Showing posts with label slavoj zizek. Show all posts
Showing posts with label slavoj zizek. Show all posts

Monday, November 8, 2010

Spor aracılığıyla 'depolitizasyon' ve Tlatelolco Katliamı


BU YAZI İLK OLARAK HAYAT DERGİSİNİN KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR.

"¡No queremos olimpiadas, queremos revolución!" (Olimpiyat değil devrim istiyoruz!)

1968’i yad etmek için çok sebep var. Tarihin en çok konuşulan spor organizasyonlarından Mexico City Yaz Olimpiyatları da onlardan biri. 17 Ekim’de Evrensel Gazetesine yazdığım yazıda Tommie Smith ve John Carlos’un sarsıcı protestosunun öyküsünü anlatmaya çalışmıştım. Madalya törenine ayakkabısız, siyah çoraplarla çıkan ve ABD milli marşı sırasında ‘Kara Panterler’ selamı vererek yumruklarını göğe kaldıran ikilinin bu protestosu kuşkusuz spor tarihinin en politik anlarından biriydi.

1968’de, dünyanın her yerinde ‘sokağın’ politikası gündemi işgal ederken sporun bundan azade kalması beklenemezdi elbette. Oysa spor, 20.yüzyılın başından bu yana kasıtlı olarak apolitikleştirilmiş bir alandır ve yüz milyonlarca ‘tüketicisi’ olan bu alanın ‘gerçekten’ politik hale gelmesi egemenlerin çıkarlarıyla kesinlikle uyuşmaz. Bu iddia ışığında, FIFA’sından IOC’sine kurumsallaşmış, küresel sisteme entegre olmuş tüm spor organizasyonlarının neden “sporla politikayı karıştırmayın” mottosunu vazgeçilmez olarak sahiplendiğini daha iyi anlayabiliriz.

“Post-ideolojik halay başları…”

Günümüzün en büyük ve aynı zamanda en ‘politik’ yalanı politikalar üstü, “post-ideolojik” bir çağda yaşadığımız iddiasıdır. Başbakanından iş adamına, gazetecisinden spor adamına kadar köşe başlarını tutmuş tüm egemenler bu görüşü sıkı sıkıya sahiplenir. Bendenizin “post-ideolojik halay başları” diyerek nitelediği bu güruhun kolektif algılayışımıza gayet başarılı bir şekilde empoze ettiği üzere reel siyasi hegemonya ideal toplumun ta kendisidir. Devrimler çağı kapanmış, ideolojiler ölmüş, komünist hipotez yenilmiştir. Dolayısıyla “ideal toplumun” sözcüsü liberal hegemonyaya karşıt her fikir “çağ dışılık” olarak nitelenebilir. Velhasıl-ı kelam bu aynı zamanda mevcut düzeni yeniden üreten pratiklerin de politik olmadığı iddiasını taşır.

Bu yüzden Marmara Üniversitesi rektörü Zafer Gül’ün “İdeolojik takıntılı akademisyenleri barındırmayacağım” şeklindeki tehdidi “ideolojik takıntılı” sosyalist gruplar dışında kimseyi rahatsız etmez. Bu yüzden her futbol müsabakası öncesi milli marş okunması politik dayatma statüsünde kabul edilmez. Bu yüzden uluslararası spor organizasyonları küresel kapitalizmin en etkili yayılma araçlarından biri haline gelmişken ve her adımında mevcut sistemin tahkimini hedefliyorken aynı zamanda “Barışçıl ve tarafsız Olimpiyat Ruhu” martavalları bize pazarlanmaya devam edilebilir.

Ne de olsa onlar politikalar üstü ve ne de olsa biz post-ideolojik bir devirde yaşıyoruz!

‘Kara Panterler’ ve Tlatelolco

Egemenlere göre spor ve sokağın politikasının niye yan yana gelmemesi gerektiğini kısaca açıklayabildiysek 1968’e ve o tarihi eyleme hatta eylemin de öncesine dönebiliriz. 1968, sadece Avrupa’da değil ABD ve Meksika’da da hareketli bir dönemdi. Şöyle bir iddiada bulunabiliriz: Olimpiyat Komitesi yetkilileri ABD’deki Sivil Haklar Hareketinin turnuvaya olan siyasi etkisinden ne kadar çekiniyorsa Meksika’da şaha kalkan öğrenci ve emekçi hareketinin “aşırılıklarından” 5 kat daha fazla çekiniyordu.

“1968, Mexico City’de bariyerlerin yıkıldığı, öğrencilerin, işçilerin ve kent yoksullarının politik rejime karşı etkili bir muhalefet oluşturduğu bir dönemdi. Öğrenciler sokaklarda, plazalarda, otobüslerde birlikler oluşturuyor, halkı ‘uyandırıyordu’. Her okulda, üniversitede demokratik yöntemlerle işleyen devrimci gruplar örgütlenmişti. Merkezi bir lider yoktu. Bir devrim yaşanmak üzereydi, Che’nin devrimi değil belki ama sistemi içinden dönüştüren, coşkulu, heyecanlı, şiddet içermeyen bir devrim…”


‘Dissent’ dergisinin ülkedeki siyasi havayı böylece tanımladığı bir dönemde Meksika, Başkan Gustavo Diaz Ordaz’ın yönetiminde işçi sendikalarına ve öğrenci hareketine karşı sert bir tutum takındı ve aynı zamanda da Mexico City’de düzenlenecek olan Olimpiyat Oyunları için tam 150 milyon dolar(bugüne göre 7.5 milyar dolara tekabül eden bir rakam) harcadı.

1968 yazı öğrenci hareketinin, hükümetin artan baskılarına karşı gerçekleştirdiği eylemlerle geçti. Her eylemde hükümetin tavrı daha da sertleşti. 2 Ekim 1968 günü, 10.000 öğrenci, Tlatelolco, Plaza de las Tres Culturas’ın önünde toplandı. Eyleme CNH(Ulusal Grev Konseyi) üyesi olmayan binler de destek verdi. “Olimpiyat Oyunları değil Devrim istiyoruz” sloganları eşliğinde Plaza’yı işgal eden eylemciler, sabaha karşı 5.000 asker, 200 tank, uçaklar ve helikopterlerin müdahalesiyle karşılaştı. Sonuç bir felaketti. Sayısı hala tam olarak bilinmemekle birlikte yüzlerce kişi yaşamını yitirdi, 1345 kişi tutuklandı. Olaylar sonrası medyanın öncülüğünde müthiş bir karşı propaganda başlatıldı ve eylemcilerin güvenlik kuvvetlerine ateş açtığı, müdahalenin bunun üzerine gerçekleştiği iddia edildi(ne kadar tanıdık!). 2000 yılında devlet, kalabalıktan ateş açanların hükümetçe görevlendirilmiş keskin nişancılar olduğunu belgeleyen resmi kayıtları açıklayana kadar bu görüş geçerliliğini korudu.

Katliamın unutturuluşu

Kuşkusuz olimpiyat oyunlarının başlamasından 10 gün önce, koca bir şehrin gözlerinin önünde gerçekleşen bu hadiseyi unutturmak için apolitikliği garanti altına alınmış bir olimpiyat oyunlarının varlığı çok önemliydi. Bu sebeple, Olimpiyat Oyunları Komitesi Başkanı Avery Brundage, turnuva başlamadan bir hafta önce “Oyunlar süresince her türlü politik mesaj ve eylemin sertçe cezalandırılacağı” şeklindeki deklarasyonu yeniden yayınladı.

Nihayetinde önemli bir politik arka planda başlayan turnuva Tlatelolco Katliamının hiçbir şekilde gündeme dahi getirilmediği ve unutturulduğu bir depolitizasyon aracına dönüştürülmüş oldu. Hatta şunu rahatlıkla iddia edebiliriz ki, Tommie Smith ve John Carlos’un önderliğinde ve başka birçok Afro-Amerikalı atletin de destek verdiği çok önemli ama ABD’deki Sivil Haklar Hareketi ile sınırlı olan politik eylemlerin sahnelenmesi Meksikalı otoritelerin işine bile gelmiştir. Çünkü geride çok daha politik, kanlı ve acılı bir eylem, Tlatelolco Katliamı unutulmaya yüz tutuyordu…

Tarihin bu yaprağı, egemenlerin dilinden düşmeyen “spora politika sokmayın” zırıltısının düzen için neden bu kadar önemli olduğunun da bir kanıtıdır. Bir tarafta Tommie Smith ve John Carlos’un başarıyla sonuçlanan eylemi ve ‘68 sonrası Sivil Haklar Hareketi’nin devleti pes ettirerek elde ettiği önemli kazanımlar… Öte yanda öğrenci, işçi ve kent yoksullarının müthiş bir devrimci potansiyel oluşturduğu Meksika’da gerçekleştirilen bir katliam, Olimpiyat Oyunları’nda susturulan ve uyutulan bir halk ve o tarihten itibaren -belki de EZLN’ye kadar- devamlı gerileyen bir devrimci muhalefet…

Dünya yalan söylüyor çünkü Pekin’de, Delhi’de olimpiyatlar için on binlerce insanı evsiz bırakmak politikanın ta kendisidir. Güney Afrika’da Dünya Kupası için “imaj bozucu” yoksulları çitlerle çevrili teneke kentlere hapsetmek politikanın ağa babasıdır. Spor müsabakaları öncesi milli marş okutmak politik bir dayatmadır, Tlatelolco Katliamı politik bir katliamdır ve son olarak Olimpiyatlarından Dünya Kupası’na kapısından içeri politika sokmadığını iddia eden tüm organizasyonlar dibine kadar politiktir.

Slavoj Zizek’le bitireceğim: “Günümüzde –her alanda- post-ideolojik olduğunu iddia edenler esasında ağzına kadar ideolojiye batmış olanlardır.”

Saturday, August 28, 2010

Post-ideolojik halay başları


BU YAZI İLK OLARAK 29 AĞUSTOS 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Mevsimsel olarak sporseverlerin favori dönemeçlerinden birindeyiz. Hem bizimki de dahil olmak üzere Avrupa’nın önemli futbol liglerinde start veriliyor hem de basketbolda dünya şampiyonası, tenisteyse Amerika Açık’ı selamlıyoruz. Sporseverler sevdalarıyla aralarına kara kedi misali giren yaz tatilinden kurtulmanın heyecanını yaşıyorlar. “Tatilden kurtulmak!” Endişeye mahal yok. Biz her Ağustos böyleyiz!

Medyaya bakarsak geçtiğimiz Perşembe günü Türk Futbol tarihine “Kara Perşembe” olarak geçti. Külliyen yalan! Beşiktaş bir üst tura atladı, Bursaspor’un tarihinde ilk kez katıldığı Şampiyonlar Ligi’ndeki rakiplerini öğrendik. 2 senede memleketin en sempatik takımı haline gelen Trabzonspor’un Liverpool’u elinden kaçırışına tanıklık ettik. Her şeye rağmen müthiş keyif aldık.

Gelelim Perşembe’si hakikaten kara geçenlere. Türk futbolunun krem dö la krem takımları Galatasaray ve Fenerbahçe perişanları oynamaya devam ediyor. Hadi Fenerbahçe, hakikaten dişli bir PAOK’a karşı oynadı ve kaybetti. Kısmen anlaşabilir. Üstelik Fenerbahçe’nin eksikleri olan ama kaliteli kadrosuna baktığınızda gelecek için umut taşıyabilirsiniz. Kentin öte yakasındaysa tamamen sefilleri oynayan bir aristokrasi var. Lig başlamadan önce bir tahminde bulunmuştum: “Bu Galatasaray Sigi Held dönemindeki başlangıçtan bile kötüsünü yaşar” diye. Haklı çıkıyorum ama bunla böbürlenemeyeceğim. Her şey o kadar açık ve net ki, bunu göremeyen zaten futbol üstüne yazı yazmamalı. Son 25 yılın en kötü, en umut vermeyen kadrosuna sahip Galatasaray. Rijkaard’ın da geleceği sallantıda gözüküyor. Orta sahaya isimleri geçen Emana ve Misimovic alınabilirse ne ala, yoksa bu takım ilk 4’e dahi giremez.

“Türkler uçuyooo…”

Ülkemizde gerçekleştirilmesinden mütevellit Basketbol Dünya Şampiyonası’nın bizim için ayrı bir önemi var. Cumartesi günü başlayan müsabakalar, İstanbul, Ankara, İzmir ve Kayseri’de oynanarak 12 Eylül’e kadar devam edecek.

Turnuva, Cuma akşamı Gençlik ve Spordan Sorumlu Bakan Faruk Özak’ın Michel Platini’ye ince sitemleriyle başladı. Asıl komedi ise Federasyon Başkanı Turgay Demirel’in Recep Tayyip Erdoğan’a “12 Eylül’de 2 zafer başgaaanım” diye yıkama yağlama çekmesiyle yaşandı. Malum 12 Eylül’de hem referandum oylanacak hem de dünya basketbol şampiyonasının finali. Kimse merak etmesin spora kat’a siyaset sokmayan ideolojiler üstü hükümetimiz ve medyamız başarıya giden yolda her türlü ucuz ve banal milliyetçiliği pompalayarak milli takımımıza gereken desteği verecektir. Zaten medyanın işi ne? Milli takıma her açıdan, 7/24 destek vermek. Tabii bunu yaparken asla ideolojik olmayız. AKP kızar. Hem milliyetçilik ideoloji mi yahu? Memleketi sevmenin bir gereği, seni böyle sevmeyen ölsün!

“Memleketi en çok biz severiz, bizden olmayan Ergenekoncudur, bölücüdür. Çevrecinin daniskası biziz. Emekçiyi en çok biz düşünürüz. Teröristlerin bizi zayıflatmak için kışkırttığı kimi ideolojik eylemlere kanmayın. Hem zaten bunlardan dünyada kalmadı. Kar boran demeden yuvalarını yıktığımız kent yoksullarına da aldanmayın. Biz onlar için toki toki apartmanlar inşa ediyoruz. Versinler asgari ücretlerini, gitsinler şehrin keşmekeşinden uzak, ferah, kimsenin kimseye ilişmediği dairelerinde otursunlar.”

Osman Baydemir’in bir sözü var bildiniz mi?...

Pınarbaşı burma burma

Slavoj Zizek’in güzel demiş : “Günümüzde, -her alanda- post-ideolojik olduğunu iddia edenler esasında ağzına kadar ideolojiye batmış olanlardır. Her ulusal sirkte olduğu gibi bu dünya şampiyonası boyunca da basketbolun kendisinden keyif almamızı engelleyen bu tip saldırılara maruz kalacağız.

Turnuvanın favorisi, en önemli yıldızlarından(LeBron James, Kobe Bryant, Dwyane Wade, Carmelo Anthony, Dwight Howard…) mahrum olmasına rağmen ABD. Amerikalılar her zaman olduğu gibi fiziksel olarak rakiplerinden ayrı bir dünyada. Müthiş atlet bir takım izleyeceğiz ama zaafları da yok değil. En göze çarpanı ise sadece 3 uzunla oynayacak olmaları. 2006 Dünya Şampiyonası’nı ve Yunanistan’ın ABD’yi nasıl yendiğini hatırlayınca(maç boyu yüksek pick’n roll ve 150 kiloluk Sofo’yu savunmaya çalışan LeBron ve Melo) Mike Krzyzewski’nin niye böyle bir tercihte bulunduğunu anlamakta zorlanıyorum. Benim gönlüm -Murat Kosova&Kaan Kural ikilisinin post-ideolojik duruşlarına gayet uygun bir biçimde sahtekâr hem de Latin kökenli olmalarından sebep sahtekâr ilan ettikleri(aynı şeyi Arjantin’e de yapıyorlar)- İspanya’dan yana. İspanya harika bir takım ama Pau Gasol’ün yokluğu da düşündürücü.

Uzun uzadıya bir şampiyona analizi yapmayacağım. Onu herkes yapıyor zaten, tarzım da değil. Onun yerine sözü post-ideolojiklere karşı antipatimi katlayan Güntekin Onay’la bitireceğim. Şöyle buyurmuş Onay, Çarşı’yı kast ederek : “Stadın en güzel yerinde gerçek değerinin 5’te biri fiyatına oturalım. Kapalı tribüne loca yaptırmayalım. Stadın isim hakkını sponsorlara vermeyelim. Formanın arkasında önünde reklam olmasın… Böyle dünya kulübü olunmaz.”

Çarşı benim sıkça eleştirdiğim bir grup fakat burada sonuna kadar arkalarındayım. Bırakın memleketin bir yerinde de bu ülkenin gerçek cefakârları-hak ettikleri gibi-en güzel yerlerde otursunlar. Bırakın kendi emekleriyle var ettikleri dünya güzellikleri üzerinde söyleyecek bir sözleri olsun. Bırakın delicesine sahiplendikleri formalarının kıçında başında holdinglerin imzası olmasın. Bırakın arkadaş bırakın. Ne o kulüp Yıldırım Demirören’in, ne o stad Medical Park’ın(ya da İnönü’nün, ya da Mithatpaşa’nın), ne de o forma Cola Turka’nın. Bunlar olmazsa Beşiktaş hiçbir şey kaybetmez. Taraftarı olmadansa Beşiktaş bir hiçtir. -Romantik konuşuyorsun diyen ilk kişi post-ideolojik halayın başıdır- Bu kulüplerin gerçek sahipleri taraftarlarıdır ve sevdalarına dair söylenecek bir söz varsa onu da ilk onlar söylerler.

Sunday, July 4, 2010

Cinai şebeke: Spor endüstrisi

BU YAZI İLK OLARAK 4 TEMMUZ 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Dünya Kupası saha içinde sirk, saha dışında trajedi kıvamında devam ediyor. Sona doğru yaklaştıkça tribünlerin renkliliği ve kilometrekare başına düşen ‘meşhur’ sayısı da artıyor. Paris Hilton bile 13 bavulla Güney Afrika’nın yolunu tutmuş. Burada boy göstermezsen nerede göstereceksin?

Geçtiğimiz hafta tribünlerde dikkati çeken bir isim vardı. Rolling Stones’un efsanevi solisti Mick Jagger. Jagger, Gana’ya karşı ABD, Almanya’ya karşı ise İngiltere’yi desteklemek üzere Amerikan meşrubat firması Kool-Aid’in sponsorluğunda tribündeki yerini almıştı. Sonuç malum, Mick Jagger’ın desteklediği ABD de İngiltere de elendi.

Mick Jagger’ın çok politik bir figür olmadığı zaten bilinen bir şey. Yine de Rolling Stones gibi bir efsanenin frontman’inin (sahne yüzü) sponsorluk yapsın diye tribüne yerleştirilmesi acınası bir durum. Jagger ‘işyerinde’ yalnız değildi, yanında ABD eski başkanı Bill Clinton da bulunmaktaydı, iş arkadaşı olarak. Eh, biraz elit bir iş ortamı ama FIFA’nın da istediği bu değil mi zaten?

Sosyete eğleniyor

Televizyonda bir kanalda Wimbledon tenis turnuvası, diğerinde Dünya Kupası var. İkisi de bambaşka bir dünyadan bizlere seslenir gibi. Öyle şık, öyle varsıl… İlgiyle izliyoruz, hakkında emin olduğumuz tek gerçek milyon dolarlık o tesislerin bize ait olmadığı ve oralarda kaliteli vakit geçirenlerin çoğuyla insani bir aşinalığımızın olmadığı. Alenen kulluk etmek zorunda bırakıldığımız adamlarla nasıl bir ilişkimiz olabilir ki? Hasbelkader aynı sportif faaliyetleri izliyoruz, hepsi bu!

‘Sporun sosyal adaletsizliğin kalesi haline getirilmesi’ temcit pilavı gibi kullandığım bir tabir. Türkiye medyasında bu gerçeği diline dolamayı beceren başkaları çıktığı zaman belki 3 yazıdan birinde bunu kullanmaktan vazgeçebilirim. Bakın, sıkılmadım ve yine söylüyorum. Milyarlarca insanın açlık sınırında yaşadığı bir dünyada spora harcanan bol sıfırlı dolarlar etrafımızda dönen kapitalist şımarıklığın bir başka örneğidir. Elbette biliyorum sporun bir endüstri olduğunu ve bu söylediklerim spor elitinin umurunda bile değil. Bu imparatorluğu onlar kasten kurdular. Peki ya biz? Kıçında donu olmadığı halde sistemle hiçbir sorunu olmayacak kadar ‘çılgın’ milyonlarca insan? İzlediğimiz her sportif sirkin on binlerce insanı evsiz bıraktığını, toplumsal yaşamda muazzam bir tahrifata yol açtığını ve topluma geri döndürülecek hiçbir birikim üretmediğini göremiyor muyuz? Akıl alır gibi değil! Yahu onlarca yazı yazıldı, araştırmalar yapıldı, raporlar yayınlandı. Umurunuzda değil mi?

Bugün mega organizasyonların o çok renkli tribünlerine baktığımda liberal naifliğin kirlettiği ‘halkların kardeşliği’ ülküsüne dair hiçbir şey görmüyorum. Tek gördüğüm ulusların birkaç senede bir bayraklarını, zavallı milli duygularını ve hınçlarını alıp tribünlerde milliyetçilik yarıştırdığı. Büyük organizasyonların yoksullara reva gördüğü teneke kentler-medyanın yarattığı ilüzyon sağ olsun-umurumuzda bile değil. Hepimiz 5 kilometre ötesinde Yahudiler yakılırken tüm bunları görmezden gelip hayatına sessizce devam etmek zorunda kalan Nazi Almanları gibiyiz. Tüm bu eşitsizliği, sömürüyü, adı hukuken katliam olmayan cinayetleri yaşanmıyormuş addetmemiz bekleniyor bizden. Sesini çıkaranlar için çok afili sıfatları var: anakronik, dinozor, dar görüşlü, popülist, demagog, propagandist, totaliter, Stalinist!

Gerçeğin propagandası olmaz!

Bir Türk filmi repliğidir: “Gerçeğin propagandası olmaz” ve bir Slavoj Zizek aforizmasıdır: “Yapılması gereken ilk şey, bu liberal tabulara korkusuzca tecavüz etmektir, ‘anti-demokratiklikle’, ‘totalitarist’ olmakla suçlanıyorsak ne olmuş yani?...

Çok net konuşuyorum çünkü sağda solda bu berbat düzenin liberal hegemonide tabu haline getirilmiş kimi şantaj unsurlarıyla güler yüzlü gösterilmeye çalışılmasından bıktım. Sizin savunucusu olduğunuz dünya berbat bir yer ve gerçekçilik, ‘normallik’, uyumluluk gibi dandik hayali sıfatlarla bu kanlı çarka ortak olmak bizim işimiz değil! Yazıyı S.Zizek ve Guy Debord’dan alıntılarla bitireceğim. İkisi de dünya kupası güzellemesi yapıp gerçeği göstermeme yarışına giren medya yazar-çizerlerine Osman Baydemir usulü bir selam gönderiyor.

“Konformist liberal şerefsizler bu yolla varolan düzeni savunurken kendilerine ikiyüzlü bir tatmin bulurlar: Çürümüşlüğün, sömürünün ve bu gibi şeylerin diz boyu olduğunu bilirler ama gidişatı değiştirmek için bulunacak her girişim, ‘totalitarizm’ hayaletine verilen bir hayat öpücüğüyle ahlaki olarak tehlikeli ve kabul edilemez ilan edilip reddedilir.”
Slavoj Zizek.

Gösterinin ilan ettiği gerçekdışı birlik, kapitalist üretim tarzının gerçek birliğinin dayandığı sınıf ayrımını gizler. Üreticileri dünyanın kuruluşuna katılmaya zorlayan şey, aynı zamanda onları dünyadan ayıran şeydir. Yerel ve ulusal sınırlarından kurtulmuş insanları bir araya getiren şey, aynı zamanda onları birbirlerinden uzaklaştıran şeydir. Rasyonelliğin derinleştirilmesini gerektiren şey, aynı zamanda hiyerarşik sömürünün ve baskının irrasyonelliğini besleyen şeydir. Toplumun soylu iktidarını yaratan şey onun somut özgürlüksüzlüğünü de yaratır.
Guy Debord.

Son olarak, Mick Jagger’ı ‘Gimme Shelter’ ve ‘Sympaty for the Devil’ şarkılarıyla değil de Kool-Aid markasının kuklası olarak hatırlamamıza vesile olan her şeye ekstradan lanet etmek gerekiyor. “Suçludur her aynasız, her günahkâr bir aziz” kuşkusuz Kool-Aid’den daha insancıldı.

Medyanın çizdiği pembe tablolara inanmayın; spor endüstrisi suç işlemeye devam ediyor. Biz bu endüstriyi kullanarak sesimizi duyurmadıkça da değişen bir şey olmayacak.