Showing posts with label rıdvan dilmen. Show all posts
Showing posts with label rıdvan dilmen. Show all posts

Sunday, October 24, 2010

Bir Galatasaraylının gözünden Kadıköy özeti


BU YAZI İLK OLARAK 24 EKİM 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

İlkler illa güzeldir midir bilmem ama unutulmaz olduğu kesin. -Bu “ergen gerisi sefil” klişesiyle yazıya başladığıma ben de şaşırdım ama idare ediveriniz- 22 Nisan 1992, izlediğim ya da en azından anımsadığım ilk futbol maçının tarihi. Yer: Kadıköy Fenerbahçe Stadı. Sarı-lacivert çubuklu, klasik formasıyla Fenerbahçe, o sezona has, kırmızı tonların hakim olduğu ‘ADEC’ reklamlı garip üst-başıyla Galatasaray’a karşı tarihin kim bilir kaç yüzüncü sınavını vermekte…

O gün, 1.sınıf talebesi halimle izlediğim ilk Fenerbahçe-Galatasaray maçının önümüzdeki 20 yıldaki derbilerin handiyse özeti olma özelliği taşıdığını bilmiyordum tabii. Daha çok ben niye 5 gol atan takımı değil de yiyeni tutuyorum psikolojisi içerisindeydim. Taraftarlığı tetikleyen psikolojik ve sosyal etmenler bu yazının ilgi alanına girmediği için lafı uzatmadan 18 yıl önceki maça geri dönüyorum.

Kadıköy’deki her Galatasaray karşılaşmasında olduğu gibi Fenerbahçe maça fırtına gibi girdi. 9.dakikada Aykut Kocaman sol açıktan driplinge kalktı ki İsmail Demiriz pozisyon avantajını kullanarak araya girdi. Tam atak başlamadan bitti derken İsmail, kaleci Hayrettin’e doğru kısa düşen bir geri pası verdi. “Kurt” Aykut, bu hatayı iyi değerlendirdi. Topu kaptı, ceza sahasına girdi ve açıyı kapatmak için bacakları 5 karış açık öne doğru çıkan şaşkın Hayrettin’i klas bir plaseyle avladı. Hayrettin’e kalan boğaz gibi açtığı bacaklarını hızla kapatmak isterken kaba etinin üstüne düşüvermek ve topun ağlara gidişini o komik haliyle izlemekti. Önümüzdeki 20 yılda Kadıköy’de yediğimiz birçok golü “Hayrettin çaresizliği” ile izleyecektik…

Gol sonrası Galatasaray, örneğine birçok kez şahit olduğumuz üzere “Kadıköy paniğine” kapıldı. Sert fauller, gereksiz gözü peklikte bir hücum futbolu, defansı 40-50 metreye çıkarmalar, anlamsız bir acelecilik. Tüm bunlar hataları beraberinde getirdi ve orta sahada kaptırılan bir top sonrası Oğuz savunmanın gerisine derinlemesine bir pas attı. Aykut, topu 35 metre sürüp kaleciyle karşı karşıya kaldığında Galatasaray savunması o kadar gerilerdeydi ki sağdan gelen Tanju’ya pas verme lüksü hala mevcuttu. Aykut pasını bıraktı, Tanju boş kaleye yuvarladı. Kadıköy’de Fenerbahçe üstünlüğünü perçinlerken bize de “derbide böyle gol mü yenir yahu” demek düştü. Galatasaraylılar olarak bu sözü önümüzdeki 20 sene boyunca sıkça tekrarlayacaktık…

İkinci yarı başlarken ufaktan beslediğimiz umutlar 46.dakikada Fenerbahçe’nin Oğuz-Rıdvan-Aykut işbirliği sonucu güle oynaya attığı bir golle sönerken Fenerbahçe tribünleri İbrahim Tatlıses’in apolitikleştirerek yeniden yorumladığı(ya da içine ettiği diyelim) Şivan Perwer türküsü ‘Cane Cane’ ile rakibi kızdırıyordu. Yıllar ilerledikçe bu tezahüratın yerini “İşte böyle, her sene böyle” aldı…

Galatasaray, nasıl olduysa 3.gol sonrası oyundaki üstünlüğü ele geçirdi ve 52 ile 58. dakikalarda Erdal Keser’in ayağından gelen gollerle farkı bire indirdi. Böylesi bir geri dönüş herkesin aklına 88/89 sezonunda Fenerbahçe’ye 3-0’dan 4-3 kaybedilen o tarihi maçı hatırlattı ve “Neden olmasın” dedirtti. Fakat henüz haberimiz olmasa da “hevesin kursakta kalması” da önümüzdeki 20 yıl boyunca Kadıköy’de sıkça yaşayacağımız bir halet-i ruhiyeydi.

İki güzel golün ardından 80.dakikada bu kez Gerson-Oğuz-Tanju işbirliği nefis bir gol üretti ve Galatasaray adına son 20 yılın klasiklerinden olan “Kadıköy saha içi kavgaları”, “Kadıköy’de sinirlere hakim olamama”, “Kadıköy’de kırmızı kart görmezse rahat uyuyamama” başlıklı kronik alışkanlıklar baş gösterdi. 84.dakikada Rıdvan’ın düşürülmesi sonrası çalınan penaltı kararına Hayrettin’in verdiği aşırı tepki biraz da çaresizliğin yarattığı sinirdendi. “Rıdvan’ı bitirecektim” gibi garip bir Hayrettin Demirbaş demeciyle tarihe kazınan o anı yaratan psikolojik dürtü 20 yıl boyunca Galatasaray’ın Kadıköy’de göreceği onlarca kırmızı kartın müsebbibiydi. 86’da Rıdvan, Tanju’ya muhteşem bir gol attırdı ve gol perdesini kapattı. Bu farklı Kadıköy mağlubiyetlerinden önümüzdeki 20 senede bolca göreceğimizi de o sırada tahmin etmiyorduk…

Son dakikalarda Kosecki’nin gördüğü kırmızı kart ve sonrasında hakeme karşı denediği saldırı girişimleri akla Hasan Şaş’ı mı getirdi, Bülent Korkmaz’ı mı, Hagi’yi mi, Emre’yi mi Arda’yı mı siz karar verin ama 18 yıl sonra-hadi yuvarlak hesap 20 diyelim- geri dönüp baktığımda 1991/92 sezonu, 22 Nisanı’nda oynanan ve Fenerbahçe’nin 5-2 kazandığı bu maç bana hep Kadıköy’de son 20 yılın özeti gibi gelmiştir.

Bakalım göreve yeni başlayan Hagi-Tugay ikilisi bu makus talihi değiştirebilecek mi…

Sunday, January 3, 2010

2009’a bir bakıver…

BU YAZI İLK OLARAK 03.01.2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

2009’u geride bıraktık. Bunun bir anlamı iki bin dokuzun tarih olmasıysa diğeri de her tarafımızın yılın en’leri değerlendirmeleriyle kuşatılmasıdır herhalde. Üstelik sadece sembolik “1” yılı değil “10” yılı da geride bıraktığımız için 21.yüzyılın ilk 10’luğunun da muhakemesi bol bol yapılıyor medya mecralarında. Sıkıcı değil aslında. Maziye bir bakıverip analiz yapmak, ahkâm kesmek bize yoldaşlarımızdan miras bir alışkanlık. Fazla kafa açmayalım öyleyse eleştirel suratımızı takınıp kısmen de olsa hatırlayalım ne olmuş ne bitmiş; değil mi ki klişelerin her daim sıkıcı olduğu iddiası klişelerin en büyüğüdür!

Yılın Çuvallayan Spor Otoriteleri

Futbolda geride bıraktığımız devreyi spor otoritelerinin tahminleri yörüngesinde değerlendirerek başlayalım. Spor adına yazan çizen kesimin vazgeçemediği bir huydur; her mevsim başı allame-i cihan pozları takınıp Nostradamusvari kehanetlerde bulunmak. İyi de çuvalladığımız zaman neden bunun ceremesini çekmeye yanaşmıyoruz? “Ferrari, Gökhan Zan etmez” demek kolay da haksız çıkınca “ben bir nane yedim ey okur, daha önce izlemediğim bir futbolcu hakkında astım kestim” demek pek zor. Matteo Ferrari kanımca ilk yarının en iyi oyuncusuydu. Onun şefliğindeki Beşiktaş savunması kalesinde sadece 10 gole izin verdi ve böylece Ferrari kehanetinde yanılan Mehmet Demirkol bu hareketiyle yılın çuvallayan spor otoriteleri listesine hızlı bir giriş yaptı.

Rijkaard’ın sistemine tamamen zıt, 2 ağır stoper Servet ve Gökhan Zan’ı ligin en iyi tandemi olarak etiketleyen Rıdvan Dilmen de bu listedeki yerini hak eden bir başka kodaman. Zira burada sadece bireysel oyuncu tahmininde yanılma değil aynı zamanda Rijkaard 4-3-3’ünden tamamen bihaber olmak da söz konusu. Avrupa futbolunu biraz takip ediyorsanız Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. 2 ağır stoperin aynı anda sahada olması Barça 4-3-3’ünü felç eder. Çünkü savunmayı sahanın 40.metresine kadar çıkarmak, oyunu rakip alana yığmak, top kaptırıldığında ilk pres başarısız olursa defans arkasına atılacak toplara çabuk müdahale edebilmek bu sistemin olmazsa olmazlarındandır. Servet ve Gökhan Zan’lı ağır Galatasaray savunması bu becerilerden tamamıyla yoksundu. Sonuç olarak da 21 gol gördüler kalelerinde. Rıdvan Dilmen’i listeye dahil etmek için yeterli bir rakam.

Bunca çuvaldızdan sonra ele iğne almanın zamanı da geldi elbette(kendimi otorite olarak görmüyorum yanlış anlaşılmasın). Bendeniz neler yumurtladım da nerelerde hatalı çıktım? Galatasaray’da yaşanacak sistem uyuşmazlığını sebepleriyle birlikte kusursuz bir şekilde bilmeme rağmen “Galatasaray ve Fenerbahçe at başı gider. 80’in üstünde puan toplar. Rakiplerine fark atar” gibi yorumlarımda yanıldığım açıkça ortaya çıktı. Şu spor yorumculuğu belki de dünyanın en kolay işi ama aynı zamanda hata payı da bir o kadar fazla. Hata yaptığımız zaman açık yüreklilikle onu üstlenebilmemiz gerektiğine de bu yüzden vurgu yaptım. Spor yorumculuğu yahu; sadece saha içinde yaşananları değerlendirirken bu kadar kibre, afra tafraya ne gerek var!

Memleketimden Spor Rezaletleri

Son bölümü Memleketimden Spor Rezaletleri’ne ayıracağım. İşte Türk Sporu’nun 2009 yılında başını kuma gömmek istediği anlar.

1-Şoven nefretin Bursaspor-Diyarbakırspor maçında ayyuka çıkması üzerine ırkçılığı Hitler ve Hollywood “seni lanet olası zenci” repliğinden ibaret sanan, Atatürk milliyetçiliği geyikleriyle büyütülmüş Türk medyasının şaşkınlıktan küçük dilini yutması.

2- Melih Gökçek’in biricik oğluşu Ahmet Gökçek’in Türkiye’ye” babanın sahip olduğu siyasi güç kullanılarak bir kulüp nasıl iç edilir ve koca bir camia nasıl ele geçirilir” dersi vermesi. Daha da eğiticisi, ileride yayınlanması olası “Bir kulüp nasıl yönetilmez” serisinin ilk kitabını 70 milyonun önünde uygulamalı olarak tatbik etmesi.

3- Süreyya Ayhan’ın doping kullandığı gerekçesiyle atletizmden men edilmesi. Bir spor programında konuyla alakalı kurulan telefon bağlantısında dünya çapındaki bir yeteneğin kariyerinin içine eden adam olarak tarihe geçmesi farz olan Yücel Kop’un spikere “Süreyya şu an bebeğe bakıyor, sizinle konuşamaz” demesi.

4- Galatasaray Erkek Basketbol takımının üç kuruşluk önemi olmayan bir hazırlık maçında cezalı Cemal Nalga’yı Tufan Ersöz’ün formasıyla sahaya sürmesi. Bu dahiyane fikrin mucidi koç Okan Çevik’in savunmasında milli duygularla hezeyana kapıldığını ifade etmesi.

5- Bir klasik: Fenerbahçe-Galatasaray derbisi etrafında şekillenen saha içi çirkinlikler, tribün rezaletleri ve acınası olarak nitelenebilecek medya yansımaları.

6- Yazdıkça etrafa nefret tohumları saçan fanatik bir taraftar ve gidişiyle bizleri derinden sarsan(!) Ertuğrul Özkök’ün eski damadı olması dışındaki tek vasfı mide bulandırıcı milliyetçi şarkılar yapabilme yeteneği olan Ercan ”Ebabil” Saatçi’nin bir zamanlar Türkiye’nin en büyük gazetesi olma iddiasına sahip olan Hürriyet’in spor koordinatörlüğüne getirilmesi.

Türkiye, 2010’a işçilerini madenlere, tersanelere, soylulaştırılan(!) kentlere gömerek girdi. En ileri kapitalist ülkelerin dahi iflasını yaşadığı neo liberal politikaların tam gaz devam ettiği, çalışan haklarının biteviye ihlal edildiği bir ülke olarak adım attık yeni 10 yıla. Seçimle meclise getirilen partilerin kapatıldığı, mücadeleyle kazanılmış demokratik hakların gasp edildiği, ordu ve emniyet kurumlarının çetelerle işgal edildiği bir haldeyken karşıladık yeni yılı. 2000’lere girerken de böyleydik, böyle anti-demokratik, böyle emekçi düşmanıydık. Değişen pek de bir şey yok. Yeni yılınız kutlu olsun o halde!

Sunday, October 25, 2009

Güzel maç olsa bari

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Futbola dair sahip olduğum ilk anı bir Fenerbahçe-Galatasaray maçına ait. Yer, o zamanki adıyla Fenerbahçe Stadı. Güneşli bir gündüz karşılaşması, henüz farkında olmasam da Galatasaraylıyım. En azından o maçla birlikte kendimi ailemdeki herkes gibi Galatasaraylı addediyorum. Maçla ilgili hatırladıklarımsa kara sakallı atik bir adamın kırmızılı takımın savunma oyuncularını sırasıyla perişan etmesiyle başlıyor ve 2-5’lik felaket bir skorla sona eriyor. Karşılaşmanın bitimine yakın kırmızılı takımın yeşil formalı şaşkın kalecisi, kara sakallı futbolcuya saldırıyor. Maç sonu sakallı adam beyaz saçlı bir muhabire veryansın ediyor: “Böyle dostluk olmaz olsun.”

Beyaz saçlı muhabir Bülent Karpat. Şaşkın kaleciden kastım; Hayrettin Demirbaş, kara sakallı delişmen kanat oyuncusuysa Rıdvan Dilmen.

Anlayacağınız bir Galatasaraylı olarak Fenerbahçe’yle olan ilişkim başladığı gibi devam ediyor. Yüzümüz gülmek bilmedi, hele ki Kadıköy’de. Üstelik değişmeyen sadece saha içi sonuçlar değil. Kavgalar, küfürler de bu rekabetin üzerinden hiç eksilmedi. İsimler değişti sadece. Hayrettin gitti Sabri geldi, Hasan Vezir gitti Emre Belözoğlu geldi, Ergun Gürsoy gitti Mahmut Uslu geldi… Spor kültürü ve medyasının 80’den sonra içine girdiği olumsuzlukların hepsinden fazlasıyla etkilendi anlı şanlı “dünya derbimiz”.

91/92 sezonundaki 5-2’lik mağlubiyetten 1 sene sonra Galatasaray, Kadıköy’de 4-1 kazanmış, sonrasında da kıran kırana geçen şampiyonluk yarışında ipi Beşiktaş’ın önünde göğüslemeyi başarmıştı. O günden bugüne tam 16 lig karşılaşması oynandı Kadıköy’de ve Galatasaray bu maçlardan sadece birini kazanabildi.

Yaşı yeten Galatasaraylıların unutmamış olduğuna emin olduğum bu maç, 1999 yılının son ayında yağmurlu, puslu bir akşamda oynanmıştı. Hasan Şaş’la Marcio’dan gelen gollere dönemin tek formda Kanaryalısı Viorel Moldovan’ın verdiği cevap yeterli olmamış ve sarı-kırmızılar 6 sene sonra Kadıköy’de galibiyetle tanışmıştı. Galatasaray’ın rakip tanımadığı, Fenerbahçe’nin ise “acıların takımı” olarak adlandırıldığı senelerdi. Nitekim sezon sonunda Cimbom üst üste dördüncü şampiyonluğunu ve en önemlisi UEFA Kupası’nı kazanırken, Fenerbahçe yeni ve hırslı başkanı Aziz Yıldırım’ın önderliğinde radikal bir yeniden yapılanmaya gidiyordu.
Bu tarihten sonra Kadıköy, Galatasaray’ın ezeli ve ebedi cehennemi olma hüviyetini yeniden kazandı. 6-0 mı istersiniz, 4-0 mı? 7 kişi bitirilen maçlar mı ararsınız, tribünlerin sidik poşetlerine bulandığı maçlar mı? Fenerbahçe ve Kadıköy fobisi Galatasaraylıların bilinçaltına öyle bir işlemiş vaziyetteki, hafta başında Galatasaraylı bir arkadaşıma “Alex belki oynamayacakmış” dediğimde; “Ne fark eder PAF takımla çıksalar yine de yenileceğiz” cevabını aldım. Eh, haksız sayılmaz.

DERBİNİN TEKNİK, TAKTİK VE PSİKOLOJİK YÖNÜ


Neyse, laklakı bırakıp bugünkü maçın teknik analize geçelim.
Sene başında yine bu köşede, mevcut stoper ve orta saha oyuncularıyla Galatasaray’ın Rijkaard’ın istediği biçimde 4-3-3 oynamasının zor olduğunu yazmıştım. Çünkü o 3’lüden biri Arda yahut Elano olduğu sürece Galatasaray 4-3-3 değil 4-2-4 oynuyor. Arda, artık üst düzey futbolda nesli tükenen 10 numaralar gibi oynamaya çalıştığı sürece de bu durum değişmez. Öyle ki Baros’un 5 metre gerisinde oynayan ve hiçbir şekilde savunmasına yardım etmeyen “Kaptan” Arda bu oyun tarzıyla Rijkaard’ın Iniesta’sı işlevini göremiyor haliyle. Böyle olunca da sahada defans yapmayan oyuncusu sayısı 4’e yükselen Galatasaray’ın orta alandaki 2 çapasının üzerine binen yük iyice artıyor. Kaldı ki Galatasaray’ın sahip olduğu tüm orta saha oyuncuları teknik kapasitesi yetersiz isimler. Stoperlerden bahsetmiyorum bile. Bu da Galatasaray’ın ilerideki dörtlüsü yorulunca ve rakip takım önde basmaya cüret edince sarı-kırmızılı takımın başına bir kâbus gibi çöküyor. Özellikle ağır savunma oyuncularının zaafları iyice ortaya çıkıyor. Bunu ben görüyorum da Rijkaard göremiyor diye bir şey yok elbette. Son Trabzon maçında Kewell’ın yerine Barış’ı oyuna aldığı yani forvet çıkarıp yerine mücadeleci bir orta saha oyuncusu soktuğu anda Galatasaray oyunda üstünlüğü yeniden ele geçirip 2 gol atıvermişti. Hal böyleyken Galatasaray’ın hele ki fizik olarak kendisinden daha iyi durumda olan Fenerbahçe karşısına alışıldık Arda-Kewell-Keita-Baros dörtlüsüyle çıkması erken goller bulamaması durumunda kendileri adına nahoş sonuçlar doğurabilir. Erken gol bulunsa dahi ikinci yarıda mutlaka 3’lü orta saha düzenine geçilmeli. Çünkü Galatasaray’ın bu ağır stoperler ve yerlerde sürünen takım savunmasıyla eli ayağı düzgün bir takıma karşı direnmesi imkânsız.

Fenerbahçe’deyse Alex ve Guiza oynayacak mı oynamayacak mı endişesi var. Guiza neyse de Alex’in Fenerbahçeliler için arz ettiği önemi hatırlatmaya gerek bile yok. Sahada Emre ve Alex gibi oyun kurma meziyeti gelişkin iki oyuncuya sahip olmak, ev sahibi ekibin rakibine karşı önemli avantajlarından biri olacaktır zira Galatasaray’ın (Arda dâhil) bu tarz tek bir oyuncusu bile yok. Daum’un Galatasaray’ın oyun kuramama zaafından yararlanabilmesi için mutlak suretle önde pres yaptırması lazım. Bunun için Andre Dos Santos’un yerine Mehmet Topuz’un düşünülmesi daha akılcı olacaktır. Mehmet Topuz, Colin Kazım, Guiza (ya da Semih), Emre ve Baroni’yle devamlı koşturan ve top kapan bir orta saha-hücum hattı Alex’in virtüözlüğünde Cimbom’a çok zor anlar yaşatabilir.

Nihayetinde Fenerbahçe için taktik, Galatasaray içinse hem taktik hem de psikolojik savaş şeklinde geçecek bir derbiye tanıklık edeceğiz. İki takım da bulundukları ligin kalitesinin çok üzerinde kadrolara sahipler ve büyük ihtimalle zayıf takımlara karşı çok az kayıp vererek sezonu 80 puanın üstünde tamamlayacaklar. Bu bakımdan aralarında oynadıkları maçlarda alınan sonuçlar da çok önemli olacaktır.

İlk hatırladığı futbol karşılaşması “Böyle dostluk olmaz olsun” vecizesiyle sonlanan bendenizin bu maçtan naçizane beklentisi dostluğun kazanmasıdır diye bitirmek isterdim bu yazıyı. Hakikaten isterdim de şu an içinde bulunduğumuz spor kültüründe böyle bir cümlenin ne kadar naif kaçacağı malumunuz. Ne diyeyim; güzel maç olsun bari…