Sunday, February 28, 2010

Kıraçlı gençler ve sporun sınıflılaştırılması

BU YAZI İLK OLARAK 28 ŞUBAT 2010'DA EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Sistemin devamı kendisini yaratan koşulları ve süreçleri yeniden üretebilme kapasitesiyle birebir alakalıdır. Sınıflı toplum, sınıflı olma halini baskı altında tuttuğu kesime yansıtabildiği ölçüde amacına ulaşır. Bu açıdan bakıldığında spor yapmak gibi en basit kültürel ve fiziksel faaliyetlerin dahi sınıflılaştırılması şaşırtıcı değildir. Mekanizma, her alanda olduğu gibi sporda da işçi sınıfını mümkün olduğunca tahakkümü altında tutmaya çalışır ve onun spor yapabilme olanaklarını kısıtlar.

22 Şubat Pazartesi günkü Evrensel’de yine sadece Evrensel Gazetesi’nde rastlayabileceğiniz türden bir haber vardı. Savaş Gülelçin ve Kadir Karayaka’nın özel haberi benim “sporun sınıflılaştırılması” olarak adlandırdığım mefhuma kusursuz bir örnek teşkil ediyordu. Haber, Esenyurt’un Kıraç Bölgesi’nde seçim vaadi olarak inşa edilen ve vergileri halk tarafından ödenen spor salonundan ancak para karşılığı yararlanılabildiğinden şikâyet eden Kıraçlı gençlerin imza kampanyasını kamuoyuna duyuruyordu.

13 Mayıs 2009’da yine bu köşede yazdığım “Sporun Sınıflılaştırılması” adlı yazımda şu iddiayı dile getirmiştim:
“Sadece üst-orta sınıf mahallelerinde spor kompleksleri, koşu-bisiklet parkurları görmemiz sizce bir tesadüf mü? İşçi sınıfı, ekonomik yetersizlik dolayısıyla spor salonlarından dışlandığı gibi kamusal spor alanlarından da mümkün olduğunca uzak tutulmaktadır.”


Kıraçlı lise son sınıf öğrencisi Kazım Kaya’nın sözleri aslında bu iddiayı birinci ağızdan, net bir şekilde cevaplıyor:
“Mahallemizde yapımı 2 yıl önce tamamlanan spor salonu var ama ben daha içinde ne var bilmiyorum. Dönemin yetkilileri gençler için hiç bir masraftan kaçınılmayacağını söylüyorlardı. Ama 2 yıldır orada sadece Esenyurt Belediyesi Spor Kulübü faaliyet yürütüyor. Onlar da parayla yapıyorlar. Yani parası olan spor yapıyor.”


Sadece parası olana spor yapma olanağı vermek ve olmayanı halkın vergileriyle inşa edilmiş bir spor kompleksinden dışlamak tam da neo-liberal alemden beklenecek bir davranıştır. Bu açıdan bakıldığında kapitalist normlara göre oldukça olağan ve başarılı bir politika bu. Hayatımızın her alanı benzer hak gaspları ve dayatmalarla dolu. Sevindirici olansa Kıraçlı gençlerin herkese örnek olması gereken şekilde bu haksızlığa karşı baş kaldırmış olması.

Ağızlarını her açtıklarında yeni bir futbolu/sporu kurtarma reçetesi öne süren spor medyası ulemalarının kaçının bu olaydan haberi var merak ediyorum. Fakat bu haber, Evrensel dışında hiçbir yerde yayınlanmadığı ve mevzubahis isimler “işçi sınıfı ve emekçilerin spor yapma fırsat ve hakkının en aza indirgemesi” konusunda ağızlarını açamadıkları sürece spor kültürümüzün yoksulluğu ve hoyratlığından şikâyet etmeleri de pek anlam taşımamakta ve kulağa ikiyüzlü gelmektedir.

Perşembe gecesi Galatasaray-Atletico Madrid maçının bitiminde Leo Franco’nun eski takım arkadaşlarını tebrik etmesini yuhalayan Galatasaraylı taraftarları haklı bir şekilde eleştiren futbol kritiklerinin spor kültürümüzdeki bayağılıkları çözmek gibi bir dertleri varsa işe buradan yani her şeyinden özünden başlamaları gerekmektedir. Zira hayatında spor yapmamış/yapamamış yığınlara “spor kültürünüz yok” diye yüklenmek aymazlığın önde gidenidir.

Daha önce de yazmıştım, kendimce belirlediğim 5 madde var ki bunları mercek altına almayan bir spor medyasının bu ülkedeki herhangi bir sportif anlayışı değiştirmesinin mümkün olduğuna inanmıyorum: 1- Irkçılık/Milliyetçilik 2- Cinsiyetçilik: Toplumun ataerkil yani erkek egemen unsurları lehine yaratılan ve beslenen cinsi ayrım. 3- Sporun sınıflılaştırılması: İşçi sınıfının ve emekçilerin spor yapma fırsat ve hakkının en aza indirilmesi 4- Sporun sosyal adaletsizliğin kalesi haline getirilmesi: Ezilen ve emek gücü gasbedilen halkın yarattığı maddi değerlerin milyonlarca dolarlık spor komplekslerine, kulüplere ve “süperstar” sporculara aktarılması, dolayısıyla hem iş gücünün sömürülmesi hem de kapitalist spor endüstrisinin güçlendirilmesi. 5- Sporcuların çalışma haklarının yok sayılması, kısıtlanması: Kısa ömürlü mesleklerinden sadece karın doyuracak kadar para kazanan sporcuların sendikal haklarının engellenmesi.

Dolayısıyla Max Horkheimer’in “Kapitalizmi eleştirmeyen faşizm geldiğinde susmalıdır” sözünde olduğu gibi sporun içine sokulan kapitalist nifakları göremeyen ve bunları eleştirmeyen bir spor medyasının da sırf moda olduğu ve kulağa hoş geldiği için endüstri sporlarından şikâyet etmeye hakkı yoktur. Spor dünyasından memnun olmayan medya ileri gelenlerine işe Kıraçlı gençlerin davasını gündeme taşıyarak ya da en azından benimseyerek başlamalarını öneriyorum.

Not: Savaş Gülelçin ve Kadir Karayaka’ya teşekkürler.

Saturday, February 20, 2010

Soyunmayan bizden değildir

BU YAZI İLK OLARAK 21 ŞUBAT 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR

Gürcü luj(hız kızağı) sporcusu Nodar Komaritaşvili’nin ölümü ve Vancouver halkının oyunlara karşı olan yoğun muhalefetiyle başlayan 21.Dünya Kış Olimpiyatları’nda ilk haftayı geride bıraktık. Madalya sıralamasında ABD, 6’sı altın toplamda 18 madalyayla başı çekerken arkasından Almanya ve Norveç sıralanıyor. Turnuvanın şu ana kadar en çok konuşulan sporcusu ise ABD’li Lindsey Vonn.

Alp disiplini iniş’te altın madalya kazanan Vonn, süper kombine yarışlarında yaşadığı dramatik kazayla son günlerde sayısı hayli artan sevenlerini üzdü. ABD medyasının müthiş desteğiyle yarışlara giren Vonn, turnuva öncesinde ülkesinin en köklü ve “saygın” spor dergisi Sports Illustrated’a verdiği pozlarla tartışma yaratmıştı. Saygını tırnak içinde yazdım çünkü ana akım medya içerisinde saygın, prestijli vs. gibi sıfatlarla tanımlanan medya organlarının medyaya eleştirel bir pencereden bakan gözlerde yarattığı hisler genelde tam tersidir.

Seksi fotoğrafları için tıklayınız

Dünya spor medyasını yakından takip eden herhangi birisine Sports Illustrated’ın alamet-i farikası nedir diye sorsak hiç duraksamadan senede bir çıkardıkları “kadın mayosu eki” diye cevap verecektir. Günümüzde sanal ortamdaki yansımasını “seksi fotoğrafları için tıklayınız” fenomeninde bulan bu erkek okuyucu avlama yöntemi şaşırtıcı olmayan bir şekilde yayınlandığı her dönemde büyük ilgi çekmeyi başarıyor.

2010 temasını Kış Olimpiyatları üzerine kuran “kült” ek huyu olduğu üzere sadece süper modellere değil sporculara da yer verdi. Bugüne kadar Anna Kournikova’dan Lauren Jackson’a sayısız atlete “çıplak poz verme imkânı” sağlayan derginin son gözdesi de Lindsey Vonn’du. Vonn’un turnuva boyunca gördüğü ilgiyi düşünürsek SI’ın sporcu üzerindeki emek ve emellerinin boşa gitmediğini görebiliriz.

Tabii ki derginin bu kadın atlet soyma merakının ardında sadece çok satmak yok. Sporun egemen kesimin değerlerini yansıtmak ve yeniden üretmek konusunda eşsiz bir mecra olduğunu daha önce birçok kez dile getirmiştik. Bu noktada kadının erkek egemen toplumun işine gelir şekilde karakterize edilmesi de kaçınılmaz. Daha önce Billie Jean King, Martina Navratilova, Amelie Mauresmo, Caster Semenya gibi vakalarda rastladığımız üzere spor elitleri için kadının güzel, seksi ve en önemlisi heteroseksüel olanı makbuldür. Yeni çıkış yapan bir kadın atlette bu üç özellik aynı anda yer alıyorsa ne ala. İlk iş olarak Sports Illustrated başta olmak üzere sayısız “erkek” dergisi tarafından soyulacak ve kasların itinayla fotoşoplanması suretiyle “makbul kadın sporcu” kategorisine sokulacaktır. Kasların fotoşoplanması durumunu özellikle vurguladım çünkü pederşahi dünyamızda tıpkı spor yapmak gibi kaslı olmak da bir kadına yakıştırılan özellikler arasında değildir.

“Erkek gibi oynamak”

Hatta güç, hız, çeviklik gibi erkekler sporunda yüceleştirilen unsurlar kadınlar sporunda bir hedef gösterme aracı olagelmiştir. 1999 Avustralya Açık’ta gösterdiği başarıyla dikkatleri üzerine çeken lezbiyen sporcu Amelie Mauresmo’ya yarı finalde yendiği Lindsay Davenport’un “çok güçlü, bir kadın gibi oynamıyor” diyerek sataşması yahut finalde yenildiği Martina Hingis’in “kız arkadaşı var büyük ihtimalle yarı erkek” demesi bu durumun en çarpıcı örneklerinden.

Bir üst yapı kurumu olarak spor, egemen güçlerin değer ve çıkarlarının medya desteğiyle güçlendirildiği ve yeniden üretildiği bir alandır. Ve bu alanda kadına biçilen rol tıpkı sosyal hayattaki gibidir. Bu açıdan bakıldığında Sports Illustrated’a ya da başka bir dergiye çıplak poz vermek ve kadınsılığını kanıtlamak sistemin gözündeki ideal kadın sporcu için bir nevi “Ben de aslında sizin gibiyim” deme fırsatıdır. Sonuçta bir kadın olarak profesyonel sporla uğraşıyorsanız ve üstelik yaptığınız işte iyiyseniz bizzat hemcinsleriniz tarafından bile “yarı-erkek”, “eşcinsel” vs. olarak etiketlendirilebilirsiniz.

Homofobinin, cinsiyetçiliğin ve ataerkil statükonun medya organları tarafından vahşice yeniden üretildiği bir alan olan spor dünyasında Lindsey Vonn gibi atletlerin endişelerini anlamakla beraber 1 Mauresmo’yu 10 Vonn’a ya da Sharapova’ya değişmeyeceğimi de belirteyim. Çünkü erkek egemen görüşün ürettiği kadın algısını spor dergilerine soyunan değil statükoya direnen kadın sporcular değiştirebilir.

Saturday, February 13, 2010

Olimpiyatlar: Sermayenin emrinde, halka karşı

BU YAZI İLK OLARAK 14 ŞUBAT 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

21.Dünya Kış Olimpiyatları Kanada’nın Vancouver şehrinde düzenleniyor. Oyunlar Cuma günü başladı ve 28 Şubat’a kadar devam edecek. Olimpiyat diyince insanın zihninde zarif, şık, varsıl bir dünyanın imajı canlanıyor. 5 yıldızlı spor tesisleri, devasa stadyumlar, nezih olimpiyat köyleri, gelişmiş medya olanakları... Toz pembe bir dünya! Oysa toplumsal konulara ve sermayenin işleyişine vakıfsanız ve ana akım medya harici bir haber kaynağına erişiminiz varsa bu toz pembe dünyayı yaratmanın bedelini kimlerin ödediğini hemen fark edebilirsiniz.

Olimpiyat, spor endüstrilerinin en gelişkinidir ve her kapitalist sermaye aracı gibi kesintisiz gelişimi zorunludur. Bu, kesintisiz gelişim zorunluluğu ve sporun küreselleşmeyle birlikte kazandığı sınırsız kitlesellik, olimpiyatları, vahşi sistemin en hayati araçlarından biri haline getirmiştir. Olimpiyatlar, kent ve doğa alanını metalaştırmak isteyen sermayenin elinde başarılı bir baskı aracıdır. Elini uzattığı istisnasız her şehirde gerçekleştirdiği doğa yıkımları ve ’soylulaştırma’ projeleri bunun bir numaralı kanıtı.

Özellikle neo-liberalizmin şiddetini hissettirdiği 1980’lerden bu yana Dünya Olimpiyat Komitesi(IOC)pek kıymetli sponsorlarının da katkısıyla kusursuz bir halkla ilişkiler kampanyası yürütmeye başladı. Hızlı gelişen ekonomilerin büyük kentlerine ve sermayedarlarına yüksek kârlar vaat eden olimpik endüstri aynı zamanda bu oyunda av konumunda olduğunu fark etmeyen halka da mistik bir olimpik erdem, miras, dostluk, kardeşlik vs. pazarladı. Sonuçta kazanan her zaman için IOC ve sponsorları olurken kaybeden taraf da olimpiyatların düzenlendiği şehir ve halk oldu. Tıpkı şu sıralar Vancouver’da olduğu gibi.

Son kurban: Vancouver

Son yapılan Angus Reid anketlerine göre Vancouver halkının %40’ı olimpiyatların kente olumsuz etkisi olacağı görüşünde. %70’i de çok fazla mali harcama yapıldığından şikâyetçi. Fakat televizyonda kış olimpiyatlarıyla ilgili bir haber izlerken bunların hiçbirine rastlayamıyoruz. Neden mi? Çünkü Martin Macias Jr. gibi olimpiyat oyunlarını protesto eden halkı haber yapmak isteyen bağımsız gazeteciler engelleniyor ve sınır dışı ediliyor. Martin Macias Jr. Kanada polisi tarafından engellenen tek aktivist değil. “The Five Ring Circus”, yani Beş Halkalı Sirk adlı belgeseli izlerseniz Vancouver’da olimpiyatlara ve olimpiyatların yol açtığı kentsel ve çevresel zararlara karşı direnen insanların başlarına neler geldiğini görebilirsiniz.

Vancouver 2010, daha önce Atina, Torino, Atlanta, Sidney ve Londra’da(2012) olduğu gibi başlangıçtaki bütçesini kat kat aşmış bir organizasyon. Proje ilk olarak kamuya açıklandığında harcamaların 1.5 milyar doları geçmeyeceği açık olarak vurgulanmıştı. Oysa şu ana kadar harcanan para tam 6 milyar dolar. Sadece Whistler adlı olimpiyat merkezine giden otobanın yapımı dahi 1 milyar dolara mal oldu. Fakat bu otobanın inşasının bir başka mağduru daha var ki onun uğradığı yıkıma paha biçmek mümkün değil.

Eagle Ridge Bluffs, Olimpiyat oyunları denen 2 haftalık sirk uğruna katledilmiş bir doğa harikası. Bahsettiğim “Five Ring Circus” belgeselini izlerseniz veya Google’dan bölgenin fotoğraflarına bakarsanız ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. Sayısız yabani hayvan türüne ve eşsiz güzellikteki bir doğal ortama ev sahipliği yapan bu bölge, ortasından otoban geçirilmek suretiyle katledildi. Vancouver halkı, bu yıkımı engellemek için dozerlerin önüne çadır kurup sivil itaatsizlik eylemleri düzenledi. Eylemcilerden 72 yaşındaki Kızılderili Harriet Nahanee 2 haftalık hapis cezasını çektiği bölge cezaevinde felç oldu ve serbest bırakıldıktan kısa bir süre sonra da yaşamını yitirdi. Nahanee, şu anda Vancouver direnişçilerinin simgesi konumunda.

Olimpik Endüstri ve Kentsel Dönüşüm

Zenginlerin kazandığı bir oyunun kaybedeni elbette fakirler olacaktır. Bunun için Kanada Olimpiyat Komitesi ve Vancouver Belediyesi el ele verdi ve kentin merkezinde kalan yoksul mahallelerde geniş çaplı bir ‘soylulaştırma’ projesi başlattı. Olimpiyatlar aynı zamanda önemli bir teşhir aracı ve dış dünyaya karşı yürütülen bir imaj savaşı olduğu için Vancouver elitlerinin göz önündeki yoksulluğa tahammülü yoktu. Şehrin doğu merkezinde yoksul halka ev sahipliği yapan mahallenin ‘temizlenmesi’ gerekiyordu. Bunun için kiralar arttırıldı ve mahalle halkı zorla tahliye edildi. Kentin en düşük kiralı bölgesinden de dışlanan halk zorunlu olarak sokaklarda yaşamaya başladı. Vancouver bugün Kanada’daki evsiz nüfusunun en yoğun olduğu şehir ve 2003’ten bu yana kentte yaşayan evsiz sayısı tam 4 kat arttı.

COHRE(Konut Hakkı ve Tahliye Merkezi)’nin raporuna göre 1988 Seul’den bu yana olimpiyat düzenlenen şehirlerde kentsel dönüşüm dayatmaları sonucu evinden olan insan sayısı 3.5 milyonun üzerinde. Şaşırtıcı değil çünkü kentsel dönüşüm aktivistlerinin de yakından bildiği gibi bu tip küresel spor organizasyonları ‘soylulaştırma’ projelerini hayata geçirmek isteyen neo-liberal politikacıların elinde her zaman etkili bir baskı aracı olmuştur.

Sonuç olarak olimpiyatlar sağ olsun, Vancouver halkı artık daha fakir. Vancouver artık daha az yeşil bir kent ve Vancouver’lı kent yoksulları artık başlarını sokacak bir eve sahip değiller. Paraları harcadık, ağaçları kestik, fakirleri evsiz bıraktık! Ne güzel şey şu Olimpiyat ruhu öyle değil mi sevgili seyirciler!

Saturday, February 6, 2010

Taraf’ın manşeti ve spora yedirilen şiddet sosu




BU YAZI İLK OLARAK 7 ŞUBAT 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Fenerbahçe, geçtiğimiz hafta Sivas’ta oynanan müsabakada ev sahibi ekibi çok güzel bir oyunun ardından 5-1 yendi. Aklıselim bir futbolseverseniz atılan güzel gollerle hoş vakit geçirmişsinizdir. Fenerbahçe taraftarıysanız gönül verdiğiniz takımın harikulade futbolu sizi fazladan sevindirmiş, Sivassporlu’ysanız da benzer ölçüde üzmüştür. Eğlenmek, iyi vakit geçirmek, sıkılmak, sevinmek, üzülmek… Zihin düzenleyici bir medya etkisinin olmadığı saf bir futbol tecrübesinden size kalan hisler bunlar olacaktır/olmalıdır.

Futbol maçından katliam çıkarabilmek

Şimdi size Taraf Gazetesi’nin-tarafını ya da kimliğini tamamen görmezden gelerek- 1-5 biten Sivasspor-Fenerbahçe karşılaşmasına uygun bulduğu manşeti hatırlatıyorum: “Fenerbahçe Sivas’ı katletti”. Nasıl yahu? Bir futbol maçı nasıl katletmek gibi bir şiddet edimiyle nitelenebilir? “Aman canım bunlar sadece semantik” diyip geçilemeyecek kadar ciddi bir hadise.

Akla tabii ki Sivas Katliamı getiriliyor. Başlığı atan kimse(imza Hakan Eren’e ait) ya yaptığı işin öneminden ve getirdiği sorumluluklardan bihaber, ya kötü niyetli ya da berbat bir espri anlayışına sahip. Tabii ki bu başlığın yayınlanmasına ses çıkarmayan gazete editörleri-sorumluları hakkında da benzer çıkarımlarda bulunabiliriz. En az Hakan Eren kadar onlar da sorumlu çünkü bu ‘rezaletten’.
Dediğim gibi ilk aşamada Taraf’ın ‘tarafını’ tamamen görmezden geleceğim ve olayı gazetecilik ölçütlerinde değerlendireceğim. Çünkü burada üzerinde durmak istediğim ilk mesele bir spor karşılaşmasını katliam eylemiyle özdeşleştirebilen medya dilini yaratan faktörler.

Sporun, hele ki endüstri sporlarının bir oyundan ibaret olmadığı artık herkesin farkına vardığı, sıkça tekrarlanan bir gerçek. Rekabetçi sporların içindeki sınama faktörü oyuna kaçınılmaz olarak bir gerilim elementi ekliyor. Bu potansiyele sahip olup da kitleselleşen sporların gücü, ‘yersizyurtsuzluğu’ ve bol kremalı pastasından faydalanmak, mizacı itibariyle kendi çıkarından başka hiçbir şey düşünmeyen ‘nev-liberal’ âlemin tek derdidir. Bu devasa havuzu genişletmenin, fethetmenin ve sömürmenin en etkili yolu ise sahip olunan iletişim araçlarıyla(burjuva medyası) kitlelere nüfuz etmekten geçer.

Spor haberciliği sadece daha çok satmayı hedeflediğini zannederken bile bu erek uğruna manipüle edilmektedir. Haberleri yapan/yazan muhabir/editörün en önemli işlevi ‘gerçekliği’ daha pazarlanabilir kılmaktır. Bu amaçla makbul gazeteci, haberlerini renklendirir, dramatize eder, kışkırtıcı hale getirir. Spor figürlerinden mitler, kahramanlar, hainler yaratır. Bunu yaparken sporun içindeki ‘hayatta kalmacı’ rekabet unsurundan ve onun yarattığı kaçınılmaz gerilimden beslenir. Sporcuların insanlığın tahayyül edilmiş sınırlarına meydan okur gözüken performanslarını mitleştirir ve tüm bunları gizli bir ‘ilkelliğe ve şiddete övgü’ biçiminde yapar.

Ya barbarlık ya sosyalizm

Sporda varlığını ve etkisini devamlı gözlemlediğimiz şiddet dilinin altında bu medyatik elin kıvraklığı vardır. Bu yüzden taraflardan birinin açık hâkimiyetiyle biten bir karşılaşma ‘katliam’ olarak nitelendirilebilir. Bu açıdan bakıldığında Rosa Luxemburg’un ehemmiyeti büyük kehaneti “Ya barbarlık içinde çöküş ya sosyalizm” kapitalist medya aracılığıyla spor sahalarında ve sayfalarında tasdik edilmektedir desek abartmış olmayız.

Taraf Gazetesi, siyasi iktidarın Kemalist statükoyla girdiği ‘mutlak iktidar’ mücadelesinde kendisine önemli bir rol bahşedilmiş bir yayın organı. İktidarla olan ilişkileri sayesinde eline geçen belgelerle yaptığı yayıncılık ülkede cürümlerinden fazlasıyla çektiğimiz askeri vesayetin çöküşünü muştulayan tefrikalar olarak göze çarpıyor. Fakat Ragıp Duran’ın da yazdığı gibi Taraf bunları yaparken “kamu çıkarını savunmak, okuru olup bitenden doğru, çok yanlı, inanılır, güvenilir ve hızlı bir şekilde haberdar etmek, iktidarlara karşı yurttaşların hak ve görüşlerini savunmak” gibi kaygıları hiçbir zaman taşımıyor çünkü gazetecilikten çok belli bir tarafın yayıncılığını yapıyor. Bu yüzden Taraf’ın konjonktür gereği TSK’ya karşı üstlendiği muhalif tavrın liberal bir sahtelikten ibaret olduğunu ve kesinlikle anti-militarist yahut şiddet karşıtı öğeler taşımadığını daha önce sıkça vurgulamış, yazmış, çizmiştik. Galiba Taraf’ın ‘oyuncakçı dükkânından’ sızıveren bu alabildiğine şiddet içeren, utanç verici manşet de bu gerçekliğin bir sağlamasından ibaretti.

Eski ABD başkanı Richard Nixon’ın “Spor, Amerikan rüyası idealini anlamak ve kovalamak için kusursuz bir araçtır” demesi boşuna değildi. Günümüzde spor dünyası kendisini şekillendiren güçlerin de etkisiyle egemen politik ve sosyal kesimlerin değerlerini yansıtan ve yeniden üreten bir aygıt haline dönüşmüştür. Bu yüzden üzerindeki burjuva medyası ilgisini hep koruyacaktır. Bu hegemonya devam ettiği sürece de spor sayfalarının “yok etmek”, “katletmek”, “parçalamak” gibi barbar fiillerle doldurulmasının ve sporun şiddetle özdeşleştirilmesinin önüne geçilemez.