BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.
Spor dünyasında maddi zenginlik ve saha içi kazancın her tür kolektif sorumluluğun önünde yer aldığını söylemek artık marifet değil. Marifet; kapitalist düzenin bir yansıması olan bu sonucun hangi yollarla kendini kabul ettirdiğini ve çarkları nasıl işlettiğini teşhir etmekte. Nasıl ki sistem, günlük hayatımıza milliyetçilik, sınıfsal ayrımcılık ve cinsiyetçilik gibi sorunları sokuyor ve onları normalleştiriyorsa aynısı spor dünyası için de geçerli.
Tenis kortlarında cinsiyetçilik artık öylesine ayyuka çıktı ki üst düzey yetkililer dâhi bunu itiraf etmekten çekinmiyor. Bu sebepten, tenis dünyasının en prestijli grand slam’i Wimbledon’ın üst düzey yetkililerinden Johnny Perkins, televizyon yayınları ve kortların seçimi konularında atletlerin fiziksel görünüşünün bir faktör olduğunu kabul ettiğinde kimse buna şaşırmadı. Yanlış okumadınız; tenisin en yüce makamı açık açık cinsiyetçi bir tutum sergilediklerini belirtiyor ve kimseden adamakıllı bir tepki işitmiyor. Dahası ESPN’den L.Z Granderson gibi gay bir gazeteci (yani cinsiyetçiliğe en çok karşı çıkması gereken isim) çıkıp “bunda kötü bir niyet göremiyorum” diyebiliyor. Bu bir Kürt’ün “Türkiye Türklerindir” ibaresini zararsız bulması ya da bir işçinin sigortasız da olsa 3 kuruşa çalıştırılmayı şükranla karşılaması gibi sakat bir durum. Fakat maalesef sistemin istediği de bu. Alenen haksız ve piyasa çıkarına olan tüm tutumları (ki burjuva demokrasisi yola eşitlik-kardeşlik-özgürlük diye çıkmıştı!!!) normalize etmek ve kabul görmesini sağlamak.
Cinsiyetçiliğin böylesi bir aşamaya eriştiği kadın tenisinde bugünün milyon dolarlık sorusu şu: Kadın tenisi mi seks satıyor yoksa seks mi kadın tenisini satıyor? Kulağa yumurta-tavuk hikâyesi gibi gelebilir. Hakikaten de öyle. Günümüz spor dünyasında akademik çevrelerce de kabul gören bir gerçek vardır. Sporu kârlı kılmakla görevli olan aygıtların önceliğinde fanatik taraftarlar ve sadık sporseverler değil, “gündelik” ya da “rastgele” olarak adlandırılan medya tüketicisi tipi vardır. Sadık sporseverleri memnun etmek kolaydır çünkü onlar zaten oyunun aşığıdırlar ve ne olursa olsun sevdikleri sporu takip etmek için gazete, dergi, maç bileti, forma satın alacaklardır. Önemli olan “rastgele” izleyicileri cezbedebilmek. Bunun da yolu alanlarında başarılı olan ve belli fiziksel ve sosyal özellikleri barındıran sporcuları sistemin çıkarına uyacak şekilde sporcu kimliğinden çok ötelere taşımaktan geçer. Bunun için sistem sporculardan kahramanlar, insanüstü figürler, efsaneler ve seks objeleri yaratır. Ne yazık ki günümüzde seks objesine dönüştürülme işinin ana muhatabı da kadınlar tenisidir. (Hedef kitle orta sınıf hetero-erkekler olduğu için)
Wimbledon yetkilisi Johnny Perkins’in itirafı ışığında, devam etmekte olan Amerika Açık’ı analiz edecek olursak tenis sporunun ülkedeki geleneğe ve geçmişine aykırı bir tutumun sergilendiğini görebiliriz. Tenis, Amerikan spor sahalarındaki direnişin en önemli arenalarından biridir. Öyle ki bugün Amerika Açık kortlarına adını veren Billie Jean King teniste kadın ve lezbiyen hakları, Arthur Ashe ise siyâhi sporcuların hakları konusunda önemli çalışmalar yürütmüş ve kazanımlar elde etmişlerdir. 70’lerde söke söke alınan bu hakların devamı gelmediği gibi etkileri de korta isim vermekle sınırlı kalmış anlaşılan.
Amerika Açık Kadınlar’da çeyrek final mücadelesi dün başladı. Tüm bu gerçekler ışığında, Venus Williams, Maria Sharapova, Elena Dementieva, Ana Ivanovic, Jelena Jankovic, Nadia Petrova gibi Perkins’in deyimiyle “göze hoş gelen” favori atletleri eleyen sürpriz isimlerin ülkenin en büyük medya kuruluşu ESPN tarafından “gişe katilleri” başlığıyla duyurulması da sürpriz değil elbette.
Billie Jean King, Martina Navratilova, Arthur Ashe gibi asi figürlerle anmaktan hoşlandığımız tenis dünyasının bugün sporda cinsiyetçiliğin kalesine dönüştüğünü görmek üzücü. Fakat asıl tedirgin edici olan Caster Semenya hadisesinde de gözlemlediğimiz gibi cinsiyetçiliğin tıpkı milliyetçilik ve sınıfsal ayrımcılık gibi gitgide normalleştirilmesi.
Showing posts with label tenis. Show all posts
Showing posts with label tenis. Show all posts
Wednesday, September 9, 2009
Wednesday, September 3, 2008
Federer 2008: Kırılgan, Güvensiz, Kafası Karışık

Her yeni gün yeni seyirci rekorlarının kırıldığı bir turnuva izliyoruz Amerika Açık 2008'de. Çeyrek finaller öncesi çok kaliteli olmasa da mücadele dolu ve sürprizli maçları geride bıraktık. Bayanlarda önlenemez düşüşü ve hafif sakatlığıyla Ana Ivanovic 4 ay önceki formunu mumla aratarak elenirken vatandaşı Jelena Jankovic nihayet Ana'nın gölgesinden kurtulmanın verdiği hırsla finale doğru ilerliyor. Sırp raket yarı finalde turnuvanın en istikrarlı isimlerinden olimpiyat şampiyonu apoletli Elena Dementieva'yla karşılacak. Bayanlarda serinin diğer tarafında ise erken finalin heyecanı ve burukluğu yaşanıyor. Wimbledon'da finalde karşılaşan iki kardeş Venus ve Serena bu kez kendi evlerinde çeyrek finalde kozlarını paylaşacaklar.
Erkeklerde ise dış basının "Beijing Sendromu" olarak adlandırdığı bir bitkinlik göze çarpıyor. Daha önce Amerika'da hiç çeyrek final göremeyen Rafael Nadal biraz yorgun olduğunu itiraf etse de ilk çeyrek finaline yükselmeyi başardı ve bu akşam Arthur Ashe'te evsahibi Mardy Fish'le karşılaşacak. James Blake, Gael Monfils gibi isimleri set vermeden eleyerek buralara gelen Fish'in yorgun Nadal'ı ne kadar zorlayacağını açıkçası bende merak ediyorum. Dünyanın yeni bir numarasının yükselen sert zemin oyunu ise onu yine şampiyonun bir numaralı favorisi yapmaya yetiyor. Çünkü rakipleri hem mental hem de fiziksel olarak onun çok gerisinde. Tabii ki Federer ve Djokovic'ten bahsediyorum. Federer'i sona bırakalım Djoko'yla başlayalım.
Wimbledon'da erken elenen ve Olimpiyatlarda'da Nadal engeline takılan Joker kendi deyimiyle "bir basın toplantısına yetmeyecek kadar çok sakatlık problemiyle boğuşuyor." Abarttığı kesin ama baldırındaki problemin kendisini rahatsız ettiği de. Dün Robredo karşısında 5 sete uzayan maçın belirli bölümlerinde sakatlık molası hakkını kullandı ve maç boyu da tutuk bir performans sergiledi. Sakatlığının dışında seyircinın Robredo'yu desteklemesine bozulduğu da aşikardı fakat kimi oyunlarda çabuk pes etmesi, topları bırakması ve gamsız davranışları bana kötü ve kalıcı bir alışkanlığın ilk emareleri gibi gözüktü. Yarın çeyrek finalde karşılaşacağı Andy Roddick'se Juan Martin Del Petro'yla birlikte turnuvanın en formda oyuncusu. Kendisine hep ters gelen Gulbis hariç tüm rakiplerini ezip geçen Roddick 2003'te burada yaşadığı şampiyonluğu tekrarlama peşinde. Medyanın "Beijing Sendromu" olarak adlandırdığı olay etkilerini göstermeye devam ederse bu amacına ulaşması hiç de sürpriz olmayacak.
Ve Federer... Avustralya Açık'ta Djokovic'e kaybettiğinden beri göğsüne kriptonit yerleştirilmiş Clark Kent gibi. İşin kötüsü bu bir film senaryosu değil ve yanında mucizevi bir şekilde kriptoniti ondan uzaklaştıracak sahneleri yazacak senarist dostları da yok. Ne yapıp edip bu yeni haline alışması ve yeteneğini yeniden sergilemeye başlaması lazım yoksa Pete Sampras'ın rekorunu kırması zor gibi gözüküyor. Ne zaman kendisini zorlayacak bir rakip çıksa oyununun düştüğünü görüyoruz Federer'in. Dün gece de öyle bir maç oynadı. Andreev ilk seti tie break'le aldı, ikinci seti ise milimlerle kaybetti. Ciddi bir tehdit gördüğü zaman ne yapması gerektiğini halen çözemeyen Federer ise yeni karakteristiğine uygun olarak yine kırılgan, güvensiz ve kafası karışıktı. Sayısız basit topu kaçırdı. Bomboş voleler, basit drop shot'lar. Çok sevdiği büyük forehandlerinde dahi ne kadar tedirgin olduğu gözlerden kaçmadı. Zaman zaman müthiş vuruşlar çıkarsa da backhand'i yine arızalıydı, ne zaman file önüne gelse ya zamanlama hatası yaptı, ya voleyi kaçırdı ya da fileye takıldı. Tam 60 basit hata yaptı. Kısacası Avustralya Açık'tan beri alıştığımız Federer yine sahnedeydi. Açıkçası turnuva öncesi Federer'in çok sevdiği Amerika Açık'la birlikte yeniden geri dönüş yapabileceğini umuyordum ama mental sorunları halen devam ediyor ve maalesef bunlar artık onun oyun karakteristiğinin bir parçası haline gelmiş durumda. Nasıl Nadal her maçında korta çelik bir iradeyi ve kazanma hırsını yansıtıyorsa Federer de kaybetme korkusu ve kırılganlığını beraberinde getiriyor. Bu haliyle de Nadal hatta Del Potro, Murray, Djokovic gibi isimleri geçmesi çok zor. Çeyrek finalde turnuvanın sürpriz isimlerinden Lüksemburglu Gilles Muller'le karşılaşacak. Müller servis oyunu dışında Federer'le baş edebilecek kalibrede bir isim değil. Sorun yaşayacağını zannetmiyorum. Yarı finalde ise Djokovic-Roddick maçının galibine karşı yeniden doğuş mücadelesi yapacak.
Sunday, June 8, 2008
Rafael Nadal: Roi De Paris

Rafael Nadal - Roger Federer 6-1 6-3 6-0
Phillip Chatrier'de bir tarih yazıldı bugün. Toprak kortun görmüş olduğu en büyük oyuncu Rafael Nadal, tenis tarihinin efsanevi ismi Bjorn Borg'un çok değil bundan 5 sene önce dahi kırılması imkansız denen rekorunu egale ederek adını henüz 22 yaşında Roland Garros'un turuncu yüzeyine kazıdı. Dile kolay yenilmeden üst üste kazanılan 28 Fransa Açık maçı ve arka arkaya tam 4 şampiyonluk. Rekorlar, elbette kırılmak için vardır ve şimdilik Nadal'la Borg'un paylaştığı bu rekorun kırılması için herkes önümüzdeki seneyi beklemeye başladı bile. Zira bir mucize olmazsa Rafa'yı burada yenmek kelimenin en mütevazi haliyle imkansız!
Halbuki Roger Federer maç öncesi umutluydu. Tüm sezon çalışmalarını bugün Nadal'ı yenebilmek adına yapmıştı ama 2008 Roland Garros finali onun için tam bir kabusa dönüştü. Henüz maçın başında servisini kırdırdı ve 2.setin ufak bir bölümü hariç İspanyol rakibine karşı direnemedi bile. Rafael Nadal öyle mükemmel bir oyun çıkardı ki tenis tarihinin en büyük ismi olarak gösterilen Roger Federer'i sıradan bir tenisçi haline çevirdi. Roger'nin en mükemmel forehand'lerini dahi koşan duvar kimliğiyle etkisiz kıldı ve her topu kortuna geri dönen Federer daha maçın başında zaten kırılgan olan moral motivasyonunu kaybetti. İsviçreli raket duygularını çok iyi gizleyebilen bir isim ama esasında çok duygusal ve psikolojik açıdan pek de güçlü olduğu söylenemez. Kazanmaya o kadar alışkın ki işler yolunda gitmediği anlarda panikliyor ve bu performansını arttırmasına engel oluyor. Özellikle Nadal'a karşı oynadığı zaman bunu hissetmek çok mümkün. O kadar çok basit hata yaptı ki bir ara The Royal Tenenbaums filmindeki Richie Tenenbaum gibi kortun ortasına oturup ağlayacağını düşündüm. Belki de kariyerinin en kötü maçlarından biriydi ama bunun en büyük sebebi Nadal'ın korttaki mutlak hakimiyetiydi. Maç sonu ise El Matador acımasız performansı için kendini Federer'den özür dilemek zorunda hissetti.
Evet, Phillip Chatrier Nadal'ın Vamos nidalarıyla inlerken Paris kellesini uçuramayacağı yeni bir kral kazanmış oldu. Rafael Nadal artık ismi Bjorn Borg'le eş değer bir efsane ve tenisin ilk süperstarını geçmesi için önünde daha koca bir kariyer var. Tebrikler Rafa!
Saturday, June 7, 2008
Ana Ivanovic: Yeni Şampiyon, Yeni Kraliçe, Yeni Kahraman

Ana Ivanovic - Dinara Safina 6-4 6-3
Henin'in vedası sonrası yeni kraliçesini arayan WTA'in beklediği kurtarıcı fazla gecikmedi. 20 yaşındaki Sırplar'ın büyük umudu Ana Ivanovic artık sadece büyük bir umut olmaktan ibaret değil. O şimdi bir şampiyon. Hatta daha da ötesi.
Dünyada bayanların yeni bir numarası Ana, aslında en zayıf olarak gösterildiği bir alan olan toprak kortta şampiyonluk yaşayarak ileride neler yapabileceğinin sinyallerini verdi. Geçtiğimiz sene Fransa Açık ve Avustralya Açık'ta Henin ve Sharapova'ya kaybeden Ivanovic'in karşısında bugün nispeten daha tecrübesiz bir isim vardı. Rus Safin ailesinin ikinci gururu Dinara Safina büyük bir sürpriz gerçekleştirerek ulaştığı finalde elinde geleni yaptı. Sharapova, Dementieva ve Kuznetsova gibi devlere karşı çok başarılı olan baseline savunmasını Ivanovic karşısında da zaman zaman etkili olarak kullandı ve cesur winner'ları etkileyiciydi ama kendi servis oyunlarına tutunamaması ve kritik oyunlarda yaptığı basit hatalar bir sürprize daha imza atmasına olanak vermedi.
Ivanovic de esasında gerçek performansından uzaktı. Zaten hiçbir zaman iyi bir baseline müdafaacısı olmamıştır ve oyun tarzı da toprak kort için biçilmiş kaftan sayılmaz ama yine de benim Ivan Lendl'a benzettiğim müthiş gücünü ve acımasız forehandlerini çok iyi kullanarak oyunun hakimiyetini eline geçirdi. Servislerinde sorun yaşayan Dinara'yı etkili forehand servis geri dönüşleriyle cezalandırmayı bildi ve göründüğünden daha zor geçen bir maçı kazanarak başarılarla dolu geçmesini beklediğimiz kariyerinin ilk büyük zaferine imza attı.
Şimdi Ana'nın önünde grand slam'lerin kraliçesi Wimbledon var. Power oyununu, çok geliştirdiği hızını ve kondüsyonunu göz önüne alırsak orada da zafere ulaşma şansı yüksek. Fakat unutmamak gerek ki bu kez karşısında toprak kort handikapını hissetmeyecek olan Williams kardeşler ve kaybettiği WTA 1 numarası ünvanını geri kazanmak isteyen hırslı bir Sharapova olacak.
Roland Garros'08, Erkekler Yarı Final
Bu yazıyı dün yazmam lazımdı ama maç izleme koşuşturmasıyla yoğun sınav programım birleşince vücudumun iflası kaçınılmaz oldu.
Rafael Nadal - Novak Djokovic 6-4 6-2 7-6
Neyse güne Phillip Chatrier'deki merakla beklenen Rafael Nadal-Novak Djokovıc mücadelesiyle başladık. Her zaman yüksek özgüveniyle görmeye alıştığımız Sırp raket toprak kortta Nadal'ın çita hızında bir duvar kimliğine bürünmesi sebebiyle konsantrasyonunu erken kaybetti ve kolay kırdırdığı servis oyunlarıyla 1 saat içinde 2-0 geriye düştü. Üçüncü setin ortalarına kadar kendi gibi değil de ortalama bir tenisçi gibi oynayan ve ben dahil herkesi hayal kırıklığına uğratan Novak, sonlara doğru nihayet oyununu buldu ve 3.setin 10.oyununda servis kırarak maça geri döndü. Nihayetinde tie-break'e kadar zorladı İspanyol rakibini ama insandan ziyade bir makina gibi işleyen Nadal, maçın en kritik anlarında performansını en üst düzeye taşıyarak karşılaşmayı kazanmayı bildi. Kuşkusuz Federer gibi yaşayan bir efsanenin bile tüm kusursuzluğuna rağmen toprak kortta deviremediği bir isim Nadal ve Djokovic'ten bugün bir galibiyet beklemek hayalcilik olurdu. Tabii ki maçı biraz daha zorlamasını en azından gerçek performansını sahaya yansıtabilmesini beklerdik ama Nadal'a karşı bunları hem de bu kadar genç yaşta yapmak o kadar da kolay iş değil. Birkaç düzine fırına ihtiyacı var muzip Sırp'ın. O da el mahkum, Paris'te herkesin Nadal için söylediği şarkıya devam etmek mecburiyetinde; "Belki, bir gün...".
Ha bu arada Bay Roland Garros için de bir iki laf söylemek zorundayız galiba. 21 yaşında şimdiden bu kortların efsanesi olan Nadal, dünya tarihinin gördüğü en ideal toprak kort oyuncusu ve onun kadar iyi bir yavaş kort oyuncusu daha görebilir miyiz? Açıkçası hiç sanmıyorum. Müthiş bir kuvvet, harika bir backhand, kusursuz bir baseline savunması, dudak uçuklatan bir hız... Eksikleri yok mu? Tabii ki var ama bu hali Roland Garros'un gelmiş geçmiş en büyük efsanesi olması için fazlasıyla yeterli. Vamos Rafa!
Roger Federer - Gael Monfils 6-4 5-7 6-3 7-5
Günün ikinci maçında dünya bir numarası Roger Federer, turnuvadaki son Fransız Gael Monfils'e karşı yine kendini pek sıkmadan oynadı ve tıpkı Gonzales'e karşı olduğu gibi bir set kaybetmesine rağmen en zorlandığı anlarda bile rahat görünmesini bildi. Fedex'i hepimiz biliyoruz ama Monfils, kendisine Fransızlar'ın neden bu kadar güvendiğini gözler önüne süren bir performans sergiledi. Canlı yayında Cahit Yavuz'un da dediği gibi atletik vücudu ve koordinasyonu tenis için çok uygun. Bunun yanında çok güçlü bir servise ve forehand'e sahip. Bu özelllikleriyle şimdiden önemli bir baseline ve power oyuncusu olması mümkün. Tabii ki henüz 21 yaşında ve kendini geliştireceğini de göz önüne alıyorum.
Sonuç olarak Roland Garros'ta yine aynı film. Yine bir Rafael Nadal-Roger Federer finali. Pazar günü görüşmek üzere. Mantığım Nadal gönlüm Federer diyor, ama her zaman olduğu gibi mantığımın kazanacağına eminim.
Rafael Nadal - Novak Djokovic 6-4 6-2 7-6
Neyse güne Phillip Chatrier'deki merakla beklenen Rafael Nadal-Novak Djokovıc mücadelesiyle başladık. Her zaman yüksek özgüveniyle görmeye alıştığımız Sırp raket toprak kortta Nadal'ın çita hızında bir duvar kimliğine bürünmesi sebebiyle konsantrasyonunu erken kaybetti ve kolay kırdırdığı servis oyunlarıyla 1 saat içinde 2-0 geriye düştü. Üçüncü setin ortalarına kadar kendi gibi değil de ortalama bir tenisçi gibi oynayan ve ben dahil herkesi hayal kırıklığına uğratan Novak, sonlara doğru nihayet oyununu buldu ve 3.setin 10.oyununda servis kırarak maça geri döndü. Nihayetinde tie-break'e kadar zorladı İspanyol rakibini ama insandan ziyade bir makina gibi işleyen Nadal, maçın en kritik anlarında performansını en üst düzeye taşıyarak karşılaşmayı kazanmayı bildi. Kuşkusuz Federer gibi yaşayan bir efsanenin bile tüm kusursuzluğuna rağmen toprak kortta deviremediği bir isim Nadal ve Djokovic'ten bugün bir galibiyet beklemek hayalcilik olurdu. Tabii ki maçı biraz daha zorlamasını en azından gerçek performansını sahaya yansıtabilmesini beklerdik ama Nadal'a karşı bunları hem de bu kadar genç yaşta yapmak o kadar da kolay iş değil. Birkaç düzine fırına ihtiyacı var muzip Sırp'ın. O da el mahkum, Paris'te herkesin Nadal için söylediği şarkıya devam etmek mecburiyetinde; "Belki, bir gün...".
Ha bu arada Bay Roland Garros için de bir iki laf söylemek zorundayız galiba. 21 yaşında şimdiden bu kortların efsanesi olan Nadal, dünya tarihinin gördüğü en ideal toprak kort oyuncusu ve onun kadar iyi bir yavaş kort oyuncusu daha görebilir miyiz? Açıkçası hiç sanmıyorum. Müthiş bir kuvvet, harika bir backhand, kusursuz bir baseline savunması, dudak uçuklatan bir hız... Eksikleri yok mu? Tabii ki var ama bu hali Roland Garros'un gelmiş geçmiş en büyük efsanesi olması için fazlasıyla yeterli. Vamos Rafa!
Roger Federer - Gael Monfils 6-4 5-7 6-3 7-5
Günün ikinci maçında dünya bir numarası Roger Federer, turnuvadaki son Fransız Gael Monfils'e karşı yine kendini pek sıkmadan oynadı ve tıpkı Gonzales'e karşı olduğu gibi bir set kaybetmesine rağmen en zorlandığı anlarda bile rahat görünmesini bildi. Fedex'i hepimiz biliyoruz ama Monfils, kendisine Fransızlar'ın neden bu kadar güvendiğini gözler önüne süren bir performans sergiledi. Canlı yayında Cahit Yavuz'un da dediği gibi atletik vücudu ve koordinasyonu tenis için çok uygun. Bunun yanında çok güçlü bir servise ve forehand'e sahip. Bu özelllikleriyle şimdiden önemli bir baseline ve power oyuncusu olması mümkün. Tabii ki henüz 21 yaşında ve kendini geliştireceğini de göz önüne alıyorum.
Sonuç olarak Roland Garros'ta yine aynı film. Yine bir Rafael Nadal-Roger Federer finali. Pazar günü görüşmek üzere. Mantığım Nadal gönlüm Federer diyor, ama her zaman olduğu gibi mantığımın kazanacağına eminim.
Thursday, May 15, 2008
Au Revoir Justine!

Gecenin saçma sapan bir vakti telefon çalar, ahizedeki ses karanlıktır ve başınızdan ayaklarınıza buz gibi suların indiği o şok anını yaşarsınız. Haber genellikle bir yakının ölümüdür ve her kötü haber gibi çabucak size ulaşır. Şanslıyım ki ömrümde böylesine bir anı henüz yaşamadım ama benzerini dün spor haberlerini kontrol etmek için bilgisayarımı açtığımda tecrübe ettim. “Henin announces shock retirement”.- sessizlik-
Her sporcunun vedası üzücüdür. Adı üstünde bir oyunu oynayan oyuncular bunlar nihayetinde, elvedaları bir manada da bebeğin oyuncağını kendi isteğiyle yere atmasna benzer ve bir daha onla oynamak istememesine. Jübilelerinde yahut basın toplantılarında gözyaşı dökmeleri alışıldık görüntülerdir. Eğer biraz şanslılarsa seyircilerin de bir iki damla gözyaşı döktüğüne şahit olunur. Mesleklerine, kulüplerine veya sevenlerine bırakacakları mirasın büyüklüğünün göstergesidir bu gözyaşları. Gheorghe Hagi’nin vedasında tribünde, Michael Jordan’ın vedasında ise televizyon başında ağlamamak için kendini zor tutmuş biri olarak Henin’e karşı olan hislerimi de açığa vurmaktan çekindiğimi itiraf edeyim. Dediğim gibi bir sporcunun vedası her zaman üzücüdür ve benim gibi onlara büyük saygı besleyen bir adamı da bu elvedalar her zaman derinden etkiler.
Justine Henin, annesini kanser yüzünden kaybettiğinde henüz 12 yaşındaydı. Roland Garros’ta ilk grand slam’ini kazandığındaysa 21’di ve ilk sözleri şampiyonluğunu annesine armağan etmek olmuştu. 1.65’i zor bulan boyuyla bu 60 kiloluk cengaver, kendisinden çok daha iri, hızlı ve atletik rakiplere karşı kariyeri boyunca tam 7 grand slam kazandı. Fiziksel gücün bu kadar ön plana geçtiği bir sporda sanki Billie Jean King’in bu dönemde de yaşasa başarılı olabileceğinin kanıtı gibiydi. Tekniği göz alıcıydı ve mücadelesi her zaman üst düzeydeydi. Tenis tarihinin nev-i şahsına münhasır efsanelerinden günüzümün renkli yorumcusu John McEnroe’nun da her zaman dediği gibi erkekler tenisi dahil dünyadaki en iyi tek el backhand’e sahipti ki sadece bu bile müthiş tekniğini ispatlamaya yetecek bir söz. Günümüzün rekabet manyağı dünyasında mutluluğunu hırsına tercih edebilecek kadar nahif yürekli ve dünya 1 numarasıyken hayatını kazandığı sporu bırakabilecek kadar cesur bir kadındı. “Her koşulda en iyi ben olmalıyım” diyen başarı için her yolu mübah sayan sayısız hilekarın, dopingçinin kol gezdiği bir arenada kazanamadığı tek turnuva olan Wimbledon için “onu kazansam da kendimi şu andakinden daha mutlu hissetmeyeceğim” diyebilen bir atletti. Veda ederken söylediği sözler içinde en anlamlı olanı ise kuşkusuz şuydu: “Hayatım boyunca harcayabileceğimin 3 katı kadar para kazandım”. Justine, 21.yüzyılda yaşıyorsun. Harcanamayacak para yoktur. İnsanın aklına senede 7 milyon dolarlık konrat teklifini “ben o parayla ailemi geçindiremem” diyip kabul etmeyen Latrell Sprewell gibileri geliyor.
“Kendimi kandırmak istemiyorum, vücudum artık bunu kaldırmıyor”. Basın toplantısındaki veda sözlerinden biriydi. Dünya 1 Numarasıyken söyledi bu sözleri ve sonrasında biraz da umut verdi: “Tabii ki özleyeceğim şeyler olacak ama...” Devamını boş verin umut kırabilir. Bu sözü hatırlamak en iyisi. Son olarak da L’Equipe’e yaptığı açıklamada nasıl hatırlanmak istediğini söyledi “ Farklı bir oyuncu olarak hatırlanmak isterim, büyüklere kafa tutup onları yenebilen küçük biri”.Bundan çok daha fazlasını hatırlayağız Justine, Senin bir şampiyon ve tenis tarihinin en iyilerinden biri olduğunu. Yeri dolmayacak bir boşluk bıraktığını da. Au Revoir!
Sunday, January 27, 2008
Melbourne'e Doğu Avrupa Damgası


2008'in ilk Grand Slam'ini geride bıraktık. Avustralya Açık, her zaman sürprizlerin turnuvası olmuştur ve bu sezon da turnuva namını inkar etmeden sürprizleriyle ön plana çıkmaya devam etti. Henüz ilk gün Britanyalılar'ın büyük umudu Andy Murray, Muhammed Ali kılıklı adı sanı duyulmamış bir Fransız'a elendiğinde Ada basını Murray'i abartılı bir şekilde eleştirmişti. Ne de olsa karşısında isimsiz bir raket vardı. Bu, tabloid basın için kaçırılmaz bir fırsattı. Andy, için rahat olsun seni eleyen çocuk finale kadar yürüdü. Ha bu arada Daily Mirror'ın koca haberinde(ya da Andy Murray karalaması diyelim) bir kez olsun anmadığı o ismi de anmak farz oldu artık... Jo Wilfried Tsonga, turnuvanın en büyük sürprizi...
Öyle büyük bir sürpriz ki, yarı finalde Djokovic'in Federer'i sahadan silerek elemesi dahi Tsonga'nın çıkışı karşısında olağan karşılandı. Turnuva boyunca kusursuza yakın bir performans gösteren genç Fransız'ın form düşüklüğü için seçtiği gün ise yanlıştı. Final maçında, Sırp rakibi Djokovic'e karşı turnuvadaki en kötü oyununu ortaya koyan Tsonga, açık konuşmak gerekirse ilk set hariç oyunun her dakikasında rakibinin aşağısında kaldı. Güçlü servisleri ve baseline'dan yaptığı derin forehand'leriyle kolay da pes etmedi gerçi ama sonucu belirleyecek kritik vuruşlar da rakibinin tekniğinin altında ezildi.
Novak Djokovic, tarihi yeniden yazan adam ya da ABD basının tabiriyle "The Next Big Thing" ise senelerdir verdiği "Bir gün Federer'i geçeceğim" sinyallerini boşa çıkarmadı ve efsane rakibini yarı final mücadelesinde adeta sahadan sildi. Rakibine karşı daha önce gösteremediği oyun bitirici hamleler dahil her alanda(özellikle mental) İsviçreli rakete üstünlük sağladı ve finalde de sürpriz rakibini maça kötü başlamasına rağmen devirmeyi bildi. Son dönemde önemli atak yapan Sırp tenisinin bayraktarı olan genç isimse Melbourne'de ülkesini gururlandırma konusunda yalnız değildi.
Ana İvanovic ve Jelena Jankovic, yükselen Sırp tenisinin WTA'deki temsilcileri, Avustralya Açık'ta kendilerinden beklenenleri boşa çıkarmadılar. 23 yaşındaki Jankovic yarı finalde şampiyon Maria Sharapova'ya kaybederken, 21 yaşındaki Ana Ivanovic de Rus rakibesine finalde boyun eğdi. Yine de kuşkusuz turnuvanın en formda tenisçisi karşısında alınan bu mağlubiyetler genç ikili için önemli birer tecrübe oldu.
Bayanlar şampiyonundan söz etmek gerekirse, Maria Sharapova, 40 milyon dolarlık senelik kazancıyla bu alanda sürdürdüğü rakipsizliğini kortlara da yansıtmayı bildi ve harika bir turnuvanın ardından set vermeden şampiyon oldu. Ana İvanovic'le oynadıkları final tarihin kalite olarak değil belki ama oyuncuların fiziksel yapıları bakımından en "güzel" finaliydi. Rus tenisçi her zamanki gibi imkansız vuruşları ilginç bir beceriyle sayıya dönüştürme yeteneğini çok iyi kullandı ve kariyerinin 3. grand slam şampiyonluğunu kazandı. Belki kazanan bir sporcu olmak için çok güzel ve bu sebeple kendisinden nefret eden birçok kimse var ama Sharapova rekabetçi yanıyla her zaman "hater"'ları haksız çıkarmaya devam ediyor.
Bir şampiyon Sırbistan, bir diğeri ise Rusya'dan. Avustralya Açık tarihinde daha önce böylesine bir Doğu Avrupa hakimiyetine rastlamamıştık doğrusu. En son 1989'da erkeklerde Çek Ivan Lendl'ın şampiyon olduğu turnuvada Helena Sukova bayanlar finalinde Steffi Graf'a kaybetmişti. Şimdiyse Doğu Avrupa tenisi için zirvenin tadını çıkarma zamanı.
Wednesday, August 8, 2007
Davydenko Vakası
Mevsim itibariyle en sakin günlerini geçirmesi beklenen spor dünyası bahis ve şike skandallarıyla dünya gündemini sarsmış vaziyette. Öyle ki bu yaz hemen hemen her sporda bir skandala rastlamak olası. Amerikan futbolu oyuncusu Michael Vick'in köpek kavgalarına, Nba'in emektar hakemlerinden Tim Donaughy'nin senelerdir kendi yönettiği maçlara bahis oynadığının ortaya çıkmasının ardından çok daha organize ve can sıkıcı bir vaka da kıt'a Avrupası'nda, hem de bu tip olayları en az görmek istediğimiz sahalar olan tenis kortlarında vuku buldu.
Olayı duymayanlar için kısaca özetleyelim: kahramanımız Rus(sürpriz!) tenisçi Nikolay Davydenko ve Polonya'da düzenlenen bir turnuvada Arjantinli adı sanı duyulmamış rakibi Arguello'yla yaptığı müsabakaya her ne hikmetse fırtına gibi başlıyor, 2. sette birden duruluyor ve nihayet 3.sette sakatlığını bahane ederek maçtan çekiliyor. Ha bu arada sadece betfair bahis sitesinden yüzde 95'i Arjantinli oyuncunun 2-1 galibiyetine yatırılmış 7 milyon doları aşkın bir paradan da söz etmek meseleyi zihinlerinizde daha açık bir hale getirecektir. Sıradan bir tenis müsabakasına 7 milyon dolar yani normal miktarın 10 katı para yatırılıyorsa bu neredeyse açık bir ihbardır. Nitekim Betfair şirketi bu maçla ilgili müşterilerine ödeme yapmayacağını da açıkladı. Olayın son hukuki durumunu bilemiyorum ama gayet masum bir çağrışımla akıllarımıza şu müthiş üçlü geliyor: Para, şike, bahis.
Nba başkanı David Stern Tim Donaughy'nin bahis skandalı sonrası "bu münferit bir olaydır" açıklamasını yapmıştı. Kuşkusuz haklıdır, Nba tarihinde şike ya da bahis skandalı gibi hadiselere rastlamak pek mümkün değildir. Fakat Davydenko'nun bu olayında aynı şeyden söz etmek mümkün değil zira işin içine Rus mafyası girdiği zaman organize bir suça da balıklama atlamış oluyorsunuz. Zaten biri çıkıp bu münferit bir olaydır dese buna ömründe suç görmemiş Lüksemburg polisi dahi inanmaz.
Boris Yeltsin, yeni Rusya'yı dünyaya tanıttığı zaman tüm dünya rahat bir nefes almıştı. Nihayet komunizm yıkılmış, soğuk savaş sona ermiş ve nükleer savaş tehlikesi en azından bir süre için Batı dünyasının öcüsü olmaktan çıkmıştı. Yeni Rusya'nın kapitalist dünyaya ayak uydurması lazımdı ve bunun için büyük sermayeye ihtiyaç duyuluyordu. Boris Berezovsky, Roman Abramovich, Mikhail Khodorovsky gibi oligarklar bu dönemde devlet eliyle yaratılmış ve nihayet ileride tüm Avrupa'nın başına da bela olacak büyük Rus mafyası filizlenmeye başlamıştı. Evet, Yeltsin, Rusya'yı demokrasiyle tanıştırdın, ülke tarihinin gördüğü en sempatik başkan oldun, Clinton'la karşılıklı oturup big mac bile yedin ama ortaya çıkan bu Frankenstein'ı da istemeden de olsa sen yarattın.
Rus mafyası, önderleri oligarkların Avrupa'da kurduğu saygın ağlar sayesinde istediği her alana elini atabiliyor. Nasıl atmasın ki en önemli liderlerinden Roman Abramovich, Londra'nın yani Avrupa'nın en seçkin şehrinin bir numaralı adamı. Bahis skandalları, uyuşturucu-silah kaçakçılıkları, faili meçhul cinayetler, satın alınan ve şikeye zorlanan sporcular... Tıpkı Nikolay Davydenko gibi. Aksinin ispatlanması imkansız gibi olsa da dünyadaki hiçbir mahkeme ve hukuk sistemi işlendiği aşikar olan bu şike suçunda Davydenko'nun bir numaralı aktör olduğuna beni inandıramaz. Büyük ihtimalle kolları her yere uzanan Rus mafyası, Niko'yla bir anlaşma yaptı(şike yapmazsan anneni unut vs.) ve onu şikeye zorladı. Karşılığında da kuşkusuz ona da ufak bir ödül vaat etmişlerdir ama yine de kendi ve sevdiklerinin canı tehlikede olan bir adam tiranlara boyun eğdi diye suçlamaya gönlüm razı olmuyor.
Maalesef dönüp dolaşıp yine aynı yere geliyoruz. Evet, sporu seviyoruz, onun aktörlerini de. Hatta sporların sermaye akışları sayesinde dünya çapında popülariteye ulaşıp gelişmesini de. Ama paranın hakim olduğu her alanda olduğu gibi sporun da mafya eksenli suistimallerle kirletilmesinden nefret ediyoruz, bunu engellemek için yapabileceğimiz hiçbir şeyin olmamasından ise 2 kat daha fazla.
Olayı duymayanlar için kısaca özetleyelim: kahramanımız Rus(sürpriz!) tenisçi Nikolay Davydenko ve Polonya'da düzenlenen bir turnuvada Arjantinli adı sanı duyulmamış rakibi Arguello'yla yaptığı müsabakaya her ne hikmetse fırtına gibi başlıyor, 2. sette birden duruluyor ve nihayet 3.sette sakatlığını bahane ederek maçtan çekiliyor. Ha bu arada sadece betfair bahis sitesinden yüzde 95'i Arjantinli oyuncunun 2-1 galibiyetine yatırılmış 7 milyon doları aşkın bir paradan da söz etmek meseleyi zihinlerinizde daha açık bir hale getirecektir. Sıradan bir tenis müsabakasına 7 milyon dolar yani normal miktarın 10 katı para yatırılıyorsa bu neredeyse açık bir ihbardır. Nitekim Betfair şirketi bu maçla ilgili müşterilerine ödeme yapmayacağını da açıkladı. Olayın son hukuki durumunu bilemiyorum ama gayet masum bir çağrışımla akıllarımıza şu müthiş üçlü geliyor: Para, şike, bahis.
Nba başkanı David Stern Tim Donaughy'nin bahis skandalı sonrası "bu münferit bir olaydır" açıklamasını yapmıştı. Kuşkusuz haklıdır, Nba tarihinde şike ya da bahis skandalı gibi hadiselere rastlamak pek mümkün değildir. Fakat Davydenko'nun bu olayında aynı şeyden söz etmek mümkün değil zira işin içine Rus mafyası girdiği zaman organize bir suça da balıklama atlamış oluyorsunuz. Zaten biri çıkıp bu münferit bir olaydır dese buna ömründe suç görmemiş Lüksemburg polisi dahi inanmaz.
Boris Yeltsin, yeni Rusya'yı dünyaya tanıttığı zaman tüm dünya rahat bir nefes almıştı. Nihayet komunizm yıkılmış, soğuk savaş sona ermiş ve nükleer savaş tehlikesi en azından bir süre için Batı dünyasının öcüsü olmaktan çıkmıştı. Yeni Rusya'nın kapitalist dünyaya ayak uydurması lazımdı ve bunun için büyük sermayeye ihtiyaç duyuluyordu. Boris Berezovsky, Roman Abramovich, Mikhail Khodorovsky gibi oligarklar bu dönemde devlet eliyle yaratılmış ve nihayet ileride tüm Avrupa'nın başına da bela olacak büyük Rus mafyası filizlenmeye başlamıştı. Evet, Yeltsin, Rusya'yı demokrasiyle tanıştırdın, ülke tarihinin gördüğü en sempatik başkan oldun, Clinton'la karşılıklı oturup big mac bile yedin ama ortaya çıkan bu Frankenstein'ı da istemeden de olsa sen yarattın.
Rus mafyası, önderleri oligarkların Avrupa'da kurduğu saygın ağlar sayesinde istediği her alana elini atabiliyor. Nasıl atmasın ki en önemli liderlerinden Roman Abramovich, Londra'nın yani Avrupa'nın en seçkin şehrinin bir numaralı adamı. Bahis skandalları, uyuşturucu-silah kaçakçılıkları, faili meçhul cinayetler, satın alınan ve şikeye zorlanan sporcular... Tıpkı Nikolay Davydenko gibi. Aksinin ispatlanması imkansız gibi olsa da dünyadaki hiçbir mahkeme ve hukuk sistemi işlendiği aşikar olan bu şike suçunda Davydenko'nun bir numaralı aktör olduğuna beni inandıramaz. Büyük ihtimalle kolları her yere uzanan Rus mafyası, Niko'yla bir anlaşma yaptı(şike yapmazsan anneni unut vs.) ve onu şikeye zorladı. Karşılığında da kuşkusuz ona da ufak bir ödül vaat etmişlerdir ama yine de kendi ve sevdiklerinin canı tehlikede olan bir adam tiranlara boyun eğdi diye suçlamaya gönlüm razı olmuyor.
Maalesef dönüp dolaşıp yine aynı yere geliyoruz. Evet, sporu seviyoruz, onun aktörlerini de. Hatta sporların sermaye akışları sayesinde dünya çapında popülariteye ulaşıp gelişmesini de. Ama paranın hakim olduğu her alanda olduğu gibi sporun da mafya eksenli suistimallerle kirletilmesinden nefret ediyoruz, bunu engellemek için yapabileceğimiz hiçbir şeyin olmamasından ise 2 kat daha fazla.
Etiketler:
arguello,
bahis,
basketball,
basketbol,
davydenko,
michael vick,
mithat fabian sozmen,
nikolai davydenko,
sike,
tenis,
tennis,
tim donaughy
Thursday, July 5, 2007
Wimbledon'07-Superstar Atletlerin ve Sermayenin Gelenekle Çatışması
Wimbledon, malum tenisseverlerin gözbebeği, ilk aşkı, world series'i, dünya kupası, grand slam'lerin kraliçesi...İngilizler, sanayi devriminin öncüsü, kapitalizmin babası, bir yandan da kanla yazılan 19 ve 20.yüzyıl dünya tarihinin başrol oyuncusu. Tüm bu çağ değiştiren atılımlara evsahipliği yapan ada da 19.yüzyıl itibariyle desporte yani sporu(boş zaman öldürme aygıtı) günlük hayata adapte eden ve sonrasında kitlelere yayılmasında büyük rol oynayan burjuva sınıfının doruk noktasına ulaştığı coğrafya.. Bu bakımdan, futboldan, Wimbledon'dan, polo'dan, kriketten, şundan ondan bundan birçok sporseverin gönlünde yer eden bir spor mazisine sahip olan bir ülke..
Bu ikili tarih boyunca takipçilerinden çokça övgü almıştır ama bilhassa Wimbledon hep tabu kelimesinin eş anlamı gibi algılanmıştır. Öyle ki olumsuz eleştiri ve Wimbledon kelimelerinin yan yana geldiğine şahit olmak için kortların asi çocuğu Andre Agassi'nin ilk yıllarına ya da Mr.Trash Talk John McEnroe'ya kadar dönmek gerekiyor.
Totem ve Tabu'da şöyle der Freud: "Tabular ilkel insanın korkularıdır ve insanlık geliştikçe yıkılmaya mahkumdurlar" Hayır, ben Wimbledon'ım hakkında bu kadar acımasız olamam ama Rafael Nadal başta olmak üzere Nikolay Davydenko, Marat Safin ve Serena Williams gibi ünlü raketler turnuvayı yerden yere vurmakta bir sakınca görmüyorlar. Hava şartları, yağmur gibi tehditler çatısız Wimbledon kortları için her zaman sorun olmuştur ama 82'den beri Londra'nın bu küçük banliyösü böyle uygunsuz hava şartlarına maruz kalmamıştı ve yağmurun defalarca ertelediği müsabakalar günümüzün milyoner tenisçilerini canından bezdirmişe benziyor.
"Yetkililer, oyuncuları düşünmüyor", "Wimbledon dünyanın en sıkıcı turnuvası" bu yorumlar Roland Garros'un kralı Rafael Nadal ve Rus Nikolay Davydenko'ya ait. Maçı yağmur muhalefeti sebebiyle defalarca ertelenen Nadal, kuşkusuz Wimbledon'ın bir numaralı hayranı değil ama acaba benzer terslikler başına Paris'te gelmiş olsa veya çok zorlandığı çim kort yerine Wimbledon toprak kort olsa aynı eleştirileri yapar mıydı bilinmez.. Teoriye yer bırakmayan bir gerçek var ki durmak bilmeyen yağmurların ve ertelemelerin canını sıktığı tek isimler sporcular değil. Yayıncı kuruluşlar için de her erteleme mali zarar ve program akışının alt üst olması demek ve spor tarihi boyunca hiçbir güç medyayla ters düşmeye cesaret edememiştir.
Sonucu tahmin etmek kolay, her zaman olduğu gibi bu konuda da sermayenin itirazı geleneği yıkmaya yetti ve 2009'dan itibaren Wimbledon Merkez Kortu yeni çatısıyla hizmet vermeye başlayacak. Böylece belki de benim gibi uslanmaz birkaç Wimbledon faşisti! değişimin karşı konulmaz devinimine yenik düşmüş olacak. Biz, eski kafalılar ise muhtemelen 20 sene sonra mantıklı yeniliklere karşı çıkmanın aslında ne büyük bir aptallık olduğunu kendimize dahi itiraf edemeden Wimbledon'ın keyfini sürmeye devam edeceğiz. Neyse ben galiba yarım bir itirafla içimi biraz rahatlattım.Darısı diğer muhafazakarların başına(her alanda).
"Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir."- Herakleitos
Bu ikili tarih boyunca takipçilerinden çokça övgü almıştır ama bilhassa Wimbledon hep tabu kelimesinin eş anlamı gibi algılanmıştır. Öyle ki olumsuz eleştiri ve Wimbledon kelimelerinin yan yana geldiğine şahit olmak için kortların asi çocuğu Andre Agassi'nin ilk yıllarına ya da Mr.Trash Talk John McEnroe'ya kadar dönmek gerekiyor.
Totem ve Tabu'da şöyle der Freud: "Tabular ilkel insanın korkularıdır ve insanlık geliştikçe yıkılmaya mahkumdurlar" Hayır, ben Wimbledon'ım hakkında bu kadar acımasız olamam ama Rafael Nadal başta olmak üzere Nikolay Davydenko, Marat Safin ve Serena Williams gibi ünlü raketler turnuvayı yerden yere vurmakta bir sakınca görmüyorlar. Hava şartları, yağmur gibi tehditler çatısız Wimbledon kortları için her zaman sorun olmuştur ama 82'den beri Londra'nın bu küçük banliyösü böyle uygunsuz hava şartlarına maruz kalmamıştı ve yağmurun defalarca ertelediği müsabakalar günümüzün milyoner tenisçilerini canından bezdirmişe benziyor.
"Yetkililer, oyuncuları düşünmüyor", "Wimbledon dünyanın en sıkıcı turnuvası" bu yorumlar Roland Garros'un kralı Rafael Nadal ve Rus Nikolay Davydenko'ya ait. Maçı yağmur muhalefeti sebebiyle defalarca ertelenen Nadal, kuşkusuz Wimbledon'ın bir numaralı hayranı değil ama acaba benzer terslikler başına Paris'te gelmiş olsa veya çok zorlandığı çim kort yerine Wimbledon toprak kort olsa aynı eleştirileri yapar mıydı bilinmez.. Teoriye yer bırakmayan bir gerçek var ki durmak bilmeyen yağmurların ve ertelemelerin canını sıktığı tek isimler sporcular değil. Yayıncı kuruluşlar için de her erteleme mali zarar ve program akışının alt üst olması demek ve spor tarihi boyunca hiçbir güç medyayla ters düşmeye cesaret edememiştir.
Sonucu tahmin etmek kolay, her zaman olduğu gibi bu konuda da sermayenin itirazı geleneği yıkmaya yetti ve 2009'dan itibaren Wimbledon Merkez Kortu yeni çatısıyla hizmet vermeye başlayacak. Böylece belki de benim gibi uslanmaz birkaç Wimbledon faşisti! değişimin karşı konulmaz devinimine yenik düşmüş olacak. Biz, eski kafalılar ise muhtemelen 20 sene sonra mantıklı yeniliklere karşı çıkmanın aslında ne büyük bir aptallık olduğunu kendimize dahi itiraf edemeden Wimbledon'ın keyfini sürmeye devam edeceğiz. Neyse ben galiba yarım bir itirafla içimi biraz rahatlattım.Darısı diğer muhafazakarların başına(her alanda).
"Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir."- Herakleitos
Subscribe to:
Posts (Atom)