Showing posts with label milliyetçilik. Show all posts
Showing posts with label milliyetçilik. Show all posts

Sunday, October 10, 2010

"Mesut Raus"* yetmedi...


BU YAZI İLK OLARAK 10 EKİM 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.



İmran Ayata’nın aktardığı bir anekdottur. Doksanların başında Almanya’da, bir grup, PKK bayrakları ve Öcalan posterleri açarak bir nevi tribün eylemi gerçekleştirir. Durum stadyumdaki Türklerin hoşuna gitmez ve hep Almanlardan duydukları o meşum slogan Kürtlere uyarlanarak her zaman kendi belalıları olan polis göreve çağrılır: “Kürten raus, Kürten raus…” Yani Kürtler dışarı…
Hatırlarsınız, Dünya Kupası döneminde Mesut Özil’in Türk mü, Kürt mü olduğu gibi tartışmalar medyada kendisine geniş yer bulmuştu. Benim zerre kadar umurumda olmasa da belirtmek gerek ki Mesut Özil, Karadenizli bir Türk. Resmi twitter hesabı üzerinden de yazdığı gibi: “Karadenizli bir Türk’üm fakat anlamadığım şey şu: Kürt olsam ne fark edecek?”

İlk yarı: Edilgen Türkiye, tutuk Mesut

“Yeterince Türk” olmamak bu topraklarda bayağı şey fark ettiriyor be Mesutçuğum! Bu yüzden Berlin Olimpiyat Stadında topu ayağına her alışında maruz kaldığı ıslıklar aklıma İmran Ayata’nın aktardığı “Kürten Raus” hikâyesini getirdi. Esasında Mesut Özil’e karşı medya eliyle oluşturulan ve hafta boyu devam eden milliyetçi baskının tribündeki bu ıslıklı yansıması Türkiye milli takımının Almanya’ya karşı uygulayabildiği tek “etkili” taktikti desek hiç de abartmış olmayız.

Zira Guus Hiddink’in sahaya sürdüğü takım edilgen bir taktiğe bürünmeye mahkûmdu ve nitekim öyle de oldu. İki aynı tipte, ağır, top tekniği zayıf stoper, Servet Çetin ve Ömer Erdoğan’ın tandemi oluşturması takımın oyunu ileride kurmasını imkansız kıldı. Sol bekte Sabri ve önünde Hamit Altıntop’un varlığı sol kanadın kullanılma olanaklarını neredeyse sıfırlarken göbekte de Aurelio-Nuri-Emre üçlüsünün dripling özelliği olmayan oyuncular olması atak varyasyonlarını kısıtladı. Stoperler ileri çıkamadığı için ilk 5 dakika dışında önde de baskı yapamayan bu tek yönlü orta saha geriye çekildikçe santrfor Halil Altıntop’la aralarında olan fasıla iyice arttı ve ileride yalnız kalan Halil etkisiz elemana dönüştü. Aurelio’nun sakatlığı talihsiz bir gelişme olsa da oyunun gidişatını değiştirme adına bir potansiyel taşıyordu. Hiddink doğru bir hamleyle oyuna bir hücumcuyu, Tuncay Şanlı’yı soktu. Lakin görüldü ki Tuncay Şanlı’nın form durumu böylesi üst düzey bir maçı kaldıracak seviyede değildi…

İlk yarıdaki bu edilgen ve defansif görüntüye rağmen Almanya’nın da gole kadar fazla etkili olamadığını gördük. Bunda takımın çekirdeğini oluşturan
Bavyeralıgillerin(Lahm, Müller, Kroos, Klose) formsuzluğu, Schweinsteiger’in yokluğu ve elbette Mesut Özil’in tutukluğu başrolleri paylaştı. Hafta boyu hakkında çıkan haberlerden, basın toplantılarında maruz kaldığı aptalca sorulardan ve tribündeki ıslıklardan-hani o yazının başında da bahsettiğim “Mesut raus” havasından-belli ki etkilenmişti Almanya’nın genç maestrosu...

Gol sonrası Mesut ve Almanya’nın hâkimiyeti

Profesyonellik her zaman için bir yere kadar, hep bunu savunurum. Sahaya 11 robot değil 11 insan çıkıyor. Endüstriyel spor yani profesyonelce icra edilen rekabetçi kitle sporları her ne kadar insanı eylemine ve benliğine yabancılaştırmada başarılı bir uğraş olsa da, o kadar da değil artık! Mesut ilk 60 dakika boyunca alışılmadık bir biçimde tedirgindi. Her zaman rahatça verdiği, kendisi için çıtır çerez olan pasları veremedi, tek top yapmakta zorlandı, kimi zaman topu ayağında çok oyaladı ve tek bir dripling dahi yapamadı. Belli ki Türkiye, sahadaki oyunuyla olmasa da milliyetçi medyası ve ıslıkçı tribünleriyle Mesut’u olumsuz etkilemeyi başarmıştı.

Sadece Almanya’nın atabileceği ve sadece Türkiye’nin yiyebileceği goller olduğuna dair metafizik bir tespitim var. Galiba 42.dakikada yaşanan da buydu ve Almanya Klose’nin golüyle 1-0 öne geçti. Türkiye, ikinci yarının ilk 10-15 dakikasında biraz daha ofansif oynamaya çalıştıysa da stoperlerinden, orta saha oyuncularına kadar oyunu sıkıştıracak, sahayı daraltacak nitelikte bir oyuncu kadrosuna sahip olmaması geride devasa boşluklar bırakmasına yol açtı ve bu durum Almanya’nın, özellikle de Mesut’un ekmeğine yağ sürdü.

Özil öyle hızlı, delişmen, atletik yetenekleriyle öne çıkan bir oyuncu olmamasına rağmen zekâsı, saha görüşü, bencil olmayışı ve tekniği sayesinde geniş alanı mükemmel kullanan bir isim. Türkiye’nin oyun disiplini ve dengesini kaybettiği 60.dakikadan sonra da bu özellikleriyle oyuna nasıl hükmettiğini hep beraber izledik. 79.dakikada attığı golle ikinci yarıdaki performansını taçlandırdı ve kendisi sevinemese de futbola şovenizm gözlüğünden bakmayan herkesi sevindirmeyi başardı.

Islığın iflası, “Auf wiedersehen…”

Mesut Özil, böyle bir zorunluluğu olmadığı halde harika bir sınav verdi. “Milliyetçilik” kozunu kullanan ve yayan medya ise sınıfta kaldı. Kimi basın organlarının “Hain evlat Mesut’a karşı parayı, şöhreti değil vatanını seçen Hamit, Nuri, Halil” edebiyatı yapması en hafif tabirle yavandı. “Milli marşı okuyacak mı”, “milli marş okunurken ne yapacak” gibi tuzak sorular maksatlı ve çirkindi.(İçimden keşke Mesut, milli marşlar okunurken Herne Peş söylese de şunları iyice ifrit etse diye geçirmedim de değil laf aramızda…)

Milli maçlara dair olan görüşlerimi bu köşeyi takip edenler biliyor. Bilmeyenler için “aramız limoni” diyeyim, kısa ve usturuplu olsun. Bu maçı da Mesutsporlu olarak izledim ve desteklediğim Mesut’un başarılı performansı sayesinde keyifli bir futbol akşamı yaşadım. Almanlar maç boyu “kendi çocuklarını” ıslıklayan Türkiye tribünlerini alaycı bir dille “Auf wiedersehen” yani “görüşmek üzere” diye uğurlarken bu aynı zamanda “Mesut Raus” politikasının kaderinin de “Kürten Raus”tan farksız olduğunu tescilliyordu…

*Mesut Dışarı (Alm.)

Sunday, September 5, 2010

Milli mesai işkencesi

BU YAZI İLK OLARAK 5 EYLÜL 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Spor medyasının diline oturduğu şekliyle “milli mesai” dönemindeyiz. Hem basketbol hem de futbolda, bağlaşık olarak “millet” ve devletin resmi sportif temsilcileri uluslararası arenalarda boy gösteriyor ve Türk’ün gücünü kanıtlamaya uğraşıyor. Milli kelimesinin siyasi literatürümüzde farklı cenahlardan birçok karşılığı var ama her haliyle iddialı bir kelime olduğu kesin. Resmi söyleme göre hem bölgesel hem de etnik bir tanım olarak milletten kastedilen Kemalizm’in çizdiği sınırlar içerisinde Türklük ve bu gizemli özne milyonlarca kişiyi kapsadığı gibi -Kemalist olsun olmasın- Türklük ve millilik tanımlarıyla sorunu olmayan herkes tarafından da onaylanıyor.

Kitlesel sporların özgün yanı ise burada kendisini gösteriyor. Çünkü resmi ideolojinin söylemlerini kesin bir şekilde reddeden tarafların da çoğunlukla “milli” olarak kabul gören bu heyecanları taşıdığını görebiliyoruz. En çarpıcı örnek PKK önderi Abdullah Öcalan ve genel olarak Türkiye Kürdistanı’nda gözlemlediğimiz Galatasaray sevgisi. ‘80’lerden bu yana elde ettiği Avrupa Kupası başarılarıyla tüm PR’ını “Türklerin gururu”, “Avrupa Fatihi” gibi sıfatlar üzerine inşa etmiş, bir anlamda medya tarafından sıkça millileştirilmiş bir kulübün aynı anda Kürt coğrafyasının da en sevilen takımı olması kulağa garip geliyor.

MEDYANIN MİLLİ DİLİ

Hem Galatasaraylı hem de Kürt direnişinin sonuna kadar yanında olan birisi olarak bu çelişkileri ben de yaşıyorum. Muhtemelen bundandır ki “milli” maç dönemleri beni biraz geriyor. Halkın kültürünü ve alışkanlıklarını aşağılayan bir Fazıl Say gibi hissediyorum kendimi çünkü dışarıda ve medyada sürüp giden milli hezeyana katılma yönünde hiçbir arzu hissetmiyorum. Bilakis tüm bu uluslararası müsabakalar üzerinden üretilen milliyetçi söylemler bendeki spor sevgisini kısa süreli olarak da olsa yok edebiliyor.

Bu süreçte özellikle medyanın takındığı “yavşak” tavırdan iğrendiğimi net bir şekilde söyleyebilirim. “Dış mihraklara” karşı oynadığımız istisnasız her spor karşılaşmasını savaşa çevirdiğimiz yetmezmiş gibi sonuçları üzerinden de yine milli felaketler ya da zaferler yaratma konusunda üstümüze yok. Kulüp ya da milli takım fark etmiyor, uluslararası düzeyde oynadığımız hiçbir maçı kazanamıyoruz mesela. Ezip geçiyoruz, parçalıyoruz, yıkıyoruz, perişan ediyoruz, denize döküyoruz hatta çakıyoruz ama şöyle basit bir şekilde ve gerçekte olduğu gibi galip gelemiyoruz ya da yenemiyoruz. Üstelik spikerinden köşe yazarına ana akım medyanın çoğunluğunda rastladığımız bu tavra getirilen şöyle yanlış bir savunma da mevcut: “Kardeşim biz zaten maçları böyle izliyoruz. Küfrediyoruz, heyecanlanıyoruz, sayıyoruz, sövüyoruz, medyanın da aynı dili takınması normal.”

Bence tam tersi, hepimizin üzerinde ve kulağımızın dibinde duran medya bu dili kullandığı ve biteviye yeniden ürettiği için biz bu söylemlere mahkum oluyoruz, alışıyoruz ve bu dilin yaygınlaştırılma sürecine katılıyoruz. Spikeri “Rus’u denize döktük” diyen, gazetesi “Bunlara bir çakmak lazım” diye manşet atan bir ülkede spor seyircisi reflekslerinin niteliğinin de buna uygun olacağını öngörmek çok zor değil.

‘DUR TARİH, VUR TÜRKİYE’

Bu sebeplerden geçtiğimiz salı günü Türkiye’nin Yunanistan’ı 76-65 yendiği karşılaşmada Murat Murathanoğlu’nun her zamanki “Tüm dünya bize karşı” söylemiyle biçimlenen anlatımı midemi bulandırdı ve maça olan bütün ilgimi kaybetme noktasına geldim. 40 dakika boyunca spiker olduğunu unutarak maçı amigo ya da ülkü ocağı başkanı gibi anlatan Murathanoğlu öyle bir hale geldi ki her pozisyonu bu yanlı zihniyetin etkisiyle maniple etmeye başladı ve eminim ekran başındaki milyonlarca insanı Yunan’ı denize dökmek için hazır kıta bekleyen piyadelere dönüştürdü. Ender Arslan’ın basit bir şekilde düştüğü pozisyonu dahi “çelme taktıııııığğaaaaa” şeklinde yorumladığında iş işten geçmişti zaten. Neyse ki maçı Türkiye kazandı da Murathanoğlu ve milyonların “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” zırvalarını dinlemek zorunda kalmadık.

Velhasılıkelam bu sefer de Türk medyasının zafer naralarını abartılı bir şekilde dinlemek ve okumakla yükümlüydük. Dağ başını yine duman aldı, Türk Yunan’ı yine ezdi geçti zaten tarih tekerrürden ibaretti ve bir Türk elbette ki dünyaya bedeldi. Bol bol Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılıkla sosladıktan sonra yemeğimiz afiyetle yenmeye hazırdı her milli maç sonrasında olduğu gibi.

Tanıl Bora ve Necmi Erdoğan bu süreci gayet isabetli bir şekilde “Dur tarih, vur Türkiye” olarak tanımlar. Türk medyası bir kez daha tarihi durdurdu ve Türkiye vurdu, vurdu, vurdu. Ben “Lexın, lexın…” diye bambaşka bir türkü söylerken içinde “bizim” de olduğumuz sporda “milli mesai” döneminden niye tiksindiğimi bir daha hatırladım.

Friday, June 27, 2008

Futbol: Bizim Talihsiz Sevdamız




"Futbol asla sadece futbol değildir" tarzı yazılar yazmaktan da okumaktan da sıkılmış bir adam olarak "Futbol milliyetçiliği körüklüyor ulen" temalı bir şeyler karalamaktan öteden beri uzak durmuşumdur. Daha önce birçok entelektüelden duyduğumuz bu aforizmaya itibar etmediğim gibi hadisenin öznesi olarak bir öcü gibi gösterilmeye çalışılan futbolun esasında tam da bu tarz yorumlar sebebiyle özünden yani spor olma halinden uzaklaştırıldığını düşünüyorum. Modern devletlerin ortaya çıkışından beri hakim sistemin devam etmesi için elzem gıdalardan biri olarak icat edilen ve bu yönde kullanılan "milliyetçilik" her Allah'ın günü gazete manşeti, siyasi slogan, ders başlığı, askeri Demokles kılıcı, yarı-aydın orgazmı olarak yeniden karşımıza çıkarılırken bu kadar manipülatif "fikir lideri"'nin önderliğinde değil futbol, incir-elma bile "milliyetçilik yeniden üretim alanı" haline dönüştürülebilir.(ki onu da beceriyoruz, bkz:yerli malı haftası)

Doğrudur; futbol sahalarında birçok milliyetçi ve ırkçı sahneyle karşı karşıya kalmaktayız. Neredeyse her milli maç devletler arası bir savaş gibi görülüyor(gördürülüyor) ve ölümsüz "Türk'ün Türk'ten başka dostu yok" mottosunun yarattığı kompleks ve nefretler en ufak olaylarda bile kendini gösteriyor. Peki bunların sebebi Arda'nın zarif çalımları, Servet'in insanüstü özverisi ya da Hamit'in bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi mi? Nihat'ın attığı golle gelen galibiyet mi milliyetçiliği körüklüyor yoksa maç sonrası bir medya mensubu olan Şansal Büyüka'nın "İşte Türk'ün Gücü" çığlıkları mı? Massimo Busacca'nın es geçtiği bir sarı kart mı Türkiye-Almanya kavgasını yaratıyor yoksa kompleksli spikerin "Hakem bize çifte standart uyguluyor zaten bu Avrupalılar hep böyle, bizi sevmiyorlar" diye zırlaması mı? (*)1938 Dünya Kupası'nda İtalya'nın şampiyon olması mı yoksa olayı "Faşist Spor'un İlahları" başlığıyla duyuran La Gazzetta Dello Sport mu ırkçı-faşist söylemlerin halka erişmesine yardımcı oluyor? Semih'in son dakikada attığı mucize gol mü Türk halkını Hırvatistan düşmanı yapıyor yoksa Fanatik Gazetesi'nin maç sabahı attığı "Bunlara Bir Çakmak Lazım" başlığı mı? Örnekler o kadar çok ki sabaha kadar devam edebilirim.

Varmak istediğim nokta sanırım aydınlanmıştır.(ki zaten değilse berbat bir yazarım demektir) Futbol sadece bir oyun, kimilerinin bayıldığı kimilerininse mesafeli davrandığı... Ona farklı anlamlar yükleyen bizleriz. Fakat unutulmamalı ki toplumların, dünyayı algılayışında siyasilerin ve medyanın rolü çok büyük. Fikir liderlerinin olayları yorumlayış ve yansıtış biçimi halkın mevzubahis hadiseye verdiği anlamı yüzde yüz etkilemektedir. Türkiye-Hırvatistan maçı sonrası Uğur Meleke'nin yaptığı "Bu, tüm 3.Dünya ülkelerinin zaferidir" yorumu yahut bir Yeni Şafak yazarının olayı "Tüm Müslüman Alemi'nin Zaferi" olarak etiketlemesidir futbolu o kabak tadı veren tabirle sadece futbol olmaktan çıkaran. Bu açıdan bakıldığında medyanın futbol maçlarını bir banal milliyetçilik yaratma aracı olarak kullanması futbol adına bir talihsizliktir ve burada suçlu futbol değil medya ve onu kuklası olarak kullanan siyasi düzenin ta kendisidir.

Milli maçlar sonrası yaratılan milliyetçi havadan iğrenen ama tuttuğu takım olan Türkiye Milli takımının kazandığı karşılaşmalardan sonra da deli gibi sevinen bir adam olarak bu yazıyı yazdım. Değişen ne olacak? Büyük ihtimalle hiçbir şey... Milliyetçilik sattığı sürece biz yine aynı yetersiz spikerlerden aynı kompleks dolu yorumları dinlemeye, aynı dandik gazetelerden aynı embesil yazıları okumaya devam edeceğiz. Bunların sonucu olarak da futbol seyircisinin giderek ne kadar milliyetçileştirildiğini gözlemleyeceğiz. Dünyayı değiştirme umudu daha dünyaya gelmeden başarısız bir suikaste uğramış bir neslin ferdi olarak en azından "futbol, milliyetçiliği körüklüyor" tarzı yorumlar yapan Orhan Pamuk benzeri aydınların fikrini değiştirebilme umuduyla...

(*) 20 Haziran 1938 tarihli La Gazzetta Dello Sport başlığı, http://cgi.ebay.it/ws/eBayISAPI.dll?ViewItem&item=200224415379