde hükümetin tavrı daha da sertleşti. 2 Ekim 1968 günü, 10.000 öğrenci, Tlatelolco, Plaza de las Tres Culturas’ın önünde toplandı. Eyleme CNH(Ulusal Grev Konseyi) üyesi olmayan binler de destek verdi. “Olimpiyat Oyunları değil Devrim istiyoruz” sloganları eşliğinde Plaza’yı işgal eden eylemciler, sabaha karşı 5.000 asker, 200 tank, uçaklar ve helikopterlerin müdahalesiyle karşılaştı. Sonuç bir felaketti. Sayısı hala tam olarak bilinmemekle birlikte yüzlerce kişi yaşamını yitirdi, 1345 kişi tutuklandı. Olaylar sonrası medyanın öncülüğünde müthiş bir karşı propaganda başlatıldı ve eylemcilerin güvenlik kuvvetlerine ateş açtığı, müdahalenin bunun üzerine gerçekleştiği iddia edildi(ne kadar tanıdık!). 2000 yılında devlet, kalabalıktan ateş açanların hükümetçe görevlendirilmiş keskin nişancılar olduğunu belgeleyen resmi kayıtları açıklayana kadar bu görüş geçerliliğini korudu.

Katliamın unutturuluşu

Kuşkusuz olimpiyat oyunlarının başlamasından 10 gün önce, koca bir şehrin gözlerinin önünde gerçekleşen bu hadiseyi unutturmak için apolitikliği garanti altına alınmış bir olimpiyat oyunlarının varlığı çok önemliydi. Bu sebeple, Olimpiyat Oyunları Komitesi Başkanı Avery Brundage, turnuva başlamadan bir hafta önce “Oyunlar süresince her türlü politik mesaj ve eylemin sertçe cezalandırılacağı” şeklindeki deklarasyonu yeniden yayınladı.

Nihayetinde önemli bir politik arka planda başlayan turnuva Tlatelolco Katliamının hiçbir şekilde gündeme dahi getirilmediği ve unutturulduğu bir depolitizasyon aracına dönüştürülmüş oldu. Hatta şunu rahatlıkla iddia edebiliriz ki, Tommie Smith ve John Carlos’un önderliğinde ve başka birçok Afro-Amerikalı atletin de destek verdiği çok önemli ama ABD’deki Sivil Haklar Hareketi ile sınırlı olan politik eylemlerin sahnelenmesi Meksikalı otoritelerin işine bile gelmiştir. Çünkü geride çok daha politik, kanlı ve acılı bir eylem, Tlatelolco Katliamı unutulmaya yüz tutuyordu…

Tarihin bu yaprağı, egemenlerin dilinden düşmeyen “spora politika sokmayın” zırıltısının düzen için neden bu kadar önemli olduğunun da bir kanıtıdır. Bir tarafta Tommie Smith ve John Carlos’un başarıyla sonuçlanan eylemi ve ‘68 sonrası Sivil Haklar Hareketi’nin devleti pes ettirerek elde ettiği önemli kazanımlar… Öte yanda öğrenci, işçi ve kent yoksullarının müthiş bir devrimci potansiyel oluşturduğu Meksika’da gerçekleştirilen bir katliam, Olimpiyat Oyunları’nda susturulan ve uyutulan bir halk ve o tarihten itibaren -belki de EZLN’ye kadar- devamlı gerileyen bir devrimci muhalefet…

Dünya yalan söylüyor çünkü Pekin’de, Delhi’de olimpiyatlar için on binlerce insanı evsiz bırakmak politikanın ta kendisidir. Güney Afrika’da Dünya Kupası için “imaj bozucu” yoksulları çitlerle çevrili teneke kentlere hapsetmek politikanın ağa babasıdır. Spor müsabakaları öncesi milli marş okutmak politik bir dayatmadır, Tlatelolco Katliamı politik bir katliamdır ve son olarak Olimpiyatlarından Dünya Kupası’na kapısından içeri politika sokmadığını iddia eden tüm organizasyonlar dibine kadar politiktir.

Slavoj Zizek’le bitireceğim: “Günümüzde –her alanda- post-ideolojik olduğunu iddia edenler esasında ağzına kadar ideolojiye batmış olanlardır.”

Sunday, October 17, 2010

Üç kişiydiler...



BU YAZI İLK OLARAK 17 EKİM 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

16 Ekim 1968…

42 yıl önce dün, ikisi başrolde 3 sporcu, spor tarihinin en politik, en etkili eylemlerinden birine imza attı. 1968 Mexico City Olimpiyatlarında podyuma çıkan ABD’li atletlerden şampiyon Tommie Smith ve bronz madalyalı John Carlos eylemin baş aktörleriydi. “Siyah Gücü”nü simgeleyen yumrukları havada, sömürgeci-köleci emperyalizmin günahlarına karşı zalimin utancını yüklenmenin mağrurluğuyla başları önde, Amerikalıların “yıldızlarla süslü sancağımız” diyerek fetişleştirdikleri bayraklarını ve marşlarını unutulmayacak bir şekilde protesto ettiler.

Eylemin üçüncü adamı, gümüş madalyanın sahibi Avustralyalı Peter Norman da cesur bir kararla hem eyleme fikri destek vermiş hem de turnuva öncesi siyahi atletlerin oyunları boykot etmesi gerektiğini savunan “İnsan Hakları için Olimpiyat Projesi” oluşumunun çıkartmasını taşımıştı.

TARİHİ EYLEM VE YANKILARI

Sporcuların bu tarihi protestosu her önemli, cesur eylem gibi “güdümlü kitleler” yani tribündekiler, “akil adamlar” yani statükocu bürokratlar, ana akım medya ve meslektaşları tarafından tepkiyle karşılandı. Islıklar ve yuhlar eşliğinde podyumu terk ettiler. 1936 Berlin Olimpiyatlarındaki Nazi selamlarına karşı ağzını açmayan dönemin olimpiyat komitesi başkanı Avery Brundage, “Siyah Gücü Selamını” Olimpiyat Oyunlarının barışçıl, “politikalar üstü”(!) yapısına karşı bir müdahale olarak yorumlayarak kınadı. Smith ve Carlos, Brundage’in talimatıyla anında Amerikan Olimpiyat takımından kovuldular ve Olimpiyat Köyünden de ayrılmaya zorlandılar. Brundage, eylemcilerin Amerikan ulusunu utanca boğduğunu iddia ediyordu. Geçmişinde ’36 Berlin Olimpiyatları sırasında Yahudileri spor kafilesinden dışlamak gibi Nazici eylemler olan bir “baron” için cesur bir iddia doğrusu.

ABD’nin ana akım medyası da olaya “gerekli” tepkiyi göstermekte gecikmedi. Dünyaca ünlü “Time” dergisi Smith ve Carlos’un cesur eylemini “huysuzluk” olarak tanımladı ve bunun barışa zarar verdiğine hükmetti. Onlara göre, günümüzde spor tarihin en etkili ve görkemli direnişlerinden biri olarak yad edilen bu eylem, Olimpiyat Tarihine kara harflerle yazılmış nahoş bir “huysuzluktan” ibaretti. Protesto, etkili ama “dar kafalı” idi. Sovyet, Kübalı, Doğu Alman Komünistler bile ABD bayrağına ve milli marşına “gereken” saygıyı gösterirken “Amerikan ekmeği yiyen” bu heyecanlı gençlerin yaptığının sözlük karşılığı “hainlikti”. Üstelik “olimpiyat ruhunun” ne olduğunu kavramış birçok Afro-Amerikalı sporcu da Smith ve Carlos’a karşı çıkıyordu. İşte, 110 metre engelli şampiyonu Willie Davenport da “Ben buraya altın madalya kazanmaya geldim, ‘Siyah Gücü’ hakkında konuşmaya değil…” diyerek doğru tavrın nasıl olması gerektiğini göstermişti. Anlayacağınız oluşturulmaya çalışılan siyasi hava, suçlamalar, nitelemeler, iddialar o kadar tanıdıktı ki…

Zamanla, Time’ın “Daha Kızgın, daha edepsiz, daha çirkin” diyerek nitelediği, küçümsediği, mahkûm ettiği bu eylemin haklılığı sadece halk nezdinde değil devletçe de kabul edildi. “Sivil Haklar Hareketi” 70’lerden itibaren Afrikalı Amerikalıların öncülüğünde sonuç vermeye başladı ve nihayet Tommie Smith ve John Carlos da “iade-i itibardan”(ne çirkin bir sözcüktür) nasibini aldı. 42 yıl sonra dönüp baktığımızda dönemin “akil adamlarının” ve medyanın söylemlerinin ne kadar gerici olduğunu daha iyi görüyoruz.

O “KABA” YUMRUĞUN ANLATTIKLARI

Tommie Smith ve John Carlos, 16 Ekim 1968 tarihinde podyuma “açlığı ve yoksulluğu” sembolize eden ayakkabısız, sade siyah çoraplarıyla çıktılar. Smith, boynuna “Siyah Gururunu” temsil eden kara bir kaşkol dolamıştı. Carlos, ülkesindeki bütün mavi yakalı işçilerle dayanıştığını işaret etmek için eşofmanının üst fermuarını açık bırakarak üzerinde “köle yollarında, gemilerde öldürülen, işkence edilen, aç bırakılan ve kimsenin cesetlerine rahmet dahi okumadığı atalarımız için…” yazan bir kolye takmıştı.

Tommie Smith geleneksel “Kara Panterler” selamına uygun olarak sağ yumruğunu cesurca kaldırmıştı göğe. John Carlos, sol yumruğunu kaldırmak zorundaydı çünkü podyuma çıktığında eldivenini unuttuğunu fark ederek Smith’in sol eldivenini ödünç almıştı. Bu ani alınmış fikri öneren de sahnenin üçüncü ismi, hep “podyumdaki diğer adam” olarak anılan Avustralyalı Peter Norman’dı. “Diğer adamdı” belki ama o da elinden gelen tüm desteği vermiş ve bedelini de ödemişti. Ülkesinde büyük eleştirilere maruz kalan Norman, 1972 Münih Olimpiyatlarına kalifiye olmasına rağmen götürülmedi. Olaydan tam 40 yıl sonra, tarihi protestoyu anlatan, yeğeni Matt Norman tarafından çekilmiş “Salute” yani “Selam” adlı filmi izlemenizi öneririm.

Sola dair değerlerin, simgelerin ilginç bir taarruz altında olduğu günümüzde Smith ve Carlos’un mücadeleyi, direnişi simgeleyen gururlu yumrukları çağdaşlarımız tarafından “kaba” olarak nitelenir miydi bilemiyorum. Fakat şurası kesin ki Tommie Smith, John Carlos ve Peter Norman 16 Ekim 1968’de tüm tepkilere rağmen cesurca savurdukları yumruklarıyla egemenlere ve onların çıkarlarının savunucularına unutamayacakları bir ders verdiler ve 42 yıl sonra biz ABD’deki Sivil Haklar Hareketinde önemli bir yeri olan bu eylemi hâlâ büyük bir saygıyla anıyoruz. Yumruğun kendilerine sallandığını fark edenler yani egemenler, Brundage ve ABD medyasının gerici tutumları ise bir ibret sayfası olarak duruyor tarih kitaplarında.

Geçtiğimiz hafta açıklandığı üzere Tommie Smith, altın madalyasını açık arttırmada satma kararı aldı. Smith ve Carlos’un asıl zaferi hiçbir zaman bu madalyalar olmadığı için bunun pek de bir önemi yok. 42.yılında o 3 kişiye selam olsun!